Harry Potter ve Kızıl Pelerin #13: Azkaban’da

* * *

önceki bölümleri okumadıysanız:

BÖLÜM LİSTESİNE ULAŞMAK İÇİN TIKLAYIN!

* * *


Harry ve Ron masanın tam ortasında, kutlamaların merkezindeydi. Önlerinde Hermione’nin Perkins Tatlı Evine yaptırmış olduğu böğürtlenli pasta vardı. Pastanın üzerindeki hareketli resimde Harry ile Ron Kızıl Pelerinlerini giymişti; Harry kocaman bir gülümsemeyle el sallarken Ron, pazılarını şişirerek muzip pozlar veriyordu.

Grimmauld Meydanı 12 Numara’yı sarsan kahkahalar arasında servis yapma görevi (biraz da eğlenebilmek amacıyla) elinin ev işlerine pek yatkın olmadığı bilinen Ron’a verilmişti. O da etrafındakilerin güvenini boşa çıkarmıyordu; pastayı çeşitli boylarda ve şekillerde beceriksizce dilimliyor ve dağıtıyordu. Mesane şeklinde kestiği dilimlerden birini Neville’e uzattı, ancak tabağı biraz erken bırakınca pasta Neville’in kucağına düşerek kum rengi kanvas pantolonunu mahvetti. Ancak bu tarz ufak çaplı mutfak kazaları konusunda tecrübeli olan Mrs Weasley lekeyi birkaç saniyede yok etmeyi başardı.

Ron’un hemen yanındaki Harry ise kucağına Ted’i almıştı. Andromeda Tonks torununa enine lacivert beyaz çizgili tişört giydirmiş, kafasına minyatür bir kaptan şapkası takarak denizci havası vermişti. Ted sıkıca tuttuğu oyuncak asasını salladıkça havaya martılar ve güvercinlerle beraber parlak krepon kağıtları saçılıyordu. Bebek bu renk cümbüşü arasında kahkahalar atarken, Elwyn bunu fırsat bilip mama dolu kaşığı ağzına tıkıyordu.

Üstü yeniden tertemiz olan Neville, “Sınavı geçmeyi başarmanız müthiş,” dedi. “Görünüşe bakılırsa sadece çalışarak ve karmaşık büyüler ezberleyerek başarılı olmak mümkün değilmiş.”

Harry martıların peşinden gitmek için kucağından atlamaya çalışan Ted’i zaptetmeye uğraşırken başını salladı, ”Aslına bakarsan ciddi ciddi ölüm yiyenler tarafından kaçırıldığımı sandım.”

Ron, vahim bir büyü kazası sonucu yarısı uçmuş gibi görünen pasta dilimini Luna’ya uzattıktan sonra “Akromantula’yı görmeliydin, hele ki kıskaçlarını,” dedi. Ellerini ağzına yaklaştırıp, işaret parmaklarını çengel şeklinde büktü. “Beni neredeyse köprüye kadar kovaladı. Kurtulabilmek için engelleme büyüsü yapmam gerekti. İlk seferinde karnından vuramasaydım işim bitikti.”

Harry son kaşığını da yutan Ted’i Elwyn’e teslim etti, “Hogwarts’ta karşılaştığımızda Bakanlık’a girmek istediğini söylemiştin, fikrin değişmediyse Kingsley ile konuşabiliriz.”

Neville başını salladı, “Değişmedi, sadece mezuniyetten sonra annemle ve babamla biraz vakit geçirmek istedim.”

Ron atıldı, “Onlar nasıl? Düzeldiler mi?” Hermione onun bu tez canlı çıkışı yüzünden kaşlarını çattı, Ron bu durumu fark etmedi.

“Daha iyiler, tamamen iyileşme şansları yok tabi, ama her gün daha iyiye gidiyorlar; hedefim en azından onları eve getirebilmek.” İçini çekti, bir an düşündü, sonra “Savaştan sonra ilk işim St Mungo’ya gitmek ve olanları anlatmak oldu,” dedi. “Bellatrix Lestrange’in öldüğünü söyledim. Anlayıp anlamadıklarından emin değilim ama en azından ben kendimi iyi hissettim.”

Elwyn araya girdi, “Janus Thickey koğuşu’nun şifacısı ile zaman zaman konuşuyorum. Söylenenleri anlayabildiklerini söylüyor. Tedavileri ilerledikçe bazı ihtiyaçlarını kendileri karşılayabilecek ve eve çıkabilecek duruma gelecekler.” Elwyn, yüzünü kendisine doğru çevirdiği Ted’in ayak tabanlarını inceledi, asasını sağa sola sallayarak göz bebeklerini kontrol etti. “Ted’in boyu, kilosu ve refleksleri mükemmel Mrs Tonks. Ama kokuya bakılırsa sanırım altını kirletmiş.”

Ellerini-kollarını coşkuyla yukarı aşağı sallamakla meşgul olan Ted, elden ele Mrs Tonks’a iletilirken kokuyu alan Ron öğürdü, burnunu tutarak, “Bu çocuk neyle besleniyor böyle? Tezek bombasıyla mı?” diye sordu. Hermione kaşlarını çatıp ayıplar bir ifadeyle ona baktıysa da neyse ki Mrs Tonks Ron’un söylediklerini duymamıştı. O sırada Arabella Figg, Dudley’i doğum gününe nasıl getirdiğini anlatıyordu:

“Eh, Minerva, Potter ve Weasley sınavı kazandı deyince hazırlandım. Tam kapıdan çıkmış kaldırımda yürüyordum ki Dudley’i Privet Drive’in bahçesinde iksir dökmüş kedi gibi beklerken gördüm. Seslendim, meğerse anahtarını evde unutmuş yavrucak. Dökülen iksirin arkasından ağlanmaz, Harry’ye gitmek isteyip istemediğini sorunca çok heyecanlandı. Hatta buraya getirene kadar zor zapt ettim.”

Harry’nin içinde Arabella Figg’in Dudley’in tepkisini yanlış anladığına dair güçlü bir his vardı. Dudley’in gözlerini kocaman açmış, etrafındaki sihir alametlerini dehşetle süzüyor olması da bunun kanıtıydı. İlk karşılaşmalarında Hagrid’in kaba etlerinden bir domuz kuyruğu çıkardığı, dilinin Fred ile George yüzünden ağzına sığmayıp yerlerde sürüklenecek kadar büyüdüğü düşünülürse pek de haksız sayılmazdı. Onun gerçekte kofti olan Arabella Figg tarafından lanetleyeceğinden korktuğu için geldiğini düşünen Harry, içten içe gülerek,

“Vernon enişte ve Petunia Teyze nasıl Dudley? Mayorka’daki evi alabildiler mi?” diye sordu.

Dudley irkildi, sanki kendisiyle konuşulunca orada olduğunun fark edileceğini ve asaların çekileceğini düşünüyor gibiydi; ürkek bir ifadeyle, “H-Henüz değil,” diye yanıt verdi Harry’nin sorusuna. “Ama babamın işleri iyi gidiyor.” Pastasının içindeki böğürtlen parçasını tabağının kenarına yuvarladı. Çatalı batırıp birkaç defa dürterek canlı olmadığından emin olduktan sonra da ağzına atıp yuttu.

Dudley’i kuşkulu gözlerle süzen ve böğürtlenini neden öldürmeye çalıştığını anlamaya çalışan Mrs Weasley umutsuz bir vakayı izliyormuş gibi kafasını salladı, sonra “Percy’nin herkese selamı var, Sihirli Ulaşım Dairesi’ne geçtiği için işleri çok yoğun, gelemedi,” dedi.  “Ama Ron ve Harry ile gurur duyduğunu söyledi. Gawain Robards Bakanlıkta Ron’un Akromantula’yı engellediği anı anlata anlata bitiremiyormuş.”

Rol ağzını elinin tersiyle siper ederek, “Çaktırma, bir kazaydı,” dedi. “Aslında kıskaçlarını kırmaya çalışıyordum.”

Bill bu konuşma üzerine sanki o an aklına gelmiş gibi, “George nerede?” diye sordu.

Masada bir an sessizlik oldu. Mr Weasley ağzındaki pastayı bitirdi, sabırla ağzını peçeteyle sildi, “Şu aralar o da çok yoğun, Hogsmeade Şubesini açtı ve işleri oturtmaya çalışıyor,” yanıtını verdi.

O sırada o ana kadar hiç konuşmamış olan Luna’nın dingin sesi duyuldu: “Aslında Ginny de gelmeyi çok istiyordu.”

Kafalar hızla Luna’ya döndü. Harry dehşetle Luna’nın hangi gerçek ama rahatsız edici yorumu yapacağını tahmin etmeye çalıştı, aklından belki onlarca senaryo geçti. Ama o ağzını açıp bir şey söyleyemeden Luna beklediğinin de üzerinde bir performans gösterdi: “Ama muhtemelen Harry Elwyn ile olduğu için gelmedi.” Gözlerini Harry’ye dikerek, “Bence senden hala hoşlanıyor,” diyerek sözlerini tamamladı. Sonra da pembe simli, renkli camlı gözlüklerini takıp ağzı açık bir şekilde masadakilere bakmaya başladı.

Harry kafasını kaşıma bahanesiyle utançla yüzünü gizlerken, Elwyn’in yüzü düştü, bakışlarını yere indirdi ve masadakilerin dikkati dağılana dek Grimmauld Meydanı’nın zeminini inceledi.

Neyse ki Minerva McGonagall oluşan rahatsız edici sessizliği bozdu, “Bu arada konu Hogwarts’takilere gelmişken, Harry, Ron ve Neville; gerçi okul baykuşları sizlere ulaşacaktır ama 19 Haziran’daki yılsonu balosuna davetli olduğunuzu şimdiden söyleyeyim. Geçen yıl malum sebeplerden yapamadığımız baloyu bu yılkiyle birleştireceğiz. Ayrıca gündüz türlü türlü etkinlikler de olacak, mesela Hogwarts gölünde yüzme yarışı gibi.” Mürekkep Balığı ile macerasınını hatırlayan Harry, Ron ve Hermione’ye imalı imalı baktı.

McGonagall bu bakışı fark etmeden sözlerine devam etti: “Balodan önce bu yılki Hogwarts takımı ile mezunlar karması arasında bir Quidditch maçı da düzenleyeceğiz. Tabi oynamak isterseniz…”

Harry’nin kafasında karşısında arayıcı oynayan Jonathan Beresford’un itici, ukala yüzü belirdi. Sonunda o mankafaya haddini bildirebilecekti. Bu yüzden McGonagall’ın teklifini düşünmeden kabul etti. Ron’a döndü ve ona göz kırptı.

McGonagall’ın yüzünde sanki olan biteni biliyormuş gibi bir tebessüm oluştu, hemen ciddileşerek, “O gece için Acayip Kızkardeşler’i ayarlamıştık ama iptal etmek durumunda kaldık. Sanırım basçılarının aynı tarihe düğünü varmış,” dedi. Bu sözler üzerine masadaki kalabalıktan bir hayal kırıklığı nidası yükseldi. McGonagall onları duymamış gibi, “Biz de onların yerine Grup Akromantula’yı ayarladık,” deyince coşkuyla tezahürat yapıldı. Bill, Ron ve Neville hemen hep bir ağızdan Bir ifritin tırnak kiri’nin nakarat kısmını söylediler. Fleur yüzünü ekşitti ve kulaklarını tıkayıp masadan uzaklaştı, “Koğkunç” dedi. “Sanki biğinin ci’eğini söküyoğlar.”

Fleur ile çoğu konuda uzlaşamayan Mrs Weasley’in yüz ifadesine bakılırsa en azından bu şarkı konusunda aynı fikirde gibiydiler.

Pasta merasimi bittiğinde Ron, Luna ve Neville’e son boks maçını anlatmakla meşgul olan Dudley ilginç bir şekilde ortama alışmışa benziyordu. Luna şaşkın bir ifadeyle onu dinlerken, muggle’ların birbirine vurup bayıltarak puan kazandığı bir oyunun varlığı Ron’u çok eğlendirmişti. Bu yüzden Dudley’e oyun kurallarını ve maçların nasıl geçtiğini tekrar tekrar anlattırdı. Arabella Figg, McGonagall ve Mrs Weasley ise bahçe zararlıları hakkında koyu bir sohbete dalmıştı. (Fleur sıkıntıdan çatlayacakmış gibiydi, sürekli duvardaki ifritli saate bakıyor ve gözlerini deviriyordu) Hagrid, Bill ve Mr Weasley ise ellerini ağızlarına siper ederek hararetle bir şeyler tartışıyordu. Harry’nin içinden bir ses tartıştıkları şeyin George ile ilgili olduğunu söylüyordu.

Harry ise Elwyn, Andromeda, Crookshanks ve Sirius’la beraber vaftiz oğluyla oynamakla meşguldü. Ted paytak paytak Sirius’un peşinden koştu, köpeğe çarpıp sendeleyerek popo üstü düştü, kalkarken homurdanan Crookshanks’in kuyruğuna asılıverdi. Elwyn Ted’e zekasını geliştireceğini düşündüğü oyuncak bir kutu hediye etmişti. Ted, uzunca bir süre yüzünde ciddi bir ifadeyle tombul parmaklarıyla kavradığı plastik hayvanları uygun delikten kutuya atıp, boşalttı. Bu oyunu büyük bir sabırla defalarca tekrarladı.

Harry o akşam Ted’e bakarken, ruhunda açılmış olan pek çok yaranın iyileşmekte olduğunu fark etti. Sirius ile olmanın keyfini yaşayamamıştı ama artık hayatında vaftiz oğlu vardı, kimsesiz değildi. Bu yıl hayatı çok değişmişti, farklı amaçlara yürümüştü. Ted’e iyi bir baba olmak bunlardan biri, belki de en önemlisi ve anlamlısıydı.

Hava kararmaya başladığında Hogwarts’a dönmesi gereken McGonagall, Luna ve Hagrid herkesle vedalaştı. Onları Bill, Fleur ve Weasley’ler takip etti. Arabella Figg ile Dudley ise sona kalmıştı. Yaşlı kadın yıllar sonra Harry’yi tekrar Privet Drive’a kedilerini görmeye çağırdı; Harry bu teklifi memnuniyetle kabul edip Dudley’in elini sıktı.

“Görüşürüz Harry…”

Harry çekinerek “Dudley…” diye söze başladı. Dudley merakla ona döndü. “Sana hep cevabını merak ettiğim bir şeyi sormak istiyorum…”

Dudley kafasını salladı,

“O gece, Little Whinging’te ruh emiciler bize saldırdığında, ne gördün?”

Dudley bakışlarını yere indirdi, bir an düşünüp cevap verdi, “Şımarık, yalnız birini.”

Merdivenlerden indi, Arabella Figg’e doğru yürüdü, sonra fikir değiştirmiş gibi tekrar Harry’ye döndü, boğuk bir sesle: “Kendimi gördüm…” dedi. Elini yavaşça kaldırarak veda etti. Bu garip, uyumsuz ikili beraber Londra gecesinde kayboldular.

* * *

Harry ve Ron Stajyer Seherbaz olarak çalıştıkları dönemde haftanın iki ya da üç gününü Bakanlık’ta geçiriyorlardı. Ama artık terfi aldıkları için maaşlarıyla beraber iş yükleri de gözle görülür şekilde arttı. Yeni görevlerinin ilk günü büyük bir koşuşturma içinde geçti. Duvarları boydan boya Lestrange ve Nott’un resimleriyle ve haritalarla donatılmış büroda, Harry ile Ron’un kendilerine ait bir masaları olmuştu. Sabah ilk işleri çalışma alanlarını kendi keyiflerine göre yeniden düzenlemek oldu. Ron anı olarak Hermione’ye Chef Wizard’da evlenme teklif ettiği gece çekilen bir resmi koymuştu. Ufak bir çerçevede de Harry’nin Gelecek Postası’nda gördüğü, Weasley’lerin Mısır’da hep beraber piramitlerin önünde poz verdiği resim vardı.

Elwyn Harry’ye cam bir kavanozun içinde plastik bir dağ maketi hediye etmişti. Macar Boynuzkuyruk’un ufak modelini bu kavanozun içine yerleştirdi. Ejderha, kanatlarını çırparak havalandı ve kavanozun içinde turlamaya başladı. Ron ile Harry bir süre hayranlıkla onu seyretti. Harry Cam kavanozun yanında da Elwyn ve Ted’in hareketli resmini yerleştirdi.

Gün geçtikçe masalarının üstü yavaş yavaş Büronun raporları ve diğer evraklarıyla dolmaya başladı. Ludo Bagman’ın savunması, (Eh-bahis oynamıyorduk-biri evcil Kelekerlerlerini getirmiş- o sırada sevgili Butterback’in ejderha çiçeği olan büyük annesinin tedavisi için ufak bir yardımda bulundum) Azkaban’ın mahkûm ve nöbet listesi, devriye görevleri… Bir hafta içinde parşömenler masalarının üzerinde dağ gibi birikip kutulardan taşmaya başladı.

Seherbazlık Bürosunda onlara verilen ilk düzenli iş, görevden dönen Seherbazların raporlarını parşömenlere geçirmek oldu. Böylelikle sık sık yazmaları gerekecek bir raporun nasıl hazırlanması gerektiğini öğrenmiş oldular. Sonra Kingsley onlara Hogwarts, Hogsmeade, Diagon Yolu ve Knockturn yolunda devriye görevleri vermeye başladı. Normalde beraber çalışmaları gereken Grines ve Robards bu tarz görevlere gitmediğinden bu devriyelerde genellikle onlara Dawlish, Proudfoot, Savage gibi tecrübeli Seherbazlar eşlik etti.

Harry ile Ron görevdeyken sık sık sevgi gösterileriyle karşılaşıyordu. Karşılarına imza almak ve fotoğraf çektirmek isteyen pek çok büyücü çıkıyordu. Harry bir süre sonra kendisini Gilderoy Lockhart gibi hissetmeye ve zaman kaybetmemek için yanında imzalı fotoğraf taşıma işini ciddi ciddi düşünmeye başladı. Elwyn ile olan ilişkisinin de bu duruma pek olumlu katkısı olmamıştı tabi. Özellikle erkekler onu seçiminden dolayı tebrik etme eğilimindeyken, cadılar bu konuda olumlu ve olumsuz daha keskin fikirler belirtme ihtiyacı duyuyorlardı. Hatta devriye görevlerinden birinde yaşlıca bir cadı, Elwyn’in ona aşk iksiri verdiğinden kuşkulandığı için panzehir içirmeye çalıştı. Harry içmek istemeyince de söylene söylene uzaklaştı.

Hermione’nin Bakanlıktaki hayatı da giderek zorlaşıyordu. Japon Sihir Bakanlığı ile yaptıkları anlaşma sebebiyle Kappa’ları güvenli bir yere yerleştirmesi, Hogwarts Yasak Ormanındaki Akromantula sürüsü için bir çözüm yolu bulması gerekiyordu. Bunlar yetmiyormuş gibi Hogwarts’ta FYBS’ler yaklaştığından sanki hala okuldaymış gibi ders çalışması zorunluydu.

Hayat bu koşuşturma içerisinde devam ederken Nisan ayı bol yağışla geldi. İlk hafta her gün neredeyse kesintisiz yağmur yağdı ve gökyüzü hep bulutlarla kaplı olduğundan, Londra’da güneşi görmeye hasret kaldılar.

9 Nisan Cuma günü sıradan bir gün gibi başladıysa da pek öyle devam etmedi.

Evden üçü beraber çıktılar, Bakanlık’ın girişinde Elwyn ile karşılaştılar; ayaküstü sohbet ettikten sonra Elwyn Gilbert Wimple’ın yanına gitmek üzere yanından ayrıldı. Wimple’ın artık iyice küçülen boynuzlarının tamamen yok olması için düzenli olarak bakım yapılması gerekiyor, bu iş de Elwyn’e düşüyordu.

Sonra Harry ile Ron Seherbaz bürosuna, Hermione ise koridorda karşılaştığı Mortimer Thornburn ile Japon Sihir Bakanıyla görüşmek için Atrium’a geçti.

Kingsley, Robards ve Grines koşar adım büroya girdiklerinde Harry Muggle’ları korkutmak için yükseltme büyüsü yapılmış bir yemek tabağı davası ile ilgili raporunu hazırlıyordu. Ron’un son Hogsmeade nöbetinde Cadı Kuaförü’nü burnuklar basmıştı ve o da Harry’ye Swarovski taşlı saç tokasının nasıl yazıldığını sormakla meşguldü.

“Beyler toplanın…”

O sırada büroda olan Harry, Ron, Savage, Proudfoot, Williamson, Dawlish; Grines, Robards ve Shacklebolt’un etrafını sardı.

“Azkaban’daki simyager Konor’dan bu sabah bir baykuş geldi. Ama beklediğimiz sonuç çıkmadı. Grimmauld Meydanı’nın zemininde bulduğumuz kan lekesi geçmişte Azkaban’da bulunmuş birine ait değil.”

Harry ile Ron şaşkınlıkla birbirlerine baktılar. Harry şaşkındı: “Bu mümkün değil! Hem neden sonuçlar bu kadar geç çıktı ki?”

Shacklebolt hoşgörü ve sabırla yanıtladı, “Anlaşılan Yaxley Bakanlık’ta muggle doğumluların kayıtlarını yok ettiği gibi Azkaban’daki suçlu kayıtlarını da yok etmiş. Simyacı eşleştirme yapabilmek için hücrelerden tekrar örnek toplamak zorunda kalmış. İşin teyit kısmı gerçekten uzun sürmüş. Yanlışlık olma ihtimali daima var ama çok küçük bir ihtimal.”

“Artık daha kalabalık olduğumuza ve sizler de büroya alıştığınıza göre,” diye devam etti, Harry ile Ron’a bakarak, “Tüm gücümüzü iki iş için seferber edebiliriz: Kreacher cinayeti ve kaçakların bulunması…”

Robards ve Weasley’e baktı, “Siz, Diagon yolu’na gidin, Borgin ve Burkes’ü sorguya çekin. Lucius ve Draco Malfoy’u acil bir şekilde Bakanlığa çağırdık. Proudfoot, Grimmauld Meydanı’na gidip muggle’ların hafızasını bir defa daha yoklamanı istiyorum. Bir yerlerde mutlaka bir şeyleri atlıyoruz. Savage sen de Azkaban’a; şu ölüm yiyenleri tekrar sorgulayalım. Williamson, sen karargâhta kal ve ekiplerin koordine olmasını sağla.”

Shacklebolt Grines’e döndü.

“Ölüm yiyenlerin Hogwarts Savaşından sonra Malfoy’larla kesinlikle iletişim kurmuş olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden Grines sen Lucius’u sorgulayacaksın. En ufak bir ipucu bile bizi farklı bir bilgiye götürebilir.” Harry’ye döndü “Ve sen Harry, Draco Malfoy’u sorgulayacaksın. İkiniz sorgulamayı aynı anda farklı yerlerde yapmalısınız ki iki ifadeyi birbiriyle karşılaştırıp çelişki varsa yakalayabilelim.”

Harry şaşkınlıkla Kingsley’e baktı, Malfoy ile Hogwarts ekspresinde tanıştıkları günden beri birbirlerinden açıkça nefret ediyorlardı, Draco Malfoy’un bir şey anlatmaya niyeti olsa bile Harry’nin işine yarayacağını düşünerek sessiz kalacağını düşünüyordu. Öte yandan tanık sorgulamak artık onun göreviydi. Bu işi başaracaksa duygularını bir yana bırakması gerekecekti. Bu konuşmanın ardından Harry ve Ron birbirlerine iyi şanslar diledi. Ardından kalabalık dağıldı ve herkes görev yerine gitmek üzere uzaklaştı.

Harry masasına tekrar oturup Malfoy’u beklemeye başladığında kafasında nasıl bir strateji belirleyeceğine karar vermeye çalışıyordu. Malfoy Zihinbend’de iyiydi, kendisi değil. Dolayısıyla Severus Snape vaktinde Draco’dan istediğini zorla alamadıysa kendisinin de bu yolla alması mümkün olmayacaktı. Bu yüzden ılımlı ve dürüst olmaya, Slughorn’dan anıyı alırken yaptığı gibi güçlü yanlarına oynamaya karar verdi. Draco’nun Dumbledore’u öldürmeye yüreğinin elvermediğini ve 2. Kat tuvaletinde Myrtle ile konuşurken kendi hayatı için endişelendiğini hatırlıyordu. Belki de çıkış noktası bu olmalıydı.

Atrium’a çıktı.

Malfoy’ların gelişini görebileceği ama onların kendisini fark edemeyeceği bir noktadan şömineleri gözetlemeye başladı. Henüz aradan beş dakika geçmemişti ki, Lucius Malfoy, yanında Narcissa Malfoy ve Draco ile koridorda göründü.

Draco değişmişti.

Harry onu en son Hogwarts Büyük Salon’da masaların arasında anne babasına sokulmuş tedirgin bir şekilde etrafına bakarken görmüştü. Kelimelerle kolayca anlatılabilecek bir şey değildi ama Harry elinde tuttuğu bastona rağmen eski burnu büyük havasından az daha olsa sıyrılmış olduğunu fark etti. Geçen bir yılda daha olgunlaşmış ve durgunlaşmış görünüyordu, ama Harry yine de Draco’nun o gün iki defa hayatını kurtarmasının aralarından geçenleri pek de değiştirmemiş olduğuna emin gibiydi.

Lucius Malfoy oğluna sinirli sinirli bir şeyler anlatıyordu. Draco onun söylediği her neyse omuz silkti. Hoş Geldin Büyücüsünün masasına ulaştıklarında Harry de asansöre binerek sorgu odasına yollandı.

Odada fazla beklemesine gerek kalmadı, beş dakika sonra Draco aralık kapıdan girerek tam karşısındaki sandalyeye oturdu ve işaret parmağıyla ritmik bir şekilde elindeki yılan başlı bastona vurmaya başladı. Harry bunu gergin ruh halinin bir işareti olarak yorumladı.

Draco, Harry’ye dik dik bakarak, “Ne garip, Potter…” dedi.

Harry merakla, “Nedir garip olan?” diye sordu.

Draco bakışlarıyla işaret etti, “Bu şekilde karşımda oturuyor olman. Beni sorgulamak için. Sanki ben suçluymuşum ve sen masummuşsun gibi.”

“Suçlu olduğun için burada değilsin, suçlulara ulaşmak için yardımına ihtiyacımız var.”

Draco gülümsedi, “Dumbledore ve Bakanlık daima sana çok hoşgörülü davranmıştır. Bana karşı yasa dışı bir büyü kullandın, Snape bana müdahale etmese neredeyse öldürüyordun. Şimdi karşıma geçmiş yardım mı isteyeceksin?”

Harry sabırla, “Bana karşı affedilmez lanet kullanmaya yeltenmiştin. Kendimi savundum. Ayrıca bunların hepsi geride kaldı.” Harry ihtiyaç odasında onu kurtardığını hatırlatmak için içten içe yanıyordu ama Dumbledore’un sözü kulaklarında çınladı.

İnsanlar karşılarındaki haklı olduğunda daha zor affederler.

Bu yüzden sözü fazla uzatmadı.

“Nott ve Lestrange geçen Mayıs ayından beri sizinle hiç temas kurdu mu? Nerede oldukları konusunda bir fikrin var mı?”

“Nott ile Lestrange benden ve ailemden yardım isteyemez. Buna cesaret edemezler.”

Harry her ne kadar bu cevabı bekliyor olsa da hayal kırıklığına uğradı. O anda Zihinbend yapabilmeyi isterdi. Draco’nun zihnini okuyabilse her şey o kadar kolay olurdu ki!

“Nedenmiş o?”

“Karanlık Lord’un müritlerini birbirine bağlayan tek şey Karanlık Lord’un varlığıydı. O olmadığında aralarında yaşanan tek şey ihanet ve yalan. Ne babamın ne de benim kendimizi onlar için tehlikeye atma niyetimiz olur. Bunu biliyorlar.”

Masaya doğru eğildi, “Ben sen değilim Potter, ev cinlerinden kurt adamlara, muggle doğumlulara, her türlü canlıya kendimi beğendirme ve mükemmel olma derdim yok. Ben neysem oyum.”

Harry gözlerini kıstı, “Artık o kelimeyi kullanmıyorsun ha?”

Draco yüzünü buruşturdu, “Hangi kelimeyi?”

“Bulanık kelimesini. Muggle doğumlular dedin. Hogwarts’ta bunu söylemekten çekinmezdin. Madam Malkin’de karşılaştığımızda da çekinmemiştin.”

Malfoy tedirgin bir şekilde doğruldu, koltuğunda diklenirken kısaca, “İşler değişir,” dedi.

Harry ona dik dik baktı,

“Voldemort’un emrindeyken mutlu olmadığının farkındayım. Ailen tehlike içindeydi, senin hayatın da tehdit altındaydı. Hogwarts’a ölüm yiyenlerle Fenrir Greyback’i bu yüzden soktun. Hala onun müritlerini neden koruyorsun?”

Draco dudak büktü, kısaca, “Kimseyi korumuyorum Potter, sadece sen ya da Bakanlıkla ilgili herhangi bir şey umrumda değil.”

Harry düşünceli bir şekilde, “Draco,” diye söze girdi, “Lestrange ve Nott’un sadece saklanmak ve kaçmakla yetinmeyeceğini, ilk fırsat bulduğunda harekete geçeceğini düşünüyoruz. Savaşta Karanlık Lord’un yanında yer almadığınız için tehlikedesiniz. Lestrange ve Nott kaçak durumda ve şu anda muhtemelen onlar Azkaban’a atılma tehlikesi altındayken Malfoy ailesinin serbest olmasından rahatsızlık duyuyorlar.”

Draco’nun alnı kırış kırış oldu ve yüzünde düşünceli bir ifade belirdi.

Harry fırsat bu fırsat diyerek tekrar atağa geçti.

“Malfoy Malikanesinde beni teşhis etmeye çalıştığın günü hatırla. Ya da Hogwarts’ta dolapları tamir edemediğini düşündüğün, seni öldüreceğinden korktuğun günü. Bu aramızda geçen her şeyden daha önemli ve söyleyeceklerinle bunu bitirebilirsin…”

Bir an sustu ve ekledi.

“Narcissa Malfoy Karanlık Lord’a yalan söyleyerek savaşı bitirdi, sen de kaçakların yakalanmasını sağlayarak onları yakalatabilirsin.”

Malfoy onunla göz göze geldi, bir an için tavana baktı. “Aslında… Bir şey oldu…”

Harry’nin kalbi küt küt atmaya başladı, bir yandan Malfoy’un fikrini değiştirmesinden korkarak hiçbir şey söylemedi ve teşvik edercesine kafasını salladı.

Draco devam etti, “Küçük bir şey…”

“Dediğim gibi savaştan sonra bizimle temas kurmaya çalışmadılar. Ama savaş sırasında…”

Harry kaşlarını kaldırdı, savaş sırasında burada konuşmaya değecek kadar önemli ne olmuş olabilirdi?

Draco, Harry’ye umursamaz bir şekilde baktı, “Nott yanımıza gelip bir şeyler söyledi.”

Harry’nin gözleri açıldı, “Nasıl şeyler?”

“Karmaşa başlamadan hemen önce, annem ile babam Karanlık Lord’a eşlik ederek avluya girdiler. Onları gördüğümde yanlarına gittim. İkisi Nott’un tam arkasındaydı, yanından geçerken kolumu tuttu, sırıtarak sizin döneminiz bitti, Malfoy’lar tarih oldu,” dedi.

“Babam kehaneti ele geçiremeyip Azkaban’a gönderildikten sonra bu sataşmalara alışmıştık. Ama Nott’un belli ki daha söyleyeceği şeyler vardı. Karanlık Lord artık size değil bana güveniyor dedi. Diagon Yolu’na götürme görevini bana verdi. Savaş bitip zaferi kazandığımızda artık bir hiç olacaksınız.”

Harry bakışlarını aralarındaki masaya dikti, bu ne anlama geliyordu? Götürmesi gereken neydi? Voldemort tam da savaşın ortasında konuşulacak kadar önemli ne görev vermişti?

“Nott’un Diagon Yolu’na götürmesi gerekenin ne olduğunu biliyor musun Draco?”

Draco yanıtladı, “Hayır… Malikânede ya da farklı bir yerde, Karanlık Lord’un ve ölüm yiyenlerin bundan bahsettiğini hiç duymadım.”

Harry düşüncelere daldı. Draco savaş sırasında Hogwarts’taydı. Gerçekten de Diagon Yolu’na gitmesi gereken şeyin ne olduğunu bilmeyebilirdi. Öte yandan, neden Diagon Yolu?

O sırada aklında bir şimşek çaktı, Knockturn Yolu’na gidiyor olmalıydı o emanet. Knockturn Yolu’na, yani-Borgin ve Burkes’e…

Bu yüzdendi… O şey her neyse Borgin & Burkes’e emanet edilmişti, ya sonra? Savaş bekledikleri gibi sonlanmayınca bir gece yarısı operasyonuyla geri alınmıştı. Bu şey o kadar değerliydi ki Voldemort Hogwarts’a girerken yanında götürmek istememişti.

Ne olduğunu Lucius Malfoy bilebilirdi, ayrıca Borgin ve Burkes’e bunun ne olduğu da sorulmalıydı. Harry kayıp parçaların birleşmeye başladığını hissetti, bu yüzden “Teşekkürler,” dedi Draco’ya.

Draco Malfoy bastonunu eline aldı ve “Teşekkür edecek bir şey yok, Potter,” dedi ayağa kalkıp kapıya doğru yürürken. “Bunları senin için anlatmadım. Bir söz verdim…”

Draco hızla kapının arkasında kaybolurken Harry onun Astoria’ya benzer bir şeyler fısıldadığını duydu. Ama artık bir önemi yoktu. Harry diğer odaya koşturdu ve kapıyı çaldı. İlk önce içeriden tepki gelmedi, Harry kapıyı tekrar çaldığında Grines sinirli bir yüz ifadesiyle kapıyı açtı ama karşısında Harry’yi görünce yumuşadı: “Potter?”

Harry heyecanla, “Knockturn Yolu… Bay Grines ona Knockturn Yolu’nu sorun…”

Grines içeride oturup kaçamak bir merakla ona bakan Lucius Malfoy’a göz attı ve kapıyı arkasından kapattı, “Ne demek istiyorsun?”

Harry Draco’nun ifadesini özetledi, Voldemort’un verdiği görevi ve ardından Borgin ve Burkes’un bir gece yarısı soyuluşunu, bunları nasıl bağladığını.

Grines’in yüzünde düşünceli bir ifade belirdi, kafasını sallayarak hiçbir şey söylemeden tekrar sorgu odasına girdi. Harry hemen Bakanlık’ın iç posta kısmına gitti. İstiflenmiş parşömenlerden birini aldı ve Ron’a Nott’un Borgin ve Burkes’e neyi teslim ettiğini, teslim ettiği şeyin hala orada olup olmadığını sormalarını istediğini yazdı. Oradaki baykuşlardan birini seçti ve parşömeni katlayarak baykuşun bacağına bağladı. Sonra da kuşa, bunu Ron’a götür, diye fısıldadı. Baykuş cikleyerek havalandı ve gökyüzünde kayboldu.

Harry bürodaki masasına oturup Arcanus Grines’in sorgudan çıkmasını bekledi. Grines sorgudan çıktığında hava kararmak üzereydi.

Grines Robards’ın masasına otururken yüzünü ekşiterek, “Malfoy, Knockturn Yolu’na gönderilen her neyse hakkında hiçbir şey bilmiyor,” dedi. “Helga Hufflepuff’ın kupasını Bellatrix Lestrange’in asasında sakladığını söylemiştin. Aynen orada yaptığı gibi, sırlarını bir kişiden fazlasına açmayarak riski azaltmış olmalı,” diye tahmin yürüttü. “Ya da Malfoy’lar kehaneti alma işinde başarısız olduklarından onlara olan güvenini kaybetmiş de olabilir.”

Harry hayal kırıklığına uğramıştı. Ayağa kalkarak odada tur attı ve gözden kaçırdığı bir şey olup olmadığını kafasında kontrol etmeye başladı. Sonra dayanamayarak tekrar iç posta servisine çıktı. Ron’dan gelecek baykuşu bekliyordu. Bekleyişi bir saat sonra sona erdi. Kararan gökyüzünde gri beyaz baykuş ufak bir leke halinde göründü ve yavaş yavaş büyüdü. Yuvaya konduğunda Harry büyük bir aceleyle notu aldı:

Borgin Ölüm Yiyenlerin ona hiçbir şey vermediğini söylüyor.

Ama onu enseledik. Borgin ve Burkes’ te yasa dışı eşyalar bulduk.

Onu tutuklayıp Azkaban’a götürdük, şimdi de Bakanlık’a dönüyoruz.

Ron

 

Harry bir kez daha hayal kırıklığına uğramıştı. Her şey o kadar net bir şekilde birbirine bağlanıyordu ki gerçeğin hemen apaçık ortalığa döküleceğini düşünmüştü.

O sırada sırtında bir el hissetti, arkasına döndüğünde o elin Arcanus Grines’e ait olduğunu fark etti. Grines yaralı yanağını kaşıyarak, düşünceli bir tonda:

“Açıkçası ben de dostumuz Borgin’in pek masum olmadığını düşünüyorum,” dedi ve duraksadı. “Ayrıca o kan damlası ile ilgili bir teorim var. Azkaban’a gidelim. Hem benim teorimi hem de seninkini test edelim.”

Harry Grines’e merakla baktı, “Sizin teoriniz nedir?”

Grines gözünü ufuk çizgisine ve bulutlara dikti, bir süredir yağmayan yağmur belli ki yeniden bastıracaktı. Fırtına yaklaşıyordu.

Tek kelime çıktı dudaklarından:

“İhanet…”

* * *

Harry’nin tahmin ettiği gibi uzun ve ıslak bir uçuş oluyordu. Karanlık hava ve bulutlar yüzünden görüş o kadar kısaydı ki Harry Grines’i bazen sadece kara bir leke olarak görüyor, bazen de kısa sürelerle gözden kaybediyordu. Harry  gökyüzünde süzülürken, Grines’in sırtında Kızıl Pelerin’ini hiç görmediğini fark etti ve ilk uygun zamanda bunun sebebini ona sormaya karar verdi.

İki saatin sonunda artık çok sevdiği süpürgesinin üzerinde olmaktan sıkılmıştı. Tekdüze bir uçuştu, yakalayacak bir snitch yoktu. Süpürge sadece bir ulaşım aracıydı o an için. Ayrıca kıyafeti ıslandığından üşümüştü de.

En sonunda Grines alçalmaya başlamıştı.

Tam önlerinde bir şimşek çaktı, ortalık aydınlandığında bulutlara gizlenmiş gölgelerin arasından sıyrıldılar.

Alçaldıklarında Azkaban tüm ihtişamıyla karşılarına çıktı. Dalgalı, hırçın deniz adanın etrafını saran kayalıkları acımasızca dövüyordu. Ana bina bulutlara değecek kadar yüksek ve ihtişamlıydı.

Grines kulenin etrafında yarım bir tur attı ve süpürgesiyle surların arasına inşa edilmiş girişe yöneldi. Bu surlar yukarıdan görünmüyordu, Harry ona yetişebilmek için biraz kestirmeden dar açıyla aynı yere inmeye çalışsa da görünmez bir engele çarptı ve az kalsın süpürgesinden düşüyordu. Belli ki Azkaban asıl kapısı dışında hiçbir yerden girilmeyecek şekilde büyülenmiş, göklere kadar yükselen görünmez surlarla çevrelenmişti.

Harry de yarım tur yaptı ve kayalıkların hemen önüne inen Grines’in yanındaki yerini aldı. Rüzgar neredeyse ikisini de havaya uçuracaktı. Dalgalar o kadar güçlüydü ki kayalara her çarptıklarında tekrar sırılsıklam oluyorlardı.

Grines adım adım kapıya yöneldi ve yumrukladı. O sırada Harry surların üzerindeki eski yazıları fark etti. Yukarıya kadar uzanan tılsımı oluşturan büyüler bunlar olmalıydı. O sırada gözü duvarın hemen dibindeki tüylü bir paçavraya çarptı. Daha dikkatli baktığında üzerinde uçuşan sinekleri fark etti, ölü bir kargaydı bu. Hemen yanında bir başkası… Az ötede bir üçüncüsü… Hayvanlar muhtemelen adayı çevreleyen görünmez duvara çarparak yere çakılıyorlardı. Harry’nin midesi burkuldu, Hermione yanında olsa bu konu ile ilgili söyleyecek çok şey bulurdu kuşkusuz.

İçeriden sesler geldi, Grines, “Benim, Arcanus! Potter da yanımda!” Kapının yanında ufak bir bölme açıldı, Grines asasını bu bölmeye yerleştirdi, bakışlarıyla Harry’ye de aynısını yapmasını işaret etti. Kapı savrularak açıldı.

Savage onları Azkaban’ın avlusuna aldı. Harry asasını alıp ana binaya doğru giden taş yolda yürürken sağında ve solunda mezarlar olduğunu fark etti. Hermione’nin daha önce bahsettiği, Azkaban’da ölenlerin mezarlarıydı bunlar.

En yakındaki mezar taşında Crispin Cronk yazıyordu. Mezarda Hiyeroglifleri andıran işaretler ve Sfenksler vardı.

Hemen yanındaki taşta Percival Dumbledore yazıyordu. Harry’nin kalbi heyecanla çarptı, Profesör Dumbledore’un babasıydı bu. İsminin hemen altındaki çizimde çakan bir asa ve yere yığılan insanlar vardı.

Harry herkesin işlediği suçun mezar taşlarına kazınmış olduğunu anladı.

Morfin Gaunt, cinayet.

Merope Gaunt’un kardeşiydi bu da. Dumbledore ile düşünselinde ziyaret etmişlerdi. Harry’nin kafasında iki gözü farklı yönlere bakan, çatal dil konuşan, zorba, tehlikeli bir büyücü canlandı. Gaunt Konutunun kapısına ölü bir yılan çivilemişti ve boş zamanlarında Muggle’ları lanetlemeye bayılıyordu. Ama Azkaban’a atılmasına sebep olan cinayeti o işlememişti. Tom Riddle acımasızca işlediği cinayeti, zihinbend kullanarak anılarına yerleştirmiş ve ona itiraf ettirmişti. Morfin, Dumbledore onun suçsuz olduğunu kanıtlamasına rağmen Azkaban’da ölmüştü.

Anson, kundaklama.

Harry kafasını diğer yana çevirdi;

Curzon, affedilmez lanet.

Seymour, hırsızlık.

Adım adım ilerlerken mezar taşları sağanak yağmurun altında inliyordu. Tekrar şimşek çaktığında Harry arka tarafta büyükçe bir mezarın başında iki büklüm ayakta duran bir siluetin varlığını fark etti. Bu siluet koca şapkalı, ağır aksak bir adama aitti. Ama Harry kim olduğunu anlayamadan Savage ve Grines binaya girince Harry de onları takip etmek zorunda kaldı.

Azkaban hapishanesinin ana binasına girdiler. Koridorlar iç taraftaydı ve yılan gibi kıvrılarak yukarı doğru yükseliyordu. Hücreler ise dış pencerelere bakıyordu. Neredeyse hepsinin kapısında sürgüyle kilitlenmiş gözetleme delikleri vardı.

Savage, “Azkaban’a hoş geldin Potter,” dedi.

Meşalelerin soluk ışığıyla aydınlanan koridorda yürüyorlardı. Her şimşek çaktığında orta avlu aydınlanıyor, sonra yeniden her yer karanlığa gömülüyordu. Harry bu haliyle bile yeterince ürkütücü olan Hapishanenin bir de Ruh Emicilerle dolu olduğu dönemi düşünmek bile istemedi.

“Burada mahkûmlar üçe ayrılır,” dedi Savage bir yandan hafifçe yukarı kavislenen koridorda yürüyorken. “Giriş katlarında genellikle basit ve adi suçlular tutulur. Yasa dışı bahis Oynayan Ludo Bagman gibi… Ya da Gizlilik Nizamnamesini ufak boyutta ihlal edenler gibi… Bu bölümdeki suçluların kabahatleri diğerlerine göre zararsız ya da telafi edilebilir. Mundungus Fletcher gibi basit hırsızları da burada tutarız.”

O sırada Harry’nin önünden geçmekte olduğu hücrenin kapısı yumruklandı, boş bulunan Harry olduğu yerde sıçradı. Savage onun bu tepkisi üstüne sırıtarak devam etti:

“Orta seviye suçlular, Muggle’lara lanetli eşyalar yollayanlar, kazara yaralanmalara sebep olanlardır. Ayrıca büyük çapta dolandırıcılar da burada kalır. ”

Bir an için durdu ve en tepedeki yüksek güvenlikli hücreleri gösterdi. O katların duvarları daha kalın ve dayanıklı gibi görünüyordu. Altın rengi eski yazılarla donatılmıştı.

“En korkunç suçlular da orada yukarıdadır. Muggle katilleri, büyücü katilleri, Kurt adamlar, vampirler. Aklınıza gelebilecek her türlü münzevi yaratık üst katlarda tutulur.”

Sanki bahsettiği ağız suçlulardan biri onu duymuş gibi homurtular geldi, duvarlara çarparak yankılandı. Savage Harry’ye bakarak gülümsedi, “Bugün dolunay var.”

“Kıdemin artınca Potter, sen de Azkaban’ın muhafızlarından biri olacaksın. Burada nöbet tutacaksın.” Yeniden yürümeye başladılar. Grines bir üst katı işaret etti, “Borgin üst katta mı?” Savage yanıt verdi ve yürümeye devam ettiler ama Harry yanıtı duyamadı.

Çünkü olduğu yerde çakılı kalmıştı.

İki hücrenin arasında demir parmaklıklı pencereyle sonlanan bir koridor vardı. Koridorda duvarın köşesinde ise sanki hayal ürünü gibi görünen mavi şeffaf ufak bir çocuk pencereden giren yağmur damlalarının oluşturduğu ufak gölette oynuyordu. Harry çocuğu nedense vaftiz oğluna benzetti.

Koridora bir adım attı, “Ted?”

Bir adım daha, sonra bir adım daha.

Çocuk, elinde Harry’nin göremediği oyuncağını kurcalamakla meşguldü. Ama Harry ona ikinci kez seslendiğinde sanki duymuş gibi donakaldı. Arkası dönük halde ayağa kalktı ve ağır ağır kafasını çevirmeye başladı. Harry karşısında önce bulanık bir yüz gördü. Sonra bu bulanık yüz salyaları akan bir kurdun suratına dönüştü.

Yürüdükçe boyu uzadı, dizleri kırıldı ve salyalarını akıtarak Harry’ye doğru iştahla bakmaya başladı. Tam o sırada Harry’nin arkasından bir ses yükseldi:

“Geri bas Ekrizdis!”

Harry yaklaşan Grines’i fark etmemişti. Kafasını ona çevirdiğinde Grines’in çakmak çakmak gözlerinin nefretle parıldadığını gördü. Tekrar kurt adama döndüğünde kurdun insan şekli aldığını fark etti. Bu az önce mezarlıkta gördüğü adamdı: Uzun saçları havada süzülüyor, deforme olmuş yüzünde şeytani bir sırıtışla Harry’ye bakıyordu. Gözleri kapkaraydı ve göz bebekleri yoktu. En kötü kâbuslardan fırlamış gibiydi. Kolu ve bacağı kırık olduğundan hafifçe sekerek yürüyordu.

“Ekrizdis ile tanışmış oldun, Azkaban’ın eski sahibi ve şimdiki hayaleti…”

Ekrizdis bir anda havada dağıldı ve mavi bir bulut haline gelip pencereden dışarı uçtu.

Grines Harry’ye baktı, “Buranın düzenini iyice anlamadan yanımızdan ayrılmasan daha iyi olur,” dedi. Harry bu çocukça muameleden hoşlanmadıysa da Grines ile tartışmadı.

“Belki bir zamanlar normal bir adamdı, bilmiyorum. Belki de ruh emicilerle yaşamak onu çıldırtmıştır,” diye söze başladı Grines. “Ama bir yerden sonra muggle denizcileri avlamaya başladı. Sebebini kimbilir? Hakkında korkunç hikayeler dolaşıyor. Bir zihinbend ve biçim değiştirme üstadı olduğu zaten biliniyor… Sahte yardım çağrılarıyla denizcileri adaya çektiği… Onlara çeşitli işkencelerle zarar verdiği, ruh emicilerine öldürttüğü anlatılıyor… Söylentilere göre ada toprağı üst üste gömülü muggle cesetleriyle doluymuş. Bu ada o cesetler üzerinde yükseliyormuş. Ama o kadar uzun zaman geçti ki mezarlığa gömülenlerden onları ayırmak artık çok zor.”

Savage, “Az kaldı, Borgin bir üst katta,” diye bilgi verdi.

Grines derin bir nefes alıp devam etti, “Ölümünün doğal yollardan olmadığı söyleniyor. Bir gün aklını tamamen yitirmiş, kulenin en tepesine çıkmış, oradan kendisini aşağı atmış. Bedeninde sağlam kemik kalmamış ve acı bir şekilde can çekişerek ölmüş. Ama yaptığı işi o kadar seviyormuş ki hayattan kopamamış, cesedinin olduğu yerden hayalet olarak yükselmiş. O gün bugündür Azkaban’da.”

Savage kapılardan birine doğru yürüdü, elini cebine soktu, çıkardığında paslı demir anahtarların dizildiği bir çengel belirdi. Sol eliyle kapının sürgü penceresini açtı, “Uygun musun Borgin? Sohbete geldik,” dedi.

Grines kapıdan girmeden önce son sözünü söyledi: “Wimple onu bu adadan ayırmak için gerekli büyüyü icat ettiğini söylüyor, umarım doğrudur.”

Üçü beraber Borgin’in hücresine girdiler.

* *  *

Borgin ayaktaydı, duvardaki parmaklıklı pencereden yansıyan ay ışığının altında kollarını kavuşturmuş onlara hiddetle bakıyordu. İçeri girdikleri anda Grines’in üzerine atılmaya kalktı. Ancak Grines bu saldırıyı bekliyormuş gibi, engelleme büyüsüyle tehlikeyi savuşturdu. Borgin artık çevik bir adam değildi, sırt üstü yere düştü ve olduğu yerde kaldı. Göğsü hızla inip kalkıyordu.

“Beni burada tutamazsınız!” dedi nefes nefese… “Buna hakkınız yok!”

Grines küçümser bir tonla, “Aklında ne vardı Borgin? Gizlediğin o geçidi ve depoyu bulamayacağımızı mı sanıyordun?” diye sordu.

“C sınıfı ticareti yapılamaz mallar, zehirli dokunakula tohumları… O Lanetli gerdanlığı, iblisli saati kime satmayı planlıyordun? Ne yapacaktık? Sen birinin ölümüne sebep olana kadar bekleyecek miydik? Şu anda pekala cinayete sebebiyet verdiğin için burada olabilirdin.”

Borgin nefretle yere tükürdü, “Senin akıl vermene ihtiyacım yok. Benim yasa dışı bir şey sattığımı kanıtlayamazsınız. Hepsi şahsi eşyamdı. Beni uzun süre burada tutamazsınız.”

Grines sakince, “Evet uzun süre tutamayız ama bu gece tutarız; yarın mahkemeye çıkacaksın. Gereken neyse yapılacak. Tutuklu yargılanıp yargılanmayacağına orada karar verilecek. Tabi önce sen delilleri karartmadan Borgin Konutunu da aramamız yerinde olacaktır,” dedi.

Borgin’in oturduğu yerde gözleri panikle faltaşı gibi açıldı. Ama sağduyulu davranıp hiçbir şey söylemedi.

“Sana sormak istediğimiz birkaç şey var. Bize ne kadar yardımcı olursan, pişman olduğun sonucuna varma ihtimalimiz o kadar fazla. Bu da yarın iyi hali göz önüne almama sebebiyet verebilir, Potter?”

Harry Grines’ten onay alınca onun kaldığı yerden devam etti, “Mr Borgin, Lestrange ve Nott’un size bir emanet getirdiğine dair ipuçları ve görgü tanığı var.”

Borgin sert bir ses tonuyla, “Ne görgü tanığı?! Daha önce Robards ile Weasley’e söylediğim gibi böyle bir şey olmadı. Bana Ölüm Yiyenler hiçbir şey vermedi. Zaten dükkânımı baştan aşağı aradılar!”

Harry kaşlarını çatarak,  “Lestrange ile Nott, Ağustos gecesi neden Borgin ve Burkes’e geldiler o zaman? Neden bu tehlikeyi göze aldılar? Tüm Bakanlık’ın peşlerinde olduğunu bile bile?”

Borgin, “Bunu bana mı soruyorsun?!” derken ağzından tükürükler saçıldı. “En az 500 Galleon zararım var! Şanlı El, Peru Anında Karanlık tozu… O kadim hançer! Siz ise onları yakalayacağınıza…”

Grines umursamaz bir tonla sözünü kesti, “O konuyu şimdilik açmayacaktım ama madem sen istiyorsun; onca koruyucu büyüye rağmen kapıdan bu kadar kolayca girilmesi ve dükkânının derli toplu kalmış olması çok ilginç geliyor düşününce…”

Borgin kararlı bir sesle yanıtladı, “Hiçbir koruyucu büyü tamamıyla güvenli değildir. Ayrıca görüldüklerini anlayınca aceleyle çıkmak zorunda kalmışlar, bunun neresi ilginç?”

Grines alaylı alaylı, “Gerçekten işlerine yarayacak bir şey bulmak için dükkânı alt üst etmemeleri,” dedi. “Pekala, şöyle soralım: Lestrange ve Nott, Hogwarts Savaşından önce ya da sonra, size herhangi bir sebeple ziyarete geldiler mi? Sizinle konuştular mı?”

Borgin düşündü, Harry’ye sanki bir yalan uydurabilmek için zaman kazanmaya çalışıyormuş gibi geldi. Sonra yanıt verdi: “Aslında geldiler.” Harry bu cevabı beklemiyordu. “Nott bana geldi ve bir zaman döndürücüyü tamir ettirmeye çalıştı.”

Harry ve Grines birbirlerine baktılar. “Sonra?”

“Açıkçası boşuna asa sallıyordu. Zaman döndürücü kırık gibiydi. Benim elimdeki kadim aletler ve cihazlarla yapmam mümkün değildi. Ayrıca bana bir şeyler daha sordu, Godric Gryffindor hakkında.”

Harry şaşkınlıkla, “Godric Gryffindor mu?”

Borgin sırıtarak, “Evet ta kendisi. Hogwarts kurucularından. Gryffindor’un kılıcından bahsetti, bir de sözde Gryffindor’a ait olan kartal başlı aslan heykeli hakkında sorular sordu.”

Konu artık Grines’in de ilgisini çekmişti, “Bu olay tam olarak ne zaman gerçekleşti?”

Borgin onların ilgisini çekmiş olmaktan memnundu, verilen zamanı bol bol kullandı ve bunu yaparken abartılı jestlerle sanki hatırlamaya çalışıyormuş izlenimi bırakmaya çalıştı, sonunda “Eh, hatırlayamıyorum,” dedi. “Başka sorunuz yoksa dinlenmeliyim. Yarın mahkemem var.”

Kalktı ve eski ama temiz görünümlü yatağa oturdu ve yüzünde meydan okur bir ifadeyle ellerini başının altına koyup sırt üstü uzandı.

Grines’in yüzünde çarpık bir gülüş belirdi, “Endişelenme Borgin, bu durumda yarından sonra da dinlenmek ve bu konuda düşünmek için uzun günlerin olacak. Gel Potter…” dedi, Savage’a  başıyla işaret verdi. Seherbaz kapıyı açtı. Tam dışarı çıkarken Borgin’in telaşlı sesi duyuldu.

“İki yıl önceydi, Noel arifesinde…”

Harry Grines’e baktı ve hafifçe fısıldadı, “Noel’de Bathilda Bagshot’un evinde tuzağa düşmüştük. Lord Voldemort Bathilda’yı çoktan öldürmüştü. Gizlenmiş notları bulduysa, kartal başlı aslanı da öğrenmiş olabilir. Heykelin izini sürme işini Nott’a devretmiştir…”

Grines Harry’nin düşünce silsilesini devam ettirdi, “Nott da doğrudan hem karanlık nesnelere ilgi duyan, hem de antika eserler konusunda uzman olan Borgin’e geldi…”

Kafasını kaldırıp hücrenin içine iki adım attı, yatakta oturan Borgin’e baktı, “Sen ona ne anlattın?”

Borgin alıngan bir ifadeyle, “Ne biliyorsam onu. Yani hiçbir şey,” dedi. Tekrar uzanıp yorganını üstüne çekti. “Hayal kırıklığına uğradı. Yıkıldı. Ya ne olacaktı? Hayal ürünü bir şey arıyordu.”

Grines bir an yere baktı, sonra kapıdan çıkarken Borgin’e, “Uyumadan önce yarın söyleyeceklerini iyi düşün,” dedi. “Sihirli eşya satma ruhsatını kaybetmemek için müthiş bir savunmaya ihtiyacın olacak,” dedi ve tekrar koridora çıktı.

Harry heyecanla ara vermeden konuştu, “Yalan söylemiyordu, tarihler de uyuyor. Draco’nun ipucunu çözmeye geldik ama çok farklı bir şey öğrendik. Ama önemli mi değil mi bilmiyoruz.”

Grines, “Hem zaman döndürücü, hem de Gryffindor’un heykeli karşımıza bir defa daha çıktı,” dedi. Sırıtarak, “Genelde bu tarz tesadüflerin aslında tesadüf olmadığı ortaya çıkıyor,” diye devam etti. Savage’a döndü, “Konor yerindedir umarım, onunla ufak bir işimiz var.”

Savage onu rahatlattı, “Yerinde. Bu gece dolunay var. Neredeyse tüm hafta kurtboğan iksiri hazırlamakla uğraştı.”

Artık kulenin tepesine çok az kalmıştı. Gerçekten de bulundukları bölümde hücrelerin yapısı gözle görülür şekilde değişti. Bu bölümde kalın hücre duvarları yerine cam kullanılmıştı, böylece mahkûmların ne yaptığı her an görülebiliyordu. Camlarda da duvarlarda olduğu gibi eski yazılar ışıldıyordu.

“Bu bölüm birinci derece ağır suçlu ve tehlikeli mahkûmlara aittir. Biz onları görebiliriz, onlar bizi göremezler.”

Mahkûmlardan bazıları parmaklıkların ardındaki yağmuru ve ay ışığını izliyor, bazısı yatağında öylece yatıyordu. Harry kim olduğunu pek seçemediği birinin kafasını deniz tarafındaki duvara vurmakta olduğunu fark etti. Acaba Hogwarts Savaşında tutuklananlardan biri miydi? Crabbe? Dolohov? Macnair?

Bir sonraki hücrede beklenmedik bir görüntü vardı:

Yarı dönüşmüş bir kurt adam yerde huzursuzca kıpırdanıyordu. Ağır ağır uluyor, çılgınlar gibi terliyor, sürekli gözlerini kırpıştırıyordu: Bu Fenrir Greyback’ti. Ölüm yiyenlerin çirkin silahı…

Greyback sağına, soluna dönüyor, duruş değiştiriyor ama Harry’nin gözlemlediği kadarıyla ne gerçekten uyuyordu, ne de gözleri açık olmasına rağmen gerçekten uyanıktı. Harry onun çiğ et kokan korkunç nefesini, pis tırnaklarını hatırladı. Remus Lupin nasıl avlandığını anlatmıştı, dönüşmeden önce kurbanlarına yakın olmayı istediğini, Montgomery’lerin beş yaşındaki oğlunu nasıl öldürdüğünü hatırladı.

Grines, “Kurtboğan iksirini almayı reddediyor. Çünkü kurt adam olmayı seviyor. Şimdilik onu sersemleterek baygınken iksirin kanına karışmasını sağlıyoruz. Böylece 28 günlük döngüsünü tam anlamıyla dönüşmeden tamamlıyor,” diye açıkladı durumu.

Daha derindeki karanlık hücrelere yürürken, “O kadar çok hayatı mahvetti ki burada olmayı ömrünün sonuna kadar hak eden biri varsa o da Greyback’tir,” diye sözlerini tamamladı.

Belki yüz adım daha yürüdüler. İçinde bulundukları koridor kadim bir kapıyla sona erdi. Savage kapıyı hafifçe tıklattı. Yaşlıca, uzun beyaz sakallı ama dinç görünen bir adam karşılarını çıkıp onları içeri buyur etti. Yuvarlak yarım ay şeklinde gözlükleri vardı ve zümrüt yeşili bir cüppe giyiyordu. Manşetlerinde su damlaları olan bir cüppeydi bu.

“Ah Grines… Hoş geldin, ve a, Potter?… Tebrikler.”

Harry’ye elini uzattı, Harry tam onun elini sıkacakken çekti ve odanın içine doğru yürüdü. Sanki onların varlığını tamamen unutmuş gibi kendi kendine konuşmaya başladı.

Anlamıyorum, aslında üç gram sıvı altın yeterli olmalıydı, fakat yüzey gerilimini de hesaba katmak gerek tabi…

Odada Harry’nin aklının alabileceğinin çok ötesinde eşya yığılmıştı. Boydan boya kitaplar, iksir şişeleri ve istiflenmiş malzemeler, değerli ve değersiz görünen madenler. Aynı anda Snape’in zindanları ile bir aktarın karışımı gibiydi oda.

Grines hemen söze girdi, “Konor, yardımına ihtiyacım var…”

Konor odada olduklarının ilk defa farkına varıyormuş gibi gözlüklerinin üstünden ona baktı. Sanki kelimeleri teker teker anlıyor ama cümle halinde kavramakta zorlanıyor gibiydi.

Ha evet…

Grines cüppesinden dört iksir şişesi çıkardı. Hepsi kan olduğu tartışma götürmeyen, akışkan, kırmızı bir sıvıyla doluydu. Her şişenin üzerinde bir parşömen parçası, parşömenlerin üstünde de isimler vardı. Harry isimleri okumaya çalıştıysa da başaramadı. Grines şişeleri uzatır uzatmaz Konor elinden sanki uzun süredir iade etmediği emanet mallarmış gibi kapmıştı.

Grines yaşlı adamın kendisini doğru anladığından emin olmak ister gibi, “Sabahki örnekle karşılaştırılacak,” dedi.

O sırada Savage onlardan müsaade istedi. Nöbetçi Seherbazın, her şeyin yolunda gittiğinden emin olmak için saatte bir kulede tam tur atması gerekiyordu.

“Sevimsiz bir iş… Özellikle Ekrizdis ortalıkta dolaşırken. Habire ölen kız kardeşimin şeklini alıp duruyor. Aşağılık yaratık… Neyse…”

Savage çıktığında odada Konor, Harry ve Grines yalnızdı artık.

Konor iksir setinin başına geçip verilen örnekleri test etmeye başlamıştı bile. Farklı tüplerden farklı renkteki iksirleri birleştirerek bir karışım elde etti, bu karışımı ayrı ayrı kaselere paylaştırdı. İksir tüplerine hafifçe vurarak her kaseye farklı tüpten kan damlattı, birkaç saniye içinde her birinden hafif bir duman çıkıyordu.

Grines, demir parmaklıklı pencerelerden birinin önüne gitti, dışarıda hava kararmış, fırtına patlak vermişti. Harry bu testin sonucunda ne çıkacağını bu kadar merak etmese muhtemelen nasıl geri dönecekleri konusunda endişeleniyor olurdu. Saat iyice geç olmuştu. Gökyüzü anafora kapılmıştı.

Harry sohbet etmek için uygun zaman olup olmadığını bilemese de “Mr Grines…” diye seslendi. Grines ona bir an baktı ve önüne döndü, hafifçe kafasını salladı.

“Mr Shacklebolt ile nasıl tanıştınız?”

Grines’in aklı karışmış gibiydi, Harry’ye döndü kaşını çatarak, “Ne dedin Potter?” Harry sorusunu çekinerek tekrar sordu. Grines’in yanıtı kısa ve özdü,

“Hogwarts’ta aynı dönemdeydik.”

“Fakat aynı binada değildiniz.”

“Doğru, kader… Belki de şans.”

O sırada odanın içi iyice ısınmış ve kâselerin içinden yükselen duman tavana kadar yükselmişti.

Grines devam etti, “Kingsley Hogwarts’tayken hayatımı kurtardı. O olmasaydı bugün burada olamazdım.”

Harry haddini aşıp aşmadığını merak ederek, “Nasıl oldu?” diye sordu.

Tam o sırada masadaki Konor, “Grines, Potter…” diye hafifçe seslendi.

Arcanus Grines kafasını kaldırıp önce merakla Konor’a baktı, sonra da önündeki kaselere.

Dört kaseden farklı renkte dumanlar yükseliyordu, birinden kan kırmızısı, birinden zümrüt yeşili. Hemen yanındakinden kapkara ve en sonundakinden turuncu… Tek duran kase de kapkara tütüyordu.

Konor,”Eşleşme var,” dedi ve tüplerden birini Grines’e uzattı. Grines onu eline aldı, ağzı hafifçe aralandı.

“Theodore Pullmann…”

Panik Harry’nin büttün vücudunu sardı, kuşkuları doğrulanmıştı, Teodore Pullmann Kreacher’ı öldürmüş, ya da öldürenlere eşlik etmişti.

O sırada beklemedikleri bir şey daha oldu:

Büyük gümüş bir vaşak aralık duran kapıdan içeri girdi. Işıl ışıldı ve dumanların sardığı odayı aydınlatıyordu. Vaşak ağzını açtığında Kingsley’in kalın, derin sesi duyuldu; belirli belirsiz bir telaşla:

Bakanlık saldırıya uğradı, ölü ve yaralılar var, dedi.

Vaşak koşarak uzaklaşırken Grines ve Harry birbirlerine baktılar. Harry’nin aklından Bakanlık’a döneceğini yazan Ron, Japon Bakan ile görüşen Hermione, sık sık mesaiye kalan Mr Weasley geçti. Sonra da Wimple’ın ofisindeki Elwyn. İki Seherbaz da kapıya doğru fırlarken Harry’nin gözü yağmurla ıslanan pencereye ilişti. Renkli dumanların sardığı odaya dair son gördüğü şey parmaklıklara tutunan Ekrizdis’in yağmur altındaki çarpık yüzündeki sinsi gülümsemeydi.

– Bölüm Sonu –

306 Yorum

Nymphadora için bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir