Harry Potter ve Kızıl Pelerin #16: Ölümün Efendisi

* * *

önceki bölümleri okumadıysanız:

BÖLÜM LİSTESİNE ULAŞMAK İÇİN TIKLAYIN!

* * *

Harry loş bir koridordaydı, asasının cılız ışığında etrafını büyük bir dikkat ve titizlikle inceleyerek ilerliyordu. Ahşap maun kapılarla doluydu burası. Düşmanı bu kapıların birinin ardında gizleniyor olabilirdi.

“Homenum Revelio…”

Nefesini tuttu ama hiçbir şey olmadı. Karanlıkta gözle görülmeyen anca hissedilen bir fırtına yaklaşıyordu sanki. Harry’nin duyuları keskin, adımları kararlıydı. Her birini büyük bir dikkatle atıyor bir yandan da yaşadığı kaybın üstesinden gelmeye çalışıyordu. Arcanus Grines gitmişti. Ağabeyi, yoldaşı, ortağı… Onun da ismi Harry’nin kayıplarını içeren uzunca listeye eklenmişti.

Bir zamanlar Salazar Slytherin’in yaşadığı malikanede, Ölüm Yiyen Rodolphus Lestrange’i takip ediyordu. Yıllar önce Seçmen Şapka’nın belirttiği gibi, Hogwarts’ın dört kurucusundan biri olan efsanevi Büyücü bataklıklardan geliyordu. Malikanenin çevresi göl ve bataklıklarla kaplıydı. Bulunduğu ev bir nabız gibi atıyordu etrafında. Harry her atışında içinde saklı kötülüğün yanında ihtişamı ve karmaşayı da hissediyordu.

Duvar kağıtlarındaki karanlık imgeler hareket ediyor gibiydi. Bu cılız ışığın bir oyunu muydu? Yoksa ruh hali onu yanıltıyor muydu? Kapıların yanında karanlık goblenler, Slytherin soyundan gelen kara büyücülere ait olduğu anlaşılan büstler. Harry bunları göz ucuyla fark ediyordu, dikkati zemine çevriliydi, teki kanlı ayak izlerinde.

Rodolphus Lestrange yaralıydı. Harry kapının iki yanındaki kolonları patlatarak ağır taş yığını altında kalmasını sağlamıştı. Lestrange’in dinlenmeye, hatta belki de tedaviye ihtiyacı vardı. Harry ise Grines’in kuralını uyguluyordu: Hasmın yaralıysa dinlenmesine izin verme: Yorgunluk pes etmenin ilk adımıdır.

Koridorun sonunda, dirsek çizerek doğu yönüne kıvrıldığı yerde bir hareket sezdi sanki. Şahlanan at heykelinin arkasında gizlenmiş bir gölge kıpırdanıyordu. Bu keşfini belli etmeden hafifçe asasını kaldırıp kendisini savunmaya hazırlandı. Ta ki saldırı için en avantajlı konuma geçene kadar bekleyecekti bu şekilde. O anda gölge yer değiştirdi ve kırmızı bir lanet karanlığın bağrından ok gibi fırlayarak geldi. Harry asasının bir hareketiyle laneti def etti. Pusu boşa çıkmıştı, tatmin duygusuyla karşı saldırıya geçti. Yolladığı ilk sersemletme büyüsü ata binen büyücünün elinde tuttuğu kılıca isabet ederek parçaladı. Gölge elini hemen yanındaki kapıya attı, Harry’nin yolladığı ikinci büyü de kapının üst pervazına isabet edip tahta parçalarının dökülmesine sebep oldu.

Lestrange topallayarak kapıdan içeri daldı. Harry elinden geldiğince hızlı koştu ve kapı ağzında yine tedbirli duruşa geçti. Asasının bir hareketiyle de kapıyı yavaşça açtı.

Ama tedbiri boşunaydı. Lestrange dövüşü bırakmış, kaçış planına geçmişti bile. Geniş salonun karşı duvarında asılı dev bir tablonun önündeydi. Yüzüne dökülen uzun, keçe gibi saçlarının arasından Harry’ye çok kısa bir an baktı, sonra da gömleğinin manşetinde arabesk desenler bulunan sol elini tabloya uzattı. Sanki bir tül perdesinden geçermiş gibi önce kolu ve ardından tüm bedeni tablonun içinde kayboldu. Harry’nin çaresizce yolladığı lanet masanın etrafına dizili sandalyelerden birine çarparak yaktı.  Aynı geçidi kendisi de kullanmak üzere koştuysa da diğer tarafa geçemedi. Parmaklarıyla yokladı ama geçit kapanmıştı.

Lestrange sol kolunu uzatıp geçmişti tablodan. Karanlık işaret Ölüm Yiyenlerin sol koluna dağlanırdı. Harry bu portal her nereye açılıyorsa ancak Karanlık İşaret’e sahip büyücülerin geçebileceği şekilde büyülendiğini tahmin etti. Ölüm Yiyenler buna benzer bir taktiği, Dumbledore’un öldüğü gece Astronomi Kulesine giden yolu düşmanlarına kapamak için kullanmıştı. Karanlık İşareti olmadığı ve asla olamayacağına göre peki şimdi ne yapmalıydı?

Bir adım geri atarak tabloya baktı ve düşünmeye başladı. O sırada da bulunduğu odaya dair detayları fark etti.

Tekinsiz görünen bir büfe vardı solunda. Üzerine Borgin ve Burkes’in raflarına yakışacak lanetli objeler yerleştirilmişti. Harry insan kemiklerine benzeyen sarımtırak yığını takiben bir iksir kavanozuna yerleştirilmiş Peru anında karanlık Tozu’nu tanıdı. Hemen yanında da Şanlı El vardı. Bunları gerçekten de Hortkuluk’u geri aldıkları gece Borgin’den almış olmaları muhtemeldi. Azkaban’a giderken böyle bir kovalamacanın içine girmeyi planlamadığından hazırlıksız sayılırdı. Bu yüzden siyah renkteki tozdan birazını aldı, ayrıca Şanlı Eli de cüppesinin cebine yerleştirdi. Şanlı El kullanıldığında sadece sahibine ışık verirdi.

Tekrar tabloya döndü yüzünü.

Yeşilliklerin ortasında bir adam, vahşi otlar ve bitkiler tarafında sarılmış, esir alınmıştı. Elini yüzünde dehşet ifadesiyle, görünmeyen birine doğru uzatmış, yardım istiyordu. Harry tek kaşını kaldırdı: Ne zevk ama?

Az önce fark etmediği bir başka detay daha: Sandalyeye isabet eden lanet sekerek tuvalde ufak siyah bir iz bırakmıştı. Bu izin bulunduğu kısım hafifçe dalgalanıyor, hatta arkadan esen güçlü bir rüzgar tuvali hafifçe sarsıyordu. Harry asasını kullanarak tabloyu boydan boya yırttı ve büyük bir şaşkınlık yaşadı: Tuvalin arkasında kocaman bir boşluk, bir delik vardı.

Kendisini toparlayabildiğinde bu deliğe doğru yürüdü. Karanlıktan gelen öyle güçlü bir hava akımı vardı ki saçları havalandı. Harry dengesini korumaya çalışarak eğildi. Tablonun arkasındaki delik aşağıya iniyor, o kadar ki zemin çıplak gözle görünmüyordu. Duvar vahşi görünümlü sarmaşıklarla kaplıydı. Harry bu sarmaşıklara tutunarak aşağı inebileceğini düşündü.

Asasının ışığıyla bir an karanlığın derinliklerine baktı, zaman geçiyordu. Bir karar vermesi gerekecekti.

Sonunda asasını dişlerinin arasına sıkıştırdı ve sarmaşıklara tutunarak ağır ağır aşağı inmeye başladı. Hava boğucu ve nemliydi. Ciğerleri çürüyen bir şeylerin kokusuyla, küf kokusuyla dolmuştu. Gözlükleri sık sık buğulanıyordu, bu yüzden mola vererek sürekli camlarını temizlemek zorunda kalıyordu. Asasını sık sık aşağı doğru sarkıtıyor, zemine doğru bir ışık demeti bırakarak ne kadar mesafe kaldığını anlamaya çalışıyordu. Belki yarım saatlik bir inişten sonra, bu girişimlerinin sonuncusunda, sarmaşık ve bitkilerin yayıldığı taş zemini gördü ve içinden derin bir oh çekti.

Ancak çok erken sevinmişti, göz ucuyla zeminde bir hareketlenme sezdi: Dokungaçlar… Yukarıya kadar yayılmış olan bitkinin neredeyse bir Akromantula bacağı kadar kalın dokungaçları vardı.

Asasını duvara doğru tuttu. Endişelerinde haklıydı, Şeytan Kapanı neredeyse her yere uzanıyordu; daha önce Broderick Bode’yi St Mungo’da tedavi gördüğü odada öldürmüştü. Ayrıca Hogwarts Savaşında pek çok Ölüm Yiyeni bu bitki sayesinde etkisiz hale getirmişlerdi. Dolayısıyla Harry ne büyük bir tehlikede olduğunun farkına vardı.

Mesafe kendisini aşağı bırakmak için hala çok yüksekti ama yastıklama büyüsüyle kendisini koruyabileceğini düşündü. Tam sarmaşığı elinden bırakıyordu ki Şeytan Kapanı’nın dokungaçlarından biri bacağını sardı ve sıkmaya başladı. Harry dengesini kaybederek tepe taklak kaldı.

Asasını kaldırmaya çalıştığında bir başka dokungaç sağ eline dolandı. Bir diğeri ise sol koluna. Harry tüm gücüyle kıvırılıp bükülerek bu ölümcül kıskaçtan kendisini kurtarmaya çalıştıysa da çabası boşa gidiyor gibiydi. Işık ve ısı! Işıktan nefret ederdi Şeytan Kapanı! Ron ve Hermione ile beraber Felsefe Taşı’nın çalınmasını engellemek için Hogwarts’ın derinliklerine indiklerinde, Sprout’un engeliyle karşılaşmışlar ve Hermione’nin yarattığı alevlerle kurtulmuşlardı. Harry, o güçlü anın etkisiyle haykırdı: Incendio!

Büyü işe yaramıştı, bitkinin sağ elini saran uzantıları, ateşin ısısı ve ışığın parlaklığı karşısında tedirgin bir şekilde geri çekildiler. Harry ateşten kütleyi diğer koluna yaklaştırdı ve vücudunun üst kısmını tuzaktan tamamen kurtardı. Sonunda sıra ayak bileğini tutan dokungaçlara geldiğinde bitkiyi alazladı. Yanık kokusu her yeri sarmıştı, bitkinin kollarından bir kısmı kararmış, koparak havada döne döne aşağı düşmekteydi. Ancak yakıcı alevlerden kendisi de kısmen zarar görmüştü, kollarında yanıklar vardı.

Sol ayağını da bitkiden kurtardı. Ancak baş aşağı pozisyonda olduğundan bu durum aynı zamanda yüksekten düşmesi anlamına da geliyordu. Havadayken bir defa daha yastıklama büyüsünü yaptı ve neyse ki yere iki adım kala havada hareketsiz kaldı. Ardından da dikkatle iki ayağının üzerine yavaşça indi. Şeytan Kapanı ona tekrar sarılma eğilimi gösterse de Harry alevleri tekrar ona doğru yönlendirdiğinde dokungaçlar ayaklarının dibinden çekildi.

Harry bu defa taş bloklarıyla örülmüş, duvarları eğimli oval bir tüneldeydi. Slytherin’in tehlike anında gizlenme ya da kaçma ihtiyacı duyabileceğini düşünerek burayı inşa etmiş olabileceğini düşündü. Öte yandan bu yol yıllardır kullanılmamış gibiydi. Sarmaşıklar ve yosunlar taş bloklarla iç içe geçmiş, nemi ve karanlığı seven alglar bulabildikleri her aralıktan fırlayarak yayılmıştı. Görebildiği her yerden su damlıyordu, Harry yağmursuz kurak günlerde dahi buranın daima serin olacağını tahmin etti. Daha fazla oyalanmadan yürümeye başladı.

Yürüdükçe etrafında ufak hayvanlara ait iskeletler belirdi. Sıçanlar, fareler, hatta ileride bir köşede domuza benzeyen bir başka iskelet daha. Tünelin bazı yerlerinde hayvan kemiklerinden ufak tepecikler yükseliyordu. Hogwarts’ta ikinci sınıfta Ron ve Gilderoy Lockhart ile Sırlar Odası’na ilerlerken benzer sahnelerle karşılaşmışlardı. Kötü senaryoyu endişeyle kafasında şöyle bir tarttı: Salazar Slytherin’in birden fazla Basilisk’i olabilir miydi? Sonuçta yılan heykelleri ve desenleriyle dolu bir malikanedeydi. Seraphine Slytherin’in anısında birden fazla Basilisk yaratmaya çalıştığını görmüştü ama Barry Egerton çok azının tuttuğunu, çok daha azının da hayatta kalabildiğini söylemişti.

O sırada zehir yeşili bir yılan derisi göründü ilerde. Deri yıpranmıştı ama sağlamdı, sanki yeni değiştirilmiş gibiydi. Harry’nin sorusu böylece kendiliğinden yanıtlanmış oldu. Seraphine Slytherin’in tutan tek Basilisk’i Hogwarts’ta gördüğü canavar değildi belli ki. Harry buradan Ginny ile beraber sağ çıkma ihtimallerinin giderek azaldığını düşündü ve umudunu kaybetmemeye çalıştı. Gözlerini kör edecek ve ısırılırsa yarayı gözyaşlarıyla kapayacak bir Fawkes olmadan bir Basilisk’i öldürebilir miydi? Böyle bir karşılaşmadan sağ çıkabilir miydi?

Sükunetini korumaya çalışarak, yılan derisinin yanından yürüyerek geçti, bir yandan da endişeyle etrafını kolaçan ediyordu. Ayaklarının ıslandığını hissetti. Bir süredir fark etmemişti ama tünelin dibindeki su seviyesi sinsi sinsi yükseliyordu. Çatlak duvarlardan sızan su miktarı artmıştı, bazı yerlerde adeta fışkırırcasına akıyordu. Birkaç dakika içinde seviye artık bileklerini aşarak dizlerine doğru çıkmaya başlamıştı.

Sular yükselirken tünel de daraldıkça daraldı. Harry artık öyle bir noktaya geldi ki ya suya dalıp yüzerek ileri gidecek ya da gerisin geri dönerek farklı bir yol arayacaktı. Saat kaçtı acaba? Nott’u sorgulayalı ne kadar olmuştu? Ya Grines öleli? Onun malikanenin girişinde bekleyen cesedini düşününce içi kavruldu adeta. Ginny’nin de aynı kaderi paylaşmaması için daha hızlı olmalıydı. Belki bir belki iki saat içinde güneş doğacaktı. Eğer Nott boş tehdit savurmuyorsa, ki Harry’nin içi bu konuda hiç rahat değildi, Ginny’nin hayatı ciddi anlamda tehlikedeydi.

Artık tünelin genişliği Harry’nin kulacına eşitlenmişti. Çember daralıyor, Harry bir tuzağa doğru gitmekte olduğunu biliyordu ama kendisine biçilen rolü oynamaktan başka da çaresi yoktu.

Kendisine Kabarcık-kafa büyüsü yaptı. Şanlı Eli bir baloncuk içine aldı, Karanlık Tozu zaten ufak bir kavanozun içindeydi. Asasını kızıl pelerininin cebine koyarak suya balıklama daldı. Zifiri karanlıkta yüzüyordu. Eğer bir Basilisk varsa ve tam karşı yönden geliyorsa ölüm fermanı imzalanmış demekti, ama bunu düşünmemeye çalıştı. Belki elli adım mesafe yüzmüştü ki, içinde bulunduğu boru dibe doğru kavis yaptı ve su seviyesi boyunu aştı. Tamamen buz gibi suyun içindeydi artık. Sonsuz karanlığa gömüldüğünde asasını eline alarak etrafını aydınlattı.

Boru yirmi kulaç sonra yeniden yukarı kavis aldı ama su seviyesi aynı kaldı. Bulunduğu alan genişlemeye başladı, önce yeniden bir kulaca sonra beş adıma kadar ulaştı. Harry en sonunda varmayı hiç de ummadığı bir yere vardı.

Bir mağaradaydı. Duvarlarında insan boyunda bir düzine kadar delikle dolu bir mağarada.

Tüm ışık kaynaklarından uzak olduğundan kapkaranlıktı, mağarayı aydınlatan tek şey Harry’nin asasıydı. Tavanı alabildiğine uzaktı, eni de en azından bir o kadar gidiyordu. Her tarafı yosunlar kaplamıştı, suda çer çöp yüzüyor, görüşünü kısıtlıyordu.

Harry mağaranın zemininde yatan bedeni görünce irkildi, panikle hemen gözünü kaçırdı. Sonra cesaretini topladığında korktuğunun başına geldiğini anladı.

Basilisk eski bir kabusun yeniden su yüzüne çıkarak korkutması gibi aşina göründü gözüne, hareketsizdi. Harry bir an onun ölmüş olduğunu umdu ancak birkaç saniye aralıkla yükselen su kabarcıkları canavarın uyuduğunun kanıtıydı. Harry bir an geri dönüp farklı bir yoldan ilerlemeyi düşündü. Ancak o anda Basilisk’in tam arkasında bir kapı olduğunu fark etti. Bu kapının üzerinde dev bir vana vardı. Eğer vanayı açar ve kapıdan çıkarsa…

Su boşalacaktı… Harry yoluna devam edebilecekti, öte yandan…

Kafasında Hogwarts Gölündeki, Üç Büyücü turnuvası canlandı. Tanıdık değil miydi bu sahne? Ron, Cho, Hermione ve Gabrielle Delacour suyun dibinde, birer direğe bağlanmış halde sihirli bir uykudaydılar; deniz halkı başlarında nöbet tutuyordu. Ya sonra? Uykudaydılar ama, sudan çıktıkları anda…

Uyanmışlardı…

Harry bu yeni tuzağın doğasını o anda anladı. Odadan çıkmak için suyu boşaltmalıydı. Suyu boşalttığı anda Basilisk uyanacak ve serbest kalacaktı.

Canavara tekrar baktı, o çirkin pullu yüzüne, boynuzuna. Suyun içinde Basiliskin gözlerine bakmak onu heykele mi çevirirdi yoksa öldürür müydü? İyi ihtimal gerçek olur da heykele dönüşürse Ölüm Yiyenlere esir düşerdi. Bu durumda Kingsley’in gelip onu kurtarmasından başka kurtuluş yolu kalmazdı.

Basilisk’i yenmeliydi. Bunu daha önce yapmıştı. Evet, belki yardımla, ama yapmıştı. Hem de daha on iki yaşındayken.

Bir başka soru daha takıldı aklına: Slytherin öleli yıllar oluyordu, Büyücü Dünyasında asırlardır Harry’den başka Çatalağız görülmemişti; bu durumda Basilisk’i kim yönetiyordu? Harry müdahale etmek için çok geç mi kalmıştı? Voldemort dönmüş müydü? Gözleri sağlam bir Basilisk’i zehrinden de kaçınarak nasıl öldürecekti? Harry zihninin derinliklerine kadar indi, kederle Grines ile yaptıkları çalışmaları hatırladı.

Basiliskler Beşinci Seviye Tehlikeli Yaratıklardan biridir. Gerçi Remus Lupin eminim sana onlardan bahsetmiştir. Aa, henüz ikinci sınıfta onlardan birini alt ettiğini az daha unutuyordum. Elinin altında Fawkes olmadığında gözlerinin yarattığı tehlikeyi saf dışı edebilmek için aynen ejderhalarda olduğu gibi Conjunctivitis Lanetini kullanabilirsin.

Ama Basilisk yılan soyundan gelir. Görmek için gözlere ihtiyacı yoktur. Kokunu alabilirler Harry. Bakışlarından kaçsan dahi kokun seni ele verecektir.

Harry’nin kafasında bir ampul yandı. Evet, Basilisk’e karşı bir şansı vardı, zayıf bir şanstı ama vardı. Ah her şey planladığı gibi gitse ne olurdu ki?

Kaçınılmaz olanla yüzleşmek için hazırlandı, Asasını demir kapıya doğru tuttu, yavaşça çevirdiğinde vana da dönmeye başladı. Su açılan delikten dışarı boşalmaya başladığında Harry hızla duvarlardaki insan boyundaki deliklerden birine doğru yüzdü, içine girerek siper aldı.

* * *

Normal bir uyku değildi onunki, daha derindi. Derin ve uzun süreliydi çünkü efendisi öyle olmasını emretmişti; ölümcül gözlerini ne zaman açacağı belliydi. Canavar ilkel beyninin kıvrımlarıyla biliyordu ki Çataldil’i konuşan gerçek efendisi bir emir verdiğinde yapılırdı. Çatalağız uyumasını emretmişti, uyumuştu o da.

Ne kadar uyuduğunu bilmiyordu, ne zaman uyanacağını da. Doğru zaman geldiğinde onu uykuda tutacak su tükenecek ve zihnine “uyan” kelimesi fısıldanacaktı. O da söyleneni yapacaktı.

Her ne kadar kulakları çok hassas olsa da vana dönmeye başladığında çıkan ses onu bu yüzden uyandırmadı. Onu uyandıracak olan şey gürültü değildi. Şato o an sadece kolonları sağlam kalacak kadar şiddetli bir yıkıma dahi uğrasa, Yılanların Kralı gürültüyü duyamaz, uyanamazdı.

Su, açılan kapıdan dışarı boşalarak zeminden kaybolup etrafından sular çekilince zihni çözülmeye başladı. Birkaç saniye ne olduğunu kavramaya çalıştı, bilinci tamamen yerine geldiğinde Çatalağız’ı ve talimatlarını hatırladı. Mağaraya tümüyle geri döndüğünde de, büyülü çatal gözlerini açtı. Bakışları bir canlıyı tek saniyede öldürebilecek katil bakışlardı. Efendisi bunu bildiğinden ona öldürmesini söylemişti. Bu odaya girecek büyücüyü öldürmesini… Büyük bir heves ve açlıkla hareketlendi ancak bedeni onu dinlemiyordu. Belli ki uzun süredir uykudaydı ve vücudu eski esnekliğine kavuşabilmek için zamana ihtiyaç duyuyordu. Kıvrımlarını açarak yerde yayıldı. Açıp kapadığı sarı gözlerle mağarayı kolaçan etmeye başladı. Taşların üzerinde süründü.

Duraksadı, bir şeylerin değişmiş olduğunu anladı. Uykuya daldığında sular altındaydı, şimdi mağara boşalmıştı. Ayrıca bir koku vardı mağarada… Yakın zamanda duyduğu, iştahını ve nefretini aynı anda kabartmayı başaran bir koku. Çataldili konuşan efendisi ile özdeşleşmiş bir kokuydu bu. Ama onun kokusu değildi, efendisinin bir kokusu yoktu. Bu koku daima efendisine eşlik ederdi. Bu kokuyu duyduğunda saldırmamasının tek sebebi efendisinin emirleriydi. O istemedikçe hiçbir şey ölmezdi.

Basilisk nefreti duyuyordu yine, koku havada belirli belirsiz bir iz bırakıp hafif hafif burun deliklerine doluyordu. Sürünerek ilerledi, önündeki dar boruya girmesi gerekecek miydi? Duraksadı, hayır… İz sadece oradan geçmişti, artık orada değildi. Kafasını gerisin geriye çevirdi. Derken keskin kulakları bir hışırtı ve dalga dalga yayılan bir ses duydu. Hemen hızla kayarak demir kapıya yakın duran deliklerden birinin önüne geldi. Boynuzlu kafasını kaldırıp hevesle mağaranın içine girdi ve kolaçan etti. İz buradan geçmişti, ama hayır, artık burada değildi. Canavar öfkeye kapıldı ve hayal kırıklığıyla bir çığlık attı.

Tam o sırada bir patlama duyuldu ve mağara zifiri karanlığa gömüldü.

Basilisk şok içerisinde tepki verdi gözlerine inen perdeye. Bu karanlığı yaratan her neyse ona zarar verebilmek için kuyruğunu savurdu. Kuyruk duvara çarparak mağarayı sarstı, hatta tavandan taş parçaları döküldü. Canavar kayarak mağaranın öteki yanına ilerledi, tam o sırada arkasında bir ses duydu. Haykırarak sivri dişleriyle ölümcül ısırığını sunmak için kendini öne attı. Bu hamlesi de boşa gitti.

Efendisi öfkelenecekti. O öfkelendiğinde bu hem hayal kırıklığı hem acı demekti. Hem de yoğun bir acı. Kaçınmak istediği karmakarışık duygular.

Canavar sabırsızca yine etrafını dinlemeye başladı. Tam o anda beklediği hareket geldi. Dar borunun bulunduğu yere bir şey dökülmüş ya da düşmüştü. Basilisk onun sesini duymuştu,  keskin kokusunu rahatlıkla alabiliyordu. Büyük bir iştahla kaydı yerde, sular sıçratarak borunun dibine doğru ilerledi ve dişlerini zifiri karanlıkta önünde olduğunu düşündüğü kütleye batırıverdi. Ağzını sıkı sıkı kenetledi, zehrinin çenesinden süzüldüğünü hissedebiliyordu. Birkaç saniye sonra kenetlenen çenesini açtı.

Ama ağzında beklediği tat yoktu. Koku yoğundu ama dişlediği her neyse sıcak, etli bir beden değildi. Zayıf cılız bir şeydi dişlediği, bir kabuk…

Şaşkınlıkla kafasını kaldırdığında bu defa tam tepki veremeden bir haykırış duydu. Haykırıştan sonra müthiş bir yanma hissi duydu kafasında. Gözünden yaralandı ve akan kanlarının vücuduna sıçradığını fark etti. Müthiş keskin bir acı saplandı başına. Yere düşerek debelenmeye başladı. Titreyerek kendisini toparlamaya çalıştı. Ölümcül bir şekilde yaralanmıştı.

Duvarın öte yanında ayak sesleri duydu: Efendisinin yaverine ait olmadığını bildiği ayak sesleri. Daha hafif. Yeniden dikilip o sesin peşinden gitmeye çalıştı ama yapamadı. Olduğu yerde yığılıp kaldı. Birkaç saniye sonra demir kapı arkasından kapanmıştı.

Canavar bir kan gölünün ortasında Çatalağız Efendisini beklemeye başladı ve kendisini daha fazla acıya hazırladı.

* * *

Harry kapıyı arkasından kapadı, vanayı çevirerek kilitledi ve sonra tetikte, geriye iki adım attı. Kapının her an Basilisk’in kuyruk darbesiyle uçmasını bekliyordu, neyse ki korktuğu olmadı. Sevinçle Peru anında karanlık tozuyla kaplı avuç içlerini birbirine vurdu, temizledi. Toz parçacıkları havaya dağıldı.

Başarmıştı. Çok az bir ihtimaldi ama yapmıştı. Bir kez daha ölümü aldatmış, hayatta kalmıştı.

Harry Basilisk ile normal şartlarda başa çıkamayacağının farkındaydı. Bu yüzden elinden geldiğince Basilisk’in dikkatini dağıtmaya çalışmıştı. Bunun için ufak çakıl taşlarını mağaranın içinde sağa sola fırlatmış ve odaklanmasını engellemişti. Ölümcül bakışlarından kurtulabilmek için Peru anında Karanlık Tozuyla etrafı karanlığa boğmuş, hareket edebilmek için de sadece sahibine ışık veren şanlı el’i kullanmıştı. Draco Malfoy da İhtiyaç Odası’nın dışında bekleyen Dumbledore’un Ordusu’ndan bu şekilde kurtulmuştu.

Basilisk’i aldatabilmek, onun cüppenin kokusuna gelmesini sağlayabilmek için de cüppesini çıkarıp fırlatmıştı, o cüppe ile boğuşurken Hayalet Kama büyüsüye canavarı yaralamıştı. Yırtılan Cüppesini zehirden temizleyip yeniden sırtına geçirdi, ona hala ihtiyacı vardı.

Canavar’ın üstesinden gelebilmesi moralini de yükseltmişti. Artık daha büyük hevesle adımlıyordu tüneli. Sabırsızlıkla etrafını süzüyordu. Aniden önsezileri ona tehlikeyi haber verdi, duraksadı. Sanki izleniyormuş gibi hissediyordu. Büyük bir dikkatle etrafında göz gezdirdi, ufak tefek sesleri dinlemeye başladı.

Bulunduğu yer ihtiyaç odasını andırıyordu. Garip büstler, mobilyalar ve atıl eşyalarla doluydu. Gizlenmek için o kadar çok yer vardı ki Harry içindeki zafer duygusunu bastırmaya çalışarak yeniden amacına odaklandı. Biraz ileride bir gölge gördü, karşısındaki her kimse ağır aksak yürüyerek eşyaların arasından meşalenin aydınlattığı dar yola çıktı.

Rodolphus Lestrange… Sonunda karşısındaydı…

“Her şey bitti Lestrange… Yaralısın, Ginny’nin nerede olduğunu söyle ve teslim ol. Seni bir an önce tedavi edelim.”

Lestrange kafasını kaldırarak Harry’ye baktı, “Hiçbir şey bitmiş değil, Karanlık Lord söylemeden hiçbir şey bitmez.”

“Karanlık Lord’un ruhu son hortkuluk’unda hapis. Seninle işim bittiğinde onu da yok edeceğim, bir daha dönmemek üzere gidecek… Artık direnmenin anlamı yok…”

Lestrange sırıttı, “Bundan o kadar emin olma… Seni buraya kadar çekmeyi başardı öyle değil mi Potter?”

Yavaşça kafasını kaldırdı, Harry nemli duvarda, yukarıda odada gördüğü tablonun aynısının asılı olduğunu gördü. Demek ki portal onu buraya getirmişti. Yine de Harry’nin anlayamadığı bir şey vardı. Onu buraya çeken, her şeye sebep olan Nott ve Lestrange’di. Nasıl Karanlık Lord’un onu buraya çektiğini söyleyebiliyorlardı ki? Bir Hortkuluktan emir almak mümkün müydü? Ya Basilisk’i yöneten Çatalağız? O kimdi?

“Basilisk’i kim yönetiyordu? Sen Çataldili konuşuyor olamazsın, Canavar’ı yöneten kişinin…”

Lestrange onun sözünü tamamladı: “Slytherin’in varisi olması gerekir…” Sırıttı. “Eh, gerçekten de öyle… Nerede olduğumuz düşünülürse…” Kollarını kaldırarak etrafını gösterdi,  “Her şey Karanlık Lord’un planı ve eseriydi…”

Harry’nin ağzında pis bir tat belirdi, “Rüya mı görüyorsun? Karanlık Lord’un bedeni yok…”

“Ruhu ve izi burada…” Lestrange elini cüppesinin cebine attı ve Harry’nin çok yakından tanıdığı bir cisim çıkardı.

“Diriltme Taşı!” Harry şok içindeydi.

Lestrange güldü, “Tabi ya… Hogwarts Savaşı’ndan sonra Yasak Orman’da gizlenirken bulduk. At adamlar’ın Savaşa katıldığı yerde, toprağa yarı gömülüydü. Nott ile her türlü yardıma muhtaçtık, keşke o dönse diyorduk ve…” Taşı parmaklarının arasında kavradı, “Bu karşımıza çıkıverdi…”

Taşı ağzına yaklaştırdı ve bir şeyler fısıldadı, elinde üç defa döndürdüğünde Lord Voldemort, saydam mavi bir gölge olarak belirdi. Harry apaçık bir nefretle ona baktı. Diriltme taşı tam anlamıyla ölmemiş olan birini geri getirebiliyor muydu? Ruhu bir hortkuluk’a hapsedilmiş olan Voldemort’u? Belli ki yapabiliyordu, o buradaydı işte…

Nefretle, “Ölmeyi kabullenemeyecek kadar korkaksın,” dedi.

Voldemort’un tanıdık, hırıltılı ve sinsi sesi yankılandı, “Harry Potter… Beni yok edemeyeceğini hala anlayamadın mı?”

Başını salladı, “Bu sen değilsin, sen sadece asla tam anlamıyla var olmamaya mahkum zavallı bir ruhsun…” Harry son derece kendinden emindi, Karanlık Lord’un bir türlü dersini alamaması, sürekli eksik ve aciz bir şekilde yaşama ya da adına ne denirse, var olmaya tutunmaya çalışması onu küçümsemesine sebep oluyordu.

“Bu acınası sözleri kendine sakla Potter… Ben buradayım… En başta planladığım gibi öldürülemez, yenilmez… Ölümsüzlük yolunda herkesten daha ileri gittim…” Lestrange’i işaret etti, “İki müridime yol gösterdim… Hogwarts’tan nasıl kaçacaklarını, Bakanlık’a nasıl sızacaklarını anlattım. Pullman’ı kullanmalarını sağladım ve Williamson’u büyületerek son nefesine kadar benim için çalışmasını garanti ettim… Bugün burada senden ihtiyacım olanı aldığımda yeniden bedenime kavuşacağım…”

Çirkin bir gülüş yüzüne yansıdı.

Harry başını salladı, “Defalarca kaybettin, yenilgiyi kabullenemedin. Sürekli şansı, tesadüfleri ileri sürdün. Senin koyduğun Akromantula’yı, senin yönettiğin Basilisk’i aştım ve karşındayım… Şimdi senin son kuklanı da yok edeceğim…”

Lestrange hiddetle asasını kaldırdı, Harry de gardını aldı.

Voldemort bir an Harry’ye baktı, sonra Lestrange’e doğru eğildi, “Daima expelliarmus ile başlar… Zavallı…” dedi tekrar Harry’ye bakarak,  yorgun görünen Lestrange’in yanından gülerek geçti.

Lestrange önce onunla sırıttı, sonra sırıtışı yüzünde dondu ve haykırdı: “Crucio!”

Affedilmez Lanet Harry’nin bir saniye önce bulunduğu yere isabet ederken Harry ustaca kaçınmayı başardı. Sarmaşıklar kavruldu ve kesif bir yanık kokusu duyuldu. Harry bitki örtüsünü kendisine siper aldı ve koca bir sarmaşığın arkasına gizlendi. Yeşil gövde genişti, Lestrange’i yanıltmak için diğer tarafa dolandı ve kafasını uzattı.

Mavi parlak bir ışık belirdi ve Lord Voldemort yürüyerek yanına gelip hain bir ifadeyle sırıttı, “Saklanıyor musun Potter?”

Lanet Harry’nin hemen yanına saplandı. Bitki parçaları havada uçuştu. Harry koşarak siper aldı ve bir başka yığına tırmandı, yüksek bir konuma geçerek avantaj sağlamaya çalışıyordu. Olduğu yerden büyüyü yolladı: “Expulso!”

Bir patlama oldu ve Lestrange üzerine devrilen koca bir dolaptan zorlukla kaçındı, “Iskaladın Potter!”

“Sadece bu defalık!”

Voldemort Harry yanından geçip tepenin öbür yanına atlarken gözlerini ona dikti, “Senin için ölecek annen olmadığında…” Harry öfkeyle dişlerini sıktı, “Ne kadar da zavallı görünüyorsun…”

Gözleriyle tüneli tararken, “Seni seven bir annen bile olmadı, pis bir yetimhaneye bırakıp gitti,” dedi.

Voldemort nefretle dikleşti, “Kimin umrunda? Lestrange! O burada!”

Harry Voldemort’un her türlü hileye başvuracağını zaten anlamıştı. Bu yüzden önlemini almıştı, hazırdı, Lestrange ona ölümcül laneti yolladı: “Avada Kedavra!”

Harry aynı anda bağırdı, “Alarte Ascendarev!” Pis bir koltuk fırlayarak ikisinin arasına girdi ve öldüren büyü koltuğa gömülüp kaldı.

Voldemort dişlerini gıcırtarak, “Sana bu numaraları Grines mi öğretti? O kanı bozuk…”

Harry büyük bir zevkle haykırdı, “Cendravero!” Mavi ateş topları fırlayarak Lestrange’i köşeye sıkıştırdı, devrilen eşyalar adamın üzerine yığıldı, kaldırma büyüsünü kullanarak kıstırıldığı kapandan çıktığında Harry yine karşısındaydı.

Lestrange nefes nefese kalmıştı, kendisini topladı, “O… Kendi ailesini korumaktan aciz biri…”

Harry yüreğinde nefretin dalga dalga büyüdüğünü fark etti, “O benim hayatımı kurtardı… Bana tonla şey öğretti… Onunla teke tek dövüşsen şansın sıfır olurdu,” Voldemort’a döndü, “Belki senin bile…” Asasını salladı: “Diffindo!”

Lestrange yeterince çevik davranamadı, cüppesinin kolu yırtıldı, koşarak bir eşya yığının arkasından dolanmaya kalktı, arkasına dönerek “Defodio!” diye bağırdı, Harry önünde oluşan çukurdan zorlukla kaçındı, sendeleyip  dengesini bulması birkaç saniyeye mal oldu. Harry onun kaçmasını önlemek için Depulso büyüsünü yaptı, Lestrange aniden önüne çıkan bir korkuluktan sıyrılamadı ve takılarak yere yapıştı. Kalkarken de rastgele bir büyü savurdu: “Everte Statum!”

Harry vücuduna isabet eden büyüyle devrildi, keskin bir acı saplandı. Tekrar doğrulabilmek için büyük bir çaba gerekiyordu. Bu çabayı Voldemort’un hevesli sesi sayesinde gösterebildi, “Acıdı mı Potter? Bitir işini Rodolphus! Bu iş fazla uzadı!”

Lestrange’in yaklaştığını hayal meyal fark etti Harry. “Lacarnum inflamarae!”

“Glacius!”

Lestrange’in asasından çıkan alevler bir anda dondu ve katı bir kütle gibi düştü. Yüzü gösterdiği çaba yüzünden kaskatı kesilmişti. Harry ise gücünü yeniden kazanmıştı.

Voldemort, sinirli sinirli adım attı, “Yeter artık! Bitir işini!”

Lestrange iyice yorulmaya başlamıştı, nefes nefeseydi. Harry ise kendisini o denli canlı hissediyordu ki sabaha dek dövüşebilirdi. Ginny için, Arcanus için; bu sözleri kendi kendine fısıldayarak motive oluyordu… Lestrange Incarcerous’u denedi, Harry büyüden kaçındı. Harry Voldemort’un yarattığı baskının da Lestrange’i zorladığını fark etti.

“Oppugno!” diye haykırdı Lestrange, enkaz haldeki eşyaların altında kırmızı gözlerle bakan sıçan, fare ve örümcekler belirdi ve Harry’ye saldırdılar. Harry Incendio büyüsüyle alevler çıkardı ve hayvanlar korkuyla geri çekilip kaçıştılar. Harry etrafını sarmakta olan Şeytan Kapanı’nın da bu alevlerden ürkerek kollarını geri çektiğini fark etti. Gerçekten ucuz kurtulmuştu.

Lestrange artık tükenmişti ve asasını zorlukla kaldırıyordu, Harry onun hırıltılı nefesini duyduğunda bitirici darbeyi vurdu: “Expelliarmus!”

Lestrange’in asası fırlayarak Harry’nin sol eline yapıştı. Harry asasını Lestrange’in boynuna dayadı. Bakışlarını Voldemort’a çevirerek, “Sonuna hazırlan… Dedi…”

Onun nereye baktığını göremeyen Lestrange’in ağzından “Merhamet…” kelimesi döküldü…

Harry gözlerini kıstı, “Korkma, senin gibi bir alçak değilim, küçük bir çocuğu ya da asasız bir insanı öldürecek bir cani değilim… Ama…” Voldemort’a döndü yine, “Akıl hocan için aynı şeyi söyleyemeyeceğim.”

Harry Lestrange’i önüne kattı, Incarcerous büyüsüyle mavi saydam ipler belirmesini sağladı vücudunun etrafında. Sonra Ölüm Yiyenin koluna girdi, “Efendinle vedalaşmayacak mısın?” diye sordu.

Voldemort nefretle baktı ona, Harry Lestrange’in cebinden diriltme taşını çıkardı ve bitki yığınının dibine attı. Voldemort’un bakışlarının keyfini çıkararak bağırdı, “Lacarnum İnflamarae!”

Diriltme Taşını bir anda alevler sardı. Oradan da bitkilere sıçradı. Dev Şeytan Kapanı çığlıklar atarken Voldemort da nefretle Harry’nin duyamadığı bir şeyler haykırıyordu. Taş en sonunda erimeye başladığında Voldemort ortadan kayboldu, Harry Lestrange’in koluna girdi, beraber tablonun içinden geçtiler ve tüneli terk ettiler.

* * *

Bakanlık’tan çalınmış olan zaman döndürücü odanın ortasında bir masanın üzerinde kuruluydu. Cam kabinlerinden birinde ufak bir kumaş parçası vardı. Harry bunu yakından incelediğinde Wimple’ın gizli odasında gördüğü cüppeye ait olduğunu fark etti: Voldemort’un cüppesi. Demek parçayı bunun için çalmışlardı, Hatırat yapmak için. Diğer cam bölmede ise son hortkuluk vardı, Gryffindor’un Kartal başlı aslanı. Ona baktığı anda bir Harry nabız gibi attığını ve kötücül bir ruh barındırdığını hissetti.

Zaman döndürücüye güç veren cam tüp ise boştu.

Hemen arkada duvara asılı bir arbalet ve raflarda siyah bir sıvıyla dolu iksir şişeleri vardı. Harry kendi kendine Nigrum Mortem diye fısıldadı. Sonra Ginny’nin sesi odada yükseldi: Harry!

Harry hemen arkada saydam mavi ışıklardan bir kafes olduğunu gördü, Ginny kafesin içindeydi, Harry de haykırdı: “Ginny!” Üzerinde mezuniyet gecesi giydiği elbise vardı, sadece nilüfer yaprağı koparılmışa benziyor, üzerinden iplikler sarkıyordu.

Elleri kafesin demir barlarının arasında birleşti, “İyisin ya…”

Ginny cesurca yanıtladı onu, “Evet iyiyim…”

“Sana zarar verdiler mi?”

“Hayır…”

“Çok üzgünüm, her şey için…”

“Önemli değil Harry… Buradan çıkalım… Haydi!” Ginny yorgun ama sağlıklı görünüyordu. Belli ki kötü muamele görmemişti. Şükürler olsun ki buna vakit bulamamışlardı.

Harry kafese baktı, daha önce Voldemort’un Nagini’yi buna çok benzeyen bir yerde sakladığını görmüştü. Ama nasıl açılacağını kestiremedi, bir anahtar deliği vardı ama Alohomora hiçbir işe yaramadı. Lestrange’e döndü, “Nasıl açılıyor?” Asasını tehditkâr şekilde kaldırmıştı.

“Anahtarla…”

Lestrange bağlanmış ellerini kaldırdı. Harry onun cebinde bir şeyin parıldadığını görebiliyordu. “Accio anahtar!”

Anahtar hareketlendi ama cepten çıkmadı. Lestrange sırıttı, Harry anahtarı almaya kalktığında gözünün ucuyla avucunun içinde bir parıltı gördü ama harekete geçmekte gecikti. Lestrange’in eli başına inerken Harry çekildi ve sivri bir şey sol omzuna saplandı. Harry büyük bir acıyla bağırırken Ginny’nin endişeli sesi yükseldi, “Harry! Hayır!”

Lestrange’in kanlı ellerinde bir cam parçası vardı ve Harry’nin omzuna saplanmıştı. Muhtemelen eşya yığınlarının arasında bulup çaktırmadan avucuna gizlemişti. Lestrange tekmesini savurdu ve Harry’yi yere yapıştırdı. Asası yere düştü ve sürüklendi. Lestrange asanın üzerine atladığında bir süre boğuştular, omzu öylesine acı veriyordu ki tüm gücünü kullanamıyor, elleri bağlı Lestrange ile zorlukla başa çıkıyordu.

Mücadele çetin ve acımasızdı. Lestrange bir an onu boyunduruğa aldı, yuvarlandılar. Boynunu saran kollar sıkılırken bağlı bilekleri Lestrange’in işini zorlaştırıyordu. Harry sonunda dirseğini onun yüzüne yapıştırdı, Lestrange gerileyerek döndürücünün arkasındaki raflara çarptı, Harry hemen atılarak asasını kapmayı başardı. Lestrange’e doğrultup bağırdı: “Sersemlet!” Işın Lestrange’in vücuduna isabet edince önce donup kaldı, sonra rafları yerle yeksan ederek kaydı ve yere düştü. Nigrum Mortem ile dolu olan raflar cam kırıkları içinde kalmış ve siyah sıvı zaman döndürücünün üzerine dökülmüştü.

Harry eğilerek iki büklüm oldu, “Harry, iyi misin?” Ginny endişeyle ona bakıyordu, “Evet, şimdilik iyi gibiyim, ama bu iş bittiğinde geyik otuna ihtiyacım olacak.” Lestrange’in cebinden anahtarı aldı ve Ginny’yi hücresinden çıkardı. Birbirlerine o kadar sıkı sarıldılar ki Harry neredeyse acıyla inleyecekti. Yine de hiç itirazı yoktu. Hem Harry’nin canını yakmamak isteyen, hem de uzun süredir birbirleriyle konuşmadıklarının farkına varan Ginny onu hemen bıraktı.

“Son bir şey daha…”

Harry Zaman Döndürücüye döndü. Cam bölmeyi açıp son hortkuluk’u almayı ve makineyi yok etmeyi planlıyordu. Bölmeyi açıp Kartal başlı aslan heykeline elini attığında heykel ağzını açtı, bir duman yükseldi ve Voldemort’un yüzünün şeklini aldı. Şekil büyüdü ve yerden bir adım yükseğe çıktı.

Voldemort konuştu, “Ne yapmak istediğini biliyorum Potter…”

Harry zorlukla sırıtarak cevap verdi: “Deme yahu…”

“Bunu gerçekten istediğine emin misin?”

“Hayatta bundan daha çok istediğim hiçbir şey yok… Sevdiklerimi öldürdün, aileleri mahvettin…”

“Peki ya onları döndürmenin yolu varsa?”

Harry kaşlarını çattı… “Sen neden bahsediyorsun?”

Aynı anda Zaman Döndürücü çalışmaya başladı. Bu durum hem Harry hem de Ginny için büyük bir şok oldu. Harry yakıtın dolması gereken cam bölmeye baktığında Nigrum Mortem’in bir kısmının içine dökülmüş olduğunu fark etti.

Tabi ya! Yüzyıllardır ortada olmayan, efsaneleşen… Bir büyücüyü dahi iyileşemeyecek duruma getiren korkunç sıvı… Ne onun kadar güçlü ve efsunlu olabilirdi ki? Bir tesadüf eseri bulmuşlardı bunu. Harry Lestrange ve Nott’un bu durumu fark etmiş olsa neler yapabileceklerini düşünmek dahi istemedi.

“Ah, Zaman döndürücünün sonunda çalıştığını görüyorum. Bu işleri kolaylaştıracak.” Yılansı yüzü duvardaki şişelere ve en sonunda Harry’ye döndü. “Buradaki stoklarla yıllarca geriye gidebilirsin…”

Elinin hareketiyle bir imge oluşturdu, Fred Weasley üzerine devrilen taş duvarın altında ölü yatıyordu. Percy Weasley acı içinde etrafa rastgele lanetler yağdırıyordu. Tonks ile Lupin yan yanaydılar. Birileri kayıpların üzerine örtü seriyordu. Etraflarında kederli yüzler vardı.

“Sadece bir yıl geri gidebilir, onların hayatını kurtarabilirsin… Küçük Ted öksüz ve yetim büyümez…”

İmge değişti, Dumbledore yıldırım çarpmış kuleden aşağı düşüyordu… Kurumuş gibi görünen elini Severus Snape tedavi etmeye çalışıyordu…

“Ya Dumbledore? Hogwarts’ta Müdür bir cinayete kurban gitmeyebilir…”

Bu defa Sirius belirdi imgede. Tül perdeden geçip gidiyor Harry’yi sonsuza dek yalnız bırakıyordu. Harry acı içinde onun adını haykırıyordu.

“Vaftiz baban asla ölmeyebilir…”

Peter Pettigrew’un asasından çıkan öldüren lanet Cedric Diggory’ye isabet etti. Diggory ölü bakışlarla yere yığıldı.

“Hatta Cedric’i bile kurtarabilirsin.”

Harry acı ile baktı bu imgelere. Hayal ettiği hayat o kadar yakındı ki. Parmaklarının ucundaydı. Cedric’i kurtarabilirdi, üstelik Voldemort henüz bedenini bulmamıştı bile. Herkese olanı biteni anlatabilir, Alastor Moody’nin kılığına giren Bartiemus Crouch’u yakalatıp Little Hangleton’a baskın yapılmasını sağlayabilirdi. Böylece Voldemort’un dönüşü dahi engellenebilirdi.

Ginny onun yaşadığı iç çelişkiyi hissetmişti. O da benzer duygular yaşıyordu belli ki. Ama hiçbir şey söylemedi.

Harry adeta fiziksel bir yoksunluk hissediyordu. Grimmauld Meydanı’nda Siriusla yaşamak. Hayat nasıl olurdu? Oğlunun cesedine kapanıp ağlayan Cedric Diggory. Dumbledore’un anısına havaya kalkan asalar.

Ted’i unutma dedi iç sesi, “Onu yine anne babasız bırakacak mısın? Remus Lupin ve Nymphadora Tonks’u tekrar öldürecek misin?“

Yapacağı bu muydu? Onları tekrar öldürmek? Zamanı geriye alıp Voldemort’u hayata döndürmemeyi seçerse yapacağı bu muydu?

Zümrüdüanka Yoldaşlığı’nı yeniden canlandırırdı. Bu defa kaderlerini bilerek yaşarlardı. Ölüm Yadigarlarını birleştirirdi. Dumbledore Zaman Döndürücüyü kullanarak birden fazla masum hayatı kurtaracaklarını söylememiş miydi? Kendisi en başta, yıllar önce Harry ve Hermione’yi bunu yapmaya teşvik etmemiş miydi?

Beyni ona oyunlar oynuyordu. Zaman döndürücüyü 1994 yılına çevirmesi için bahaneler üretip duruyordu zihni. Harry Wimple’a öfkeliydi. İçten içe işlerin bu noktaya geleceğini ve bu karara zorlanacağını ta o zamandan hissetmiş gibiydi. Lestrange ile düello yapmaktan daha zordu bu. Basilisk ile savaşmaktan. Şeytan Kapanı’ndan kurtulmaya çalışmaktan.  Ter içinde kalmıştı.

Ama yapamazdı.

Bir söz vermişti.

Seherbazlık Yemini etmişti. Kingsley ile el sıkışırken söyledikleri bugün bile aklındaydı.

 

Büyücü toplumuna, adil ve tarafsızca hizmet edecek misin?

Büyücü toplumu ve Muggle toplumu arasındaki barışın korunması ve suçların önlenmesi için tüm gücünle çalışacak mısın?

 

Ne kadar acı olursa olsun, canını ne kadar yakarsa yaksın karanlığın yükselmesine izin vermeyecekti. Bugün bu odada her şey sona erecekti. Aksini düşünmek bile ihanet olurdu. Kendisini toparlamaya çalıştı. Ginny elini tuttu, Harry ona baktı. Bakışları alev alevdi. Doğru kararı vereceğine dair güveni anlatıyordu gözleri. Harry hafifçe başını salladı. Bu destek ona yetmişti.

Bir an için aklından onu nasıl yok edeceğini geçirdi. Sonra başını iki yana salladı, “Tabi ya…”

Duvara doğru yürüdü ve asılı arbaleti eline aldı. Kullanması çok basit görünüyordu. Nigrum Mortem’i yerleştireceği tüpü koyacağı yer dahi belliydi. Sağlam kalan tüplerden birini taktığında Hortkuluk başına gelecekleri anladı.

Voldemort’un yüzü değişti. Önce Cedric oldu, sonra acıyla bağıran Sirius ve peşinden Dumbledore, Tonks, Lupin…

Harry arbaleti kaldırdı, Nigrum Mortem’e batırdığı oku gerdi ve nişan aldı. Hortkuluk son çare olarak Ted’in görünümüne büründü. Hiçbir şeyden habersiz oyun oynayan Ted, mavi saçlı vaftiz oğlu. Slytherin Malikanesinin kalbinde zaman döndürücünün önünde belirdi. Oda adeta anafora kapılmıştı, imgeler dönüp duruyordu.

Harry tetiği çekmeden, “Sen yoksun, Ted evde beni bekliyor,” diye fısıldadı, bu düşünce ona güç verdi, yüreği ısındı ve Ted ortadan kaybolurken parmağını tetiğe bastırdı.

Ok ıslık çalarak fırladı ve Kartal Başlı aslan heykeline saplandı. O anda katran karası sıvı bir madde kan gibi etrafa saçıldı, heykel parçalanırken korkunç bir patlama oldu. Bir ses hafifçe yükseldi de yükseldi. Voldemort’un ölüm çığlığıydı bu: Sessiz bir çığlık. Uğultu neredeyse elle tutulur bir hal aldı ve duvarlara çarptı. Harry ve Ginny sarsıntıları ayaklarının altında hissettiler.

Kalan sağlam raflar sarsıntılar yüzünden zaman döndürücünün üzerine düştü ve bazı parçalarının kırılmasına sebep oldu. Malikane sanki yerinden oynuyor, ayağa kalkmaya çalışıyor gibiydi. Harry tavanın yıkılmak üzere olduğunu fark etti. Tavandan kopan taşlar Hatırat’ın olduğu bölmeyi paramparça etti. Harry Lestrange’i yükseltme büyüsüyle kaldırdı, odanın kapısını açtı ve Ginny ile beraber dışarı çıktılar.

Harry bulundukları koridoru tanımıştı. Lestrange’i kovaladığı yerdi burası. Portrenin olduğu oda yakın olmalıydı. Duvarlar zangırdarken gerisin geri döndüler. Goblenler ve büstler yollarına devriliyordu. Ginny bunlardan birine takılıp düştüğünde Harry onu devrilen bir heykelin altından son anda çekti. Kapıya doğru koşturdular, sonunda dışarı çıktıklarında arkalarında koridorun toz dumana katıldığını gördüler, birkaç saniye sonra da tavan tamamen çökmüş, malikanenin bu bölümünü dümdüz etmişti.

Harry ile Ginny merdivenlere ulaştıkları anda Kingsley Shacklebolt bir grup Seherbazla beraber dış kapıdan girmiş ve Slytherin büstünün önüne kadar gelmişti. İkili onları görünce el ele tutuştuklarını fark edip birbirlerinden beceriksizce uzaklaştılar. Seherbazlar Arcanus Grines’in ve Williamson’un cesedini de o anda fark etti.

“Arcanus, ARCANUS? Williamson?”

Harry merdivenlerden inerken Kingsley’e bakarak, “Üzgünüm,” dedi. “Ona hayatımı borçluyum…”

Kingsley yumruk yemiş gibi iki büklüm oldu. Dostuna doğru eğildi. Söyleyecek bir şey bulamıyor gibiydi, ağzı açılıp kapandı ama ses çıkmadı. Diğer Seherbazlar da Williamson’un başındaydılar.

Harry açıklama ihtiyacı duydu, “Imperius laneti altındaydı.”

Derin bir sessizlik oldu, çok uzun, çok uzun süren bir sessizlik. Kingsley ayağa kalktı, zorlukla, “Evet,” dedi, “bunu bu gece anladık. Ölüm Yiyenler St Mungo’dan taburcu olduğunda onu kaçırmış ve yeniden büyülemiş. Zihnindeki boşlukların sebebi Imperius lanetine maruz kalmasıymış. Bakanlık baskınında Wimple’a saldıranlardan biri de oymuş. Pullman’ı lanetin etkisindeki Williamson öldürmüş.” Seherbazlar Williamson’u şefkatle kaldırıp görünmez sedyeye yerleştirdiler. Kingsley şatonun kapısından çıkana dek onları izledi. Sonra boşluğa bakarak,

“Yapamadım Harry,” dedi,  “Ne iyi bir dost olabildim, ne de başarılı bir Bakan…”

Harry başını salladı, “Hayır Bakan Shacklebolt… K-Kingsley…” Harry bir an sustu, “Grines buraya girmeden önce yok etmenin, öldürmenin, zarar vermenin çok kolay olduğunu söylemişti. Zor olan ise korumak…” Duraksadı, “Size kırgın değildi, sadece ailesine olanlarla başa çıkamıyordu.”

Kingsley kafasını ona çevirdi, acı bir ifadeyle baktı, Harry olanları bilmediğini unutmuştu. Ona kısaca Elvira ve Neilina’ya olanları anlattı. Kingsley’in bakışları daha da karanlıklaştı. “Biz yapabileceğimizin en iyisini yaptık. Voldemort’u yok ettik,” diye bitirdi sözlerini.

“Bu oldu mu?” Umutla sordu Kingsley.

Harry yerde baygın yatan Lestrange’in kolunu sıyırdı. Sol kolundaki Ölüm Yiyen dövmesinin yerini keskin bir bıçakla yapılmışa benzeyen sıradan bir yara izi almıştı. İkinci kehanet de gerçekleşmişti, rüyaları doğru çıkmıştı. Onu Akromantula’lardan kurtaran gölge okla dağılmış, Harry en zor seçimle karşı karşıya kalmıştı. Yaptığı seçimle Karanlık yükselmemişti belki ama yine de onun için en acı şafak söküyordu. Vitraylarda ufukta doğan güneşin cılız ışıkları belirmeye başlamıştı.

Harry’yi daldığı düşüncelerden acı dolu bir çığlık uyandırdı. Sanki zaman durmuş gibiydi. Geri dönen Seherbazların hemen arkasından malikaneye giren Elwyn’den çıkmıştı bu ses.

Elwyn panikle kendini Grines’in cesedinin üzerine attı. Başını ellerinin arasına aldı. “Arcanus hayır’ ARCANUS!” Sanki onu canlandırmaya çalışıyor gibiydi. O kadar yoğun bir acı çekiyordu ki Kingsley ve Seherbazlar şahit oldukları trajediyi unutarak onu şaşkınlıkla seyrettiler.

Elwyn’in gözyaşları yanaklarından dökülürken Harry her şeyi anladı. Ne kadar da aptaldı…

Bunca zaman her şey açık seçik önünde yaşanmıştı oysa.

Daha onu ilk gördüğü gün Hogwarts’a Grines ve Percy ile beraber gelmişti. St Mungo’da olmadığı her anı Bakanlık’ta geçiriyordu. Hermione bile fark etmişti bu durumu. Harry’ye defalarca ima etmişti ama o anlamak istememişti. Revirde ve mağarada tek yaptığı Harry’ye dostça davranmaktı. Mağaranın girişinde Grines’in kulağına fısıldamasını hatırladı. Orada da anlamamıştı. Elwyn başından beri Arcanus Grines’e aşıktı. Harry Hogwarts’ta Elwyn’in Elphias Doge’un bilincinin yerinde olup olmadığını nasıl test ettiğini hatırladı: Bir köpekbalığı ve bir Hipogrif?

O kadar aptaldı hissediyordu ki kendisini…

Noel sabahı Wimple, Grines’in Bakanlık’ta olduğunu ve Pelerinini denediğini söylememiş miydi? Harry Elwyn’i o gün Chef Wizard’da ağlarken bulmamış mıydı? Grines’in hikayesini anlatırken sözleri hala kulaklarındaydı:

Artık tek amacım vardı: Onu yakalamak, her neyin peşindeyse engellemek ve onu öldürmek. Hepsi birbirine girmişti. Bu amacın peşinde koştururken sırrımı bilen çok az insan vardı. Duygusal olarak bir enkazdan farksız olduğumu görüyor ve beni iyileştirmeye çalışıyorlardı.” Grines gözlerini kaçırdı, utanıyor gibiydi. Harry tüm yıl tanıdığı Grines’e hiç konduramadı bu hisi. “Ama yapamazlardı Harry, ben içten içe ölmüştüm. İyileşmeye çalıştığımda bir şekilde tekrar kabuğuma dönmüş bir halde buluyordum kendimi.

Elwyn Harry ile Grines’in kalbinde açtığı yarayı unutabilmek için beraber olmuştu. Aslında sadece ve daima Grines’i sevmişti.

Bu yüzden Harry’den uzaklaşmıştı. Bu yüzden Bakanlıkta çok sevmenin birini kazanmaya yetmediğini söylemişti. Harry baloyu hatırladı. Beraber sahneye çıktıklarında, “Belli ki erdemli olmak birinin kalbini kazanmaya yetmiyor,” demişti.

Harry orada ima edilenin kendisi olduğunu düşünmüştü. Halbuki Ginny, Grines ve MCGonagall’ın önünde duruyordu. Elwyn aslında Grines’i hayata döndürememişti ve onun yumuşamayan kalbinin yasını tutuyordu. Harry nasıl ona Ginny’den dolayı haksızlık ettiyse Elwyn de ona Grines’ten kaçmak için yakınlaşmıştı.

Bir süre kimse konuşmadı, sadece Elwyn’in hıçkırıkları yankılandı salonda. Sonunda Ginny aralarındaki düşmanlığı arkada bırakarak onun yanına eğildi ve kanatları arasına aldı. Harry karışık duygular içinde Slytherin Malikanesinden çıktı. Hava almaya ihtiyacı vardı.

* * *

Ginny iyiydi, sadece ufak sıyrıkları ve morlukları vardı; onu Elwyn ile gelen Augustus Pye tedavi etmişti. Shacklebolt Elwyn’e uyku iksiri içirip Seherbazlardan biriyle eve yollamak zorunda kalmıştı. Malikaneyi baştan sona taradılar, pek çok lanetli obje ile yaralı Basilisk de kaderine daha sonra karar verilmek üzere Bakanlık’ın inferiler için hazırladığı zindanlara aktarıldı.

Arcanus Grines’in Bakanlık’tan çalınmış olduğunu söylediği muggle doğumlu çocuklara ait kayıtlar, Lestrange ile Harry’nin düello ettiği tünelde yığılı eşyalar arasında yanmak üzereyken bulundu. Diriltme taşı ise tamamen yanmış, güçlerini yitirmişti. Zaman Döndürücü enkazın altında paramparça olmuştu. Paramparça olan bir şey daha vardı: Harry’nin Ateşoku. Shacklebolt Sihir Bakanlık’ı prosedürlerine göre, Bakanlık’ın görev sırasında zarar gören eşyaların aynısı ya da üst modelini Seherbaz’lara sağlamak zorunda olduğunu söyledi. Harry olanların etkisinde buna sevinemedi, bir Ejder Nefesi olacaktı ama o an en son düşündüğü şey yeni bir süpürgeydi.

Harry o gece Bakanlık’a gitmeden Kingsley’e ve diğer Seherbazlara her şeyi anlattı. Arcanus Grines’in hikayesinden Diriltme Taşı’na, oradan Zaman Döndürücüye kadar her şeyi. Bu defa Voldemort’un gerçekten yok oluşu da dahil olmak üzere her şeyi. Kingsley’e Arcanus’un dileğini de söyledi. Kızını bulma konusundaki saplantılı arzusunu anlattı. Bunun üzerine Kingsley Bulgar Sihir Bakanını aradı, Bulgar Bakan eski çalışanının ölümüne çok üzüldü ve Arcanus Grines’in Bulgaristan’da gömülmesini kabul etti.

Ama Harry sabah olduğunda dahi hala Arcanus Grines’e karşı karmaşık duygular hissediyordu. Elwyn’den gerçekten hoşlandığı hatta aşık olduğunu düşündüğü bir dönem olmuştu. Bu yüzden kendisini hem aldatılmış, hem de onun kalbini tam anlamıyla kazanamadığından reddedilmiş hissediyordu. Ginny’ye karşı olan hisleri de her şeyi daha karmaşıklaştırıyordu. Yine de Grines’in ondan nefret etmemesini dileyen gözleri ve onun çektiği acılar aklına geldiğinde ikisini de affediyor, ardından tüm düşünce treni sil baştan başlıyordu.

21 Haziran’da Russe’de Tuna Nehri kıyısındaydılar. Bulgar Sihir Bakanı Arcanus Grines’i gerçekten seviyor olmalıydı. İngiliz Sihir Bakanlık’ının da desteğiyle onun için gerçekten zarif bir tören tertip etmişti. Ancak ne olursa olsun Harry içinde bulunduğu duygusal karmaşa içinde Arcanus Grines’in mermer platformun üzerinde yatan bedeninde teselli bulamıyordu. Hayatta olmayan birini affetmek kolay değildi, ondan nefret etmek de öyle. Etrafına bakındı Bulgar ve İngiliz Sihir Bakanlarının oluşturduğu protokol dışında pek çok kişi onu son yolculuğuna uğurlamaya gelmişti. İnsanın böyle bir kalabalığın içinde Grines’in anlattığı kadar yalnız hissetmesi ve kabuğuna çekilmesi garipti.

Harry o anda Elwyn’i gördü. Onu Hogwarts’ta ilk gördüğü güne gitti aklı. O ışıklar saçan mutlu kadından eser yoktu. Ne de olsa o gün Grines yanındaydı diye geçirdi içinden. Kıskançlık bir hançer gibi saplandı kalbine.  Bugünse gözleri kan çanağı gibiydi, zayıftı. Harry onunla göz göze gelmemek için gözlerini kaçırdı. O sırada sırtında bir el hissetti.

“Hey Harry…”

Harry arkasını döndüğünde Victor Krum’u gördü. Yanı başında Bakan Shacklebolt ile sohbet etmekle meşgul olan Ron, Hermione’nin kolundan tutarak oradan uzaklaştırdı.

“Victor merhaba… Görüşmeyeli uzun zaman oldu, Grines akrabandı öyle değil mi?”

“Sayılığ… Elvirra, kuzenimdi. Grines’i de seve’dim… Nurrmengard’ın yarısını o doldu’du. Adalete inanırrdı…” Victor gerçekten üzülmüş gibiydi. Harry onun arkasındaki bir grup kadın ve erkeği işaret etti,

“Şu gelenler?” Kadınlar yas göstergesi olarak siyah tül örtülerle yüzlerini kapamıştı. Erkekler de somurtuyordu.

“Elvirra’nın anne babası ve di’er akrabaları. Onun ölümünden hep Arcanus’u so’umlu tuttular, ölünce düjmanlığı daha fazla sürdürmek istemedilerr. Artık neye yarayacaksa…” Grines’in ölümü onların da hakkında neler hissettiğini değiştirmişti. Harry Victor ile kısaca sohbet etti, birkaç dakika sonra izin isteyerek yeniden protokoldeki yerine döndü. Tam zamanıydı belli ki, seremoni başlıyordu. Kingsley bir konuşma yapmak üzere kendisi için hazırlanan kürsüye gelmişti.

“Sevgili Misafirler, Sayın Bakan, dostlar ve iş arkadaşlarım.

Bugün burada sadece İngiliz ve Bulgar Sihir Bakanlığının önemli bir üyesini değil aynı zamanda eski bir dostumu uğurluyorum. Birçok kişinin hayatını borçlu olduğu, ömrünün son dakikasına kadar adaletin peşinden yürüyen bir Büyücüyü…”

Grines mermer lahitin üzerinde yatıyordu. Akıl hocam diye düşündü Harry, dostum. Olanların hiçbiri onun suçu değildi, o istemedi.

“…Hepimizin hayatında derin bir iz bıraktı.

Pek çok insan bu dostluğun nasıl başladığını sorup durdu bugüne dek. Belki de anlatmak için doğru gün bugündür.”

Shacklebolt derin bir nefes aldı.

“Hogwarts’ta Voldemort’un yükselme döneminde muggle doğumlu öğrenciler saldırıya uğrarken bir gün olaylar iyice çığrından çıktı. İki Voldemort sempatizanı, alt sınıftaki çocuklardan birini neredeyse öldürme noktasına geldi. Arcanus buna seyirci kalamazdı, üç kişiye karşı çocuğu savunurken kendisini gölün sularında buldu, bu defa tamamen ona odaklandıklarında ve boğmaya çalıştıklarında canını kurtarabilmek için köpek balığına dönüştü. Benim de yardımlarımla o üç öğrenciyi alt ettik ve okuldan atılmalarını sağladık. Voldemort o dövüş sırasında dönüşüm geçirebildiğini öğrendi ve o günden itibaren hayatını kabusa çevirdi.

Arcanus benim için ne olursa olsun hep çok iyi bir dost olarak kaldı.”

Kingsley sustu, hafif bir rüzgar esti.

“Ölümü bana tek bir şey öğrettiyse o da kötülüğün asla yok olmayacağı, farklı biçimlerde daima karşımıza çıkacağıdır. Kötülüğe karşı daima iyilik ve tam tersi daima var olmaya devam edecek. Ta ki son insan bu dünyadan çekilene kadar.

Yolun açık olsun Arcanus, seni asla unutmayacağız.”

Kingsley’in sözlerini bitirmesiyle beraber başlayan alkışlar hiçbirinin beklemediği bir şekilde bölündü. Deniz halkının bir bölümü Tuna nehri kıyısına kadar gelip su yüzüne çıkmıştı. Kendi dillerinde bağırıyor, bir şeyler söylüyorlardı. Bulgar Bakan çevirmeniyle ve kürsüden inen Kingsley ile beraber aceleyle onların yanına gitti.

Deniz halkı hararetle konuştu, üçü onları sabırla dinledi, çevirmen en sonunda iki Bakan’a bir şeyler söyledi. Sonunda Kingsley kafasını sallayıp cenazeyi izlemeye gelmiş olan kalabalığa döndü,

“Deniz halkı onun denize ait olduğunu söylüyor. Grines’in arayışının bittiğini belirtiyorlar ve onu asıl yuvasına götürmek istiyorlar…” şeklinde bir açıklama yaptı. Grines’in anne ve babası hayatta değildi, kardeşi de yoktu. Herhangi bir itiraz gelmeyince Deniz Halkıyla bir süre daha konuştular ve kafalarını salladılar.

Kingsley tekrar dönerek, “Arcanus’un son istirahat yeri burası olacak,” dedi ve nehri gösterdi. İnsanlar prosedürün bu şekilde değiştirilmesine şaşırmış görünüyordu ama kimse itiraz etmedi. Harry de içten içe bunun daha doğru olduğunu düşünüyordu. Grines ona olanları atlatabilmek için köpekbalığına dönüşüp nehirde dolaştığını anlatmıştı. Neden nehirde dinlenmeyecekti ki?

Kalabalık oturdukları yerden kalkıp mermer lahite yaklaştı. Kingsley asasını kaldırdı, lahit baş kısmından hafifçe yükseldi ve nehre yaklaştı. Kalabalık cenazeyi ve protokolü izledi. Sonunda lahitin ayakları nehre ulaştığında Grines mermer kaidenin üzerinden kaydı ve yavaşça, zarifçe suya gömüldü. Deniz halkı kollarından tuttu ve ona son yolculuğunda eşlik etti. Grines suyun dibinde kaybolduğunda Harry içinden bir şeylerin kopup gittiğini fark etti.

Olduğu yerde kalıverdi birkaç saniye. Ron ile Hermione yanına geldi, biraz sohbet ettiler ve kalabalığın dağılmasını beklediler. Sonra Hermione gözleriyle Harry’nin arkasında bir yeri işaret etti ve Ron’u kolundan çekerek uzaklaştırdı. Elwyn yanına kadar gelmişti, Harry onu fark etmemişti bile.

“Üzgünüm Harry, her şey için…”

“Ben de…” Ona dönüp bakmadı, gözyaşlarını görmek istemiyordu.

“Sana defalarca söylemek istedim…”

“Ama söylemedin…”

“Evet, vazgeçmiştim. Umudumu kaybetmiştim. Olamayacağını anladığımda hayata devam etmeye çalıştım. Ama yapamadım…”

Harry’nin öfkesini taze tutması çok zordu. Elwyn o kadar mutsuzdu ki…

“Şimdi ne yapacaksın?” diye sordu ona.

“Artık İngiltere’de kalabileceğimi sanmıyorum. St Mungo’ya istifamı verdim. Fransa’ya taşınıyorum.”

Harry başını salladı.

“Sadece son bir şey söyleyeceğim Harry. Ne olursa olsun seninle olmak benim kararımdı ve beni mutlu etti… Pişman değilim…”

Elwyn uzaklaştı ve cenazeyi terk etti. Harry Tuna nehrinin karanlık sularına baktı. Grines’i göremiyordu, o olanlardan pişman mıydı?

Ron ve Hermione tekrar yanına geldiler, ellerini omzuna koydular. Üçü beraber uzaklaştı.

* * *

Gece Grimmauld Meydanı’na döndüğünde cenazenin etkisiyle olsa gerek karmaşık duyguların etkisindeydi hala. Grines’in suda kaybolduğu anı unutmakta zorlanıyordu. Uykuya zorlukla dalabildi.

Gri bulutlarla kaplı bir kumsalda dalga seslerini dinliyordu. Deniz uçsuz bucaksızdı, kumsal terk edilmiş gibiydi, görünürde kimsecikler yoktu, ufukta tek bir gemi ya da sandal bile görünmüyordu. Harry ıslanmaması için paçalarını sıvadı ve sahilde yürümeye başladı. Ayakları ıslak kuma gömülüyor, her dalga vurduğunda yeniden temizleniyordu. Dursley’ler onu hiç tatile götürmemişti ama sanki daima en sevdiği oyun buymuş gibi geliyordu ona.

Az ilerisinde kumda oynayan ufak bir kız gördü, taş çatlasa dört yaşında güzel bir kız kendi kendine oynarken bir şeyler mırıldanıyor, galiba bir şarkı söylüyordu. Harry şarkının Hızır Otobüs ve Yeşil Şapkalı Muggle olduğunu fark etti. Kıza doğru yürürken kumsalda kumların üzerine oturan ve kızı seyreden birini gördü, biraz daha yaklaştığında bunun Arcanus Grines olduğunu fark etti.

“Arcanus?”

Grines konuşmadı, sadece başını salladı. Harry bağdaş kurarak Arcanus’un yanına oturdu.  Bir süre hafifçe esen rüzgar altında sessizce kumdan kalesini yapan Neilina’yı izlediler. Harry bundan daha huzurlu bir an düşünemiyordu.

Sessizliği bozan Grines oldu, “Teşekkürler…”

Harry, “Ne için?” diye sordu.

“Beni Russe’ye geri götürmelerini sağladığın için…” diye cevap verdi Grines. “Deniz Halkı kızımın yerini bulmuş. Ait olduğum yerde, nehirde onunla buluştuk…”

Yüzünde Harry’nin gerçek hayatta hiç görmediği bir huzur ifadesi vardı. Sol yanağında muhtemelen Neilina’nın öldüğü gün isabet eden lanetli yara yoktu artık. Sanki o gün hiç yaşanmamış gibiydi. Harry yanında bir Seherbaz’ın değil müşfik, mutlu bir babanın olduğunu hissetti. Onu kıskandı.

“Nasıl bir his?” diye sordu.

“Bir insanın yaşayabileceği en büyük mutluluk. Her gün daha da büyüyen bir mutluluk hem de…”

Harry de Neilina’ya baktı, kız ona gülümsedi. Harry Ted’i hatırladı, göğsünde sevgi ılık ılık aktı.

“Sen de bir gün baba olacaksın Harry… Çok da iyi bir baba olacağından eminim.” Grines kafasını kaldırıp  gökyüzüne baktı, “Yağmur geliyor,” dedi. “Gitme vakti…” Ayağa kalkıp üzerindeki kumları silkeledi.

Harry hayal kırıklığına uğramıştı. O da ayağa kalkıp sordu, “Bu kadar çabuk mu?”

“Zaman geldi Harry…” Grines kızının elinden tutmuştu…  Neilina ona el salladı. Beraber denize doğru yürürken Grines aklına bir şey gelmiş gibi bir anlığına ona dönüp baktı, “Sevdiklerine sıkı sıkı sarıl Harry,” dedi. “Hayatı güzelleştiren onlar. Ne zaman gideceklerini asla bilemiyorsun.”

Neilina ile beraber denize doğru yürüdüler. Harry onlara durmalarını söylemeye niyetlendiyse de kendisini durdurdu. Birkaç saniye sonra Grines, Neilina ile denizde kaybolmuştu, sanki hiç var olmamışlar gibi.

* * *

Cenazeden üç gün sonra 24 Haziran Cumartesi sabahı artık her şey sona erdiğinde Harry yaz kokularının Grimmauld Meydanı’nın geniş penceresinden içeri girdiği harika bir güne erkenden uyandı. Ron ile Hermione’nin uyuyor olmasından dolayı memnundu çünkü bugünkü planlarını gerçekleştirirken yalnız olmak istiyordu. Yapacağı şey ve onu nasıl yapacağı üzerine uzadı uzadıya düşünmüştü. Hatta çantasını geceden hazırlamıştı.

Dişlerini fırçaladı, bir şeyler atıştırdı ve boş sokakları arşınlayarak GWR’nin Paddington istasyonuna doğru yola koyuldu. Bugün acele etmek istemiyor,  süren koşuşturma, gerginlik ve endişeden sonra sadece anın tadını çıkarmak istiyordu. Kingsley’den bunun için bir haftalığına izin almıştı.

İstasyonda biletini aldı, yeni açılan Büyük Batı Demiryolu’nun yepyeni vagonlarının rahat koltuklarından birine, cam kenarına oturdu. Bristol’a kadar iki saatlik yolu vardı. Sonrasında demir yolu arazi şartlarından dolayı çok fazla dolaştığından yolculuğunu cisimlenerek tamamlayacaktı. Bu iki saat Harry’nin İngiltere’nin güzel manzaralarının tadını çıkarması ve olan biteni düşünmesi için yeterliydi.

Tren hareket ederken Harry sanki Hogwarts ekspresinin gürültülü ıslığını duyacakmış gibi hissetti.  Tekrar Hogwarts’taki ilk yılına hazırlanmak Peron üç çeyrek’te olmak, o günden bugüne yaşadıklarının çocuğunu yaşamamış olmak güzel olurdu. Zaman insanın elindekileri acımasızca alıyor, aceleyle tüketiyordu. Tren hızlanınca, manzara penceresinden akmaya başladı.

 

 

Yolculuk boyunca Ginny’yi ve Grines’in söylediklerini düşündü. Ginny ile Slytherin Malikanesinde olanlardan beri konuşmamıştı. Sevdiklerinin hayatından kolayca çıkıp gitmesine izin vermemeliydi, bu doğruydu. Ama her şeyin bir şekilde hallolacağını düşünüyordu, Ginny’nin de onu sevdiğini, er geç tekrar bir araya geleceklerini biliyordu. Sadece biraz daha zamana ihtiyaçları vardı. Elwyn ile yaşadıklarının izleri çok tazeydi. Şu anda ona gitmek samimiyetsiz ve yanlış görünüyordu nedense.

Sonunda Bristol istasyonuna yaklaşırken çantasını alıp tekrar omzuna astı ve trenden indi. Ardından da binadan çıktı. Bristol Parkway İstasyon binasından çıktı, arka tarafa dolandı ve çöp kutularının bulunduğu bahçede etrafını kolaçan ederek Cokeworth’e cisimlendi.

Spinner’s End, aynen Severus Snape’in anısında gördüğü kadar kasvetliydi ve gün ışığı bu kasveti kırmaya yetmiyordu. Tekstil fabrikalarını, terk edilmiş değirmeni ve sıra sıra dizilmiş tuğla binaları gördü. Kırık sokak lambalarıyla doluydu caddeler.

Ama aradığı yer burası değildi. Evlerden biraz uzağa, yemyeşil tepelere doğru yürüdü. Hafifçe yakan güneş ışığının altında yorucu ama keyifli bir yolculuktu. Harry her anının tadını çıkardı.

En sonunda, Severus Snape’in anılarında gördüğü o tepeye ulaştı. Buraya ikinci gelişiydi, bu yüzden aradığı yeri rahatça buldu. Eski bir mezar taşının önünde duruyordu. Mezar taşında “Tanıdığım en cesur adam” yazıyordu, Severus Snape isminin hemen altında.

Harry asasını kullanarak mezarda biten ayrık otlarını temizledi. Rüzgarın taşıdığı çer çöpü kaldırdı. Sonra da çantasını açarak Kingsley’in Elwyn ile beraberlerken Chef Wizard’da kendisine yollamış olduğu mektubu çıkardı.

“Merhaba…” Duraksadı. “Size uzun zaman önce yazılmış bir mektubu teslim etmek için geldim.” Sustu ve ekledi: “… Profesör…”

Güneşli havaya rağmen ince bir rüzgar dağınık saçlarını karıştırdı. Mektubu açarak mezarın üzerine koydu. Uçmaması için üzerine koyacak taş aradı, bir tane buldu ve mektubun üzerine yerleştirdi. Rüzgar daha da şiddetlendi.

Sevgili Severus,

Bu satırları yazmak tahmin ettiğimden çok daha zor oldu. Elimde mürekkebe buladığım tüy ve önümde parşömenle dakikalardır olduğum yerde duruyor, bir insanın tüm çocukluğunu, en derin sırlarını paylaşıp sonunda kaybettiği birine ne yazabileceğini düşünüyordum. Buldum da; ama düşündüklerimi ve hissettiklerimi parşömene aktardığımda değersiz göründüler; (Halbuki bu işte iyi olduğumu sanırdım) bazen sen daha çoğunu hak ediyormuşsun gibi bazense belki aslında bunların hiçbirini hak etmiyormuşsun gibi hissettiğim anlar oldu. Sonsuz bir karmaşa, akıl karışıklığı ama buna karşın düğümlenen boğazımdan çıkmaya çalışan, sayfaya dökülen sözcükler…

Geçmişe baktığımda o dev ağaçların gölgesinde uzanmış yatan bizi görüyorum. Benim kızıl saçlarım senin siyah saçlarına karışırken kim olduğum, ne olduğum ve bana neler olduğu konusunda sonsuz sorular kafamda dönerken yanımda beliren, tüm boşlukları dolduran, bana sonunda kendimi tam hissettiren sendin. Kırlarda meltemde savurduğumuz karahindibaların ipek beyazı tanelerini, el ele tutuşup dolaşırken avucumuzdaki papatyaların canlanışını, başımızın üzerinde dans eden yaprakları ve yarattığımız diğer mucizeleri hatırlıyorum. Sen benim için babanın bir türlü yumuşamayan yüreğine direnen cesur çocuktun. Eileen Prince’in sinmişliğine, bir türlü hak ettiği dünyaya kavuşamadığı için benim dışında her şeye direnen cesur çocuk. Senin mücadeleni gördükçe, zavallı Petunia’ya dair her şey bana çok önemsiz görünüyordu, sadece kızıl saçlı küçük şımarık biz kızdım seninle kıyaslandığımda. Her şeyin olmaktan korkan küçük bir kız.

Çocuk aklımla bile Hogwarts’a gidişimizin senin için ne anlama geldiğini biliyordum. Yıllardır kurtulmak için can attığın o evi terk edişin ki asla o evde sende açılan, sürekli kanayan yaraları tam anlamıyla iyileştirmeyi başaramadığımı biliyorum. (Bu benim yenilgim.) Diğer yandan beni başkalarıyla paylaşmak ve belki sonunda kaybetme korkusu; bunu Hogwarts ekspresinde yüzüme her bakışında gördüm. Çocuk aklımla her defasında seni neşelendirmek için güldüm kahkahalarla; sen bana eşlik ettin ya da belki de eder gibi yaptın ve sahte tebessümün her defasında kayboldu penceredeki yansımanda. Bazen olacakların önüne geçmek imkânsızdır, sanıyorum, yani buna inanıyorum, her ne kadar bu geleceği bizim çağırdığımızı düşündüğüm çok an yaşamış olsam da.

Tanıdığım cesur çocuğun gözündeki karanlığı ilk defa Profesör McGonagall seçmen şapkayı başımdan kaldırdığı an, Gryffindorr masasına doğru yürürken gördüm.

Ama korkuyordum Severus; bizi ayıran şey sadece binalar değildi; benim senin her şeyin, saplantın ya da adını nasıl koymak istiyorsan “o” kişin olmaktan korkmamdı. Senden taşan o sevgiye yanıt verememe korkusuydu beni iten.

O korkunç arkadaşların, diğerleri çok sonra geldi. Şimdi düşündüğümde kalbinin benden uzaklaştığında soğuduğunu ve onların yarattığı karanlığa sığınmış olduğunu anlıyorum. Bana o iğrenç sözleri söylediğinde aslında kendin olmadığını, zümrüt gölün kıyısında çimlerin üzerine beraber uzandığım çocuğun sadece o günlere dönmek için her şeyi verebileceğini, duyduklarımın sadece kırık kalbinin acı bir çığlığı olduğunu anlıyorum ve seni affediyorum Severus. Seçtiğin yol için, yaptığın her şey için. İçinde bu her gün duyduğum ve hissettiğim kötülükten fazlası olduğunu bir şekilde biliyorum. Günü geldiğinde “sen” geri geleceksin biliyorum; buna inanıyorum bunca zaman sonra hâlâ, daima da inanacağım.

Umarım bir gün sen de beni, senin beni sevdiğin şekilde sevemediğim için affedersin. 

Lily.

Harry bir an durdu, rüzgar daha da güçlendi, bir an için mektubun uçup uzaklara gideceğinden endişelendiyse de korktuğu şey olmadı. Rüzgar bir avuç toprağı sanki bağrına basmak istermiş gibi mektubun üzerine örtmüştü. Sadece zarfın beyaz parlak kenarı görünüyordu. O anda Harry’yi şaşırtan bir şey oldu. Ufacık beyaz bir zambak mektubun hemen yanında boy verdi. Harry zambağın hep orada mı olduğunu, yoksa mektupla beraber mi büyüdüğünü merak etti. Bir an için belki de sevgi Dumbledore’un anlattığı kadar, hatta belki daha da güçlü bir büyüydü diye düşündü.

Asasını kaldırarak çiçeklerden bir çember oluşturup mezar taşına dayadı.

Eğilip mezara dokunurken tanıdığı en cesur adama veda etti. Mezarda son sözleri “Teşekkürler…” oldu. Arkasını dönerek yeniden Spinner’s End’e yönelen patikada yürüdü.

* * *

“Son defa soruyorum, Acayip Kızkardeşler mi? Yoksa Akromantula mı?”

“Ron sana söyledim, bu kadar abartmaya gerek yok…”

Ron yine de ısrarlıydı. “Yani Acayip Kızkardeşler çok popüler ama mezuniyet Balosunda Akromantula çok iyiydi, sen ne düşünüyorsun Harry?”

Harry güldü, “Açıkçası Ron, Hermione’nin ilk dansı Bir İfritin Tırnak Kiri ile yapmak isteyip istemediğinden emin değilim.”

Hermione takdirle, “Tam isabet Harry…” dedi.

Ron heyecanla, “Eh, o zaman aşkla dolu büyülü bir kazanla mı dans edeceğiz?”

Hermione gözlerini devirdi. “İlk dansını Muriel Halanla yapmaya ne dersin?”

Ron yüzünü ekşitti, bir süre sustu. Ardından da “Hala gelmedik mi? Whitehall’da olduğunu söylememiş miydin?” diye sordu.

“Öyle söyledim Ron. Dükkan şu ileride. Lütfen artık huysuzlanma, Perkins Tatlı Evi bütün Londra’daki en iyi tatlıları yapıyor. Düğün Pastasını daha iyi bir yerde yaptıramayız.”

“Gelmişken Fleur ile Bill’in bebeğine hediye de alsak mı?”

“Ron, Fleur daha bir aylık hamile, cinsiyeti dahi belli değil, ne alacaksın?”

“Kulak tıkacı…” Hermione bu yanıt üzerine dayanamayarak güldü.

Harry onların didişmelerine artık alışmıştı. Ancak düğün hazırlıkları o kadar uzun sürmüştü ki neredeyse kendisi evleniyormuş gibi hissediyordu.

Ron o sırada bir Gelecek Postası Kiosku bulmuştu, 5 Knut ödeyerek bir tane aldı ve “Vay be…” dedi. “Dedikodular doğruymuş… Wilda Griffits 1.000 Galeon karşılığında Puddlemere’e geçmiş. Gwenog Jones bu duruma delirmiş, Wilda’ya ilk maçta poposunu öptüreceğini söylüyor.” Gazeteyi daha sonra okumak için kaldırırken gülümsedi. “Bu durumda Ginny’nin oynama şansı artacak…” Harry Ginny’nin adı geçince irkildi, bir an için kollarında onu hayal etti. Belki de Ron ve Hermione’nin düğünü doğru zaman olabilirdi.

“E Harry? Ginny ile ne zaman barışıyorsunuz?” Hermione sırıtıyordu.

Harry sertçe, “Zihnefend yapmayı bırakır mısın?” dedi.

Hermione ufak bir kahkaha attı, “Ne Zihnefendi, yine boş boş bakıp sırıtıyordun, kesin Ginny’yi düşünüyordun öyle değil mi? Doğru söyle…”

Neyse ki Perkins Tatlı Evi’nin önüne gelmişlerdi, kapıdan içeri girdiler de Harry bu soruya cevap vermek zorunda kalmadı. İçeri girdiklerinde kapıya bağlı rüzgar gülü öttü.

Suratsız, pos bıyıklı bir adam olan Randall Perkins Ahududulu Dondurma afişinin önünde onlara başını salladı. Bu kendince merhaba deme yöntemiydi. Hermione ona istediği düğün pastasını anlattı, Ron ile beraber pasta resimlerine baktılar ve hem lezzetli hem de yaratıcı görünen bir pastada karar kıldılar. Çikolatadan yapılmış ağaç kütüğünün üzerinde yükselen dört katlı ev Kovuk’u andırıyordu ve etrafında yüksek bitkilerle şeker hamurundan yapılan mantarlar vardı.

Randall Perkins çekinmeden, “Hem malzemeler hem de işçilik için peşin ödeme alıyoruz,” dedi. Ron bir an surat astı, Hermione elini cebine attığında kasıntı bir hareketle onu durdurup kendi cüzdanını çıkardı. Perkins sahte bir gülümsemeyle, “İki yüz kişilik bir pastanın fiyatı 175 Sterlin,” dedi. Ron’un ağzı açık kaldıysa da cüzdanından yüz, elli ve iki tane on sterlinlik banknotlar çıkardı. Üstünü de bozukluklarla tamamlayıp Perkins’e uzattı.

Perkins kağıt paraları kasaya koydu, bozuklukları yerleştirirken gözü bir şeye takıldı, büyüdü. “Bu da ne?” diye sordu. Harry adamın elindeki paraya bakarken bunun muggle paralarına pek benzemediğini ve altından yapıldığını fark etti, Ron yanlışlıkla Gringotts paralarıyla ödeme yapmıştı.

Perkins gözlerini devirerek, “Galleon? Knut? Sickle? Dalga mı geçiyorsunuz? Bu paraların hepsi sahte!”

Hermione hala Perkins’in neden bu kadar sinirlendiğini anlamaya çalışıyordu. Adam kasadan kağıt paraları hiddetle aldı ve Ron’a doğru fırlattı.

“Bakanlık’tan geldiğini söyleyenler! Cüppeyle gelenler! Elinde ağaç dallarıyla gezenler…”

Harry bu son söylediği üzerine unutturma büyüsü yapmak için çıkardığı asasını tekrar cebine koydu.

“Nasıl bir eğlence anlayışınız var bilmiyorum ama benimle yeterince eğlendiniz!”

“Ama Efendim…” Ron cümlesine devam edemedi. Perkins paraları ona fırlattı, “Değersiz paralarınızı da alın ve buradan gidin!”

Hermione hala ara bulmaya çalışıyordu. “Bay Perkins yanlış anladınız…”

Perkins çıldırmış gibiydi, “Defolun, burayı da kapıyorum! Yeter artık, Sihir Bakanlığından bahsedenler, muggle’lar, ejderhalar, yeter!”

Kapı arkalarından öyle sert kapandı ki Whitehall’da sesi bir süre yankılandı. Harry’yi istemsizce gülme tuttu, “Sen tam bir mankafasın Weasley…”

Güzel bir düğün pastasından olan Hermione önce kaşlarını çattıysa da gülmekten kendini alamadı, çünkü Ron da sırıtmaya başlamıştı, “Ama en sevdiğim mankafa…”

Üçü de kahkahalarla gülerken Whitehall caddesinde gelen geçen onlara bakıyordu. Harry’nin umrunda değildi, en iyi iki dostunun arasındaydı ve mutluydu. Her şey bitmiş, Voldemort bir daha dönmemek üzere gitmişti. “Merak etmeyin her şey çok iyi olacak,” dedi. Ron kahkahalar arasında “Evet, biliyorum,” dedi.

Kuşkusuz her şey çok güzel olacaktı.

 

* * *

Whitehall’dan çok uzakta, ama kilometrelerce uzakta ıssız bir mahallede, iki odalı ufak bir evde dört-beş yaşlarında kumral, güzel bir kız çocuğu, demir kafesteki bir kuşla oyalanıyordu: yeşil siyah renkte, güzel bir hayvandı bu, bir Kahşin… Küçük kız, eline kafesin yanındaki teneke kutuyu alıp içindeki yemleri avucuna döktü. Kuşu eliyle beslemek istiyordu. Ancak kafesin tellerinin arasına parmağını uzattığı anda Kahşin onu ısırdı. Parmağının ucunda bir damla kan belirdi.

Kız önce ağladı, sonra öfkelendi. Kendisini kaybetti ve o anlık sinirle sadece düşünce gücüyle kafesi eğip bükmeye başladı. O sırada Euphemia Rowle isimli kadın, yani vasisi odaya girdi, kuşu demir teller arasında ezilmekten kurtardı. Ama kızla işi bittiğinde ufaklığın vücudu morluklar içindeydi.

O gece karanlık çöktüğünde kız, ince pikenin altında hıçkırarak ağlarken karşı pencereden bahçedeki ürkütücü ağacı izliyor ve gün sayıyordu. Bir gün bu cehennemden kurtulacaktı. Belki de onu kurtaran babası olurdu kim bilir? Diğer çocukların babası olduğunu biliyordu, bu yüzden merakı günden güne artıyordu: “Babam nasıl biriydi acaba?” Geceleri babasını düşünmek kıza keyif veriyor, içinde bulunduğu cehennemi kısa bir süre için de olsa unutmasını sağlıyordu.

Uyku iyice bastırdığında pencereye sırtını döndü ve kendi kendine aynı sözü bu gece de verdi: “Onu bir gün mutlaka bulacağım.”

Kız gözlerini yumdu, içeride Kahşin kafesinde bir çığlık attı.

 

– – – – SON – – – –

 

 

Kızıl Pelerin’i küçük kızım Nil’e adıyorum. Onun fantastik bir hayatı olacak…

91 Yorum

Mehmet için bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir