Harry Potter ve Kızıl Pelerin #12: Yurei Ormanında

* * *

önceki bölümleri okumadıysanız:

BÖLÜM LİSTESİNE ULAŞMAK İÇİN TIKLAYIN!

* * *

Harry derin uykusundan yoğun bir baş ağrısıyla uyandı ve ilk fark ettiği şey etrafındaki sesler oldu: Ağaç yapraklarının hışırtıları, kuş cıvıltıları ve kuvvetle esen rüzgârın uğultusu. Sonra, elleri bağlı, sırtı bir ağaca yaslanmış, oturur durumda olduğunu anladı. Gözlerini aralayıp etrafını görmeye çalışırken başına gelenleri bölük pörçük hatırlamaya başladı.

Bakanlık’ın eğitim salonundaydı; yazılı sınavda aniden terlemiş, başı dönmüş ve sanrılar görmeye başlamıştı. En son hatırladığı şey ise Theodore Pullman tarafından yerde sürüklenişiydi. Olanlar konusunda ilk varsayımı Pullman’ın içtiği suya bir tür zehir karıştırmış olma ihtimali üzerineydi. Suyu içene kadar sıra dışı bir şey hissetmemişti. Harry içten içe, ikram edilen hiçbir şeyi içmeyen ve sadece kendi özel şişesini kullanan Alastor Moody’yi takdir etti. Buradan bir şekilde kurtulmayı başarırsa aynen onun gibi yanında kendi şişesini taşımaya karar verdi.

Karşılaştığı ihanet pek çok şeyin sebebini de açıklıyordu. Kreacher’ın öldürülmesinin ardından o gece ev ciniyle evde yalnız olacağını kimin bilebileceğini uzun uzadıya düşünmüştü. Oysa her şey şimdi apaçık ortadaydı;  Noel günü Wimple’ın ofisine giderken asansöre bindiklerinde Grimmauld Meydanı’nda Kreacher ile olacağını söylediğini hatırlıyordu. Harry, burnunun ucunda planlanan ve yaşanan böyle büyük çaplı bir ihaneti fark etmeyen Gilbert Wimple’a zihninde verdi veriştirdi.

Gözlerini birazcık daha araladı ama tedbiri elden bırakmadı; etrafında birileri varsa kendine geldiğini fark etmemeleri önemliydi, bu durum ona ufacık da olsa avantaj sağlayacaktı.

Arkasında kalın, güçlü bir erkek sesi duydu:

“Daha ne kadar bekleyeceğiz? Sabrım taşmaya başladı Pullman.”

Tam sağından, dört ya da beş adım mesafeden biri yanıt verdi, “Sana cevap veremez, adam dilsiz unuttun mu Rodolphus? Al bu parşömeni…”

Ölüm Yiyenler… Harry söylenenleri daha da can kulağıyla dinlemeye başladı.

Çam iğneleri, kurumuş yapraklar ezildi, hışırdayan bir kağıt parçası el değiştirdi ve bir tüy, parşömenin üzerinde hızla gezindi.

“Bu durumda şimdiye kadar uyanmış olması gerekirdi. İksirin etkisi düşündüğümüzden daha ağır olmalı. Kalıcı hasar görme ihtimali var mı Nott?” diye sordu Rodolphus endişeli bir sesle.

Suç ortağı sükûnetle yanıtladı, “Sanmam, Knockturn yolundaki adam işini biliyor gibiydi. Kısa sürede uyanacaktır…”

Kalın, tok ses, bıkkın bir tonla, “Bu durumda biraz daha zamanımız var demektir…” Tehditkâr bir tonlamayla devam etti, “Unutmayın, ona canlı ve tek parça ihtiyacımız var, en azından şimdilik.”

Harry uzaklaşan ayak seslerini duydu, Rodolphus, “Bu süprüntüleri kaldır, artık onlara ihtiyacı olmayacak” dedi sertçe. Bahsettiği süprüntüler muhtemelen Harry’nin eşyalarıydı. Üzerinde siyah pantalonu ve gömleğinden başka bir şey yoktu. Asası, cüppesiyle beraber alınmıştı. Ama en azından yakınındaydılar ki bu da bir şeydi.

Lestrange “Bana ihtiyacınız olursa seslenin,” diye söylendi. Ayak sesleri uzaklaştı.

Harry için bu iyi bir fırsattı. Eğer bir şekilde Nott’un dikkatini dağıtıp onu alt edebilirse, Pullman Rodolphus’a seslenemeyecekti. Tedbirsiz davranacakları bir anı yakalamalıydı, ama bunu nasıl yapacaktı?

Aklına bir fikir geldi… Ona canlı ihtiyaçları vardı, bu yüzden de belli ki verdikleri iksirin dozunu ayarlayıp ayarlayamadıkları konusunda endişe taşıyorlardı. Ya onlara aşırı dozdan dolayı ölmekte olduğunu düşündürürse?

Hemen alt dudağını ısırdı, ağzına kanın bakırımsı tadı geldi ve sabırla beklemeye başladı.

Kalbinin küt küt atıyordu, çünkü birazdan belki de karşısına çıkabilecek tek iyi şansı kullanacaktı. Ağzı kanla dolunca zamanın geldiğini anladı.

Önce vücudunu ileriye attı, sonra kusacakmış gibi öğürmeye başladı. En sonunda da kafasını gökyüzüne kaldırarak nefes almaya çalışıyormuş gibi sesler çıkardı. Bu esnada göz ucuyla, panikleyen Nott’un ona doğru geldiğini fark etti; asasını sağ elinde tutuyordu. Ah Harry onu bir eline geçirebilseydi!

Nott kol mesafesine geldiğinde, son derece ustaca icra edilmiş bir öksürük taklidi ile ağzına dolan kanı toprağa tükürdü. Ölüm Yiyen, önce saçılan kanlara, sonra Harry’nin kanayan ağzına dehşet içinde baktı; asasını Harry’nin boğazına doğru doğrultup “Anapneo” diye bağırdı! Ama Harry’nin boğazına takılmış bir şey yoktu tabi. Büyü onun için tamamen faydasızdı o anda.

Harry büyük bir çeviklikle üstüne atlayıp yere devrilmesine sebep oldu. Ağırlığıyla kolunu ezmeyi başarmıştı, yan yatıp asasını elinden düşürmesini sağladı. Gawain Robards’tan öğrendiği faydalı bir yakın dövüş taktiğiydi bu.

Nott henüz ayağa kalkamadan bağlı elleriyle, biraz da şansının yardımıyla sahipsiz kalan asayı yerden kaptı. Parmak uçlarını kullanarak doğrulttu ve bağırdı: “Diffindo!”

Ancak hareket kabiliyeti çok sınırlı olduğundan eline büyünün gerektirdiği ivmeyi vermeyi başaramamıştı. Tam o sırada mavi bir ışın omzunu sıyırarak arkasındaki ağaca saplandı ve kopan ağaç kabukları etrafa saçıldı. Harry kaçmaya başladı, birkaç adım ilerideki bir ağacı kendine siper aldı. Ancak yerden kalkmayı başaran Nott hemen arkasındaydı.

Sarf ettiği çabadan dolayı aşırı bir şekilde terlemesi ellerini kayganlaştırmış ve iplerin az da olsa gevşemesine sebep olmuştu. Harry bu defa eksiltme büyüsünü başarıyla uygulayarak elindeki iplerden kurtuldu. Kurtuluyor olmanın verdiği özgüvenle arkasını dönerek Nott’u kendi asasıyla sersemletip devre dışı bıraktı. Ama Pullman hala potansiyel bir tehlikeydi, çünkü belli ki sessiz büyülerde ustalaşmıştı.

Rodolphus Lestrange kopan kıyameti sonunda fark etmiş ve onlara doğru koşmaya başlamıştı. Harry tekrar iki kişiye tek başınaydı, Rodolphus’un savurduğu laneti kalkan büyüsüyle savuşturdu, ardından onu silahsızlandırmaya çalıştı. Büyüsü Lestrange’i ıskaladı. Pullman da bir ağacı kendine siper alarak Harry’ye doğru gelişi güzel lanetler yollamaya başlamıştı. Harry, kontrollü bir şekilde, sıklaşan ağaçların arasına doğru geri çekildi. Birkaç metre ileride irice bir çam ağacı yere devrilmişti. Kocaman gövdesi Harry’yi gizleyebilecek kadar büyüktü. Yere yatıp dirseklerinin üzerinde süründü, ardından kendisine bir hayalbozan büyüsü yaptı. Soğuk su damlalarının temasını andıran rahatsız edici his başından tüm vücuduna yayılırken Lestrange’in Nott’a seslendiğini duydu. Neler söylediğini tam olarak anlayamasa da, Kaçamaz, orman, tuzak kelimeleri rüzgârla kendisine kadar ulaşmıştı. Üçe karşı bir duruma düşmüştü, ama bağlı değildi, asası vardı, bir şekilde gözlerden saklanmayı başarmıştı.

Tekrar ayağa kalkarak kendisine kadar ulaşan seslerden mümkün olduğunca uzağa doğru ilerledi. Bir yandan geride bıraktığı ayak izlerini özenle siliyordu. Bu şekilde belki bir saat boyunca yürüdü. Bu esnada Hayalbozan büyüsü de kendiliğinden vücudunu terk etti.

Artık daha güvende hissettiğinde etrafını daha bir alıcı gözle incelemeye başladı. İleride ufuk çizgisine yakın, tepesi karlarla kaplı bir dağ vardı ve içinde bulunduğu orman onun eteklerinden başlıyordu. Bulunduğu yer kendisine hiç tanıdık gelmedi.

Harry bunları düşünürken aniden olduğu yerde durdu. Hava sıcaklığı birkaç derece birden düşmüş, batmakta olan güneşin kızıl ışıkları kaybolmuş, gökyüzü adeta birkaç saniye içinde kararmıştı. Geçmişteki tecrübelerinden buna neyin sebep olduğunu çok iyi biliyordu tabi: Ruh emiciler.

Gerçekten de belki otuz, belki kırk adım kadar aşağısında, havada dalgalanan siyah bir pelerin gördü. Ormanın güney kanadında birkaç ruh emicinin daha devriye gezdiğini fark etti. Kendisini kapana kısılmış hissetti, onlardan korunmak için bir patronus yapmak çok riskli olurdu, ölüm yiyenlere tekrar yakalanabilirdi. Bu yüzden Ruh Emicilerden uzağa, daha güvenli görünen güney batı yönüne doğru ilerlemeye başladı.

Yarım saatlik gergin bir yürüyüşün ardından izlediği yol onu bir tepenin yamacına kadar getirdi. Yamacın hemen dibinde batmakta olan güneşin altında parıldayan bir göl vardı. Zümrüt yeşili gölün dibinde beyaz kumlar seriliydi. Boyu en az otuz adımdı, eni ise Harry’nin gözünün alabildiğine gidiyordu.

Dikkatini bir şey çekti o sırada, gölün hemen kıyısında, sığlıklarda bir karaltı.

İlk bakışta bunun beyaz kumun üzerine devrilmiş bir kaya parçası olduğunu düşündü. Ancak sonra, gölün suları dalgalandığında karaltı da hareket edince katı bir cisimden ziyade kumaşı andırdığını fark etti; eğer gözleri onu yanıltmıyorsa bir sihirbaz cüppesine bakıyordu. Bulunduğu yerden söylemesi çok kolay değildi ama suyun dibinde bir ceset belki de bir İnferius olabilirdi. Lestrange az önce bir tuzaktan bahsetmemiş miydi?

Harry neyle karşı karşıya olduğunu tam anlamıyla anlayabilmek için yamacın etrafından dolandı ve aceleyle yokuş aşağı indi. O adımladıkça toprak ayağının altında ufalanıp dökülüyordu. Birkaç defa dengesini kaybeder gibi olduysa da sonrasında kollarını açarak bir şekilde kendisini  toparladı ve dengesini bulmayı başardı.

Sonunda gölün kıyısına gelmişti, etrafına şöyle bir bakındı. Gördüğü kadarıyla etrafta hiç Ruh Emici yoktu, ilk tahmini doğru çıkmıştı, sadece bir cüppe, yırtık görünen bir sihirbaz cüppesi gölde hafif hafif dalgalanıyordu.

Tamamıyla güvende olduğundan emin olduğunda ayakkabılarını çıkarıp göl kenarına bıraktı, asasını çıkardı ve adım adım suyun derinliklerine, cüppeye doğru ilerledi. Su bileklerine kadar geliyordu ve ona ilginç gelen bir şekilde sıcaktı. Yürümeye devam etti.

Su artık dizlerine kadar yükseldiğinde cüppeye ulaştı, eğilerek onu sudan aldı. Acaba sahibi neredeydi? Kafasını kaldırıp etrafına tekrar baktı. Batmakta olan güneşin son ışıklarıyla yer değiştiren ağaç gölgelerinden başka hiçbir şey göremedi.

Cüppeyi yoklarken ceplerinin boş olmadığını fark etti, ucunda bir snitch boyunda, belki biraz daha büyük bir top olan altın bir zincir çıktı. Topun üzerinde bir isim kazılı gibiydi. Harry iyice azalan gün ışığında ne yazdığını okumaya çabaladı. Asasını kaldırarak “Lumos” dedi, asasının ucundan hafif bir ışık yayıldı.

Hayır, bu bir isim değildi, bir şekil… Aslında bir kabartma, bir resim gibiydi, kapı resmi. Topun üzerinde ufak mengeneler vardı, tırnaklarını üzerindeki ufak çıkıntıya geçirip açtı.

Topun içinden ufak bir kağıt parçası, bir de anahtar çıktı, Harry ik önce kağıtta yazanı okudu:

Buradan çıkmak istiyorsan,

Portresine çifte gidiş:

Evet bu ormandan bir an önce kurtulmak istiyordu ama bu ipucu ne anlama geliyordu? Kimin portesiydi bu bahsedilen? Bu cüppe onun bulması için mi bırakılmıştı? Sahibi kimdi? Onu bulacağını nereden biliyordu? Dahası, bu portreye iki farklı gidiş yolu olduğu ima ediliyordu ama bu yollardan hiçbirinden bahsedilmiyordu, cümlenin devamı yoktu. Acaba silinmiş miydi? Harry kağıda daha dikkatli bir gözle tekrar baksa da yıpranma ya da silinme emaresi göremedi.

Dean ormanında Severus Snape ona Godric Gryffindor’un kılıcını bir Patronus yardımıyla yollamıştı. Bu defa da kendisine yardım eden birileri mi vardı? Bir casus? Ölüm Yiyenlerin arasına gizlenmiş bir çifte ajan?

Harry kağıt parçasını cebine koydu ve anahtarı incelemeye başladı. Anahtar bir pusulaya zincirlenmişti. Pusulanın üzerinde alışılageldiği gibi kuzey, güney, doğu ya da batı yönlerini simgeleyen işaret ya da harfler yoktu, sadece tek bir şey vardı: Kâğıttaki kapı resminin aynısı. Şu anda pusulaya göre kale güney yönündeydi.

Harry pusulaya zincirli anahtarı da cebine atıp kıyıya yürümeye başladı. Suyun tekrar ayak bileklerine kadar indiği yere ulaşmıştı ki üstü başı kan içinde olduğunu fark etti, Bakanlığa giderken üzerine geçirdiği gömleğinin önü, kolları hep kan olmuştu. Ayrıca görünüşe göre Pullmann’ın rastgele yolladığı lanetlerden biri omzunu sıyırmış ve hafifçe kanatmıştı.

Harry suyun derin kısmına doğru birkaç adım attı, sonra da eğilip kollarındaki kanları temizledi. Kan göl suyuna yayılarak dağıldı. Sonra yüzünü yıkadı, gözlüklerini çıkararak camlarını temizledi ve gömleğinin eteğiyle silerek tekrar gözüne taktı ve aniden donup kaldı.

Ormandan gelen sesler kesilmişti. Hayvanlar susmuştu ve sanki birileri onu izliyor gibiydi.

Gözleri gölün kıyısında ve ilerideki ağaçlıkta dolaştı. Karanlığın içinde ona bakan gözler arıyordu. Ağır ağır kafasını çevirirken geriye doğru bir adım attı, bir adım daha… Sonra bir adım daha…

O adım attıkça dalgalardan biri ağır ağır yükseldi, su yarıldı ve yüzey kırıldığında maymunla insan arası bir yüz belirdi karşısında. Sular yüzün etrafından canlı bir şelale gibi dökülürken sarımtırak yeşil pullarla örülü bir beden ortaya çıktı. Perdeli elleri suyu itti ve kâbuslara yaraşan bu yaratık ona doğru yürümeye başladı.

Harry ne ile karşı karşıya olduğunu biliyordu; bir Kappa’ydı bu. Remus Lupin hayattayken Kappalardan bahsetmişti.

Perdeli elleri, göllerinde her şeyden habersiz dolaşanları boğsak diye kaşınırdı.

Harry o an Kappalarla ilgili pek de hoş olmayan bir başka detayı detayı daha hatırlayıverdi. Kappa’lar insan kanı içerdi, bu yaratığı kendisine çeken de az önce kanlı ellerini ve yüzünü gölde yıkamış olmasıydı. Kappa ona birkaç adım uzaklığa geldiğinde Harry belaya bulaşmak istemediğinden arkasını dönerek kaçmaya hazırlandı. Tam o anda bir başka Kappa ile burun buruna geldi.

Başlarının tepesinde içi su dolu bir çukur bulunur. Kappalara hayat veren oradaki sudur, dökülürse ciğerlerine su gitmediğinden felç olurlar.

Arkasından dolanan yaratığın perdeli elleri gövdesini sararken tüm gücüyle Kappa’yı itti. Dengesini kaybeden yaratık devrildi, kafasındaki çukurda bulunan su dökülünce kumların üzerinde hareketsiz kaldı.

Ama Harry’nin ilk karşısına çıkan yaratık da arayı kapayarak ona yetişmiş, perdeli ellerini ayaklarına dolamıştı. Harry dengesini kaybedip suya yapıştı ve cebinden çıkarmaya çalıştığı asa dönerek elinden fırladı, kuma saplandı. Felç halindeki Kappa’nın kafası suya gömüldüğünden ciğerlerine su gitmiş, yaratık tekrar canlanmıştı. O da Harry’yi tüm gücüyle sardı ve iki yaratık Harry’yi gölün derin sularına çekmeye çalıştı. Harry üçüncü bir Kappa’nın ağaçlığın oradan kendisini sulara bıraktığını gördü, bir dördüncüsü yirmi, otuz adım ileride mağara ağzını andıran dar karanlık bir inden kafasını çıkararak ona doğru yüzmeye başladı. Tam anlamıyla kapana kısılmıştı ve panik vücudunu hızla sarıyordu. Can havliyle bir tekme salladı ve ilk Kappa’nın çenesine isabet ettirmeyi başardı. Ciğerlerini besleyen su etrafa dağıldı ve yaratık suya gömüldü. Harry bu durumun uzun sürmeyeceğinin farkında olduğundan kolundaki kanı emmeye çalışan diğer yaratığı yumrukladı ve birkaç saniyelik boşluğu fırsat bilip emekleyerek asasına gitti, asayı kaldırıp ondan aldığı güçle bağırdı: “Sectumsempra!”

Yolladığı lanet az önce yumrukladığı Kappa’nın omzunu sıyırdı ve pullu derisinde derin bir kesik oluşturdu. Yaratık acı dolu bir çığlık kopardı ve gerisin geri derin sulara doğru paytak paytak koştu, sonra da suların arasında kayboldu. İlk Kappa ve suya dalıp ona doğru gelen diğerleri ise kararlı bir şekilde yaklaşıyorlardı. Harry perdeli ayaklarına nişan alarak bir lanet daha yolladı ve yaratıklardan biri daha suya gömüldü.

Diğer ikisi için bu ders yeterli olmuş olacak, ilk önce oldukları yerde donup kaldılar. Sonra bakışları Harry’nin elindeki asaya odaklandı. En sonunda bu avın haddinden daha tehlikeli olduğuna karar vererek gerisin geri suya dalarak gözden kayboldular.

Harry’ye bu macera yetmişti. Kappaların Dördüncü Sınıf Tehlikeli yaratıklar arasında olduğunu biliyordu. Onlardan daha tehlikeli birkaç canlı vardı sadece: Kurtadamlar, Mantikorlar, Basiliskler, Kimera’lar, Ejderha ve Akromantula’lar. Ucuz kurtulmuştu, bundan böyle göle ya da herhangi bir su birikintisine birkaç adımdan fazla yaklaşmaya niyeti yoktu. Asasıyla yolunu aydınlatarak ormana girdi.

Bir yandan da düşünüyordu; Remus Lupin Kappa’ların Japonya’da yaşadığını, Severus Snape ise ağırlıklı olarak Moğolistan’da görüldüklerini söylemişti. Şu an Asya’da mıydı yani? Ölüm Yiyenler onu yanı sıra cisimlenme ile buralara kadar getirmiş miydi? Bu kadar zahmete neden katlanmışlardı? Eğer gerçekten durum buysa nasıl döneceği konusunda ciddi ciddi endişelenmeye başlaması yerinde olurdu. Ama o anda önceliği geceyi herhangi bir sihirli yaratığa yem olmadan geçirebilmekti. Kapıyı bulma işini ertesi güne bırakıp, uyuyabileceği güvenli bir yer aradı.

Ormanın derinliklerine gelmişti. Dev bir kayanın içinde gizlenebileceği büyükçe bir oyuk bulunca durdu. Etrafına koruyucu tılsımları yaptı. Sonra biraz yaprak toplayıp oyuğun içinde üst üste yığdı. Böceklerin onu çok rahatsız etmeyeceğini yumarak yaprak yığının üzerine uzandığında yorgun vücudu bu durumu memnuniyetle karşıladı. Kendi asasını kaybetmişti, peşinde Ölüm Yiyenler vardı ama hala hayattaydı,  bu da olanlar düşünüldüğünde az şey değildi.

Uykuya dalmak üzereyken aklından kolyenin içindeki notta gördüğü üç kelime geçti.

Portresine çifte gidiş…

Ama kimin portresine?

* * *

Harry’yi uyandıran kuş sesleri ve midesinin kazınmasına sebep olan açlık hissi oldu; kalkar kalmaz etrafını kolaçan etti. Sonra da yiyecek toplamak için ormanda ufak bir tur attı. Bulabildiği tek şey vahşi mantarlar ve birkaç şifalı bitkiydi. Bakanlıkta Umbridge’nin duruşmasından çıktıkları gün Chef Wizard’ın önlerine serdiği zengin menüyü hatırlayıp acı acı, nereden nereye diye düşündü. Ama bir şekilde beslenmek, vücudunu diri tutmak zorundaydı, öğürerek de olsa mantarları yedi. Ama bu kısıtlı ve lezzetsiz menü onu doyurmak bir yana daha da acıktırmış gibiydi.

Pusulayı cebinden çıkararak yine kapının peşine düştü. Ormanın içinde sürekli tetikte yürüyerek geçen iki saatin ardından kendisini bir nehrin kıyısında buldu. Eski, kırık dökük, taş köprüden geçerek nehrin karşı yakasına ulaşmayı başardı. Pusulası artık yön değiştirdiği anda büyük bir hassasiyetle onu uyarıyordu, yani kapının çok yakınındaydı. Yolun devamında ağaçlar giderek seyrekleşti ve sonunda bodur çalılarla kaplı bir patika ortaya çıktı.

Çift kanatlı ahşap kapı tam da patikanın sonlandığı açıklığın ortasındaydı. Harry’nin ilgisini çeken kapının etrafında hiçbir şey olmamasıydı. Ne bir bina, ne duvarlar. Issızlığın ortasında, tek edilmiş, esrarlı bir kapı vardı.

Yürüdü, etrafını dolaştı, kapıyı dakikalarca inceledi. En sonunda cüppenin cebinde bulduğu anahtarı kilide takti ve çevirdi. Kendisini bir koridorda buldu. Dar, karanlık bir koridorda.

İçerisi nemliydi. Birkaç adım yürüdükten sonra duvarlara asılı meşaleler göründü. Ama Harry’nin ihtiyaç duyduğundan çok daha az ışık veriyorlardı. Neyse ki yürüdükçe yolu aydınlanmaya başladı. En sonunda dört duvarında boydan boya raflar, raflarda kitapların olduğu büyük bir odaya vardı. Odanın tam ortasında tepedeki açıklıktan sızan güneş ışınlarıyla aydınlanan görkemli bir ayna olduğunu gördü. Tepesine, boydan boya eski bir yazı işlenmişti: Kelid stra ehru ube cafru oyt on wohsi.

Harry bu aynayı görür görmez tanıdı: Kelid aynası. Ama bu ayna Hogwarts’ta değil miydi?

Birden zihninde geçmişe giderek Albus Dumbledore ile aralarında geçen konuşmayı hatırlayıverdi:

Dünyanın en mutlu insanı demişti, Albus Dumbledore, Kelid Aynasını sıradan bir ayna gibi kullanabilen insandır. Ona bakınca kendini olduğu gibi görür.

Harry aynayı birinci sınıfta, görünmezlik pelerininin altında dolaşırken keşfettiğinde, hayatında ilk defa ailesini görmüştü. Ron ise Quidditch Kupasını kaldıran takımın kaptanıydı. Harry kaşlarını çattı, bunca yıl sonra ne değişmişti hayatında? Şimdi baksa aynada neyi görürdü?

Bir yandan tuzak kokusu almaya çalışırken bir yandan çekinerek aynaya yaklaştı. İşte oradaydı, sırtında Kızıl Pelerinle duruyor, kendisine ulaşmaya çalışan insanların tebrik ve teşekkürlerini kabul ediyordu. Kucağında kaçınılmaz sondan kurtardığı, ağlayan bir bebek vardı. İnce, zarif, beyaz bir el koluna sarılmıştı, ancak elin sahibinin yüzü gölgeler arasında gizliydi. Harry bir an için Elwyn’in yüzünü gördüğünü düşündüyse de ışık kaynağı değişince omzuna yayılan saçlarda kızıl parıltılarla Ginny’nin yüzü belirdi. Yanındaki Elwyn miydi? Yoksa Ginny mi? Ayna, Harry’nin zihninin derinliklerine itmeye çalıştığı karmaşayı hissetmişti. Her bakışında yanındaki yüz değişiyordu. Bu durum kafasını daha da karıştırdı ama kendisini tekrar toparlamayı başardı. Önceliği içinde bulunduğu durumdan kurtulmak, bir şekilde Bakanlığa, Kingsley’e, Ron ya da Hermione’ye ulaşmak olmalıydı.

Harry aynaya olan ilgisini kaybettiğinde, batı tarafındaki duvara kurulu raflardan birinde kitaplardan birinin hafifçe parıldadığını fark etti. Oraya doğru yürüyerek kitabı raftan aldı, ismini okudu:

Kader Kitabı

Kapakta yazarın ismi yoktu ama üzerindeki resim yeterince dikkat çekiciydi. Gece karası cüppesiyle sırtı dönük bir şekilde Potter’ların Godric’s Hollow’daki evine bakmakta olan Lord Voldemort vardı. Pencereden James ile Lily Potter’ın alt katta, Harry’nin bebek yatağındaki siluetinin ise üst katta olduğu görünüyordu. Lord Voldemort evin önündeki yolda kaldırımın başında elinde asası ile duruyor ve içeri girmeye hazırlanıyordu.

Harry sayfaları çevirince bunun aslında bir resimli roman olduğunu anladı. Önüne bir bebek olarak resmedildiği kare geldi, Voldemort bu karede Lily Potter’ı katlettikten sonra asasını kaldırıp öldüren laneti yapıyordu. Bir sonraki karede ise çakan yeşil ışığın ters tepmesiyle acı içinde kıvranıyor ve bu dünyadaki varlığı geçici olarak sona eriyordu. Harry sayfaları hızlı hızlı çevirdi. Kitabın sonlarına doğru kendisini Kristal Mağarada gördü, Kingsley ve diğerleriyle beraber asasıyla İnferiusları zaptetmeye çalışırken yüzü o kadar odaklanmıştı ki adeta kasılmıştı. Son sayfalarda Kappa’larla mücadelesi vardı, maymunsu yaratıklar onu suyun derinliklerine çekmeye çalışırken tekme savuruyordu!

Bu nasıl bir kara büyüydü böyle! Vücudunu saran bir panik duygusuyla son sayfayı açıverdi,  son karede parmakları elinde tutmakta olduğu Kader Kitabının sayfaları arasında dolaşıyordu.

Kader Kitabının arka kapağına bir anahtar yerleştirilmişti. Ancak bu anahtar, tam ortadan ikiye ayrılmıştı, tek başına kullanılması mümkün değildi. Arka iç kapakta ise Kader Kitabı 2’nin kısa bir tanıtımı vardı. Harry bir kuyunun hemen önünde, karşısındaki portreye bakıyordu, bu görüntü zihninde şimşeklerin çakmasına sebep oldu: Portresine çifte gidiş!

Ama heyecanı kısa sürdü, anlaşılan yoluna devam edebilmek için ikinci kitaba ve anladığı kadarıyla anahtarın diğer yarısına ihtiyacı olacaktı. Bunun için de Kader Kitabının son sayfasındaki ipucunu çözmesi gerekecekti:

Soğuk, ama ikizinden daha sıcak, toprağın olmadığı yerde,

adım adım iniyordu basamakları, tüm kıtaların sonuncusunda.

Son dönümünde ayın, en uzun ayın son gününde buldu,

dört ayağının üstünde geri dönen yılanı.

Harry parmağını sayfaların arasına sıkıştırarak kafasını kaldırdı, yeni bir gizemle daha karşı karşıyaydı!

İçinde bulunduğu durum, üç büyücü turnuvasında Sfenks’in sorduğu soruyu yanıtlamaya çalıştığı anın benzeriydi. Oradaki zor bilmeceyi başarıyla çözmüş, zekâsına kendisi dahi hayret etmişti. Belki Alastor Moody’nin kılığına girmiş olan Bartiemus Crouch Jr yolunu elinden geldiği ölçüde temizlemişti ama bulmacanın cevabını tamamen kendi çabasıyla bulmuştu. Elini alnına dayadı ve satır satır tekrarlamaya başladı cümleleri:

Soğuk, ama ikizinden daha sıcak, toprağın olmadığı yer.

Soğuk bir yer düşünmeliydi, toprağın olmadığı yer. Aklına soğuk denizler geliyordu: Kuzey Buz denizi ya da Baltık Denizi. Bunları Hogwarts’a girmeden önce, daha henüz bir büyücü olduğundan haberi dahi yokken gittiği Muggle okulundan hatırlıyordu. Ama Kuzey Buz Denizinin bildiği kadarıyla bir benzeri ya da ikizi yoktu. Bir sonuca varamayınca sıradaki ipucuna geçti:

Adım adım iniyordu basamakları, tüm kıtaların sonuncusunda

Harry, kıtaları düşündü bu defa; hangi kıta sonuncuydu? Büyüklük sırasına göre mi bakmak gerekirdi? Yoksa hangisinin en kalabalık kıta olduğunu mu düşünmeliydi? Bu soruyu da şimdilik atlamaya karar verdi.

Son dönümünde ayın, en uzun ayın son gününde.

Harry bu cümlede gizli ipucunu bulmanın diğerlerine göre kolay olduğunu düşündü. En uzun ay otuz bir gün sürerdi. Yanıt bu olmalıydı. Bir an tekrar kafasını kaldırıp düşündü; etrafında dört duvar, her duvarda da ayrı ayrı raflar vardı. Aklındakileri birleştirmeye çalıştı, sonra tekrar ilk cümleye döndü, o sırada aniden…

Hayır!

Kuzey Buz Denizinin bir ikizi yoktu. Ama ikizi olan soğuk bir yer vardı: o da kutuplardı: Kuzey kutbu ve Güney Kutbu. Hatta biri diğerinden daha sıcaktı, neden?

Çünkü Kuzey Kutbunda, Güneyin aksine toprak değil sadece buz vardı! Su seviyesi daha düşük olduğundan Kutup denizi iklimi ılımanlaştırıyordu. Dört duvarda dört kütüphane ve aslında cevap kuzeydi, aradığı kitap kuzey rafındaydı. Hemen sırtını kapıya verdiğinde tam karşısına denk gelen kütüphaneye doğru yürüdü. Baştan aşağı tüm kitapların adını teker teker okudu. Ancak Kader Kitabı’nın eşini bulamadı. Bunun üzerine yeniden bulmacaya dönmeye karar verdi.

Adım adım iniyordu basamakları, tüm kıtaların sonuncusunda

Tüm kıtaların sonuncusu… Harry düşünürken neredeyse tüm odayı adımlasa da cevabı bulamadı. Bilmece hangi açıdan bakması gerektiğini söylemiyordu. Aniden kafasının içinde bir ışık yandı. Ayın sonunun hangi güne geldiğini değil kaçıncı güne geldiğini yanıtlamıştı. Ya iki soruya da aynı açıdan bakması gerekiyorsa? Bu durumda yedi kıtanın sonuncusu yedinci kıta olurdu! Afrika ya da Okyanusya değil!

Harry bunu nasıl daha önce düşünemediğine hayıflandı. Şifre olarak doğum günü kullanılmıştı. Yedinci sıraya kadar inmeli, sonra otuz birinci sıradaki kitabı almalıydı. Ağır ağır, büyük dikkatle saydı rafları, sonra da kitaplara geçti. Ama otuz birinci kitabı görünce hayal kırıklığına uğradı. Bu kitabı daha önce görmüştü ve Kader Kitabı değildi. Eline aldığında bir yerlerde hata yapmış olma ihtimalini düşünüyordu.

Ama eline değer değmez kapak değişti, tepeden aşağı inen parıltılı perde kalktığında üzerinde Kader Kitabı yazıyordu. Harry aceleyle sayfaları çevirdi. Arka kapakta az önce bulduğu anahtarın diğer yarısı vardı. Hemen cebinden çıkardığı ilk parçayla birleştirdi.  Sonra düşündü… Eğer bu kitap olanları gösteriyorsa…

Aceleyle sayfaları çevirip ilk sayfayı açtı.

Bu sayfada elinde ikinci kitap vardı, iki kare sonrasında. Nott ve Lestrange görünüyordu. Harry’nin az önce geçtiği köprüde koşar adım ilerliyorlardı. Ona yetişmeleri an meselesiydi. Aceleyle birleştirdiği anahtarı aldı ve Kelid aynasının arkasındaki kapıya taktı, kilidi döndürerek gıcırdayan kapıdan içeri girdi.

Taşlarla örülü karanlık bir odadaydı şimdi. O kadar karanlıktı ki, asasını kaldırarak etrafı aydınlatmak zorunda kaldı. Birden odanın köşesinde bir mavilik gördü. Bir bulut, bir duman gibi ince, parlak bir mavilik. Yavaş yavaş yükseldi ve şekil değiştirdi, dalgalandı. Bunlar saçlardı, parlak sarımsı saçlar. Bulut kalınlaşınca Harry tanıdığı bir yüzü gördü. Sadece bir defa gördüğü ancak unutamadığı bir yüzdü bu.

Seraphine Slytherin ya da onun hayali, bütün zerafetiyle odada Harry’ye doğru yürüdü. Harry tedbirli bir şekilde asasını kaldırdı. Seraphine Slytherin içinden geçtiğinde aynen Hogwarts hayaletlerinde tecrübe ettikleri gibi bir ürperti sardı. Seraphine arkasını dönmüş ona bakıyordu. Sol elinin işaret parmağıyla birini çağırıyordu. Harry ilk önce Seraphine’in kendisini çağırdığını sandı. Sonra aslında işaret ettiği her neyse ya da kimse tam arkasında olduğunu fark etti.

Aynen Seraphine gibi masmavi bir haleyle kaplı Basilisk dev ağzını açmıştı, çenesi Harry’nin üzerine kapandı. Harry içgüdüsel olarak irkildi ve kendisini koruyabilmek için yere kapaklandı. Gözlerini tekrar açtığında Basilisk bedeninin içinden geçip Seraphine’nin ardından duvarda kayboldu. Harry bu gördüğü hayalin arkasından bakakaldı.

Taş duvarların ardından gelen gürültüler Harry’yi kendine getirdi. Önce hafif hafif başlayan, yavaş yavaş yükselen ve sonrasında yeri göğü sarsmaya başlayan sarsıntılar hissetti. Ölüm yiyenlerin Kütüphaneye girmeye çalıştığını düşündü. Çıkışı bulmak için daha çok çaba göstermeli daha da hızlanmalıydı.

Harry duvarı elleriyle yoklamaya başladı. Görünürde herhangi bir çıkış yok gibiydi. Seaphine Slytherin ve Basiliskin kayboldukları noktanın bir ipucu olabileceğini düşündüyse de sonuç alamadı. Sonra Dumbledore ve Kingsley’in Kristal Mağarada kullandığı büyüden faydalanarak yolunu bulmak geldi aklına: Praecantatio Revelio!

Harry asasını tutarken bir çarpma sesi duydu, duvarın öte yanında kocaman bir yapı gürültüyle yıkıldı. Anlaşılan, Ölüm Yiyenler ona yetişmek üzereydi. Asasının ucundan fosforlu parlak mavi damlalar duvara sıçradı. Turunu tamamladığında mavi çizgiler duvardan dökülüyor zemine doğru parıldayarak iniyordu. İnerken belirli yerlerde kızıl lekeler gördü. Özellikle güneşi andıran parlak kırmızı bir leke vardı ve buranın ileri derecede sihir gördüğü belliydi.

Harry biçim değiştirme yeteneğini kullanmaya karar verdi. Eğer tahmini doğruysa burada bir geçit vardı ve önüne duvar örülmüştü. Asasını bu defa kırmızı lekenin olduğu yere yönlendirdi. Asasıyla dokunduğunda taş tuğlalar geriye doğru katlanmaya ve yolunu açmaya başladı.

Bir defa daha meşalelerle aydınlatılan loş bir koridordaydı. Meşalelerin arasında bazı tabloların asılı olduğunu fark etti. Ailesiyle beraber eğlenen bir Albus Dumbledore. Yanlarında kızkardeşi Ariana. Bahçelerinde oyun oynarken Aberforth onları ciddi bir yüzle izliyor ve takdirle başını sallıyordu.

Remus Lupin ve Tonks. Lupin şık bir cüppe giymişti. Yüzünde hayattayken sahip olmadığı bir huzur ifadesi vardı. Ted Lupin’i kucağına almış şöminenin önünde oyun oynuyorlardı. Remus elindeki tahtadan yapılma oyuncak süpürgeyi yemek masasının sandalyelerinden birinin altına yuvarlıyor aynen annesi gibi bir Metamorfmagus olan Ted de biçim değiştirerek sandalyenin altından süpürgeyi alıyordu. Onlar kahkahalarla gülerken Nymphadora Tonks muzipçe gülümsüyordu.

Harry büyülenmiş bir şekilde bu manzarayı izlemekle meşgulken birkaç adım ilerisinde aniden bir şimşek çaktı. Çakan şimşeğin ışığıyla aydınlanan köşede bir kadın yerde yatıyordu, yüzü gölgelerin arasında zorlukla seçilen, bir sebepten Harry’ye aşina görünen bir kadın.

Koridor aniden soğudu, sanki buz gibi bir soğuk dalgası ona ulaşmıştı, Harry kemiklerine kadar ürperirken koridorun köşesinden siyah pelerinli bir şekil yükseldi ve havada süzüldü. Yüzü kukuletasının altına tamamen gizlenmişti. Pelerinden dışarı bir el çıkıyordu, ıslak ıslak parıldayan, grimsi, yapış yapış görünen, lekeli bir eldi bu. Suda çürümüş ölü bir şey gibi… Bir sürüngen gibi…

Kukuletasını hafifçe sıyırdı ve kadının üzerine eğilirken hırıltıyla nefes aldı, karanlıklar içindeki yüzünden ruhunu emdi, o sırada bir başka ruh emici daha belirdi ve o da  büyük bir açgözlülükle yaklaşıp payını aldı.

Harry bir saniye daha beklemeden asasını kaldırdı ve bağırdı: “Expecto Patronum!”

Asanın ucundan cılız, mavi bir ışık demeti döküldü ve birkaç saniye içinde kayboluverdi. Kendisine ziyafet çeken Ruh emicilere bir üçüncüsü katılmıştı. Duvarın dibinde çaresizce yatan, cansız bir kukla kadar savunmasız görünen ruhu büyük bir iştahla yudumluyordu.

Harry tekrar tekrar denedi, “Expecto. EXPECTO!” Asası sanki ona itaat etmiyor gibiydi, ruh emicilerin yaydığı mutsuzluk iliklerine kadar işlemişti. O sırada kararını verdi ve koşmaya başladı. Kadını ne pahasına olursa olsun kurtaracaktı. Asasıyla eksiltme büyüsü yaparak iplerini paramparça etti. Kadın boş bir çuval gibi yere yığıldı, kafası hafifçe oynadı ve Harry’ye seslendi, “Harry… Yardım et…”

Çakıp duran ışıklar arasında görünen saç telleri kızıl mıydı? Yoksa açık kumral mı? Ses o kadar hırıltılıydı ki Harry kim olduğundan bir türlü emin olamıyordu. Yüzü önce Ginny’ye dönüştü, sonra Elwyn’e…

Ruh emici ona saldırdı, yüzünü Harry’ninkine yaklaştırıp kapkara bir çukuru andıran ağzıyla beslenmeye başladı. Harry asasını kaldırıp bir defa daha patronus büyüsü yapmaya çalıştı. Asasından çıkan ışık bir öncekinden daha cılızdı. Bir başka ruh emici yüzünü onunkine yaklaştırdı, sonra üçüncüsü de. Harry’nin üzerine bir soğuk dalgası çöktü. Soluğu göğsünde bir yerde sıkışıp kaldı, çaresizlik kalbine kadar işledi. Görme yetisini kaybedip, taşlı zemine doğru çekilirken tül perdeden geçen Sirius’u gördü. Yüzündeki o son şaşkın gülümseme ile… Ve etrafında çığlıklar…

Bir şeyler oldu. Bilinci yeniden yerine gelirken nerede olduğunu hatırladı. Ruh emiciler sağa sola dağılırken çok yakınında sıcak bir şeyin varlığını hissetti. Kafasını hafifçe çevirdiğinde bunun bir patronus olduğunu fark etti. Kör edici, göz kamaştırıcı, gümüşi bir hayvan… Bir köpek… Bir çoban köpeği…

Harry umutla kafasını kaldırdı, “Sirius?…”

Köpek ona bir an için baktı, havladı ve ortadan kayboldu.

Ginny ya da Elwyn de yok olmuştu, “sanki bir hayalet gibi” diye geçirdi içinden. Sonra portreyi gördü, Yasak Ormanda Harry’nin Lord Voldemort’a teslim olduğu ağaçlığın ortasında dimdik duran Sirius gülümseyerek:

“Harry, sonunda buradasın…” dedi.

 

* * *

“Sirius, sen…”

“Evet Harry, geri döndüm. Beni şaşırttın doğrusu. Bir tül perdenin benim geri dönmemi engelleyeceğini mi düşünmüştün?”

Harry ona coşkuyla gülümseyerek karşılık verdi, Sirius’un cüppesini fark edince ağzı şaşkınlıkla açıldı. Bu ormanda, gölde bulduğu cüppeydi ve gördüğü kadarıyla sapasağlamdı.

“Bana yol gösteren sendin!”

Sirius teşvik edici gülümsemesiyle, “Evet Harry… Seni oradan bir şekilde kurtarmalıydım. Kappa’lar konusunda endişelenmedim desem yalan olur, ama bir şekilde hepsinin icabına baktın. Daha azını beklemezdim doğrusu,” dedi.  Sesindeki  gurur Harry’nin karnında kelebekler hissetmesine sebep oldu.

“Kılpayı kurtuldum… Bu portresine çifte gidiş masalı da nedir? Daha açık bir ipucu veremez miydin?”

Sirius gülümsedi, “Kim olduğumu doğrudan yazsam inanır mıydın? Anahtarı ve topu bana ver bakalım, seni buradan çıkaralım.”

Sirius’un onu nasıl bulduğu, bu sanrıları neden gördüğü başta olmak üzere Harry’nin sormak istediği belki tonlarca soru vardı. Ama sorulara geçmeden önce büyük bir dikkatle portreye doğru yaklaştı. Portrenin hemen önünde kuyuyu andıran bir delik vardı ve deliğe yaklaştığında maruz kaldığı hava akımı saçlarını uçurdu. İşte Kader Kitabındaki sahne buydu! Harry hafifçe eğilip aşağı baktığında Kappa’larla karşılaştığı gölün tam tepesinde olduklarını fark etti. Sirius onu bu delikten izliyor olmalıydı.

Daha fazla oyalanmadan anahtar ile topu portrede onu dikkatle izleyen Sirius’a fırlattı. İki obje de Sirius’un hemen önündeki çimlere düştü. Vaftiz Babası anahtarı kağıt parçasıyla beraber yeniden topun içine yerleştirdi. İkisini de cüppesinin cebine koydu.

“Bu olanlar hiç gerçek gibi görünmüyor? Arafta mıyım?” diye sordu Harry şaşkınlıkla etrafına bakarak. Sanki Peron 9¾’te Dumbledore ile beraberdi yine.

Sirius içini ısıtan bir şekilde ona gülümsedi, ellerini iki yana açarak “Sence?” diye sordu. Harry bu soruya yanıt veremeden sözlerine devam etti, “Aslında Harry, bu sana bağlı…”

Harry kaşlarını çattı, “Nasıl yani?”

Sirius ilgiyle, “Kader Kitabını bulmuş olmalısın,” dedi.

“Evet buldum…”

Sirius, “Daha ilkel çağlarda büyücüler bir olayın gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini önceden bilebilmek için büyülü zarlar kullanır ve zarların onlara gösterdiği geleceğe göre hareket edermiş. Halbuki bilinen anlamda yazgı diye bir şey yoktur Harry, seçimlerimizle kendi kaderimizi kendimiz belirleriz.”

Harry merakla sordu, “Peki ya kehanet? Doğru çıkan kehanetler?”

Sirius güldü, “Kehanetler Harry, dediğin gibi daima doğru çıkmaz. Seni buraya tercihlerin getirdi. Beni de öyle. O gece Bakanlık’a gelmeyebilirdim. Bu durumda kader kitabım farklı bir şekilde yazılırdı. Belki benim yerime ölen Tonks olurdu, belki de Kingsley… Ama pişman değilim, hiç olmadım, neden biliyor musun?”

Harry hafifçe başını oynattı, “Neden?”

Sirius hülyalı bir şekilde baktı, “Çünkü babana seni ne pahasına olursa olsun koruyacağıma dair söz vermiştim. Onları duydum Harry, lanet göğsüme çarptığında duydum onları… Tülün arkasından bana sesleniyorlardı.  Bana seni kurtardığım için teşekkür ediyorlardı. Tülün içinden geçerken onları duydum.”

Yüzündeki dalgın ifade yok oldu, “Ölümün korkulacak bir yanı yok Harry. Az önce neredeyse kendini feda ettin, sevdiğin kadını kurtardın. Bazen kendini feda etmek, ölümü göze almak gerekir. Bunu Hogwarts’ta ruh emicilerden beni korurken de yapmıştın. Tabloları gördün mü?”

Harry başını salladı, “Gördüm.”

“Remus sonunda mutlu, gerçek dünyadaki mutsuz adam artık yok. Burada ben de Azkaban’ın ruhunu tükettiği mahkum değilim. Lilly ile James de yanımda. Her şey eskisi gibi…”

Harry garipliği ilk defa o an sezdi. Sirius öldüğünde teselli bulmak için görüştüğü Neredeyse Kafasız Nick’in sözleri kafasında dönüp duruyordu.

Sirius kafasını hafifçe eğmiş bakışlarını ona dikmişti, derin bir nefes aldı, “Bize katıl Harry… Annen ve baban da burada… Lilly ve James seni bir kez daha görmek için her şeyini düşünmeden feda eder…”

Nick’in sözlerini hatırladı Harry…

Geri Gelmeyecek.

Kim?

Sirius Black… Geri gelmeyecek. O… devam etmiş olacak…

Ama Sirius geri dönmüştü işte.

Sirius’un kapkara gözleri içine işliyordu sanki, anlattığı inanması güzel, tatlı bir hayaldi: “Godric’s Hollow’dalar hala, seni dinlemek istiyorlar, özellikle de süpürgenle o ejderhanın yanından nasıl geçtiğini…”

Bir portre olarak dönmüştü, onu ikna etmek için…

Neye ikna etmek için?

Ailesiyle tekrar buluşmaya…

Yani?

Ölüme…

Kafasında Ozan Beedle’ın hikayesindeki diriltme taşı canlandı. Cadmus Peverell böyle kandırılmıştı. Sevdiği kadının peşinden ölümün şefkatli görünen kollarına yürümüştü.

“Yeniden bir aile olabiliriz. Olması gerektiği gibi… Bizden çaldıkları hayatı yaşayabiliriz…” dedi Sirius ve elini uzattı.

Harry olduğu yerde kaldı, gözlerini kısarak vaftiz babasına baktı.

“Ben… Sirius Black’i daima ailem olarak gördüm, hatta babamın yerine koydum. Ama yapamam…”

Sirius kaşlarını çattı ve büyük bir hayal kırıklığıyla baktı, “Neden Harry? Neden yapamayasın?”

Harry başını salladı, “Çünkü…”

Dört ayağı üzerinde geri dönen yılanı.

Bu bilmecenin son mısrasıydı. Yılan, düşman demekti.

“Sen Sirius Black değilsin.”

Sirius’un bakışlarında karanlık bir bulut dolaştı, yüzünde birkaç saniyede belki on farklı ifade geçip gitti.

“Sen neden bahsediyorsun?” Dizlerinin üzerine çöktü, parmağıyla kendisini işaret etti, “Harry, benim, Sirius… Vaftiz baban!”

Harry başını iki yana salladı, “Benim vaftiz babam ne olursa olsun hayatımı sürdürmemi isterdi, mutlu olmamı…” asasını yavaşça ama kendinden emin bir şekilde kaldırdı.

Sirius ona sırtını döndü, kendi kendine gülerek bir şeyler mırıldandı, sonra gözlerini devirdi.

“Eh, bu kadar kolay olmayacağını tahmin ediyordum tabi.”

Aniden yüzünü döndü, portrenin girişine doğru yürüdü ve asasını çıkardı. Harry ne olduğunu anlamaya çalışırken hafifçe eğildi, portrenin çerçevesine tutunarak dışarı çıktı, kuyunun hemen önüne iniverdi. Bunu yapmasını beklemeyen Harry geçirdiği şokun etkisiyle donup kalmıştı. Garip bir tecrübeydi, vaftiz babası kanlı canlı karşısında duruyordu ama vücut dili bambaşkaydı; düşmancaydı ve asasını ona doğrultmuştu. Aralarında sadece birkaç adım vardı.

“Bu durumda, seni zorla götürmek en doğrusu… Buraya Yurei Ormanı diyorlar biliyor musun Potter?” Bir an durakladı ve derin bir nefes aldı, ”Yurei, kötü, beklenmedik bir ölümü tadan ruhtur. Bu yüzden gerçek dünya ile diğer taraf arasında kalır, asla huzur bulamaz.” Sevimsizce güldü ve gözleri açıldı, “Sirius gibi…”

Harry bu meydan okuma karşısında öfkesinin yükseldiğini fark etti. Sirius’un taklitçisi kimdi? Kimdi bu?

“Bu orman Sirius gibi acı çeken ruhlarla dolu. Muggle’lar buraya kendi canlarına kıymaya geliyor. Ama bu ölümlerin arkasındaki asıl sebep ruh emiciler. Buraya gelenleri karanlık düşüncelere sevk ediyor intihara meyilli hale getiriyor ve öldürüyorlar.”

Duraksadı.

“Ve seninle işim bittiğinde Potter, Yurei Ormanının bir kurbanı daha olacak… “

Karşısındaki büyücü değişiyordu. Yüzü çarpılıp, eğilip, bükülmeye başladı. Sanki maskenin altında gerçek yüzü ortaya çıkmaya çalışıyor gibiydi. En sonunda beliren yüz, Harry’nin çok iyi tanıdığı birine aitti: Rodolphus Lestrange.

“Avada Kedavra!” diye bağırdı Rodolphus. Yeşil berrak ışın asasından şimşek gibi fırlayıverdi.

Ama Harry bu saldırıya hazırdı, “Protego!” diye bağırdı o da.

Rodolphus’un laneti Harry’nin savunma büyüsüne takılırken Rodolphus’un yüzünden bir şaşkınlık ifadesi geçti. Harry, Silahsızlandırma Büyüsünü, imzası haline getirmemesi şeklindeki öğüdünün tutulduğunu gören Lupin’in aferin dediğini duyar gibiydi sanki.

Ama bir anlığına tedbiri bırakması az kalsın pahalıya mal oluyordu. Rodolphus Lestrange sağlam bir tekmeyle dengesini kaybetmesine sebep oldu. Neyse ki Harry kendisini ikinci laneti karşılayabilecek kadar çabuk toparladı.Engelleme büyüsüyle Lestrange’i yavaşlattı. Sonra da bağırdı,: “Flipendo!”

Asası havada dalgalanarak mavi bir büyü yolladı, Lestrange arka üstü devrildi ve yere yapıştı. Harry hasmının işini bitirebilmek için dondurma büyüsünü denedi, ama Lestrange kendisini hızla toparlayıp yana yuvarlanınca Harry’nin büyüsünün tek yapabildiği kuyunun hemen yanındaki taşları dondurmak oldu.

Lestrange çok dar bir açıdan Conjunctivitis lanetini yolladı, lanet Harry’nin yüzünü kıl payı ıskalarken kolunu sıyırdı geçti. İki hasım bir an durup, karşılıklı birbirlerini tartarcasına baktılar.

“Bakanlık seni iyi yetiştirmiş. O kanı bozuklardan bu kadarını beklemezdim. “

“Efendin için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Bir müridi daha Azkaban’ı boylamak üzere…”

Lestrange yüzü nefretle kasılarak tekrar saldırdı. Bu defa Cruciatus lanetini kullanmıştı. Harry bu büyüyü de savuşturmayı başardı. Lestrange sağlı sollu saldırılarla Harry’ye adım adım yaklaştı. Harry gerilese de her saldırıyı başarıyla karşılıyordu, en sonunda beklediği fırsat eline geçti: Lestrange’in hareketleri ağırlaşmaya başlamıştı. Harry “Expulso lanetini” tam da o anda, Lestrange’in gardının düşeceğini anladığı anda yaptı.

Bir patlama oldu.

Lestrange patlamanın etkisiyle savruldu, kuyunun kenarındaki taşlara takıldı ve Harry onu yakalayamadan aşağı düştü. Düşerken çığlıkları, gözleri dehşetle açılmış bir şekilde delikten aşağı bakan Harry’ye kadar ulaştı.

Lestrange düşerken, patlamanın etkisiyle yırtılan cüppesi rüzgarda sıyrıldı, göle düşen ve kanlar içinde hareketsiz kalan Lestrange’in birkaç adım ötesine savruldu.

O sırada sahneye Kappalar çıktı, maymunu andıran korkunç yaratıklar Lestrange’in yanına giderek cesedi götürdüler. Geride kalan birkaçı, kanla kaplı suda debelenmeye ve birbirine saldırmaya başladı.

Harry yorgunluk ve tiksintiyle olduğu yere çöktü. Derin nefesler alarak kendisini toparlamaya çalıştı. Sonra Lestrange’in boşalttığı portreye baktı. Portrede açıklığın ötesinde patika bir yol yukarı kavis yapıyordu.

Harry ayağa kalkarak portreye yaklaştı. İçgüdüleri kurtuluşunun bu portreyle bağlantılı olduğunu söylüyordu.

Portresine çifte gidiş:

Bir şeyler çağrışıyordu kafasında.

Portre…

Potter?

Sırlar Odasında bilinçsiz yatan Ginny’yi hatırladı. O yerde yatarken Tom Riddle, Lord Voldemort ismini nasıl aldığını bir anagramla açıklıyordu:

TOM MARVOLDO RIDDLE

ADIM LORD VOLDEMORT

Lestrange onun sadık uşaklarından, başka bir deyişle kölelerinden biriydi.

Portresine çifte gidiş cümlesinde Potter adı geçiyordu, ya gerisi? Şifrenin tamamı neydi?

Şifre?

Şifre Potter?

Geçidin şifresi Potter…

Anagramı çözdüğünde garip bir şey oldu. Karanlık koridor ormanın ışığıyla aydınlandı. Gün artık yavaş yavaş kararmaya başladığından sarı kızıl renkte bir ışık sızıyordu. Kokular geldi, ve sonra da sesler; kuş sesleri. Sanki portre ile dünyayı ayıran görünmez bir perde kalkmıştı. Portre açılmıştı.

Harry ayağını kaldırıp portreye adımını attı. Yapraklar ezildi ve o yürümeye devam etti, nereye gittiğini bilmeden.

Bir zamanlar Lord Voldemort’un tahtında oturduğu açıklığı geçip patika yolu takip etti, biraz ileride ağaçlar seyrekleşti ve karşısına bir tepe çıktı. Gün tepenin ardında batıyordu. Harry ormanda yalnız değildi.

Birkaç cüppeli adam vardı tepede. Harry saklanıp saklanmama konusunda kararını veremeden yüzlerini ona döndüler ve beklemediği bir şey oldu: onu alkışlamaya başladılar.

Harry en yakında duran büyücüyü tanıdı, Mortimer Thornburn; Hermione ile çalışıyordu. Yanında duran Augustus Pye, Elwyn’in iş arkadaşıydı. Sonra Gawain Robards vardı, ağzında geniş bir gülümseme ve takdirle ona bakan. Arcanus Grines’in taşlaşmış yüzünde hiç duygu yoktu. Kingsley Shacklebolt, Gilbert Wimple’ın uzattığı kızıl pelerini tutuyordu. Theodore Pullman, Nott ve Lestrange ise biraz daha geride duruyorlardı; Harry Lestrange’in belini tuttuğunu fark etti.

Harry olanları anladığından bir anda sinirleri boşaldı. Gülerek kendi kendine söylendi, sonra asasını kaldırıp kalabalığa seslendi: “Stajyer seherbazlık sözleşmesini imzaladığım gün neye kadeh kaldırmıştık?”

Soruyu yanıtlayan, o gün kadehi kaldıran Gawain Robards oldu, “İlk göreve kadeh kaldırmıştık, Mr Potter… İlk göreve…”

Harry asasını yavaşça yere indirdi ve tepeye ağır ağır yürümeye başladı. Bir yandan da çılgınlar gibi gülüyordu. Kendisini yorgun hissediyordu. Ölesiye bir yorgunluk, hem vücudunda, hem zihninde. Her şey bir testti demek ki, bütün bunlar…

Kaçırılması, bağlanması, bulduğu cüppe, tüm o bulmacalar, kappalar, ruh emiciler, Lestrange ile olan düellosu…

Lestrange asasını yüzüne doğrulttu, ucundan çıkan teller alnından aşağı dökülürken büyülü maskenin altından tanıdık bir yüz çıktı, Harry’nin Bakanlık’a geldiğinde sık sık karşılaştığı Seherbazlardan biriydi bu: Dawlish.

“İyi düelloydu Harry, yastıklama büyüsü için teşekkürler Mr Robards. Gerçi yine de belim biraz ağrıyor.”

Gawain Robards Pye’a döndü, “Ah, kusura bakma, gerçekten tehlikeli bir düşüştü. Eminim Augustus’un halledemeyeceği bir şey değildir.”

Pye başını salladı ve iki büklüm duran Dawlish’in yanına gitti.

Kingsley müşfik bir gülümsemeyle,  “Merhaba Harry,” dedi. Harry başını sallayarak karşılık verdi. Kingsley’e o an kızgındı, onunla ve aklıyla bu şekilde oynadığı için.

“Senin de muhtemelen fark ettiğin gibi, az önce Seherbazlık Sınavını tamamladın, performansın ile ilgili kararı Bakanlık Jürisi hemen burada verecek. Normal şartlarda bu prosedür birkaç gün sürer ve sonuçlar baykuşla gönderilir ama sizin için bir istisna yapmaya karar verdik.”

Kingsley hemen yanında duran siyah cüppeli büyücülere bakarak yüzünde hafif bir gülümsemeyle konuştu, “Evet, sanırım bir notlama yapmanın zamanı, beyler… Saklanma, biçim değiştirme, gizlilik, iz sürme, saldırı ve savunma büyüleri ve genel değerlendirme notlarını isteyeceğiz.” Arcanus Grines ve Wimple’a baktı, “Notlamaya sizin görüşleriniz de dahil, zayıf, uygun, beklenenin üstünde ve olağanüstü olmak üzere dörtlü bir notlama sistemi var. Seherbaz olabilmek için notların ortalaması en az Beklenenin Üstünde olmalı.”

Harry beklentiyle içini çekti, bu kolay bir hedef değildi.

“Şimdi kısaca özetleyelim,” diyerek derin bir nefes aldı Shacklebolt;

“Mr Potter, ölüm yiyenlerin elinden kurtulduğunda ormanın derinliklerine gizlendi, burada bir hayalbozan büyüsü yaptı. Verilen ipuçlarını çözdü ve kütüphane ile portrenin izini sürerek hedefe ulaşmayı başardı. Dawlish ile yaptığı düelloda başarılı oldu, bu düello esnasında savunma ve saldırı büyülerini kullandı. Arcanus istişarenin ardından sonuçları açıklama işi Daire Başkanı olarak sana kalıyor.”

Sonunda Harry’ye döndü, “Harry, iyi misin?”

“İyiyim, şey… Bu beklenmedikti.”

Shacklebolt gülümsedi, “Öyle olması da gerekiyordu, geçmişte yaşananlara bakarsan Seherbazlar benzer tehlikelerle karşılaşmıştır. Yetenekleri en katı şekilde sınanmıştır.” Kingsley iki sandalye yarattı ve oturdular.

“Bu yüzden sınavı bu denli detaylı ve kişiye özel etki edecek şekilde tasarlıyoruz. Kelid aynasını Hogwarts’tan bunun için getirdik. Senin için en değerli olanı görmek ve bunu kullanmak için. Orada yaşananların aramızda kalacağından emin olabilirsin.”

Harry kulaklarına kadar kızardı, Kelid aynası, içinde yaşadığı ikilemi ortaya çıkarmıştı. Bir süredir farkında olduğu ama zihninin derinliklerine ittiği bir durumdu bu.

Kingsley Harry’nin rahatsız olduğunu fark etmiş gibi konuyu değiştirdi, “Kurgu genel anlamda Arcanus’a aitti. Japon Sihir Bankanlığı ile iyi ve yakın ilişkiler halindeyiz. Ruh Emiciler Azkaban’dan çıkarıldı ve Aokigahara isimli ormana yerleştirildi. Karşılığında onların Kappa nüfusunu kontrol altına almaları konusunda destek olduk. Bakan Tadashi Muggle’ların korkudan göle giremez hale geldiğini söylüyordu”

“Japonlar Aokigahara’yı kullanmamıza izin verdiler. Mortimer Thornburn de Kappa’ları ayarladı. Cüppe ipucunda yaşanan zaman döngüsünü fark etmişsindir.”

Harry başını salladı, “Evet, göle ulaştığımda ipucunu buldum. Cüppe göle ben Dawlish’i yendiğimde düşüyordu, yani bu şu anlama geliyor sanırım…”

Kingsley sözünü tamamladı, “Dawlish’i yenebilecek yetenekte olmasaydın, ipucunu bulamayacaktın.”

Harry onayladı, “Doğru. Ayrıca, ipucunu çözecek yetenekte olmasaydım Dawlish’e ulaşamayacaktım.”

Kingsley, “Mükemmel. Bu noktada Wimple’ın yeni zaman döndürücüsünü kullandık. Dawlish düştüğünde zaman döndürücü çalışıyor ve senin gölü bulduğun andan beş dakika öncesine dönüyordu.“

Harry kaşlarını çatarak, “Demek Gilbert Wimple’ın zaman döndürücüsü artık çalışıyor,” dedi.

Kingsley, “Evet,” dedi. “Çok kısıtlı bir süre için, ama çalışıyor. Sınava dönersek en çok ihtiyaç duyduğun kişiyi kurtarmak için ruh emicilerin önüne kendini atman harikaydı. Bu da Seherbazlarda aradığımız özelliklerden biri. Toplumu kendi çıkarlarının önünde tutacak kimselere ihtiyacımız var.”

Gülümsedi, “Özetle Harry, umarım jüri bu başarını ödüllendirir. Gözlemlediğim kadarıyla hazırsın. Robards da benimle aynı fikirde…”

“Peki ya Arcanus Grines?”

Kingsley gülümsedi, “Grines gizemli bir adamdır Harry. Çok yüksek standartları vardır. Ama sana şunu söyleyebilirim ki sürekli tekrarlamasa da sana inandığını biliyorum.”

Harry Grines’in onayına neden ihtiyaç duyduğunu anlamakta güçlük çekiyordu, “Hiç öyle görünmüyor,” dedi sıkkın bir ifadeyle.

Kingsley ciddileşti, “Arcanus çok değişti. Belki hikaye seninle paylaşılmıştır, Hogwarts’tan beri süregelen bir dostluğumuz var. Ama Bakanlık’a döndüğünden beri benden ve herkesten uzaklaştı, içine kapandı, bu aralar sadece tutkuları ve saplantılarıyla yaşıyor. Bunların en büyüğü de Nott ile Lestrange’i yakalamak. Şu aralar komplo teorilerine fazlasıyla sarsa da bunu er ya da geç başaracak da, ama iki kaçağı yakaladığında senin de mutlaka bu işin içinde olacağının farkında.”

Harry’ye baktı, “Aksi halde seni yetiştirmeye çalışmazdı. Bence düzelecektir, görevini tamamladıktan sonra, ailesinin de yardımıyla… Toplarlanacaktır…”

O sırada Grines onlara seslendi, “Kingsley, sonuçları paylaşmaya hazırız.”

Harrynin yüzü kireç gibi bembeyaz oldu, kalbinde müthiş bir çarpıntıyla sanki ölüm fermanını vermek üzere olan Grines’e baktı. Ama adam bakışlarını indirmişti, sadece elindeki parşömene bakıyordu.

Sihir Bakanı, Bakanlık Jürisi ve Seherbaz Adayı Harry James Potter’ın huzurunda 15 Mart 1998 günü gerçekleştirilen Seherbazlık Sınavı sonuçlarını açıklıyorum,

 

Saklanma,

Beklenenin üstünde.

 

Biçim değiştirme,

Beklenenin üstünde.

 

Gizlilik,

Uygun.

 

İz sürme,

Olağanüstü.

 

Saldırı büyüleri,

Olağanüstü.

 

Savunma büyüleri,

Olağanüstü.

 

Genel kanaat,

Beklenenin üstünde.

 

Sonuç olarak Harry James Potter’ın Seherbazlık görevi için gerekli şartları karşıladığı konusunda mutabakata varılmıştır. Seherbaz Sınav Jürisine teşekkür ederiz, dağılabilirsiniz.

Grines elindeki parşömeni katlayarak cebine koydu.

Harry gözlerini kapadı ve o anın tadını çıkardı. Hayatındaki sayılı günlerden biriydi bu, Seherbaz Bürosunun gerçek bir parçasıydı artık.

Kingsley gülümseyerek onu çağırdı. Wimple’dan aldığı pelerini Harry’nin omzuna geçirdi. Kızıl Pelerin Harry’nin omzuna değer değmez üzerindeki altın rengi isimler parıldadı.

“Son prosedür Potter: Seherbaz yemini.”

Kingsley ona sağ elini uzattı, Harry tokalaşmak istediğini düşünerek elini uzattı. Ama Kingsley diz üstü çökerek elini sıkıca kavradı.

“Seherbaz yemini, Sihir Bakanı ve Seherbaz arasındaki bozulmaz yemindir. Bağlayıcı’mız olmak ister misin Arcanus?”

Grines başını salladı ve asasını çıkarıp onlara iyice yakınlaştı. Harry de Kingsley gibi dizlerinin üzerine çöktü.

“Sen, Harry James Potter,

Büyücü toplumuna, adil ve tarafsızca hizmet edecek misin?”

“Edeceğim,” dedi Harry.

Grines’in asasından parlak bir alev çıktı ve kızıl kordan bir tel gibi ellerine dolandı.

“Büyücü toplumu ve Muggle toplumu arasındaki barışın korunması ve suçların önlenmesi için tüm gücünle çalışacak mısın?”

“Çalışacağım,” dedi Harry.

Asadan bir alev dili daha fışkırdı, birincisine bağlandı ve ince, ışıldayan bir zincir oluşturdu.

“Ve gerekirse, birinin hayatının risk altında olduğunu fark ettiğinde, onu kendi canın pahasına koruyacak mısın?”

Bir an sessizlik oldu ve Harry “Koruyacağım,” dedi.

Asadan fışkıran üçüncü alev dili, diğerleriyle birleşip, kenetlenmiş ellerine bir halat gibi, ateşli bir yılan gibi dolanırken Grines’in kızıla boyanan yorgun gözleri Harry’ye ruhunu okumaya çalışıyormuş gibi bakıyordu.

* * *

Harry sınav için orada bulunan tüm görevlilerin elini tek tek sıkarak tebrikleri kabul etti. Sonra hep beraber Bakanlığa cisimlendiler ve tüm eşyalarını bir torbanın içinde teslim aldı. Ama Grimmauld Meydanı 12 Numara’ya dönerken yanında fazladan bir yük vardı: Kızıl Seherbaz pelerini.

Evin kapısından içeri girdiğinde sanki gideli bir hafta olmuş gibiydi. Birden Ron’un da sınava girdiğini hatırladı, acaba o nasıl bir sonuç almıştı? Başarısız olmuş olma ihtimali bir anda üstüne kabus gibi çöktü, Ron’un yas tuttuğu bir yerde asla mutlu olamazdı, tüm kalbiyle onun da başarılı olmasını ve Bakanlıkta beraber çalışmaya devam etmelerini diledi.

Kreacher da olmadığından ev terk edilmiş gibiydi, Harry koridoru adımlarken sadece kendi tok ayak seslerini duyuyordu.  Sirius’un havlamaları dahi duyulmuyordu; Harry tam endişelenmeye başlıyordu ki her şey bir anda oldu.

Karanlık ve terk edilmiş görünen ev aydınlandı. Tepesinden aşağı konfetiler yağarken mutfak kapısından çıkan Ron ile Hermione ona doğru koşup boynuna sarıldı. Harry Ron’un sırtında da kızıl pelerinin olduğunu fark etti, ağzı kulaklarına vararak “Başardık!” diye bağırdı. Böylece Harry’nin mutluluğu tamamlanmış, perçinlenmiş oldu.

Ama asıl mutluluk onu mutfakta bekliyordu.

Tüm ailesi oradaydı. Herkes gelmişti, neredeyse herkes.

Mr ve Mrs Weasley kafalarında lastikli kukuletalarıyla masanın başında oturuyorlardı. Mrs Weasley ona gülümserken Mr Weasley ağzından çıkardığı kağıt üfürgeci sanki nasıl çalıştığını anlamak istermiş gibi büyük bir dikkatle inceliyordu. Vaftiz oğlu da gelmişti: Ted Lupin, Andromeda Tonks’un kucağında Crookshanks ile oynuyor, kedi biçim değiştirttiği elini her patilediğinde kahkahalarla gülüyordu. Harry bebeğe karşı büyük bir sevgi duydu.

Neville ile Luna yan yanaydı. Luna Harry’yi gördüğünde sırtındaki (kızıl) pelerinin aslan başı şeklindeki kapşonunu taktı ve yakasından sarkan ipi çekti. Aslan kükreyerek hemen yanında oturan Garrick Ollivander’ın zıplamasına sebep oldu. O sırada alkış kıyamet koptu.

Minerva McGonagall alkışlarken müşfik bir gülümseme ile ona bakıyordu, yanında oturan ve iki sandalyeyi de kaplayan Hagrid heyecanını saklayamıyordu, “Aslanım benim, bir seherbaz ha! Canına okumuşsun onların!”

Masanın sonunda oturanı gördüğünde Harry’nin gözleri kocaman açıldı. Bu Büyücülerle dolu bir odaya gireceğini düşündüğü son kişiydi sandalyede oturan: Dudley Dursley.

Dudley bir yandan etrafındaki sihir alametlerine (özellikle de Luna’nın kükreyen aslanına) saklayamadığı bir dehşetle bakıyor, bir yandan da Harry’ye budala gibi sırıtıyordu. Mr Weasley’in lezzeti yemekleri önüne dizilmişti. Dudley’in karşısında Bill ve Fleur yine yan yanaydı, Arabella Figg ise kucağında tekir kedisiyle gülümsüyordu.

Sirius kalabalığın içinden ustaca sıyrıldı ve Harry’nin kucağına atlayıp yüzünü yalamaya başladı.

Ron, bir makineli tüfek gibi sorular soruyor cevaplarını beklemeden kendi macerasını anlatıyordu. Grines onun için Kappalar yerine bir akromantula sürüsü hazırlamıştı. Hermione’yi ruh emicilerden kurtarması gerekmişti ve sınavı kıl payı geçmişti.

Hermione Ron’un boynuna sarıldı. O sırada Elwyn geldi, Harry’ye gülümseyerek, “Tebrikler!” dedi.

Başka bir zamanda, farklı şartlar altında onu çok mutlu edebilecek bu an Harry’ye kendisini çok garip hissettirdi. Suçluluk duygusu ile gözlerini kaçırdı. Kelid aynasında hem Elwyn hem de Ginny’yi görmüş olması kendi suçu değildi ama kötü hissetmekten de kendini alamıyordu.

Bu ruh halinden sıyrılmaya çalıştığında Sirius’un sanki aklını okuyormuş gibi ona baktığını fark etti. Köpek havlayarak yere atladı, Harry Elwyn’in elinden tutarak yüreğinde taş gibi ağır bir yükle masaya döndü ve  kutlamalara katıldı. Belki de karanlık düşüncelere kapılmanın zamanı değildi, sevdikleri yanındaydı.

Grimmauld Meydanı 12 Numara’da hayat yeniden başlıyordu.

sonraki bölüm:
“Azkaban’da”

219 Yorum

Nehir için bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir