Harry Potter ve Kızıl Pelerin #14: Karanlık Alametler

* * *

önceki bölümleri okumadıysanız:

BÖLÜM LİSTESİNE ULAŞMAK İÇİN TIKLAYIN!

* * *

Azkaban’dan Bakanlık’a dönüşleri, Harry’nin hayatındaki en zor uçuşlardan biri oldu. Shacklebolt’un patronusu ölü ve yaralılar olduğunu söylemiş ama isim vermemişti. Harry’nin zihni ona oyunlar oynuyordu: Nasıl Grimmauld Meydanı Zümrüdüanka Yoldaşlığı’nın merkeziyken dolaplardan birinden çıkan böcürt Mrs Weasley’in kucağında sevdiklerinin cesetlerine dönüştüyse; Harry de Atrium’da kendisini Ron, Hermione, Elwyn ve Mr Weasley’in cesetlerine sarılırken görüyordu. Sadece yolculuk zorlu bir hal aldığında, yakınlarda şimşek çaktığında ya da rüzgar onları yön değiştirmeye zorladığında bu düşüncelerden sıyrılabiliyordu. Bulutların arasında süzülen biri kızıl biri kara iki leke görüntüsünde buharlaşabilecekleri güvenli bir mesafeye gelene kadar karanlıkla ve yağmurla boğuşup durdular.

Sonunda Bakanlık’ın girişine ayak basabildiler. Birkaç saniye sonra cüppelerinden ve ellerindeki süpürgelerden ahşap zemine sular damlarken Atrium’da etrafı kolaçan ederek, koşar adım yürüyorlardı.

Harry içten içe bir ikilem yaşıyordu: Bir tarafı Patronusun onları tuzağa çekmeyi amaçlayan bir yem olmasını arzuluyordu; böylece sevdiği herkes güvende olacaktı. Öbür yanı ise acı gerçeği sanki biliyormuş gibi zihninde korkunç imgeleri döndürüp duruyordu.

Asansörlerin bulunduğu alandan ayak sesleri gelince oldukları yerde kaldılar; gelen Kingsley idi ve yüzünde Harry’nin daha önce hiç görmediği, kendisine hiç yakışmayan bir panik ifadesi vardı.

“Nihayet…”

Grines sinirini zorlukla kontrol ettiğini gösteren gergin bir ses tonuyla, “Burada ne oldu Kingsley?” diye sordu; “Saldırı kimden geldi? Ölen ve yaralanan kim?”

Shacklebolt bir an duraksadı, “Kim değil, kimler…”

Bu yanıt üzerine Harry’nin kalbi tekledi; o an zamanın durmasını istedi. Sanki Kingsley konuşmasa, içinde bulundukları anda çakılı kalsalar ölümler gerçek bir hal almayacak gibiydi. Kingsley’e kilitlenip kalmıştı.

“Wimple öldü,” dedi Shacklebolt. “Hedef, Deneysel Büyüler Dairesi’ydi,” diye de devam etti. “Theodore Pullman bir hainmiş… Burnumuzun dibinde dolaşan, bize gülümseyen, görünürde bizimle yürüyen aslında elinde hançerle doğru zamanı bekleyen bir hain…”

Arcanus acı bir sesle, “Biliyoruz, maalesef bunu çok geç fark ettik. Grimmauld Meydanı’ndan aldığımız kan örneği eşleşti,” diyerek Kingsley’in sözlerini doğruladı.  Sonra da sanki tükürür gibi, “Nerede o hain?” diye sordu. “Onu hemen sorgulamak istiyorum.” Sanki gün boyunca çalışan, sorgulayan, Azkaban’a uçup geri dönen o değil bir başkasıydı.

Kingsley ifadesiz bir yüzle, “Bu maalesef imkansız,” diye yanıtladı bu talebi. “Diğer ölen kişi o, hak ettiğini buldu,” diye devam etti. “Bu gece nöbet sırası Williamson’daydı. Davetsiz misafirler olduğunu fark edince, çevreyi kolaçan etmek için Deneysel Büyüler Dairesi’ne inmiş. Pullmann, içeri aldığı Lestrange, Nott’a karşılık Wimple ve Williamson kahramanca direnmiş.”

Korktuğu cevapları almadığı için bir nebze rahatlamış olan, bu yüzden hafif de olsa suçluluk duyan Harry, “Yoksa?” diye söze başladı, “Zaman döndürücü?”

Kingsley bakışlarını yere indirdi, “Maalesef Zaman Döndürücü artık onların elinde.”

Harry kafasını iki yana salladı, “Hayır…”

Kingsley iki elini onu durdurmak istermiş gibi havaya kaldırdı, “Evet, döndürücü ellerinde, ama endişelenecek bir şey yok. Bu haliyle hiçbir işlerine yaramaz.”

Grines onun sözünü keserek, kararlı bir şekilde, “Williamson ile konuşmak istiyorum,” dedi.

“Korkarım ki bu da şu an için imkansız Arcanus. Arbede esnasında ciddi bir şekilde yaralandı. Bu yüzden onu St Mungo’ya nakletmek durumunda kaldık. Ron Weasley onunla beraber. Elwyn Baines sağlık durumunu takip ediyor.”

Harry panikle atıldı, “Elwyn nasıl? O iyi mi?”

Kingsley, “Elwyn iyi. Weasley’ler ve Hermione de olay sırasında Bakanlık’ta değildi,” diyerek teskin etti onu.

Harry bu sözler üzerine rahatladı, bir an önce onları görme isteğini dizginledi. Zaman döndürücü çalınmış, uzun süredir korktuğu şey başına gelmişti. Harekete geçmeden önce felaketin boyutlarını tam anlamıyla anlamak istiyordu.

Grines de onunla aynı görüşteydi belli ki, “Bu kadar sohbet yeter. Haydi, aşağıya inelim. Gawain nerede?”

Kingsley yanıtladı, “Gawain ve diğer Seherbazlar aşağıda…”

Asansörle aşağı kata indiler. Deneysel Büyüler Dairesi’ne giden uzun koridordaki tablolar boştu. Damocles Belby ve Demyan Dung yerlerini tek etmişti. İki tablo da boştu, belli ki gelişi güzel yollanan lanetlere hedef olmuş ve zarar görmüşlerdi. Harry davetsiz misafirleri Williamson’a haber verenlerin Belby ve Dung olup olmadığını merak etti.

Koridorun sonundaki çelik kapı yerinden çıkarak devrilmişti. Uzayan kulaklar kopmuş yerde hareketsiz duruyorlardı. Çelik levhaların bulunduğu dar oda meşalelerin boğuk ışığıyla aydınlanıyordu.

Cam koridora girdiklerinde Proudfoot bölmelerdeki çatlakları inceliyordu. Onları başıyla kısaca selamladı. Akvaryum camları belli ki iyi dayanmıştı. Koridorun sonundaki kapıyı geçtiklerinde ise tam bir keşmekeşle karşılaştılar.

İçerisi darma dağınıktı. Harry’nin Noel günü zaman döndürücüyü gördüğü masa yere devrilmiş, duvardaki raflar parçalanmış, kitaplar yerlere saçılmıştı. Kingsley odanın uzak köşesini işaret etti, “Wimple’nın cesedini köşede bulduk. Pullman’ınki de zaman döndürücünün bulunduğu masanın dibindeydi. Williamson belli ki onlara arkadan yaklaşmış ve hainleri gafil avlamayı başarmış.”

Grines kuşkuyla odanın ortasına doğru yürüdü. Seherbaz Bürosundan Maxwell’in asasıyla zemindeki kan lekelerini incelediği yerde durdu ve kafasını önce duvara sonra kapıya çevirerek kaşlarını çattı.

“Williamson’un söylediğine göre ilk başta şüphelileri sersemletmeye çalışmış. Ancak Wimple’ın üçe karşı bir durumda olduğunu ve ciddi ölüm riski taşıdığını fark ettiğinde öldüren laneti kullanmaya karar vermiş. Pullman o sırada ölmüş, ama Lestrange de aynı anda Wimple’ı öldürmüş. Lestrange ile Nott, Williamson’u yaralamış, zaman döndürücüyü de alarak odayı terk etmişler.”

Kingsley bir süre konuşmadı. Grines odayı incelemeye başladı. Harry ise kafasındaki endişe, kuşku ve pişmanlıklarla boğuşuyordu. Wimple’ı uyarmıştı. Yaptıklarının tehlikelerini anlatmaya çalışmış ama o Harry’yi hiç dinlememişti. Sonuçta kendisi canından olmuş, zaman döndürücü ise tehlikeli ellere geçmişti. Seherbazlık sınavında kullanılan döndürücü sadece birkaç saat geriye gidebiliyordu; Ölüm Yiyenler bu engeli aşabilecek miydi?

Harry bu sorunun cevabını bulabilmek için mantığını kullandı; kafasında Sirius, Remus, Ron ve Hermione ile Şamarcı Söğütte yaşadıklarını tekrar canlandırdı: Şahgaga’nın infazının gerçekleştirileceği gün Macnair baltasını indirdiğinde ve darbenin sesini duyduklarında Şahgaga’nın öldüğünü düşünmüşlerdi. Sonrasında Harry Sirius’u Ruh Emicilerin elinden kurtarmaya çalışırken bilincini kaybetmiş ve hastane kanadında uyanmıştı. Geçmişe döndüklerinde ise tüm boşlukları kendileri doldurmuştu: gerçekte olayların gidişatını değiştiren zaman döndürücüyü kullanan Hermione ve kendisiydi. Şahgaga’yı kaçırmışlardı; Macnair baltasını meşe ağacına saplamıştı. Sirius ile Harry’yi kurtaran da Harry’nin kendi patronusuydu.

Eğer zaman döndürücünün tekrar çalışır halde ölüm yiyenlere geçmesi Voldemort’un hayata dönmesini sağlasaydı şu anda bambaşka bir gerçeklik içinde olacaklardı. Belki de Voldemort Hagrid’in kucağında Hogwarts’a taşınan Harry’nin ölü olmadığını bilecek, işini oracıkta bitirecekti. Ya da mürver asanın sadakatinin rakibine karşı olduğunu öğrendiğinden Hogwarts Savaşından kaçacak ve asayı ele geçirebilmek için plan yapacaktı. Harry zaman döndürücünün hala kullanılmamış olmasından dolayı rahatladı.

Ama ya yanılıyorsa, henüz zaman döndürücünün çizdiği yeni kader henüz onları etkilemediyse? Aklından Voldemort’un aslında ölmediği ve ona ölmüş olduğu izlenimini bırakabilmek için bir yerlere gizlendiği ihtimali geçti. Bu ihtimal, bu belirsizlik tüylerini ürpertti. Birileri tarafından izleniyormuş gibi çevresine bakındı. Olay yerinde yaptıkları araştırma sona erene kadar bu rahatsız edici duygudan kurtulamadı.

Yarım saat geçmişti ki Grines Deneysel büyüler Dairesindeki işinin bittiğini ilan etti. Tam o sırada her zamanki dinç ve keyifli halinin aksine son derece bitkin görünen Gawain Robards da odaya girdi, oflayıp poflayarak, “Hoş geldiniz. Şu karışıklığa bak…” dedi. Grines başını salladı, sanki yenilgiyi hazmedemiyormuş gibi, “Elimizde hiçbir şey yok, ne bir ipucu, ne de onları bulmak konusunda bir umut. Londra’da hatta İngiltere’de her yerde olabilirler.”

Robards merakla Kingsley’e baktı, “Onlara söyledin mi?”

Grines ile Harry aynı anda kafasını Robards’a çevirdi, “Bize neyi söyleyecekti?”

Kingsley’in elleri çenesindeydi, son derece düşünceliydi; “Doğru zamanı bekliyordum…” duraksadı; “Arcanus, Harry…”

İkisinin de bakışları gözlerini yere diken Kingsley’in üzerindeydi; Bakan sanki söyleyeceklerini düzene koymaya çalışıyordu, “Bilmeniz gereken bir şey daha var.”

Grines gözlerini Bakana, Hogwarts’tan beri dostu olan adama dikti. Bakışlarında karanlık bir yan vardı.

Kingsley odadaki seherbazlara seslendi: “Beyler, bir süre izin verir misiniz?”

Robards’ın peşinden odaya girmiş olan Proudfoot ve Maxwell kafalarını kaldırıp ona bir an yorgun gözlerle baktılar, ardından kapıdan çıktılar. Köşede devrilen kitaplığı incelemekle meşgul olan bir başka seherbaz da onları takip etti.

Kingsley artık baş başa kaldıklarından emin olunca, “Beni takip edin,” dedi.

Az önce üçüncü Seherbazın incelemekle olduğu kitaplığa doğru yürüdü.  Odanın doğu yönünde bir zamanlar hortkuluklardan arta kalanların tutulduğu camekanlar tuzla buz olmuştu ve cam parçaları her yerdeydi. Kingsley asasını zemine doğrulttu ve büyülü sözleri fısıldadı. Birkaç saniye içinde ortaya bir geçit çıktı ve çerçevesi cılız bir ışıkla aydınlandı.

“Bu geçit…” diye fısıldadı Grines.

Kingsley huzursuzca, “Evet, burnumuzun dibinde, bu geceye kadar varlığından haberdar olmadığımız bir geçit… Sonunda ne olduğunu görene dek bekleyin,” dedi.

Harry ile Grines birbirlerine baktılar. Sonra da gözlerinin önünde beliren karanlık merdivenlerden inmekle meşgul olan Kingsley’i takip ettiler. Robards da hemen arkalarındaydı, “Lumos Maxima!”

Kingsley’in asası, karanlık ve nemli bir mahzeni aydınlatıyordu. Küf kokusu burunlarına doldu, çizmeleri su birikintilerine girdi. Etrafları ıvır zıvırla doluydu, ıslanmış, lekeli parşömenler, büyülenmiş tekinsiz nesneler vardı.

Kingsley, “Wimple’ın gizli ajandası, ne hırs ama? Teker teker inceleyemedik ama yasa dışı pek çok şey istiflemiş burada…”

Robards onayladı, “Burada hayatta olsaydı onu Azkaban’da uzun yıllar yatıracak nesneler var.”

Harry yıpranmış, kırık bir kafatasına bakarken ikisine hak verdi ve kafatasının buraya neden, nasıl geldiğini merak etti. Yürürken tavandan sarkan kara gölgelerden biri yüzüne değdi, ne olduğuna bakmak için kafasını kaldırdığında hemen pişman oldu. Kurutulmuş yarasaydı bunlar.

“Bekleyin daha…”

Kingsley asasını ileriye, tam karşıya tuttu. Duvarlara yansıyan ışık, gömme dolapların kapaklarını aydınlattı. Hepsi son derece eski ve paslıydı. Harry yakınındaki kapaklardan birinin koluna elini uzattı.

Kingsley onu durdurdu. Aynı anda kapak titremeye başladı ve yerlerinden sıçramalarına sebep oldu. Bir şey içinden çıkmaya çalışıyordu sanki.

“Orada bir böcürt var. Aslında dolapların neredeyse hepsinde farklı bir tuzak ve yanıltma var. Biri hariç… Görmenizi istediğimiz şey bunun içinde.”

Elini en alt sırada, ortadaki kapağın koluna doladı ve durdu. Harry beklentiyle ona bakıyordu.

Kingsley sanki ikisini görecekleri şeye hazırlamak istermiş gibiydi, “Hogwarts Savaşından sonra hatırlarsan…” Grines’e baktı, “Lord Voldemort’un cesedinin akıbetinin ne olacağı konusunu uzun süre tartışmıştık.”

Harry’nin gözleri büyüdü, “Olamaz…” Konuşmanın nereye gideceğini anlamıştı. Kingsley sanki onu duymamış gibiydi. Grines onun gözlerinin içine bakarak “Ve neredeyse oy birliğiyle yakılmasına karar vermiştik,” dedi. Elini şaşkınlıkla alnına götürdü,  “Ama bu yapılmadı öyle değil mi?”

“Hayır yapılmamış. Wimple herkesin bunun yapıldığına inanmasına izin vermiş,” diye yanıt verdi Kingsley.

Harry büyük bir öfkeyle, “Neden?” diye bağırdı. Aynı anda Arcanus Grines de benzer bir isyan anı yaşıyordu, “Merlin Aşkına!”

Kingsley onların bu tavrına rağmen sükunetini koruyarak, “Bu odayı, içindekileri ve dolabı ilk gördüğümde aynı tepkiyi ben de verdim. Yakılan Voldemort’un cesedi değildi. Konor’un külleri incelemesine izin verirsek eminim ki aynı şeyi söyleyecektir. Tabi bunun için pek hevesli değilim.”

Harry, “O zaman bu kutuda…” diye söze başladı, kelimeler boğazına takıldı.

Kingsley başını salladı, “Evet, onun cesedi var, Lord Voldemort’un… Nott ile Lestrange bu geçidi açmış olmasa asla bulamayacak ve bilemeyecektik. Seherbaz Maxwell buraya girdi, ama dolabın içindekileri görmedi. Bu sır şu an için bu odadaki dört kişinin arasında…”

Bir an duraksadı ve sözlerine devam etti, “Onlara cesedin varlığını söyleyenin Pullman olduğunu düşünüyorum. Wimple sapkın deneylerini sürdürürken onun sırrına ortak oldu ve Ölüm Yiyenleri burada yatan hazine konusunda bilgilendirdi. Eğer Williamson Deneysel Büyüler Dairesi’ne girildiğini anlayıp müdahale etmeseydi cesedi götürmeye planladıklarını düşünüyorum.”

Grines atıldı, “Artık şu cesedi görelim…”

Kingsley kuşkuyla kaşını kaldırdı, “Emin misin?”

“Görmeliyiz…” Grines kararlıydı.

Harry çok istekli olmamakla beraber içten içe Voldemort’un yüzünü tekrar görmenin ona kendisini nasıl hissettireceğini merak ediyordu. Bitmeyen bir kabusun getirdiği bıkkınlık mı? Yoksa her şeyin aslında bitmiş olduğunu bilmenin huzur mu? Dumbledore bu sorunun yanıtını biliyordu tabi, ölümde bilinmezlik dışında korkutucu bir yan yoktu.

Kingsley ağır ağır kapağı açtı, kutunun içinden cam bir akvaryum çıktı. İçinde yeşil renkte, ince bir köpük tabakasıyla sarılmış berrak bir iksir vardı ve kutu sallandıkça dalgalanıyordu. Kutu dolaptan çıktığında önce Lord Voldemort’un balmumunu andıran bulanık yılanımsı yüzü, sonra vücudunun belden yukarı kısmı ortaya çıktı. Ağzı hafifçe aralıktı, uyuyor gibiydi. Ama yarık şeklindeki iki burun deliğinde hiçbir hareket sezilmiyordu. O kadar iyi muhafaza edilmişti ki Harry onun gözlerini açıp, yılanımsı kızıl göz bebeklerinin ona bakarak esir almasına şaşırmazdı.

Kingsley “Bu iksir özel bir karışım, bedeni mükemmele yakın korumuş. Konor’dan incelemesini isteyeceğim,” dedi.

Grines cesede büyük bir nefret ve hor görüyle bakıyordu. Harry adamın hissettiği kinin neredeyse zangır zangır titremesine sebep olduğunu fark etti.

Kingsley cesedi saklayan bölmenin hemen yanındaki kapağı da açtı, ortaya dikdörtgen şeklinde buzdan bir kütle çıktı. Buz kütlenin bir kısmı erimiş, ufacık delikten bir kumaş parçası fırlamıştı.

Grines kaşlarını çattı, “Cüppe de gayet iyi durumda.”

Onlar cüppeyle ilgilenirken Harry tekrar Lord Voldemort’a kaçamak bir bakış attı. O haldeyken Sihir Toplumunda terör estiren bir caniye benzemiyordu. Düşündü, aslında önündeki beden bir kabuktu, bir zamanlar zalim bir ruhun taşıyıcısıydı. Önemli olan dışında nasıl göründüğü değildi, içinde neler gizlediğiydi. Beden, ruhu yokken değersiz ve anlamsızdı. “Peki, şimdi ne olacak?” diye sordu istemsizce.

Ona yanıt veren Kingsley oldu,  “Yakacağız…” Bakışları teker teker tüm yüzlerde dolaştı. Voldemort’un cesedinin yok edilmesi için aylar önce emir verilmişti. Ama bu gerçeğe rağmen Grines de dahil olmak üzere hiç kimse bu yanıtı beklemiyor gibiydi. En azından bu kadar çabuk yapılmasını…

“Bu kararı almamızın sebebi, onun Büyücülük Dünyasındaki izlerini silebilmekti. Müritlerinin ya da ona sempati duyanların onu bir sembol haline getirip putlaştırmasını, etrafında toplanmasını engellemekti. Voldemort’a dair her şey yok olmalı.”

Robards onu onayladı, Grines de…

Kingsley tatmin olmuştu, sakince, “Bu iş bu odadan dışarı çıkmamalı. İnsanların onun peşine düşmesini göze alamayız. Harry?”

Herkes Harry’ye baktı. Birkaç saniye sonra, Harry hiçbir şey söylemeden, kararlı bir şekilde asasını çıkardı. Sessiz bir anlaşma yapılmıştı sanki aralarında. Bedeni yok etmek, ruhu yok edenin hakkıydı. Kimse itiraz etmedi, anlaşma sürdü.

Sadece bir kabuk, dedi içinden. Ruhsuz bir beden, bir kalıntı, deri ve et yığını…

Voldemort’un gözleri açılacak gibiydi, sanki ona doğru atılıp elindeki asaya vurarak düşürecekti.

Sana nasıl düello edileceğini öğrettiler mi Potter? Kırmızı gözler karanlıkta parıldıyordu.

Voldemort’un sesi aklında mı yankılanıyordu? Yoksa ceset konuşuyor muydu? Onu yakmak tekinsiz göründü Harry’ye, sanki yapmaması gereken bir şeymiş gibi, bir cinayet işleyecekmiş gibi. Ama bir yandan da Kingsley’in ne demek istediğini yavaş yavaş kavrıyordu. Ölüm Yiyenler Voldemort için geri dönecekti. Buna cesaret ederler miydi? Eh, Bakanlık’a bir defa girmeye cesaret etmişlerdi. İşin ucunda böyle bir ödül olduğunda kendilerini dizginleyeceklerini sanmıyordu.

Harry asasını kaldırdı, duraksadı, Grines “İstersen…” diye söze başladı ama Harry sessizce kafasını iki yana salladı.

Bana çok sık, çok uzun süre sıkıntı verdin. AVADA KEDAVRA!

Voldemort’un sesi son defa kafasının içinde yankılandı. Harry yapılması gerekeni yapmak için ağzını açtı, “INCENDIO!”

Asasının ucundan oluk oluk alevler Voldemort’un cesedine döküldü ve anında vücudunu sardı. Kingsley, Robards ve Grines geriye adım attılar. Cesedi muhafaza etmeye yarayan iksir her neden oluşuyorsa alevleri güçlendiriyor gibiydi. Cesetle beraber sıvı da alev almıştı.

Voldemort şeklini kaybetmeye başladı, derisi yavaşça erirken ilk önce yüz hatları kayboldu. Sonra vücudu küçülmeye başladı. Birkaç saniye sonra alevler kendi kendine söndüğünde küller hafif hafif yanmakta olan iksirin dibine çökmüştü. Geriye ne kan ne de kemik kalmıştı.

Harry asasını indirdi, Grines elini omzuna koydu. Harry arkasını döndü ve gerisin geri merdivenlere doğru yürümeye başladı. Arkasından seslenen olmadı.

*  *  *

Harry, Grimmauld Meydanı’nda endişeyle bekleyen Hermione’nin yanına döndüğünde saat gece yarısını çoktan geçmişti. Sirius onu kapıda karşıladı ve mutfağa geçene kadar havlayarak bacaklarının etrafında dolanıp durdu. Harry beş dakikada bir saatine bakan Hermione’ye Azkaban’da geçirdikleri günün ve sonrasında olanların belki yarısını anlatmıştı ki bu defa Ron geri döndü, Hermione koşarak onun boynuna atıldı.

Ron yorgun ama halinden memnun bir ifadeyle, “Eh, her defasında böyle karşılanacaksam biraz fazla mesaiye hayır demem doğrusu,” dedi.

Hermione gözyaşlarını zorlukla durdururken, “Buna çok alışma, arkandan geldim ama beni Bakanlık’a almadılar, meraktan öldüm.”

Ron sandalyelerden birine otururken, “Bu çok doğal,” dedi. “Seherbazlar dışında kimseyi almadılar. Herkes panik içindeydi. Sonuçta iki çalışan Bakanlık’ın ortasında öldürüldü.”

Harry hemen araya girdi, “Dahası da var.” Ron ile Hermione merakla ona doğru baktı.

Harry onlara Malfoy’un sorgusundan başlayarak her şeyi anlattı. Nott’un esrarlı sözlerini, Grines’in kuşkularını, Azkaban’daki mezarları, Ekrizdis’i, Borgin’in Nott ile karşılaşmasını ve sonunda Grines’in kuşkularının nasıl doğrulandığını…

Ron, Borgin ile ilgili iddiaları biliyordu, Knockturn Yolu’na gittiğinde yasak nesneleri keşfeden oydu ama Hermione anlatılanları ağzı açık dinledi.

“Pullman’ın bu kadar uzun süre ajanlık yapıp yakalanmamasına inanamıyorum.”

Harry bezgin bir tonla, “Kreacher öldürüldüğünde onun parmağı olduğunu anlamalıydım,” dedi. “Yurei ormanında bu ihtimal aklıma geldi, ama olan bitenin sınav olduğunu anladığımda üzerine çok fazla düşünmedim.”

Hermione büyük bir tedirginlikle, “Zaman döndürücü artık onların elinde yani…” dedi.

Harry onun duygularını paylaşıyordu: “Evet, bu iş beni endişelendiriyor.”

“Şu anda Lord Voldemort’un geri döndüğü falan yok, ama döndürücüyü çalıştırmayı başarırlarsa…” Hermione sustu.

Ron araya girdi, “Wimple çalışmayacağını tekrarlayıp duruyordu.”

Harry başını iki yana salladı, “Siz döndürücünün son halini görmediniz, Wimple üzerinde bayağı çalışmıştı. Ama iyi haber şu: Voldemort hayatta değil, bizzat şahidim.”

“Nasıl yani?” diye sordu Hermione, Ron da tek kaşı kalkmış, Harry’ye bakıyordu.

Onlara Wimple’ın gizli odasını anlattı, orada gördüklerini ve Lord Voldemort’un cesedini. Cesedi nasıl yaktığını anlattığında Hermione dehşet içinde elleriyle ağzını kapıyordu.

“Korkunç! Voldemort’un cesedi ha! Wimple Bunu nasıl yapar? Nasıl böyle bir yalanı söyleyebilir?”

Ron da en az onun kadar şaşkındı: “Eh bu beklenmedikti…”

Harry, “Evet, gördüm, onu yok ettim,” diye başladı söze. ”Ama bence bir önemi yok, içinde ruh olmayan bir bedendi gördüğüm. Özetle şu an için Voldemort konusunda rahat olabiliriz.”

Hermione kendisini toparlamıştı, “Evet, bence de… Zaten hayatta olsaydı kaderimiz şimdiye dek çoktan değişmiş olurdu… Peki ya o heykel? Neden bu kadar önemli acaba?”

Olanları bir süre daha tartıştılar. Ron’un ağzı yırtılırcasına esnemeye başlaması üzerine yataklarına girdiklerinde günün ilk ışıkları perdelerin arasından içeri sızıyordu. Pikenin altına girdiğinde Harry’nin vücudu minnetle gevşedi.

Ama sabah onları büyük sorunlar bekliyordu.

Bakanlık’ın göbeğinde işlenen çifte cinayet gündeme bomba gibi düşmüştü. Rita Skeeter, Kingsley’in açıklamalarını manşetten çatlayıp kan sızdıran bir Bakanlık Logosu eşliğinde vermişti, attığı başlık şu şekildeydi: KINGSLEY’İN DÜZENİ ÇÖKÜYOR. Haberin büyük bir kısmı da klasik Rita Skeeter imaları ve sert eleştirileriyle doluydu:

Büyücü toplumu Kim Olduğunu Bilirsin Sen yok edildiğinde artık barış ve huzur içinde yaşayacağını düşündüyse de görünüşe göre yer cücelerine Quidditch öğretmeye çalışan Barnabas Stultus gibi feci halde yanıldı. Çünkü Kingsley Shacklebolt’un Nott ve Rodolphus Lestrange’in Hogwarts arazisinde kirişi kırmasıyla iksir sızdırmaya başlayan kazanı, Diagon Yolu soygunuyla çatladı, Potter’ın ev cininin öldürülmesiyle delindi ve son olarak dün gece geç saatlerde ölüm yiyenlere katıldığı anlaşılan Theodore Pullman ile Gilbert Wimple’ı öldürmesiyle paramparça oldu. Bakan, sihrin kalesinde gerçekleşen bu olay hakkında, Bakanlık Sözcübüyücüsünün acılı büyücü ailelerine ilettiği taziyeden daha kayda değer bir açıklama yapmazken toplum refahını korumakla yükümlü Gawain Robards’ın olayın üzerine Bakanlık’a meşe şarabının etkisinde körkütük sarhoş halde geldiği iddialarına da açıklık getirmedi. Shacklebolt’un Bakanlık’ın göbeğinde çöreklenmiş hainin varlığını fark etmemiş olan Gawain Robards’ı görevden alıp almayacağını ya da bizzat istifa edip etmeyeceğini zaman gösterecek.

Atrium’daki Gelecek Postası kioskunun önünde eğilip 5 knut bırakan Ron nefretle, “Bu kadın…” diye söze başladı tükürür gibi, uygun bir hakaret bulamayınca “…şartlı tahliye edilmemiş miydi? Bakan Kingsley bu pislikleri yazmasına nasıl izin verir?” diye söylendi.

Hermione, “Kingsley belli ki apaçık bir iftira ya da hakaret içermediği sürece Rita’ya karışmak niyetinde değil. Bunu yaparsa Scrimgeour ya da Fudge’dan hiçbir farkımızın kalmayacağını düşünüyor olmalı. Haklı da,” dedi.

Harry de Ron’un elindeki gazetede ilgili haberde göz gezdirdiğinde gerçekten de hakaret sayılacak bir şey bulamadı. Sadece Robards ile ilgili iddialar vardı o kadar. Biraz da bu duruma sinirlenerek, “İşin kötüsü Rita çok da haksız değil, resmen hep beraber ayakta uyuduk,” dedi.

Ne Ron ne de Hermione bu söz üzerine herhangi bir yorum yapamadı.

Okuyucu yorumlarında da mutsuz ve huzursuz bir hava hakimdi. Doksan yedi yaşında olduğunu ama Fudge rejiminde Azkaban’dan yaşanan toplu kaçıştan beri bu kadar büyük bir rezalet görmediğini iddia eden Phil Ponsonbye, Potter ve Weasley gibi çömezlerin kabul edildiği bir bürodan her türlü rezaletin beklenebileceğini söylüyor, “oldu olacak Hogwarts birinci yılda süpürgeye binebilen tüm öğrencileri büroya alın” diyordu.

Bu haberin hemen altındaysa savaş muhabiri Adkins Sapperton’un olayı detaylı bir şekilde anlatan haberi vardı. Girişten anlaşıldığı kadarıyla Elwyn Baines’ten Williamson’un yaralı olduğunu uyuduğunu ve onunla konuşamayacağını öğrenmiş ama bu durum onu durdurmamıştı. Odayı koruyan tılsımları alt ederek bulduğu bir testralle pencereden girmişti. Ama Williamson olayı neredeyse hiç hatırlamadığından odada bekleyen Seherbazdan öğrendikleriyle yetinmek durumunda kalmıştı.

Harry görüşmeye başladıklarından beri ilk defa Elwyn’in adının bir yerde geçmesinin onu heyecanlandırmadığını fark etti. Tam tersine bir süredir Luna’nın Grimmauld Meydanı’nda kutlama yaparken söyledikleri kafasında dönüp duruyordu.

 

Aslında Ginny de gelmeyi çok istiyordu.

Ama muhtemelen Harry Elwyn ile olduğu için gelmedi. 

Bence senden hala hoşlanıyor.

 

Luna ve onun rahatsız edici doğruculuğu…

Harry Luna’nın yalan söylediğine daha önce hiç şahit olmamıştı. Ginny onun Hogwarts’taki belki en iyi dostuydu ama onları barıştırmak için dahi olsa bunları uydurmuş olabileceğini hayal edemiyordu. Acaba Harry onunla John Beresford arasında olanları yanlış mı yorumlamıştı? John Beresford’un Ginny ile yakınlaşmaya itiraz etmeyeceğini adı gibi bilse de bunun için Ginny’yi suçlayabilir miydi? Öte yandan kendisiyle Elwyn konusunda Ginny’nin şikayet etmeye hakkı vardı. Kreacher öldürüldüğünde Harry’nin hayatı için endişelenerek Grimmauld Meydanı’na gelmiş ve onu Elwyn ile görmüştü. Harry bunları düşündüğünde büyük bir suçluluk duydu. Ama olanları nasıl düzelteceğini de bilmiyordu. Belki son üç yıldır kim bilir kaçıncı defa kendi kendine Keşke Sirius hayatta olsaydı dedi.

Kingsley Shacklebolt gerçekten de Hermione’nin söylediği gibi Rita Skeeter’ı suçlamak yerine hatayı kendisinde aramayı tercih etmiş ve Gelecek Postası’nın yayın politikasına müdahale etmemişti. Bakanlık’ta sıkıyönetim ilan edilmiş, giriş ve çıkışlarda kontroller artırılmıştı. Pullman’ın hain olduğunun ortaya çıkmasının ardından herkes etrafına kuşkuyla bakıyordu. Mr Weasley, Ron ve Harry’ye birçok çalışanın birbirini temelsiz iddialarda bulunarak ihbar ettiğini anlattı.

“Sihir Bakanlığı’na kaosun hakim olduğunu inkar edemeyiz.”

Bunlar olurken Harry ve Ron’un saha görevleri de giderek artmaya başladı. Sadece Londra değil, Norfolk, Cambridge ve Brighton başta olmak üzere Nott ile Lestrange’in saklanma ihtimali bulunan her yer araştırılıyordu. Görgü şahitleri dinleniyor, sihir görmüş yerler inceleniyor, terk edilmiş şatolar ve malikaneler aranıyordu. Mayısın sonunda artık Bakanlık bir defa daha başarısız olduklarını, bu işin samanlıkta iğne aramaya benzediğini kabul etmek zorunda kaldı.

Kingsley ve Arcanus Grines muhtemelen bu başarısızlığın verdiği sorumluluk ve yetersizlik duygusuyla neredeyse her gece fazla mesai yapıyordu. Özellikle Grines fazlasıyla asabileşmişti, büroda gördüğü en ufak hatada parlıyor, hatanın sahibini azarlıyordu. Bu noktaya gelen tek kişi o değildi. Hermione de Feci Yorucu Büyücülük Seviyesi sınavları yüzünden strese girmişti; Haziran ayındaki ilk sınavlardan önce sık sık öfke krizine yakalanmaya başladı. Ayrıca Harry, Ron ve Hermione için önemli diğer tarihler de büyük bir hızla yaklaşıyordu: 19 Haziran’da Hogwarts’ta yapılacak mezuniyet töreni, bir de tabi ki Ron ve Hermione’nin 14 Ağustos için planlanan düğünleri…

Harry Hogwarts’ta yapılacak mezuniyet töreni konusunda da karışık duygular içindeydi, bir yanı John Beresford’a haddini bildirmek için sabırsızlanırken, diğer yanı Ginny ile tekrar görüşeceği için endişeliydi. Zaman geçtikçe olanlar, yaşanan sorunlar gözünde küçülüyor, kırgınlığı azalıyordu. Tekrar görüşürlerse yelkenleri suya indireceğinden endişeleniyor, öte yandan bunun Elwyn’e de ciddi anlamda haksızlık olacağını düşünüyordu.

Elwyn belki de onun bu karmaşık hislerini fark ettiğinden aralarına mesafe koymuş, kendi kabuğuna çekilmiş gibiydi. Harry onu mezuniyet törenine davet ettiğinde isteksiz davrandı. Daveti kabul etmesi için Harry’nin Kingsley, Grines, Robards başta olmak üzere herkesin orada olacağını hatırlatarak ısrar etmesi gerekti. Ama bir yandan da Elwyn’in içinde bulunduğu bu durumun geçici olduğunu ve onun Hermione gibi yaklaşan sınavlar yüzünden bu halde olduğunu düşünerek biraz daha alttan almaya karar verdi.

Hermione, Mortimer Thornburn’den gerekli izinleri alıp Hogwarts’taki sınavlara girdiğinde evdeki gerilimin azalacağını düşünen Ron ondan daha çok sevindi. Her ne kadar Hermione Grimmauld Meydanı’na döndüğünde muhtemelen tüm derslerden kaldığını iddia etse de, Sıradan Büyücü Düzeyi sınavlarında da aynı şeyleri söyleyip neredeyse tüm derslerden Olağanüstü aldığını hatırlayan Ron ve Harry onu pek ciddiye almadılar. Sınav sonuçları ancak Haziranın üçüncü haftasında baykuş postasıyla ulaştırılacaktı, bir süre için en azından huzur içinde olacaklardı. Ya da en azından öyle umdular.

*  *  *

Haziran ayının ilk hafta sonunda, hem George Weasley’i ziyaret etmek, hem de mezuniyet töreninde giymek üzere kıyafet  almak için Diagon Yolu’na gittiler. Weasley Büyücü Şakaları, en az Noelde gördükleri kadar bakımsızdı. George Weasley bu defa üst katta değildi, Verity’nin onun nerede olduğuna dair hiçbir fikri yoktu. Dükkandan çıkıp Madam Malkin’e geçtiler.

İçerisi boş görünüyordu, henüz birkaç adım atmışlardı ki Madam Malkin cüppelerle dolu bir askılığın arkasından çıkarak onları karşıladı. Az sonra Hermione dev bir aynanın karşısında,  dizlerinin epeyce üzerine kadar çıkan kırmızı bir elbiseyi üzerine tutuyordu. İmalı bir şekilde:

“Elwyn Grimmauld Meydanı’na eskiye göre çok daha az gelmeye başladı, aranızda sorun mu var Harry?” diye sordu, sözünü bitirir bitirmez yerinden sıçradı, “Ron ne yapıyorsun?”

Ron Hermione’nin elindeki elbisenin eteklerini tutmuştu, “Bu elbisenin tamamı bu mu? Bu kadar mı yani?”

Harry, “Ortada bir şey yok, sadece Kıdemli Şifacı Sınavları yaklaşıyor ve bu aralar hayat onun için biraz zor.”

Ron onları duymamış gibi, “Yani teknik olarak şu alt kısımda biraz daha olmalı gibi,” derken elini açarak eteğin bittiği yere tuttu.

Hermione sabrının tükenmekte olduğuna işaret eden sert bir bakışla elbiseyi yeniden Ron’un elinden çekip aldı ve üzerine tuttu. Madam Malkin bu modelin siyah, işlemeli bir kemerle harika görüneceğini söyledi.

“Aslında daha ziyade vaktinin çoğunu Bakanlık’ta geçiriyor gibi. Ayrıca gün geçtikçe daha solgun görünüyor, acaba hasta mı?”

Ron o sırada tepeden tırnağa kapalı, ayak bileklerine kadar inen yine siyah bir elbiseyi Hermione’ye uzattı, “Buna ne dersin?”

Harry, “Sana söyledim ya. Hem Bakanlık’ta sorumlulukları var hem St Mungo’da. Bu yüzden çok bölünüyor, yoruluyor.”

Hermione Ron’un uzattığı elbiseye bir an baktı, “Ron ilk cenazeye bu elbiseyle gideceğime söz veriyorum.” Sözlerine devam etti, “Bu arada sende de gariplik var.”

Harry elinden geldiğince şaşkın göstermeye çalıştığı bir yüz ifadesiyle, “Öyle mi?” dedi. Aslında kafasının ne kadar karışık olduğunu kimsenin anlamadığını ummuştu.

Bu defa yavruağzı, askılı, sırtı örgülü ve fiyonklu bir elbiseyi inceleyen Hermione, “Evet, ortalıkta hayalet gibi dolaşıyorsun. Çoğu zaman çok düşüncelisin ve her defasında ne kadar düşünceli olduğunu fark edip etmediğimizi görmek için çaktırmadan bizi gözlüyorsun.”

Harry ekşi ekşi, “Bakanlık’ta burnumuzun ucunda iki kişi öldüğü için olabilir mi?” diye sordu.

Ron Hermione’ye bakarak, “Kovuk’ta bundan daha büyük sofra bezleri var,” dedi.

Hermione Ron’a inat elbiseyi daha alıcı gözle incelerken, “Ya da Luna Grimmauld Meydanı’nda Ginny’nin de kutlamaya gelmek istediğini ve seni özlediğini söylediği için olabilir mi?”

Harry, tamtamlar çalan kalbi tüm varlığıyla aksini söylese de kendi kulağına dahi çok yapmacık gelen bir sinirle söylendi: “Şu anda Ginny’yi düşünecek durumda değilim. Artık başka bir şeyden bahsedebilir miyiz?”

Ron mutfak perdesini andıran kahverengi bir elbiseyi işaret ederek, “Aynı renkte bir cüppe alırım. Uyumlu oluruz,” diyerek son bir defa şansını denedi.

Hermione yavruağzı elbiseyi aldı, Madam Malkin’e “Bunu denemek istiyorum,” diyerek Ron’u hiç duymamış gibi kabinlerden birine doğru yürüdü ve kapıyı biraz sert çaptı. Harry ayağa kalkarak kucağındaki cüppeyi sırtına geçirdi ve bu defa o, aynada kendisini incelemeye başladı. Ron’a bakarak sırıttı, “Eh, en azından denedin,” dedi.

Ron huysuz huysuz, “Buna denemek denirse tabi…”

“Baloda Hagrid’i tekrar görmek harika olacak. Neler yapıyor acaba?” diye sordu Harry.

Hermione’nin nefes nefese sesi ta kabinden onlara kadar geldi, “Profesör McGonagall derslerde iyi olduğunu söylüyor. Tabi okulun yarısını yıkmakta olduğunu görmezden gelirseniz. “

Ron, “Umarım Grawp’u da ziyaret etmemiz gerekmez,” dedi. “O da Hogwarts’a başlarsa McGonagall bu defa okulu kesin kapatır.”

Kabinden büyük bir gürültü yükseldi, “Hay aksi! Reparo!” Hermione, “Buna vaktimiz olacağını pek sanmam,” dedi. “Program çok yüklü, Hogsmeade’te de oyalanabileceğimizi pek sanmıyorum.”

Bu sözlerin ardından kabinden çıkarak yanlarına geldi. Onu gören Ron’un gözleri adeta yuvasından fırladı. Kendisini topladığında, “Baloda bunu giyersen baykuş gribi olacağını garanti ederim,” dedi.

Hermione bir an ona bakıp başını iki yana salladı, sonra da aynanın karşısında elbisenin nasıl durduğuna baktı. Gördüğünden memnun olmuş olacak başını beğeniyle salladı.

“Hogwarts mezuniyetlerinde pek çok gelenek vardır. Quidditch maçı, müzik, eğlence. Herkes sarhoş olduğunda da kayıkhaneden Hogsmeade’e geçilir ve eğlence Hogwarts ekspresinde devam eder…”

Ron tek kaşını kaldırıp, “Bunları nereden biliyorsun?” diye sordu.

Hermione sırtını aynaya dönerek belindeki örgü ve fiyongu düzeltti, “Hogwarts: Bir Tarih. Sekiz yüz yirmi altıncı bölüm: Hogwarts’ta aşırılıklar atlası. Bir defasında ateş viskisiyle dolu bir havuzda yüzmüşler. Ertesi sabah mezuniyeti kimse hatırlamıyormuş. Bir başka yıl Hogwarts Ekspresini raydan çıkarmışlar. Bu sonuncusu 1988 Mezuniyet kutlamasında Astronomi Kulesinin yıkılmasından sonra en büyük olay sayılıyor.”

Ron sırıttı, “Bu gece cidden çok şey vadediyor gibi…”

Hermione: “Ben yine de ertesi gün neler olduğunu hatırlamak isterim. Bunu alacağım Madam Malkin,” dedi, aynada kendisine bakarken. Bunun üzerine Ron’un suratı tekrar asıldı.

Kadın memnuniyetle, “Enfes bir seçim,” dedi, avuçlarını birleştirerek.

Hermione’nin ardından Harry, sonra da Ron kendi cüppelerini satın aldılar. Madam Malkin onlar giderken kapıya kadar eşlik etti ve arkalarından yerlere kadar eğildi.

Grimmauld Meydanı’nda zaman su gibi aktı.

Mezuniyet partisine sayılı günler kala, düğün hazırlıklarını sürdüren Ron ile Hermione geçici bir süre için Kovuk’a yerleştiler; Bakanlık’ta olmadıkları neredeyse her dakikayı Mrs Weasley ile eksiklikleri gidermek için harcıyorlardı. Onların yokluğu Harry’ye yalnız hissettiriyordu ama tüm gün davetli listesi, davetiyeler, düğün dansı, süslemeler ve giydirmeler gibi konuları tartışan Ron ile Hermione’nin yanında olmanın tek başına olmaktan pek de farkı yoktu.

Harry Grimmauld Meydanı’ndaki yalnız gecelerden birinde Gryffindor yatakhanesinde başlayan rüyayı üçüncü defa gördü.

Rüyada bilinci yerine geldiğinde, yine karşısında, yatakta doğrulmuş kendisini izleyen Peter Pettigrew vardı. Peter ona St Mungo’nun beyaz fayanslarla döşenmiş koridorunda eşlik etti ama bu defa Mrs Trelawney ile sohbet eden Rodolphus Lestrange’ti. Hastane odalarından birinde Elwyn ona doğru eğilmiş, kulağına bir şeyler fısıldıyordu. Konuşması bittiğinde Harry’nin gözleri, kulakları ve ağzından kan gelmeye başladı. Odanın tavan ile duvarlarının birleştiği noktadan yükselen bir gölge, ürkütücü bir ağaçtan çıkıp ona saldıran örümceğin üzerine çöktü. Sonra da Harry ile beraber koridorda süzülürken, karşılarında beliren malikaneden yollanan bir lanet ile havada dağıldı.

Harry gözlerini açtığında güneş ışığı pencereden içeri süzülüyordu. Bakanlık’a gitmek için henüz erkendi ama artık kafasındaki soruların cevaplanması da şarttı. Bu yüzden henüz boş görünen Atrium’a varır varmaz ilk işi, karşısına çıkan ilk Seherbaz’a, Maxwell’e Bakan Kingsley’in nerede olduğunu sormak oldu. Maxwell, Bakan’ın henüz gelmediğini, doğrudan St Mungo’da Williamson’u ziyarete gideceğini ve öğle saatlerine kadar dönemeyeceğini söyledi. Harry bunun üzerine doğrudan Arcanus Grines’in odasına yollandı ve kapıyı çaldı.

Grines’in tok sesi içeri girmesini söyledi. Harry söyleneni yapıp kapıyı arkasından kapadı ve Grines’in kitaplarla dolu odasında, masanın hemen önündeki koltuğa doğru yürüdü. Grines sadece Büyücü yazımı kitaplarla değil, muggle edebiyatı ve felsefesiyle de ilgileniyordu. Gelenin Harry olduğunu anladığında elindeki kitabı bıraktı, “Potter? Bu sürprizi neye borçluyum?” Harry kapağı kapanan kitabın adını zorlukla görebildi: Varlık ve Hiçlik.

“Size danışmak istediğim bir konu var,” diye başladı söze. “Gördüğüm bir rüya, aslında rüyalar hakkında.”

Grines kaşlarını çatarak ona baktı, “Anlat bakalım, nasıl rüyalar bunlar?”

Harry aylar önce Umbridge’in duruşmasından döndükleri gece gördüğü ilkinden başlayarak sırasıyla üç rüyayı da hafızasının ele verdiği kadar detaylı bir şekilde anlattı. Sözlerini bitirdiğinde Grines’in yüzünde düşünceli bir ifade belirdi.

“Bütün bunlar ne anlama geliyor? Bugüne dek yara izimin acıması, kehanet, Lord Voldemort’un zihni ile kurduğum bağ… Hiçbirinin boşuna olmadığı ortaya çıktı. Bu rüyaların da bir sebebi olmalı. Ama Voldemort gitti. Anlamıyorum…” Harry başını iki yana salladı.

Grines ayağa kalkarak sahte Londra manzarasının göründüğü pencereye doğru yürüdü, güneş bulutlar arasında yüzünü bir gösterip, bir kayboluyordu.

“Gördüklerinin sadece bir rüya olmadığı ve farklı anlamlar taşıdığı konusunda hemfikiriz Potter,” dedi ve duraksadı, “Yurei ormanında bulduğun kitaplıktaki ipucunu hatırladın mı?”

Harry başını salladı, “Kader Kitabının içindekini kastediyorsunuz.”

Grines derin bir nefes aldı, “Doğru… Anlattıklarından çıkardığım kadarıyla temeli aynı olmak üzere yan roldeki insanların ve davranışların değiştiği rüyalar gördün.”

Tam anlamıyla olan buydu, Harry onun söylediklerini doğruladı.

“Muggle’lar rüyaların gün içerisinde yaşanan olayların bilinçaltına etki etmesiyle görülen hayaller olduğunu düşünür.”

“Siz ne düşünüyorsunuz?” diye sordu Harry merakla.

“Seninkilerin sıradan rüyalar olmadıklarını. Ya aslen bir yapbozun rastgele birleşen parçaları değil de senin çizdiğin kaderini anlatan sahnelerse bunlar?”

Harry kaşlarını çattı, “Demek istediğinizi tam anlamıyla anlamadım? Ayrıca bu söylediklerinizin Kader Kitabıyla ne ilgisi var?”

Grines boğazını temizledi, “Demek istediğim şu, ya gördüğün rüya aslında bir nevi Kader Kitabınsa? Ya rüyalarında gerçekleşen olaylar aldığın kararlar ve diğer yaşananlara göre değişiyorsa?”

Harry bu teoriye hemen tepki vermedi. Sonra Grines’in söylediklerinin gayet mümkün olduğunu düşündü ve hafızasını kurcaladığında bazı detayları yakalamayı başardı. İlk gördüğü rüyada bir ağaç yoktu, ağaç ve dalların sakladığı karanlıkta beliren sarı gözler sonradan ortaya çıkmıştı. Gölge… Malikane… İlk gördüğü rüyada Elwyn de yoktu. Elwyn Hogwarts’taki açılışta yüz yüze tanıştıklarında rüyalarına dahil olmuştu. John Beresford için de aynı şey geçerliydi. Bunları düşününce Grines’in iddiası tutarlı görünüyordu.

“Söylediklerinizin doğru olduğunu varsayarsak, bu gördüklerim…”

Grines onun sözlerini tamamladı, “Belki de geleceğindir.” Ellerini kaldırıp onu durdurdu, “Ama şunu unutma, ben ne bir Sihir Kuramcısıyım, ne de kehanetler konusunda da bir uzman. Ama hissettiğim şu…”

Yeniden koltuğuna oturdu ve Harry’ye baktı, “Bugüne dek Karanlık Lord ile senin hakkındaki kehanetin doğrulandığını ve o senin elinde öldüğü için her şeyin bittiğini düşündük. Bu yeni ortaya çıkan durum bana senin geleceğini bağlayan başka bir kehanetin olduğunu düşündürdü. Ailende hiç görücü var mıydı?”

Harry aynı soruyu ona yıllar önce Profesör Trelawney’in de sorduğunu hatırlıyordu. Bu sorunun da cevabı aynıydı: Hayır, ailesinde görücü yoktu. Bunu Grines’e de söyledi.

Grines bu detayın çok da önemi olmadığını düşünüyordu. Ama bu teori üzerine düşündükçe Harry’nin kafasını kurcalayan farklı şeyler ortaya çıktı.

”Gördüğüm rüyalar bir kehanetse ve sürekli değişiyorsa neden Peter Pettigrew’u görüyorum? O öldü, hatta öleli çok uzun zaman oldu.”

Grines gözlerini ona dikti ve hafifçe kafasını salladı, “Aslında bu konuda da bir fikrim var, Harry.”

Ona doğru uzandı, “Hogwarts’ta uyanıyorsun, çünkü gerçek Harry Potter’ın ya da büyücü toplumunun deyişiyle Seçilmiş Çocuk’un orataya çıkışı Hogwarts’ta, senin yetkinliklerini tam anlamıyla yansıtan Gryffindor binasıyla oldu. Bu mihenk taşından önce muggle dünyasında sıradan biriydin.”

Harry’nin söylediklerini sindirmesini bekledi, kısa bir es verdikten sonra devam etti. “Sana yol gösteren Peter Pettigrew’a dönelim. O da bir Gryffindor’du. Belki de burada önemli olan Peter’ın ölümden dönmesi değil kim olduğu ya da ne ifade ettiğidir…”

Harry onu pür dikkat dinliyordu, Grines sözlerine devam etti, “Anlatılana göre iki farklı Peter Pettigrew vardı: Sirius Black, James Potter ve Remus Lupin’in dostu olan yeni yetme bir çocuk. Son anlarında can borcunu ödemek isteyen, merhamet eden ve bu yüzden ölen bir büyücü. Diğeri ise zayıf ve ihtiraslı. Daha güçlü büyücülerin yanında olan, karanlık tarafa hizmet eden. Sana yol gösteren Pettigrew’un eli gerçek miydi? Yoksa Voldemort’un Little Hangleton’da ona verdiği eli mi gördün?”

Harry Grines’in yakaladığı bu detayı içten içe takdir etmekten kendini alamadı, “Eli yerli yerindeydi,” diye cevap verdi.

Grines, “Bu durumda sana iyi Peter’ın yol gösterdiğini düşünebiliriz. İçinde muhafaza ettiğin Hortkuluk sende yılan dili konuşan karanlık bir kişi oluşturdu, sen ise daima iyi yanına boyun eğdin, Peter da senin iyi yanlarını ifade ediyor.”

Grines sözlerine devam etti:

“Draco Malfoy’un Beresford’a ve sonunda Lestrange’e, Firenze’nin Trelawney’e dönüşmesinin de boşuna olmadığını düşünüyorum. Anladığım kadarıyla Malfoy ile Beresford ve son rüyandaki Lestrage senin düşmanların. Firenze ve Trelawney’in ortak noktası ise kader ve kehanetler. Bu tek bir anlama geliyor olabilir: Az önce de söylediğim gibi senin kaderini düşmanlarına bağlayan bir başka kehanetin var olduğu.”

Harry genel olarak Grines’in söylediklerinde tutarlı noktalar olduğunu düşünse de tereddüt ediyordu, “Bu mümkün değil. Benimle Lestrange’i birbirine bağlayan nasıl bir kehanet olabilir?”

Grines bu defa bakışlarını yere indirdi, “Bunlar sadece bir tahmin Harry. İşin gerçeği çok feci bir şekilde yanılıyor da olabilirim. Zaten bahsettiklerimin dışındaki detaylara anlam veremiyorum. Malikanedeki karaltı, ağaç ya da gördüğün akromantula…”

Bakışları kalktı, “Ya da gördüğün gölge…”

Bir sessizlik oldu, uzadı gitti.

Harry, “Dumbledore bana başka bir kehanetin varlığından söz etmemişti.” diyerek bozdu bu sessizliği…

Grines basitçe, “Bu kehanet o öldükten sonra ortaya çıkmış olabilir,” dedi.

Birbirlerine baktılar. Harry duyduklarını kafasında tarttı. En sonunda ayağa kalktı;

“Teşekkürler Mr Grines,” dedi. “Gerçekten aydınlatıcıydı.”

Harry kapıya yöneldi, Grines son sözünü o çıkarken söyledi:

“Bir şey değil Potter. Onları bulacağız, bulduğumuzda pek çok soru yanıtını bulacak. Bence sona çok yakınız.”

Harry Grines’in odasından tatmin olmuş bir şekilde çıktı ama açıkçası içinde bunun doğru olabileceğine dair çok kötü bir his vardı.

*  *  *

19 Haziran sabahı Grimmauld Meydanı’nda hareketlilik erken saatlerde başladı. Eve geri dönen Ron ile Harry uyandığında Hermione çoktan kalkmış ve hazırlıklara başlamıştı. Mezuniyet geleneklerinden biri olan Quidditch maçı gündüz oynanacaktı. Bu yüzden Hogwarts’a öğle saatlerinde gidecek ve üstlerini orada değiştireceklerdi. Kalan tüm hazırlıklar da Hogwarts’ta yapılacaktı. Bu yüzden Harry ve Ron Quidditch cüppeleriyle beraber resmi cüppelerini de çantalarına yerleştirdiler. Hermione’un saçı için kullanacağı iksir ve bileşenler çantada o kadar çok yer kaplıyordu ki neredeyse yasa dışı saptanamaz genişletme büyüsünü tekrar kullanacaktı.

Dedalus Diggle ve Hestia Jones eşliğinde Hogsmeade’e doğru yola çıktılar.

Birkaç saat içinde tekrar istasyondan şatoya giden kayıklara binmişlerdi. Aylar sonra tekrar Hogwarts’ı görmek üçünü de heyecanlandırdı. Karşısındaki manzara Harry’ye Elwyn ile ilk defa tanıştıkları günü hatırlattı. Revirde aralarında geçen konuşmaları hatırladığında acı acı tebessüm etti.

Avluya adım attıklarında bina renklerinden oluşan bir cümbüşün ortasında buldular kendilerini.

Dean Thomas’ın boynunda West Ham United’ın mavi – roze renklerini taşıyan bir kaşkol vardı ve en iyi arkadaşı olan Seamus Finnigan ile koyu bir sohbetin ortasındaydılar. Seçmen Şapka tarafından farklı binalara yollanmış olan Padma ve Parvati ikizleri de yan yana, bir kız grubunun tam ortasındaydı. Neville ile Hannah Abbott el ele tutuşurken bir yandan da yanlarında sandıklarını sürüklüyorlardı. Harry onları gördüğünde en iyi dostlarından biri olan Neville için yürekten sevindi.

Harry etrafına baktıkça tanıdık yüzlerle karşılaşıyordu. Ernest Macmillan, Anthony Goldstein, Michael Corner, Terry Boot… Yüzü bir buldog’a benzeyen Pansy Parkinson ile huysuz huysuz kollarını kavuşturmuş bir şekilde arkası dönük sarı-beyaz saçlı biriyle konuşan Blaise Zabini de oradaydı. Harry arkası dönük duranın Draco Malfoy olduğunu o hafifçe arkasını dönünce fark etti. Yanında da Astoria Greengrass vardı. Hermione Harry’ye Pansy’nin bu gruba nasıl baktığını işaret etti. Genellikle Draco’ya büyük beğeniyle duyan Pansy ona sırtını dönmüştü, sadece arada kaçamak bakışlar atıyordu. Draco ise ona karşı tamamen kayıtsız görünüyordu, tüm ilgisini Astoria’ya yöneltmişti.

Gryffindor mezunları Ron, Hermione ve Harry’nin geldiğini fark ettiklerinde onları coşkuyla karşıladılar. Ron ile Harry’nin uzun süre sonra Seherbaz Bürosuna alınan ilk isimler olması ve Hermione’nin daha ilk yılında önemli işler başarıp ciddi sorumluklar alıyor olması onlara olan ilgi ve takdirin artmasını sağlamıştı. Bir de John Beresford konusu vardı tabi. Her ne kadar o da bir Gryffindor olsa da kendi dönemlerinden birini doğal olarak daha çok sahipleniyor, Quidditch maçının sonucunu merak ediyorlardı. Bunların yanında Bakanlık baskını hakkında çok da hoşlarına gitmeyen sorularla karşı karşıya kaldılar ama Harry bir şekilde bu soruları başarıyla geçiştirmeyi başardı.

Sonunda Ron ile birlikte sandıklarını alarak giyinmek üzere Quidditch alanına doğru yola çıktılar.

Maç Hogwarts’ın mevcut oyuncularından oluşan karma bir takımla geçen yılın mezunları arasında oynanacaktı. McGonagall Mezunlar takımı kaptanı olarak Harry’yi seçmişti.

Mezunlara Gryffindor’unki yerine Hufflepuff soyunma odası hazırlanmıştı. Harry Gryffindor’un kırmızı ağırlıklı dekorasyonu yerine sarılara bezenmiş odayı ilk bakışta yadırgadı. Mezunlar takımındaki arkadaşlarına baktığında da aynı hissiyatı devam etti. Tutucu pozisyonunda bir sorun yoktu, Ron ile iki yıl beraber oynamıştı ve o en iyi dostuydu. Vurucu Peakes ve Coote için de, kovalayıcı Dean Thomas için de aynı şeyler aşağı yukarı geçerliydi. Ancak diğer iki kovalayıcı Roger Davies ve Blaise Zabini’ydi. Blaise takım arkadaşlarına bir kova doksi pisliğine bakar gibi bakıyordu. Roger Davies ise ufak bir cep aynasında dalgalı saçlarını taramakla meşguldü ve maç ile ilgilenmediği anca bu kadar belli olabilirdi.

Harry maç konuşmasını kısa ve öz bir şekilde yaptı: Bu bir dostluk maçı… Sadece hünerlerinizi sergileyin… Centilmence bir maç olsun… Seyirciyi eğlendirmeye bakın…

Ekip genel anlamda coşkuluydu ama onların bu durumu Zabini ve Davies’e pek etki etmiyor gibiydi. Soyunma odasından Quidditch sahasına ayaklarını sürüye sürüye yürüdüler.

Ekipler sahaya çıktığında gökgürültüsünü andıran tezahüratlar duyuldu. Harry orta alanda ona müşfikçe gülümseyen Rolanda Hooch’a doğru yürürken Jonathan Beresford karşı sahadan ona doğru yürüyordu. Belli ki Öğrenciler takımının kaptanı da oydu.

İki kaptan birbirlerine ellerini uzattılar. Harry onun gözlerindeki nefreti okuyabiliyordu. Son görüşmelerinde burnunu kırmış olması belli ki bu maçı gösteri maçı olmanın da ötesine geçirecekti. İki el birleşti ve Harry elinin mengene gibi sıkıldığını hissetti. O da rakibinin elini aynı şekilde sıkarak canını yakmaya çalıştı. Jonathan, Madam Hooch diğer oyuncuların süpürgelerini incelerken ona doğru hafifçe eğildi, “Bana vurmanın bedelini ödeyeceksin.” Harry sinirlerinin tepesine çıktığını hissetti, Beresford’un kendini beğenmiş yüz ifadesine bakıp, “Sana haddini bilmeyi öğreteceğim,” dedi.

Harry Beresford’un arkasındaki Ginny’yi gördü. Gözleri sadece bir an için birleşmişti ama midesinde eskiden olduğu gibi kelebeklerin uçuştuğunu fark etti. Kendisini toparlayabildiğinde ayaklarını yere vurdu ve Beresford’un ardından oyun yüksekliğine çıktı.

Maç başladığı anda Beresford ona kimseye fark ettirmeden galiz bir küfür savurdu. Harry onun bu kadar alçalacağını düşünmemişti ama anlaşılan gösteri maçı bu anlamda centilmenlikten son derece uzak geçecekti. Birkaç saniye sonra batı tribününün direklerinin arasında altın Snitch’i ararken Beresford bir fırsatını bulup karın boşluğuna okkalı bir dirsek vurdu. Darbe tam karın boşluğuna isabet ettiğinden Harry’nin nefesini kesti, iki büklüm halde üç adım mesafeden sahaya çakıldı.

Seyircilerin bir kısmı bu kural ihlalini görmüştü ama Madam Hooch maalesef kovalayıcılar arasındaki mücadeleyi takip etmekle meşguldü. Harry tezahüratlar arasında ayağa kalktı ve Ateşoku’na tekrar bindi. Hiç gözünü sakınmadan ya da amacını gizlemeden arkası dönük uçan Beresford’a doğru mermi gibi fırladı ve tüm hızıyla ona çarptı. Beresford’un suratı acıyla çarpılırken bu defa her şey arayıcılar arasındaki gerilimi fark ettiğinden ikisini gözlemeye başlayan Madam Hooch’un görüş açısı içinde olmuştu. Madam Hooch Profesör McGonagall’ın yanına uçup onun fikrini aldıktan sonra az önce olanları da değerlendirerek iki takım aleyhine birer penaltı çaldı. Beresford yerden kalkabildiği anda diklenerek hemen karşısında duran Harry’yi göğsünden itti. Harry karşılık verecekken araya giren takım arkadaşları ikisini uzaklaştırdı. Madam Hooch biraz sakinleştiklerinde ikisini de yanına çağırarak haşladı. Tribündeki McGonagall da halinden pek hoşnut görünmüyordu.

Penaltılar epeyce gecikmeyle atıldı ve maç uzun bir aradan sonra devam etti.

Mezunlar takımı uzun süre beraber oynamış bir Quidditch takımının doğal ahenginden uzaktı. Öğrenciler onlardan biraz daha derli topluydu ama yine de başa baş bir mücadele oluyordu, ilk yarım saat kırka karşı kırk beraberlikle geçildi. Harry için sahada olanlara odaklanmak zordu. Çünkü Jonathan Beresford ile kuralların sıkça dışına çıkan bir didişme halindeydiler. Ne zaman iki süpürge yan yana gelse pozisyon ya sıkı bir dirsekle ya da omuz atmayla sonlanıyordu. Küfürler de cabasıydı. Harry’nin vücudunun üst kısmı morluklarla dolmuştu. Beresford’un ise alnı kızarmış ve dudağı patlamıştı. Harry seyircilerin artık maçın skoruyla ilgilenmeyi bıraktığını, sadece ikisini izlemeye başladığını fark etti. Onlar da bu ilginin hakkını veriyordu doğrusu.

Maçın dönüm noktası olan olay birkaç dakika sonra, maç seksene karşı altmış öğrenciler lehine devam ederken yaşandı. Ginny rakip kovalayıcılardan büyük bir beceriyle sıyrılıp harika bir sayı yaptı. Beresford sadece ve sadece Harry’yi çıldırtabilmek için snitch’i aramayı bıraktı ve kovalayıcıların yanına giderek tebrik etme bahanesiyle ona sarıldı. Harry’nin içindeki nefret kor haline gelip adeta beynini dağladı, var oluş sebebi onu parçalamak haline gelmiş gibiydi. Tam Ateşoku’nu yine onun üzerine sürecek ve oyundan atılmayı göze alacaktı ki kendisini zaptetmeyi başardı. Bu durumdan memnundu, bir yıl önce olsa nefretinin onu ele geçirmesine izin verir ve Beresford’u memnun edecek bir tepki verirdi. Bazı şeyler değişmişti.

Batı tribününün önünde bulanık, sarı bir leke fark etti. Dişlerini sıkarak hırsını tamamen snitch’ten çıkarmak üzere ona doğru uçmaya başladı. Harry kendisini taklit eden Beresford’un da süpürgesiyle havalandığını göz ucuyla fark etti.

Snitch hızlandı, çevik manevralarla tribünün kolonları arasında dolandı. Harry onu takip etti. Maçın bitmekte olduğunu hisseden kalabalığa heyecan dalgası yayıldı.

Ancak Snitch’e tek bir kol mesafesi kalmıştı ki, ufak topu yakalamaya hazırlanan Harry’yi şaşırtan ani bir manevrayla gerisin geriye döndü. Harry büyük bir panik anı yaşadı, küçük altın top doğrudan Jonathan’a doğru gidiyordu. Ama Jonathan’ın refleksleri yavaş kaldı, elini umutsuzca faul yapmak için Harry’nin pelerinine doğru uzatmış olduğundan Snitch’i yakalayamadı ama o da büyük bir çeviklikle snitch’in peşinden aksi yöne döndü.

Bu defa Jonathan önde Harry arkadaydı, Harry onun çok hızlı olduğunu fark etti ama bu sorun değildi. Onun Ginny’ye sarılışı gözünün önünde olduğu sürece ona bir şekilde yetişebilirdi.

Birkaç saniye sonra yerden iki kol açıklığı yükseklikte yan yana uçuyorlardı ve Harry’nin kulaklarında rüzgarın sesiyle Potter diye bağıran tribünlerin tezahüratları çınlıyordu. Onun bir mermi gibi yanından geçtiğini gören ve kaybedeceğini anlayan Beresford dirseğini çıkardı. Ama onun son bir deneme yapmadan pes etmeyeceğii düşünen Harry’nin tam olarak beklediği de buydu: hızla zigzag çizerek darbeden kaçındı ve hamlesi boşa giden Beresford dengesini kaybetti. O küfürler ederek zeminde yuvarlanırken Harry’nin yumruğu altın snitch’in üzerine kapandı. Bu anı defalarca yaşamıştı belki ama en çok keyif aldığı zaferlerden biri bu oldu.

Madam Hooch maçın bittiğini ilan etti. Zabini ve Davies dışındaki tüm takım arkadaşları Harry’nin etrafını sardı. Harry toz toprak içinde kalmış, takım arkadaşlarının desteğiyle zorlukla ayağa kalkan, yüzündeki ifadeye bakılırsa aşağılandığının farkında olan Jonathan Beresford üzerindeki tozları silkeledi. Harry’ye bakmadan gözleri yerde soyunma odasına doğru yürümeye başladı.

Yanına gelen bu defa Ginny’ydi. Ona ifadesiz bir yüzle bakıp kısaca tebrikler diyerek uzaklaştı. Harry onun Beresford’un yanına gittiğini fark edince gülümsemesi yok oldu.

Harry Gryffindor ortak salonunda da somurtmayı sürdürdü. Resmi cüppelerini sırtlarına geçirdiklerinde de keyfi yerine gelmedi. Diploma töreni için Büyük salona inip göz kamaştırıcı süslemeleri gördüklerinde de aralarında en az tepki veren Harry oldu. McGonagall salonu dört binanın ana renginde parlak taşlarla donatmıştı. Yemek sıraları yeniden düzenlenmiş, masalar kalkmış ve tek sıra halinde bir zamanlar Albus Dumbledore’un yıl açılış konuşmalarını yaptığı kürsünün tam karşısına dizilmişti.

Kalabalık yavaş yavaş toplanmaya ve isimlerinin yazılı olduğu sandalyelere yerleşmeye başlamıştı. İki dönem mezun olan öğrencilerin tamamı isim sırasına göre sıralanmıştı. Yerlerine oturduklarında bakışlarıyla Ginny’yi aramayı bırakmış olan Harry dikkatini konuşmakta olan Hermione’ye verdi, arkadaşı diploma töreni ile ilgili bilgiler vermekle meşguldü: “Alt dönemin birincisi Rawenclaw’dan Rebecca Sollers. Luna harika bir kız olduğunu söylemişti. İlk konuşmayı o yapacak.”

Harry, “Ya senin konuşman? Hazır mısın?” diye sordu.

Hermione kafasını kendinden emin bir şekilde salladı. Etraflarında tanıdık yüzler belirdi ve yerlerine geçerken onları selamlamaya başladı. Birkaç kişi maçtaki başarısından dolayı Harry’yi tebrik etti. Harry tebrik edenlerin arasında Ginny’nin döneminden Gryffindor’lar da olduğunu fark etti.

Dakikalar geçtikçe salondaki boş sandalyeler dolmaya devam etti. Sonunda herkes yerlerine oturup öğretmenler de kürsünün gerisinde sıralanınca McGonagall kısa ve keyifli bir konuşma yaptı. Onu seçmen şapkanın dört bina kurucusunun ağzından mezunlara tavsiye veren şarkısı izledi. En sonunda da dönem birincisi, sıska ve kumral bir kız olan Rebecca Sollers Hogwarts logolu parşömenini McGonagall’dan alıp Filius Flitwick’in elini sıkarak kürsüye doğru yürüyüp konuşmasına başladı.

Hermione Ron ile Harry’ye doğru tekrar eğildi, “Hagrid’e baksanıza…” dedi.

Öğretmenlerin arasında Hagrid’i fark etmemek imkansızdı, onu Harry ve Ron da görmüştü. Ama Harry Hagrid’i Azkaban ile ilgili konuştuğu anlar dışında ilk defa bu kadar gergin görüyordu. Suratı asık, sürekli tetikte etrafına bakıyor, zaman zaman da yanlışlıkla dirseğiyle Trelawney’e çarparak kadının iskemlesinin iki ayağının üstünde yaylanmasına sebep oluyordu.

Ron, “Hiç keyfi yok gibi öyle değil mi?” yorumunu yaptı.

Harry onun haklı olduğunu düşündü. Hagrid’in Rebecca Sollers’ın dediklerinin tek cümlesini bile anlamadığını fark etti. İlk fırsatta onunla konuşmayı aklının bir kenarına not etti.

Bu düşünceleri alkışlarla bölündü. Sollers’ın konuşması bitmiş, kız kürsüden inmişti. Sıra diğer öğrencilerin diplomalarının verilmesindeydi.  İsmi ilk okunan bir büyücü oldu ve kürsüye çıkarak McGonagall’ın elini sıktı. Müdür ona gülümseyerek parşömenini uzattı.

Hermione tekrar Ron ile Harry’ye uzandı, “Biliyor musunuz neyi fark ettim?”

Kafalar yine Hermione’ye döndü,  “Tüm öğretmenler burada, peki Slughorn nerede?”

Gerçekten de diğer Bina başkanları yerlerindeyken Slughorn ortalarda görünmüyordu. Harry’nin bununla ilgili bir tahmini vardı.

“Grines ile karşı karşıya gelmek istememiş olabilir mi?”

Hermione düşünceli düşünceli, “Haklı olabilirsin. İkisinin arasında neler geçtiğini çok merak ediyorum.”

Ron, “Fırsatını bulursak sorarız,” dediğinde hala biraz kavgadan çıkmış gibi görünen John Beresford kürsüden iniyordu.

99 Mezunları kürsüye çıkıp diplomalarını almaya devam etti, Harry töreni izlemeye gelen Weasleyleri görerek onlara el salladı. Ginny diplomasını sonlara doğru aldı. Ron ile Hermione’a alkışlayarak eşlik eden Harry onu ne kadar özlediğini bir defa daha fark etti. Zolder isimli öğrenci de platformdan indiğinde McGonagall kürsüye çıkarak bu defa 98 mezunlarını takdim etti. Ardından da dönem birincisi olan Hermione’yi kürsüye çağırdı. Hermione kendinden emin bir edayla ayağa kalktı ve sıraların arasından kararlı bir şekilde yürümeye başladı.

Kürsüye geçtiğinde McGonagall’ı başıyla selamlayıp ciddi ama akıcı bir konuşma yaptı. Tüm salonun şatoyu yıkacak şiddette olan alkış tufanı dindikten sonra son yılı tamamlayan herkes diplomalarını aldı. Harry bu konuda kendisini buruk hissetse de Ölüm Yiyenlerin Hogwarts’ta olduğu bir yıl okula gelme şansı olmadığının pekala farkındaydı. Hermione gibi tüm dersleri dışarıdan verebileceğini de sanmıyordu. Hedefi daima bir Seherbaz olmaktı, bunu da başarmıştı. Belki de hayatta keşkeleri bırakıp biraz daha sahip olduklarına odaklanmak gerekiyordu. Gözleri istemsizce birkaç sıra önünde parlak kızıl saçları dalgalanan Ginny’ye kaydı, içi burkuldu.

Tören artık sona ermişti. Tüm asalar havaya kalktı ve Hogwarts’taki son gün asalardan çıkan alevlerle kutsandı. Gerçekten görmeye değer bir sahneydi.

*  *  *

Hermione, Ginny’yle beraber akşamki eğlenceye hazırlanmak için Gryffindor kızlar yatakhanesine geçerken Harry ile Ron baş başa kaldı. Zamanlarını onlara doğru hareketlenen kalabalıktan kaçarak Hogwarts koridorlarını dolaşıp anıları yad ederek değerlendirdiler.

Ron heyecanla, “Vay be, bir gün buraya bu şekilde döneceğimizi hiç ummazdım…” dedi.

Harry’nin gözünün önünde Giriş Salonuna ilk girdiği an canlandı. İçine Dursley’lerin evinin dahi sığabileceğini düşünmüştü. Şimdi düşününce bu kıyaslaması komik geldi. O günlerde Sihir Dünyası hakkında neredeyse hiçbir şey bilmiyordu: Hiçbir büyüyü, Voldemort’un kötülüğünün sınırlarını, vaftiz babasını ya da kendisi hakkındaki kehaneti… Gerçekten de buraya bu şekilde dönmek, bir seherbaz olarak, diğer büyücüleri korumakla yükümlü biri olarak, inanılmazdı.

“İlk seçimi hatırlıyor musun?” diye sordu.

Ron acı acı sırıtarak, “Fred ifritlerle güreşmemiz gerekeceğini söylemişti. Ne kadar basit olduğunu görünce ona çok kızmıştım. Gerçi süpürgelerle uçmakla ilgili de bir ton şey söylemişti, bir sürü büyücü ve cadının ejderler tarafından yendiği falan…”

Harry gülümseyerek ilk uçuş dersini hatırladı. Malfoy Neville’in Hatırlatmacasını aldığında arkadaşı geri almak isterken süpürgeden düşmüş,  Madam Hooch, Neville’i hastane kanadına götürürken Malfoy ona meydan okumuştu. Bu sayede Gryffindor Quidditch takımına girmeyi başarmıştı. Sonra da Malfoy tarafından düelloya davet edilmişti.

Ron dişlerini gıcırdatarak, “O doksi pisliği düelloya gelmemişti. Onun yerine Filch’e bizi ispiyonlayıp okuldan attırmaya çalışmıştı.”

“Malfoy’a sihir dünyasına yaptığı katkılardan dolayı teşekkür etmek gerek, Fluffy’yi de bu şekilde bulmuştuk. Bulmasaydık Voldemort belki de daha o zamandan Felsefe Taşı’na sahip olacaktı.”

Ron sırıttı, “Bir şekilde gene bulurduk, dağ ifritinin hakkından gelebilmiştik sonuçta…”

Harry gülerek, “Ejderha kaçırma hikayesini de unutma, Norberta’yı.”

Ron hülyalı hülyalı, “McGonagall Malfoy’u da bizimle Yasak Orman’a gönderdiğinde yüzündeki o enfes korku ifadesi…” Kafasını iki yana salladı, anlayamazsınız der gibi, “Orada altını ıslatıyordu neredeyse.”

Ormanda tek boynuzlu attan beslenen Voldemort’u gören ve at-adam Firenze sayesinde kurtulan Harry Malfoy’un en azından bu konuda haklı olduğunu düşünüyordu.

Koridoru beraber kat ettiler, bir yandan da Gilderoy Lockhart’ı, Remus Lupin’in derslerini, Bağıran Baraka’yı, Şamarcı Söğüt’ü, Hogwarts’ta geçirdikleri altı yılı konuştular. Sonra merdivenleri çıkmaya başladılar. Harry ister istemez ayaklarının onu bir daha asla açılmayacak olan İhtiyaç Odasına, yedinci kat koridoruna götürmekte olduğunu fark etti. Aynen Draco’nun çevirdiği dolapları anlamak için nasıl büyük bir inatla uğraştıysa yine odayı açma konusunda şansını denemek istiyordu. Ron’un konuşmasıyla düşüncelerinden sıyrıldı:

“Şamarcı Söğüt demişken, Ford Anglia şu anda nerede acaba?”

Harry onu hala ormanda başı boş şekilde dolaşırken hayal edebiliyordu. Ford Anglia’nın onları akromantulalardan nasıl kurtardığını hatırlayarak minnet duydu. Bu hatıra ona Hagrid’i hatırlattı. Ron ve Harry’yi koloniye yönlendiren oydu.

“Hagrid’i bulmalıyız. Törende yüzü gerçekten asıktı.”

“Baloda konuşuruz olur mu?” Harry, başını olumlu anlamda salladı.

Merdivenleri çıktılar, sonunda yedinci kata, İhtiyaç Odasının bulunduğu koridora ulaşmışlardı. Harry Ron’un donup kaldığını fark etti. İlk anda bunun sebebini anlayamadı. Sonra Fred’in tam da bu koridorda, ihtiyaç odasının dışında hayatını kaybettiğini hatırladı. Kafasını Ron’un baktığı yere çevirdiğinde kendisi de arkadaşı gibi donup kaldı.

Tam olarak Fred Weasley’in altında kalarak öldüğü duvarın dibinde, uzun boylu, sıska, kızıl saçlı biri duruyordu.

*  *  *

Ron çekingen bir şekilde, “Fred?” diye seslendi siluete.

Kızıl saçlı genç kafasını onlara çevirince sol kulağının yerinde bir deliğin olduğunu gördüler. Yanılmışlardı, bu Fred değil, George Weasley idi. Ron yine de heyecanını kaybetmedi, “George? Hey! Burada ne yapıyorsun?” Hemen koridorun sonuna doğru koşturdu. Harry de onu takip etti.

George onlara baktı. Alışılmışın dışında bir ciddiyet vardı onlara bakışında.

“Eh, küçük kız kardeşim mezun oluyor, kaçıracak değildim ya?”

Ron alıngan bir şekilde, “Noel’de Kovuk’a gelmemiştin…”

George buruk bir sesle, “Hazır değildim,” Dedi.

Harry sordu, “Neye?”

“Aranızda olmaya… Cenaze havasını yaşamaya… Böyle her şey daha kötü oluyor…”

Ron George’a doğru iki adım daha attı, sarılmaya yeltenirken George,

“Aklından bile geçirme, o kadar uzun boylu değil…” Tamir edilmiş duvara döndü ve Fred’i son gördükleri yere baktı.

Hava patladı. Sanki dünya paramparça oldu. Bağırışlar, çığlıklar duyuluyordu ve sonra dünya tekrar birleşip acı ve yarı-karanlık halini aldı: korkunç bir saldırıya hedef olmuş koridorun enkazı. Şatonun kenarı yıkılmıştı. Onu mahveden korkunç bir feryat duyuldu, ne alevin ne de lanetin sebep olabileceği türden acıyı ifade eden bir feryat.

Percy kardeşini tutmuş sarsıyordu, Fred’in gözleri ise görmeksizin bakıyordu, yüzünde son gülüşünün hayaleti…

“Ama…” diye ofladı George Weasley, “Er geç Fred’in artık dönmeyeceğini kabul etmek zorunda kalacağımı anladım.”

Onlara baktı.

“O zaman delik kafanı boşuna çalıştırmışsın kardeşim…”

Bu ses Harry’den çıkmamıştı, Ron da değildi. George da kafasını sağa sola çevirip sesin kaynağını anlamaya çalışıyordu.

“Senin gibi bir mankafaya yakıştıramadım diyemem.” Bir erkek sesi koridorda yankılanıyordu.

İhtiyaç odasının karşısındaki taş duvardan geliyordu ses. Ron kafasını duvara yapıştırıp dinlemeye çalıştı.

Harry, “Peeves olmalı, bizimle eğleniyor,” dedi.

O bunu söylerken inci beyazı yarı saydam bir hayalet duvardan çıktı. Ama bu Peeves değildi, Şişman Keşiş ya da Kanlı Baron da… Neredeyse Kafasız Nick de değildi… Bu Fred Weasley’in hayaletiydi. Üzerinde son anlarında giymiş olduğu kıyafet vardı ve sırıtarak şaşkınlıktan ağzı açık kalmış üçlüye bakıyordu.

George’un ağzından tek kelime döküldü, “Fred?” Sanki gördüğüne hemen inanmak ve hayal kırıklığına uğramak istemiyor gibiydi.

Ron önce ağzını sessizce oynattı, şaşkınlıktan konuşamıyordu. Ne olduğunu tam anlamıyla idrak edebildiğinde kahkahalar atıp olduğu yerde dönmeye başladı, “Geri Döndü! Geri döndü!”

Fred Weasley geri dönmüştü, hem de bir hayalet olarak…

Bozulmuş bir ifadeyle, “Tipsiz kardeşim zahmet edip daha erken gelseydi daha erken dönerdim…” dedi.

Harry de Ron’a sarıldı ve tek kişilik orkestraya dahil oldu, “Geri Döndü! Geri Döndü!”

George havada süzülen ikizinin yanına gitti ve onu tepeden tırnağa süzdü, kekeleyerek, “Bu… Nasıl oldu?” Fred’e dokunmaya çalışıyordu ama elleri havayı dövüyordu.

Fred bu soruyu beklermiş gibi, “Eh, her şey çok hızlı oldu diyebilirim. Nalları dikmem yani. Canım acımaya fırsat bile bulamadı. Sonrasında devam etmek istedim ama seni aklımdan çıkaramıyordum. Kafamda dönüp duruyordu, George’un Weasley Büyücü Şakaları’nı batırması ne kadar sürecek? (Şaka, şaka) Daha ziyade bensiz ne durumda olduğunu düşünüp duruyordum. Hatta annemden çok seni düşündüm diyebilirim.” Ellerini ağzına siper etti ve fısıldadı  “Bunu sakın ona söylemeyin,” dedi.

George içten bir kahkaha attı. Harry ve Ron da öyle…

“Ama öyle her şey hemen oldu bitti diye düşünme tabii,” diye devam etti sözlerine.

“Görünmez bir engel vardı, sıkışmış kalmıştım.” Ellerini kaderde varmış der gibi iki yana açtı, “Bilgeliği şaka ürünleri üretmekle sınırlı olmayan ruhlardan biri bana devam etmeyeceksem geri dönmenin tek yolunun yarım kalan işim her neyse varlığını kanıtlamak olduğunu söyledi. Yani…”

Çılgınca sırıtan George onun sözlerini tamamladı, “Merak ettiğin kişi ben olduğum için seni kaybettiğim yere yani Hogwarts’a dönüp sana gerçekten ihtiyaç duyduğumu söylemem gerekiyordu, tamam anladık.”

Fred gururla, “Beni şımartıyorsun kardeşim,” diye böbürlenip ellerini kavuşturdu. Sonra da eğilerek üzerindeki ceket ve pantalona bakıp, “Keşke son gün eşofman falan giyseymişim” dedi.

Harry mutlu bir şaşkınlıkla, “E şimdi ne olacak?” diye sordu.

Cevap veren Fred’di, “Ne olacağı var mı? Beraber Weasley Büyücü Şakaları’na döneceğiz” deyip kayarak Ron’un içinden geçti. Ürperen Ron’un belinden dürtülmüş gibi zıplaması üzerine kahkahalar attı.

Harry, “Bunu yapabilecek misin?” diye sordu.

Hala gülmekte olan Ron bir yandan kollarını ovuşturup ısınmaya çalışırken, “Yapabilir, unuttun mu? Myrtle onunla dalga geçen Olive Hornby’yi takip ettiğini söylemişti” diye hatırlattı.

Fred aniden aklına gelmiş gibi, “Söz takip etmekten açılmışken, beni kim öldürdü? Kendisiyle ufak bir sohbet etmek isterim,” dedi.

Harry, “Patlamaya Rockwood sebep oldu, şu anda Azkaban’da çürüyor” diye yanıt verdi. “Ama emin ol Azkaban’ın hayaleti senden iyi iş çıkarıyordur.”

Fred asabi bir şekilde, “Şanslı hergele,” diye seslendi dişlerini gıcırdatarak.

George, “Birilerine musallat olmadan önce, akşamki baloya davetlisin kardeşim,” diyerek araya girdi. “Ginny mezun oluyor…”

Fred uzaklara bakarak, “O kadar oldu ha? Umarım kokmuş bir şeyler vardır, çok açım,” dedi.

George Fred’i kaçırdığı şeyler konusunda bilgilendirirken Harry ile Ron birbirlerine baktılar, içlerinde coşkulu bir orkestra, koroyla beraber tempo tutuyordu: “Geri Döndü! Geri döndü! Geri döndü!”

Garip dörtlü, Weasleyler ve kalan herkese Fred’in dönüşünü haber vermek için merdivenleri koşar adım indiler. Hayatında mutluluğu çok ender yakalayabilmiş olan Harry, en mutlu anlardan birini yaşadığını fark etti. Ginny haberi aldığında yanında olabilmek için can atıyor, bu duygu onda hiç suçluluk uyandırmıyordu.

*  *  *

Ginny, Mrs Weasley ve Hermione sevinçten ağladılar. Hatta Mr Weasley ve Percy bile. Fred’e sarılmayı denediler, yapamadılar ama bu onları yıldırmadı. Onlar kontrol edilemez bir şekilde mutluluk gözyaşı dökerken Hogwarts’takiler de bu anı onlarla paylaşıyordu. Fred’in etrafı bir sevgi çemberi ile sarılmış gibiydi. Tekrar gitmesinden korkarmış gibi onu bir an bile yalnız bırakmadılar. Bu ilgi, Fred ölmenin nasıl bir şey olduğu, canının yanıp yanmadığı, hayaletlerinin yemek zevki ve benzeri sorulardan bunalıp etrafındakileri korkutarak kaçırana kadar sürüp gitti. Sonra da okulun diğer hayaletleri, Şişman Keşiş, Kanlı Baron, Neredeyse Kafasız Nick ve Gri Leydi yanlarında Peeves ile gelip Weasley’lerden izin istediler. Fred’i yanlarına alıp hayalet olmanın bazı püf noktalarını ve dikkat edilmesi gereken noktaları anlatmak istiyorlardı.

Ginny ve Hermione hazırlıklarını tamamlamak için kızlar yatakhanesine gittiklerinde dahi gözlerinde yaşlar vardı. Hava karardığında insanlar Fred’in dönüşüne biraz daha alışmış gibiydi. Mezuniyet Balosu artık bir nevi bu olayın da kutlaması haline gelecekti.

Güneş tamamen ufukta kaybolduğunda öğrenciler ve mezunlar yavaş yavaş ortak salona inmeye ve partnerleriyle buluşmaya başladılar.

Ginny ve Hermione merdivenlerden beraber indiler. Ginny nilüfer yaprağını andıran yeşil elbisesinin içinde bir rüya gibiydi. Harry onun alev rengi saçlarından gözlerini zorlukla ayırabildi. Kendisinin dışında da pek çok gözün Ginny’nin üzerinde olduğunu fark etmişti. Ginny onu başıyla selamlayıp Harry’ye öldürücü bakışlar atmakla meşgul olan Jonathan Beresford’un koluna girerek ortak salona doğru yürüdü.

Hermione Madam Malkin’den aldığı yavruağzı elbisenin içinde harika görünüyordu. Ron’un gözleri neredeyse yuvasından fırlayacaktı. Elwyn o sırada giriş salonuna indi ve etkisi Ginny ile kıyaslandığında dahi çok belirgin oldu. Harry onun yanına gelerek koluna girene dek en az on kişinin yol boyunca Elwyn’i gözleriyle takip ettiğini fark etti. Pullu şeffaf üstü ve bitiş kısmı dantelli eteğiyle gerçekten göz kamaştırıyordu.

Harry ile Elwyn ortak salona girdiklerinde Grup Akromantula henüz sahnede değildi, büyülenmiş müzik enstrümanları hafif ve keyifli bir ezgi çalıyordu. Viyolonsel ve gitarın telleri kendi kendine hareket ediyor, bagetler havada savruluyor, davul ve zillere hiçbir yardım olmaksızın vuruyordu.

Harry kendisini toplamaya çalışarak büyük bir heyecanla Elwyn’e Fred’in geri dönüşünü anlattı. Elwyn her zamanki olumlu yaklaşımıyla bu duruma neredeyse Harry’den daha çok sevindi. Sonra o da Harry’ye St Mungo’da geçen gününü anlattı:

“Williamson artık tamamen iyileşti, az önce taburcu ettik. Sadece hafızasında sorunlar var. Pek çok şeyi hatırlamıyor gibi. Bunun dışında her şey iyi.”

“Sınava hazırlanma fırsatın oluyor mu?”

“Elimden geleni yapıyorum. Kaymak Birası alalım mı?”

“Tamam.”

Harry etrafta hiç garson göremeyince yiyecekle dolu dev tabakların ve kadehlere doldurulmuş içkilerin istiflendiği dev istasyonlardan birinden iki Kaymak Birası aldı. Elwyn ile beraber içmeye başladılar. Fred’in dönüşü keyfini yerine getirmiş, suçluluk hissini silip süpürmüştü. Kaymakbirasından sonra eğlenceye ateş viskisi ile devam ettiler. Harry ikinci kadehten sonra Elwyn ile geçirdikleri Noel’de olduğu gibi hafiften kanının kaynamaya başladığını fark etti.

Birkaç dakika sonra Akromantula sahneye çıktı. Boydan boya siyahlara bürünmüş, deri pantolon giymiş üç cadı ve iki büyücüden oluşuyorlardı. Solistlerin iki kolu da mantikor, Akromantula ve Basilisk dövmeleriyle kaplıydı. İlk parçaları bir ifritin tırnak kiri’nin girişi duyulunca salon haykırışlara boğuldu. Kalabalık, şarkının ilk notaları ile çılgınlar gibi dans etmeye başladı;

Biz büyüdük bu sihirli dünyada

Sırtımızda cüppe elimizde asa,

Yürüdük Godric’s Hollow’da

Ayağımızda çizme, anılar aklımızda

Şarkının köprü kısmında eller havaya kalktı. Nakarattan önce kısa bir sessizlik oldu, nakaratın girmesiyle beraber ortalık gerçek anlamda yıkıldı:

Sen! Buraya bak! Hey!

Canımı sıkan herkes her biri

Sizden beter olan tek şey!

Bir ifritin tırnak kiri!

Bir ifritin tırnak kiri!

Harry de Elwyn ile dans ediyordu. Hermione ile Ron da adeta kendisini kaybetmişti. Neville ile Hannah, Draco ile Astoria… Harry Ginny’yi de gördü ama Jonathan yanında değildi, Ginny tek başınaydı ve Elwyn ile Harry’yi izliyor gibiydi. Harry’nin ona baktığını görünce gözlerini kaçırdı. Bu durum Harry’nin içinde uyuyan ejderhayı canlandırdı. Biraz daha çakırkeyif olmasının etkisiyle onunla konuşmak istedi. Ama içinde bunu yapmanın doğru olmadığını da biliyordu, Elwyn ondan duygusal olarak uzaklaşmış olsa bile. Şarkılar birbiri ardından geliyordu.

Bir süre sonra alt sınıflardan biri elinde bir kavanoz ve parşömenle, Elwyn ve Harry’nin yanına yaklaştı. Neyse ki müzik geçici bir süre için kesilmişti de balo prens ve prensesini seçmek için oylama yapıldığını anlayabildiler. Elwyn ile kısa bir süre konuştuktan sonra oylarını Ron ve Hermione için kullanıp parşömeni kavanoza attılar.

Harry ateş viskisi almak için ikramlara yönlendiğinde alt sınıflardan bir başka kız elinde bir parça parşömenle yanına yaklaştı. Harry onu reddederek zaten kral ve kraliçe seçimi için oy verdiğini söyledi. Kız, “Hayır Bay Potter, bu Profesör Hagrid’den” dedi ve parşömeni avucuna bıraktı. Harry notu merak ve sabırsızlıkla açtı.

 

Harry,

Kulübedeyim. Pelerini yanına al. Kapıyı dört kere çal.

(Yasak Orman’da Sırlar Odasındaki canavarı sana anlatan Aragog’du) 

Hagrid

 

Başka hiçbir açıklama yoktu.

Mesajda geçenAragog detayı bunun bir tuzak olmadığını anlatıyordu. Yine de Harry kuşkulanmadan edemedi ve Ateş viskisiyle Elwyn’in yanına döndüğünde ona Hagrid’i ziyaret etmesi gerektiğini ve çok geçmeden döneceğini söyledi.

Bir an için Ron ile Hermione’yi çağırmak aklından geçti, ama onlara baktığında müziğin yeniden başladığını ve dans ettiklerini gördü. Eh, Elwyn de kendilerine özel masa hazırlatmış olan Kingsley ile Grines’in yanına gitmişti. Onun sıkılmayacağını anladığında içi daha da rahat etti.

Hemen Gryffindor ortak salonuna oradan da yatakhanelere geçti. İki yerde de kimsecikler yoktu. Yanında getirdiği çantadan görünmezlik pelerinini çıkardı ve üzerine örttü. Hagrid’in kulübesine doğru yola koyuldu.

Kapıdan dışarı çıktığında onu muhteşem bir yaz havası karşıladı. Bahçedeki kulübede ışıklar yanmıyordu. Kimsecikler görünmemesine rağmen Harry elinden geldiğince sessiz bir şekilde patikada ilerledi. Son bir kez etrafına baktı ve yalnız olduğundan emin olduktan sonra kapıyı dört kere çaldı.

Birkaç saniye hiçbir şey olmadı. Hagrid’in uyuyakaldığını dahi düşündü. Ama sonrasında içeride ayak sesleri duyuldu ve kapı bir karış açıldı. Hagrid’in kömür karası gözleri Harry’nin olduğu yeri süzdü. “Harry? Sen misin?”

Harry fısıldadı, “Evet Hagrid…” İçeri davet bekledi. Ama Hagrid önce kapıyı kapadı, sonra elinde koca bir arbaletle dışarı çıkıp kapıyı arkasından örttü.

“Beni takip et… Sessiz ol…”

Beraber Yasak ormana girdiler. Yaklaşık yüz adım ilerledikten sonra bir açıklığa geldiler. Gökyüzünde yıldızlar ve ay pırıl pırıl parıldıyordu. Hagrid kafasını kaldırıp etrafa bakındı, sonra da Harry’ye pelerinini çıkarabileceğini söyledi.

Harry söyleneni yaptı ve ona çıkıştı, “Hagrid ne oluyor? Bütün bunlar…”

Hagrid elini kaldırdı, “Sadece kimse işimize karışmasın istedim o kadar. E Harry nasılsın? Nası gidiyor?”

“İyi?…”

“Eee… Elwyn nasıl? Ejderhalara Fısıldayan Adam müthiş bir kitap çıktı… Gerçekten…”

Harry inanamayan gözlerle ona baktı, “Beni havadan sudan konuşmak için mi çağırdın?”

Hagrid geveledi, “Yok… Yani… Hayır… Tabi ki hayır Harry, sadece lafa girmeye çalışıyorum” Sanki orada olması Harry’nin suçuymuş gibi mağdur rolüne soyundu. “Neyse boşver bunları… Asıl söylemek istediğim… Harry,  endişeliyim…”

Harry onu cesaretlendirmek istermiş gibi hafifçe başını eğdi, “Çünkü?…”

Hagrid gözlerini devirdi ve ellerini iki yana açtı, “Mosag kayıp…”

Harry tek kaşını kaldırdı: “Mosag?”

Hagrid ayıplar gibi, “Mosag!” dedi, “Mosag! Akromantula! Aragog’un eşi… Yani artık dul eşi tabi…” Aniden hüzünlendiğinden sesi titremeye başladı, gözleri doldu, cebinden masa örtüsü büyüklüğünde bir mendil çıkarıp sümkürdü.

Harry kaşlarını çattı, “Hagrid, kendinği topla lütfen, ne demek Mosag kayıp?”

Hagrid gözyaşlarını silerken elini kaldırıp bir yeri işaret etmeye çalıştı, yanlışlıkla arbaletin mekanizmasına dokunmuş olacak bir ok gökyüzüne fırladı gitti. Uzaklarda bir yerlerde kuş çığlığı duyuldu. Hagrid giden okun arkasından bakakaldı, “Neyse, kayıp derken, nerede olduğunu bilmiyorum manasında…”

Harry sabırla, “Hagrid onu anladım. Mosag’ın gittiğini nasıl anladın? Mücadele izi var mıydı? Diğer akromantulalar orada mıydı?”

Hagrid çok bariz bir şeyi yeni anlamış gibi, “Ah, evet. Birkaç gündür ormanda hiçbir akromantula’ya rastlamıyordum. Ben de dün gece ağlarını ziyaret etmeye karar verdim. Vardığımda gitmişlerdi…”

Harry endişelenmeye başladı. Grines rüyasında gördüğü örümcekleri bir şeyle bağdaştıramıyordu ama her şeyin üstüne Mosag’ın kaybolması bir tesadüf olamazdı. Şu anda dahi Yasak ormanda Hagrid ile yalnız ve saldırıya açıktı. Harry ürperdi ve endişeyle etrafına baktı. Orman gözüne bir nebze daha ürkütücü görünmeye başlamıştı.

Hagrid, “Harry, bir şey daha var,” dedi. Harry kötü bir haber daha duymak istememekle beraber olan bitenden haberi olmamasını daha korkutucu buluyordu. Bu yüzden ilgisini tekrar Hagrid’e verdi.

“Firenze… Eh at-adamları bilirsin… İşleri güçleri gökyüzünü okumaktır. Soru sorarsın cevap dahi vermezler. Firenze sana bir mesaj yolladı, bunu sana söyleyene kadar da hatırlatıp duracağını söyledi.”

“Nedir o mesaj?”

Hagrid tane tane, “Yıldızlarda bir takım karanlık alametler gördüm. Harry Potter tetikte olmalı…” Gözlerini kaldırdı, “Eh söylediği buydu evet, sanki kafasında kelimeleri sayıp hepsini söyleyip söylemediğini tartıyor gibiydi. “Evet, bu kadar hepsi…”

Harry, “Ne gibi alametler? Ne olduğundan bahsetti mi?”

Hagrid geçiştirir gibi, “At adamları bilirsin Harry, yağmur bulutundan nem kaparlar. Merlin’in gücüne gitmesin ev yaralanmasından bile bahsediyor olabilir. Bence kavanoz falan açarken…”

Harry onun kadar olumlu düşünmüyordu, bu yüzden sözünü kesti, “Aslında Firenze ve at adamlar Voldemort’un dönüşünü tahmin etmişti. Ortalığın karışacağını biliyorlardı.” Ve tabi bir de rüyasındaki Firenze vardı, işte bir alamet daha…

“Neyse, sana söylediğim için şimdiden pişman oldum sayılır. Haydi şatoya dön bakalım, partnerin eminim seni bekliyordur.”

Harry orada yapacak bir şey kalmadığını anlamıştı, başını salladı ve görünmezlik peleriniyle omuzlarını örttü.

“Sen şatoya gelmiyor musun?”

Hagrid arbaleti yeniden omzuna vurdu, “Yo yoo… Hayır… Yeniden ormana gireceğim. Belki Mosag ve akromantulalar konusunda bir şeyler öğrenirim…”

Harry başını örterken, “İyi şanslar Hagrid,” dedi.

Uzaklaşırken arkasından Hagrid’in “İyi eğlen… Kavanozlara da dikkat et…” temennilerini duydu.

Şatoya doğru yürürken Akromantulalar konusunda yeniden endişelenmeye başladı. Gördüğü rüyalar gerçekten Kader Kitabı’nın yeniden yazımıysa bu iki olay arasında bir bağ olmalıydı.

Şatoya girdiğinde boş koridorda ilerledi. Müzik sesi arada duvarlar olmasına rağmen bulunduğu yere kadar ulaşıyordu. Bunun dışında tamamen ıssızdı. Pek çok öğrenci bahçeye, yakınlaşacakları gizli geçitlere çoktan sığınmıştı ama görünürde hala kimsecikler yoktu.

Harry baloya yeniden dönmek istiyordu, ancak sesler duydu. Sırtını duvara yaslayarak karşıdan gelen kişiye yol vermek istedi. Seslere bakılırsa bu her kimse kendi kendine konuşuyordu.

 

Yol görünüyor, yol

Keşiş ve bataklık

Gökten yağan ölüm…

 

Bir kadın sesiydi ve Harry’ye çok tanıdık gelmişti. Yine de kendisine yaklaşana kadar kim olduğunu çıkaramadı. Kesif bir şarap kokusu Harry’ye ulaştı, aynı anda bir hıçkırık duyuldu.

Trelawney elinde tarot kartlarıyla pencereden sızan ay ışığının altında belirdi. Sanki şatonun hayaletiymiş gibi, şişe dibini andıran kalın gözlüklerinin ardındaki baygın bakışlarla Harry’yi görmeden yürüyüp gitmek üzereydi.

Harry sükunetle onun yanından geçmesini bekledi.

Ama Trelawney durdu. Kelimenin tam anlamıyla olduğu yerde dondu kaldı. Tarot kartları elinden zemindeki taşlara döküldü. Diğer elindeki yemek şarabı şişesi de yere çarparak kırıldı. Yüzünü ağır ağır Harry’ye döndüğünde her zamanki aceleci panik havası kaybolmuştu. Boynunu hafifçe eğdi, sanki nöbet geçiriyormuş gibi titredi ve kafasını kaldırdığında sadece gözlerinin akı görünüyordu.

Karanlık Lord ölüm uykusunda… Kara büyünün meyveleri henüz tükenmedi. Son Müridi hala efendisinin hizmetinde. Karanlık İşaret yeniden yükseldiğinde seçilmiş kişi en zor seçimle sınanacak. Ya karanlık yükselecek ya da onun için en acı şafak sökecek… Karanlık Lord ölüm uykusunda…

Trelawney’in kendisininkine hiç benzemeyen haşin ses tonu hırıltılı bir hal aldı ve kadın aniden dikleşti. Harry büyük bir şok içindeydi,  onun yine kendisini göremediğini fark etti. Gerçekten de kadın yere saçılan kartlarının yemek şarabıyla ıslandığını fark edince galiz bir küfür savurdu ve söylene söylene hepsini topladı.

Makus talih

Felaket!

Ölüm!

Kendi kendine konuşa konuşa koridorun sonunda gözden kayboldu.

Harry o gider gitmez görünmezlik pelerinini çıkardı ve ciğerleri patlarcasına koşmaya başladı.

*  *  *

“Ron! Hermione!”

Kalabalığı yararcasına geçti. Önüne geleni çekti, itti. Ama görüş açısında değillerdi. Sanki gideli saatler olmuş gibiydi. Kalabalık iyiden iyice kendinden geçmişti. Salon gürültülü müzikle sarsılıyordu.

Sonunda ikisini köşede bir masada el ele tutuşurken buldu. Hemen Ron’un yanına oturdu ve omuzlarından tutarak sarsmaya başladı, “Ron! Kehanet!”

Ron eliyle kulaklarını işaret etti, “Anlamıyorum!” Akromantula salonu adeta inletiyordu.

“Trelawney! Bir kehanette daha bulundu!”

Harry Ron’a derdini anlatmaya çalışırken müzik aniden kesildi. Parşömen parçalarıyla oy kullanmalarını isteyen genç kız mikrofonu Akromantula’nın uzun saçlı solistinden devraldı ve Balo Kral ve Kraliçesini açıklayacağını söyledi.

Harry yeniden çırpınmaya başladı, “Trelawney yeni bir kehanette bulundu diyorum!”

Hermione büyük bir şok içinde, “Ne? Nasıl? Ne ile ilgili?”

Harry kehaneti anlatmak üzereyken sahneden bir haykırış yükseldi: “Elwyn Baines ve Harry Potter!”

Harry’nin ne olduğunu algılaması birkaç saniye sürdü. Ateş Kadehinden adı çıktığında da aynı şaşkınlığı yaşamış ve insanlara ismini kadehe atmadığını defalarca anlatmak zorunda kalmıştı. Şimdi de adını kavanoza atan başkalarıydı. Beyaz bir ışık hüzmesi Harry’yi aydınlattı. Elwyn de koridorun öte yanından ifadesiz bir yüzle ama büyük bir zerafetle ona doğru yürümeye başladı.

Harry o anda kehaneti anlatmak, Ron ve Hermione’nin fikrini almak için ölüyordu. Ama bütün gözler onun ve Elwyn’in üzerindeydi, herkes kürsüye çıkıp tebrikleri kabul etmelerini bekliyordu. Harry çaresizce etrafına baktı ve gök gürültüsünü andıran alkışlar eşliğinde Elwyn’in koluna girdi, beraber yürümeye başladılar.

Elwyn, “Keşke bu olmasaydı,” dedi Harry’nin zorlukla duyabildiği bir sesle.

“Ne olmasaydı?”

“Bu… Konuşmamız gerekiyor…”

“Neyi?”

Elwyn’in sesinde kabulleniş içeren bir sükunet vardı. “Çok açık değil miydi? Başından beri?”

Sahneye çıktılar, alkışlar altında inlerken Elwyn’in gözleri kalabalığın üzerinde dolaştı. En sonunda Ginny’nin tarafında kilitlenip kaldı. Ginny Arcanus Grines ve McGonagall’ın hemen önünde ve John Beresford’un yanındaydı. Harry onların el ele tutuşmadığını fark etti.

“Belli ki erdemli olmak ya da sevmek birinin kalbini kazanmaya yetmiyor…”

Harry yüzünün kızardığını hissetti, demek ki Elwyn anlamıştı. Sunucu başına bir kral tacı kondurdu. Elwyn’e de Kraliçe tacı. Harry’ye bir de altın başlı bir baston verdiler.

Harry, “Çok üzgünüm…” dedi.

Elwyn gülümseyerek, “Ben de üzgünüm, içim kan ağlıyor…”

Harry kendisini berbat hissetti, tam ona dönüp yaptığı ve gizlediği her şey için tekrar özür dileyecekken sunucu ikisine yaklaşıp ne hissettiklerini sordu. Harry düşündükleriyle ilgisiz bir şeyler geveledi. Komik bir şeyler söylemiş olmalıydı ki kalabalıktan bir kahkaha tufanı koptu. Bu gece o kadar çok şey olmuştu ki artık ona hiçbir şey gerçek gelmiyordu.

Elwyn, “Kendine iyi bak Harry Potter…” dedi, ona son bir bakış attı ve kucağında çiçeklerle kürsüden indi.

Harry sahneden inerken Ginny’ye son kez baktı ve bakışları birleşti. Ama Elwyn’in gözyaşları çok tazeydi, utançla başını eğdi ve Ron ile Hermione’nin yanına gitti. Hep beraber koşar adım Balo salonunu terk ettiler, ilk buldukları boş koridora girdiler ve Hermione konuşmalarının duyulmaması için muffiliato büyüsünü yaptı. Harry, Trelawney’in kehanetini tekrarladı; ardından soru bombardımanına başladılar:

Hermione heyecanla, “Karanlık Lord ölüm uykusunda mı dedi?”

“Doğru”

“Karanlık Lord öldü değil…”

“Kesinlikle…”

Ron, “Bu gerçekten gitmediği anlamına mı geliyor?” diye sordu.

“Bedenini gördüm. Ölüydü.”

“Ama ölüm uykusunda…”

“Ron bunu kaç defa tekrar edeceksin?”

“Bu gizemi çözene kadar…”

“Peki kara büyünün meyveleri ne demek?” diye sordu Hermione, gözlerinde karanlık bir bakışla.

“Aklıma hortkuluklar geliyor. Çoğul, kötücül bir büyünün meyveleri.”

“Tükenmedi dediğine göre bir tane daha mı var? Bu imkansız?”

“Wimple Voldemort’un bir tane saklamış olabileceğini düşünüyordu.”

“Karanlık işaret yok oldu…”

“Daha önce de silinmişti… Voldemort dönünce canlandı…”

Son Müridi hala efendisinin hizmetinde. Karanlık İşaret yeniden yükseldiğinde seçilmiş kişi en zor seçimle sınanacak. Ya karanlık yükselecek ya da onun için en acı şafak sökecek…

Eh, Lestrange ve Nott’u zaten biliyoruz. Ama neden müritleri değil müridi?”

“Bilemiyorum…”

“Karanlık işaret yükselecek, kehanet bunu kesin bir şekilde belirtiyor.”

“Bu Voldemort’un geri döneceğini gösterir…”

“Hayır göstermez,” dedi Hermione, “Harry, Dumbledore ile Kristal Gölden döndüklerinde şatonun tepesinde Karanlık İşaret belirdiğini söylemişti. Ama ölen kimse yoktu. İşaretin yükselişi birinin sadece Karanlık İşaret yapacağı anlamına da geliyor olabilir…”

“En zor seçimle sınanmak. En zor seçimin ne olabilir Harry?”

Harry’nin aklından bir dolu şey geçti, hatta Ginny ile Elwyn’in arasında kalması da bu seçimlere dahildi. Gerçi bu sonuncusu artık geride kalmıştı. Elwyn bu işin içinde olmamayı seçmişti. Yüreği sızladı…

“Ya karanlık yükselecek ya da en acı şafak sökecek…”

“Eh bu çok bariz değil mi? Yaptığım tercihe göre kaderimiz etkilenecek.”

Gece artık sona eriyordu, kalabalık marş okuyarak kayıkhaneye doğru inmeye başlamıştı; eğlence Hogwarts Ekspresinde devam edecekti. Ron ile Hermione, Fred ile vakit geçirebilmek için Kovuk’ta kalmaya karar vermişlerdi, onu da çağırdılar ama Harry’nin biraz yalnız kalarak kafasını toplaması gerekiyordu. Hem Hagrid’in sözlerini, hem Trelawney’in kehanetini hem de Elwyn ve Ginny arasındaki gelgitleri beynini meşgul ediyordu. Kafası öyle doluydu ki neredeyse çatlayacaktı.

Kehaneti ertesi gün uzadı uzadıya tartışmak için sözleştiler. Harry  olanlar hakkında Bakan’la ve Grines’le de konuşmak istiyordu. Ancak ikisi de görünürlerde yoktu.

Grimmauld Meydanı’na döndü. Akromantula’nın şarkıları sanki hala beyninde bir yerlerde çalıyordu. Yüzünü yıkadı, dişlerini ovdu. Odasına çıktı. Gözlerinin önünde, gecenin ortasında İskoç kırsalında ilerleyen, ışıklar saçan Hogwarts ekspresi ve kendinden geçmiş halde eğlenen gençler belirdi. Acaba Ginny onlarla mıydı? Ya Elwyn? Hayır, sanmıyordu.

Yine başa dönmüştü, birileri gamsızca gülüp şarkılar söylerken kendisi ise yine bir kehanetin yükünü taşıyordu.

Üzerini değiştirmek üzere dolabını açtı, onu seyretmekle meşgul olan Sirius birden olduğu yerde dondu. Kafasını kapıya çevirip Harry’nin göremediği bir noktaya takılı kalmıştı.

“Sirius?”

Köpek aniden ok gibi fırlayarak merdivenlerden aşağı koştu, o havlarken Harry sokak kapısının hafifçe tıkladığını duydu. Ellerini kapıya dayayarak dışarıyı dinledi. “Potter, benim…” Ses tanıdıktı, Arcanus Grines’in sesiydi bu. Harry kapıyı yavaşça araladı.

“Ben Arcanus Grines, sana Hayalet-Kama Büyüsünü ben öğrettim. Bakanlıktaki akıl Hocan ve partnerinim. Ayrıca Gryffindor yatakhanesinde uyandığın rüyayı bana anlatmıştın…”

Harry kapıyı ardına kadar açtı. Dedalus Deagle ortalıkta görünmüyordu.

Grines, “Kaybedecek zamanımız yok. Theodore Nott yakalandı ve şu an Azkaban’da… Ve senden başka kimseyle konuşmayacağını söylüyor…” dedi.

Harry bu şok edici haber karşısında ağzı açık kalmış bir şekilde Grines’e baktı. Onun cevap vermesini beklemeden merdivenin son basamağına kadar inen Grines durdu, arkasını dönerek, “Hala ne bekliyorsun?” diye sordu…

– Bölüm 15-
Arcanus Grines’in Sırrı

214 Yorum

Bir Yorum Ekle

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir