Harry Potter ve Kızıl Pelerin #8: Fedakar Bulunuyor

* * *

önceki bölümleri okumadıysanız:

BÖLÜM 1: Karanlığın Şafağı

BÖLÜM 2: Arcanus Grines’in Adaleti

BÖLÜM 3: Seherbaz Adayları

BÖLÜM 4: Kaçakların Esrarı

BÖLÜM 5: Mezar Soyguncusu

BÖLÜM 6: Zindanlarda

BÖLÜM 7: Nigrum Mortem

* * *

Karanlıktı, genç kız omuzları düşmüş, sırtını duvara dayamış bekliyordu. Sağında kandillerin titrek, cılız ışığı parıldıyordu. Pencereye vuran yağmur damlalarının sesi dışında neredeyse hiçbir şey duyulmuyordu. Şimşek çaktı, dar koridor bir anlığına göz yakan akkor beyaz ışıkla aydınlandı. Genç kız yalnız değildi; biri dağınık saçlı, gözlüklü, diğeri uzun boylu ve ince iki siluet ona eşlik ediyordu.

Dağınık saçlı olan, “Konuştuğumuz gibi…” dedi.

Kız endişeli bir ses tonuyla, “Bu gece mi?” diye sordu. Gök gürledi, yağmur damlaları hızlandı, pencereyi ve çatıyı daha büyük bir hızla dövmeye başladı. Uzun boylu zayıf olan anlayışlı bir tonla, “Eninde sonunda bir şekilde olacak,” dedi ve sordu, “Endişeli misin?” Kız yanıtladı, “Evet… Ama yapacağım…”

Dağınık saçlı ve gözlüklü oğlan elini kızın omzuna koydu, “Yanındayız… Kendine güven yeter, her şey iyi olacak…”

Genç kız iç çekti, yüzüne kararlı bir ifade yerleştirdi, kaşlarını çattı ve özgüvenle yürümeye başladı. Tam karşısında, duvarın dibindeki geniş koltukta oturuyorlardı. Kendi kendine kazak örmekle meşgul olan şişlerin tıkırtısı, şöminede yanan odunların sesine karışıyordu.

Hermione sahte sahte öksürdü, “Öhöm… Mrs Weasley, Mr Weasley, biraz vaktiniz var mı? Sizinle konuşmak istediğimiz bir konu var da.”

Koltuğuna yerleşmiş olan Arthur Weasley, Gelecek Postası’nı indirdi ve gözlüklerinin üzerinden merak ve ilgiyle baktı. Mrs Weasley’in yüzü şöminenin alevleriyle aydınlandı, anlayışla gülümsedi, “Tabi ki hayatım, ama biz derken?”

Hermione başta onun ne demek istediğini anlamadı, sonra dönüp arkasına baktığında Ron ile Harry’nin yanında olmadığını, kendisini önden yollayıp kovuğun merdivenlerinde siper alıp olanı biteni izlediklerini fark etti. Sinirden bir anda kıpkırmızı oldu ve bolca şiddet vadeden abartılı birkaç el kol hareketiyle ikiliyi yanına çağırdı. Gözlerinde öyle sinirli bir ifade vardı ki, Ron ile Harry sanki çağırma büyüsü kullanmış gibi hızla yanında bittiler ve o konuşurken hazır ola geçtiler.

Hermione gözlerini devirdi ve ne olacaksa olsun gibi bir şeyler mırıldanıp doğrudan söze girdi, “Mrs Weasley, biz artık kendi ayaklarımızın üstünde durma zamanımızın geldiğini düşünüyoruz. Size yeterince yük olduk, aramızda konuşup anlaştık ve taşınmaya karar verdik.”

Molly Weasley’in kaşları çatıldı, Arthur Weasley ise gözlüklerini çıkardı, elindeki gazeteyi katlayıp kaldırırken bıyık altından güldü. “Sonunda o gün geldi ha?”

Ron merakla, “Hangi gün?” diye sordu.

“Kovuk’ta yalnız kalacağımız gün. Weasley çocuklarının tamamının gerçek hayata atılacağı gün,” diye yanıtladı Arthur Weasley.

“Hayır, gelmedi…” diye araya girdi Molly Weasley. Ciddi bir ifadeyle ”Bize yük falan olmuyorsunuz, ayrıca ölüm yiyenler hala dışarıda dolaşırken böyle bir şeye asla izin vermem…” dedi.

 

Ron, Harry ve Hermione birbirine baktı. Ama cevap veren onlar değil, Arthur Weasley oldu.

“Tüm bir seneyi kapkaçırcılardan ve ölüm yiyenlerden gizlenerek bir başlarına geçirdiler. Kendi yollarını çizmemeleri için hiçbir sebep göremiyorum. Ayrıca Kingsley kaçakların İrlanda’da olduğunu söylüyor.”

Mrs Weasley kollarını kavuşturdu ve taviz vermez tutumunu sürdürdü, “Arcanus Grines bundan o kadar emin değil.”

“Arcanus fazla pimpirikli. Bazen Alastor Moody’den farksız olduğunu sen de biliyorsun.”

“Bu evden gitmeleri için hiçbir sebep göremiyorum.”

“Kendi kararlarını verebilecek yaştalar, bu yeterli bir sebep.”

Harry heyecanlı bir Quidditch maçı izliyordu sanki. Sürekli el değiştiren bir bludger’ı takip ediyormuş gibi kafası bir yana, bir öbür yana dönüp duruyordu. Hermione konuştuğuna pişman olmuş gibiydi. Ron ise muhtemelen kavganın içine çekilme endişesi içinde fırsat bulup bir şekilde odasına kaçma peşindeydi.

Hermione söz istermiş gibi sağ elinin başparmağını kaldırdı, “Mr Weasley, Mrs Weasley biz…”

Molly Weasley ona dönüp kesin bir ifadeyle, “Hermione, sen lütfen buna karışma!” diye çıkıştı. Aslında Harry konu tamamen kendileriyle ilgili olduğundan karışmaları gerektiğini düşünüyordu. Yine de tedbirli davranarak herhangi bir şey söylemedi, Mr ve Mrs Weasley her kavgalarından sonra yaptıkları gibi bir şekilde barışırlardı ne de olsa.

Ama tartışma bütün hararetiyle sürdü ve bir süre sonra iyice konu dışı bir hal aldı. Mrs Weasley, Arthur Weasley’i pervasızlıkla suçlayıp zaten bu yıl Harry ile Ron’u ellerinden tutup tehlikenin göbeğine attığını, Bakanlıkta habire macera peşinde koştuğunu, zaten vaktinde Ford Anglia’yı da büyüleyerek aileyi tehlike attığını söyledi ve kronolojik olarak son on yılda, içinde biriktirdiği tüm can sıkıcı olayları teker teker gündeme getirdi. Mr Weasley’in de ondan aşağı kalır yanı yoktu tabi, o da eşinin pimpirikli ve aşırı korumacı olduğunu iddia ediyordu. Elinden gelse onları sokağa dahi çıkarmayacağını, itiraz eden olmasa yeniden bez bağlamayı dahi deneyebileceğini söyledi. Bu sözler Mrs Weasley’i pek sakinleştirmedi ve sesini daha da yükseltmesini sağlamaktan başka bir işe yaramadı.

Weasley’lerin bağırış çağırışlarının sonu gelmeyince Hermione, Ron ve Harry’ye başıyla merdivenleri işaret etti. Yukarı çıkarken, “Görev başarısız oldu, uygun bir zamanı kollayıp tekrar deneriz,” dedi. Sonunda birbirlerine iyi geceler dileyip kös kös yatağa gittiler.

Taşınma konusunu tekrar tartışmaya açmak için bekledikleri fırsat uzun süre gelmedi. Evdeki gerginlik açıkça hissediliyordu. Takip eden bir hafta boyunca geri adım atmayı ve taviz vermeyi reddeden Mr ve Mrs Weasley, birbirleriyle iletişim kurarken son derece resmiydi.

“Senin için zahmet olmazsa kilerdeki çuvaldan bir tutam çörekotu alır mısın Arthur?”

“Eğer mümkünse ördek ciğerinin yanına sebzeli pilav koyabilir misin Molly? Yorgunluk olmayacaksa eğer?”

“Bir mahsuru yoksa Büyücü Telsiz Ağı’nın açabilir misin? Edgar ile Burnuk Lowry başlamak üzere. Sorun olmayacaksa tabi.”

Cuma gecesi soğuk savaş yerini yeniden sıcak çatışmalara bırakmış, külleri soğumakta olan çekişme yeniden alevlenmiş gibiydi. Diplomasiyi iyice terk edip, vahşi pazarlığa girişen Mrs Weasley’in sesi sadece Kovuk’ta değil muhtemelen Lovegood’ların tepesinin öte yanındaki evinden dahi duyuldu. Oturma odasında yaşanan bağırış çağırış bir saate yakın sürdü. O kadar coşkuluydu ki, Ron’un Büyücü Saati kitabını okurken kulak tıkaçlarını takmak zorunda kaldı. Sonunda, gece yarısına doğru Harry ile Ron’un kaldığı odanın kapısı çalındı. Gelen Mr Weasley idi, yorgun görünüyordu, kafasını aralıktan uzatarak Ron ile Harry’ye bir an baktı, sonra da kısaca “Hala taşınmak istiyorsanız Molly’yi ikna ettim,” dedi.

* * *

“Bize her gün baykuş göndereceksiniz…” dedi Mrs Weasley asabi bir ses tonuyla, Ron’un cüppelerinden birini katlarken. Ron yanıtladı:

“Tamam anne…”

“Dedalus ve Hestia olmadan hiçbir yere gitmeyeceksiniz… Bakanlığa bile…” Bunu söylerken sinirle duvarda asılı Chudley Cannons posterini gereğinden fazla çekiştirdi. Posterin sağ alt köşesi duvarda yapışıp kalmıştı. Vücudunun büyük bir kısmı Mrs Weasley’in elindeki parçada bulunan Arayıcı Dragomir Gorgovitch duvardaki sol bacağına yüzünde bir dehşet ifadesiyle baktı.

“Tabi Mrs Weasley…” dedi Harry uysalca.

“İzin vermiş olmam bundan vazgeçmeyeceğim anlamına gelmiyor…” Komodindeki büyücü saat Ron’a el sallayarak karton kutunun dibini boyladı.

“Gelmiyor Mrs Weasley…” dedi Hermione tatlı tatlı.

“Canınızı tehlikeye attığınızı duyarsam süpürgeye atladığım gibi Grimmauld Meydanı’na uçarım… Sonrasını siz düşünün.” Büyücü satrancındaki atlar kişneye kişneye torbalarına doğru koştular.

“Hiç öyle bir şey yapar mıyız?” dedi Ron sırıtarak.

Ron’a ait her şey toparlanmış, sıra Harry’nin eşyalarına gelmişti. O sırada aşağıdan Arthur Weasley’in sesi duyuldu, “Molly, uç uç tozumuz kaldı mı?” Mrs Weasley görünüşe göre hala eşine kızgındı, gözünü katlamakta olduğu kazaklardan ayırmadan yanıtladı, “Kilerdeki sarı çuvalın içinde olacak!” Arthur Weasley’in sesi bir defa daha yükseldi. “Hangi çuval? Merlin aşkına, Molly bunun içinde…” Çuvalda ne olduğunu öğrenemediler çünkü bir anlık sessizliğin ardından aşağıdan acı dolu bir çığlık yükseldi. Mrs Weasley de kazakları elinden sertçe bırakıp söylene söylene aşağı indi.

Hermione kazakları katlama işini ondan devraldı, Ron da fırsattan istifade bir yandan söylenirken bir yandan posterin köşesini duvardan kazımaya uğraştı. “Her gün baykuş yolla, Dedalus ve Hestia olmadan hiçbir yere gitme… Taşınmasak daha iyi olacak sanki ha?”

Hermione sakince, “Biraz anlayışlı ol, eminim onlar için hiç kolay değildir,” yorumunu yaptı.

“Percy, Bill ya da Charlie için bu kadar yaygara kopmamıştı…”

Hermione yanıtladı, “Sonuçta onlar gittiğinde ev hala kalabalıktı. Biz de gidince sadece Ginny kalacak. O da bütün yıl Hogwarts’ta. Mezun olduğunda bir süre sonra o da ayrılmak isteyecektir.”

Ginny’nin bahsi açılınca Harry’nin midesi sanki görünmez bir el tarafından büküldü. Kendisini kötü hissetiyse de dışarıya renk vermemeye çalıştı. Ginny ne yapıyordu acaba? Bu soğukluğu kısa bir ara olarak mı görüyordu, yoksa ilişkileri olanların telafisinin imkânsız olduğu bir noktaya mı gelmişti? Bir an için başkasıyla görüşüp görüşmediğini dahi merak etti. Bu düşünceyi aklından hızla kovsa da kendisini bariz bir şekilde daha da kötü hissetmeye başladı.

Tam o sırada odada bir tıkırtı duyuldu. Ne olduğunu anlamak için kafalarını çevirdiklerinde gagasında mektup taşıyan gri beyaz bir Hogwarts baykuşunun gagasıyla pencere camını tıklattığını fark ettiler.

Harry’nin kalbi bir an için hopladı, neredeyse uçarcasına koştu, pencereyi açtı ve mektubu baykuşun gagasından kaptı. Ondan takdir bekleyen hayvan, Harry hiç oralı olmayınca kolunu gagaladı ve olduğu yerde zıplamasına sebep oldu. Baykuş ancak Hermione başını okşayıp, Ron Pigwidgeon’un ikramlarından verince gevşedi ve keyifle kıkırdadı. Baykuşu beslemekle meşgul olan Ron, bir yandan da merakla sordu, “Kimden geliyor?”

Harry yüzünde saklamakta başarısız olduğu bir hayal kırıklığı ifadesiyle yanıtladı bu soruyu, “Hagrid’den…” Eğilip merakla hep beraber okumaya başladılar:

Sevgili Hermione, Ron ve Harry,

Öncelikle hediyeler için çok sağ olun. Ron, yolladığın köpek dişli frizbi’ye bayıldım. Ders aralarında (zaman zaman da koridorlarda) fırsat buldukça oynuyoruz. İkinci sınıflardan Terrence D’Arby’nin parmaklarını kapsa da eğlenceli bir oyuncak. Geçen gün Argus Filch yasak eşyalardan olduğunu iddia ederek el koymaya kalktı, ona biz de öğretmeniz hain kofti, senden önce ben el koyuyorum dedim ve almasına izin vermedim. Hermione, hatırlatıcı mükemmel, ancak kendisini nereye koyduğumu da hatırlatabilse harika olurdu. Harry, “Ejderhalara fısıldayan adam” baykuşla sipariş vermek için kuleye çıktığımda elime ulaştı. Gerçekten muazzam bir eser. O kadar gerçekçi ki, Macar Boynuzkuyruk’u anlattığı sayfada hayvan yanlışlıkla sakalımı tutuşturdu.

Dersler iyi gidiyor. Pomona seradaki saksıları devirmemden biraz şikâyetçi, hatta geçen gün dokunakulalardan biri beni belimden sinsice dürtünce zıplayıp seranın camından çıktım ama olur öyle şeyler herhalde. Kehanet dersinde zorlanıyorum, Trelawney yaşam çizgimin çok kısa olduğunu ve çok uzun sürmeden bir ejderha tarafından ateşe verilip öleceğimi söyleyip duruyor. Hala sabırsızlıkla o ejderhayı bekliyorum. Bunların dışında sorun yok.

Quidditch sezonu başladı; Gryffindor bu ayın başında Slytherin’i ezip geçti: 270 – 40! Ginny tam 10 sayı yaptı, altın snitch’i de Gryffindor’dan John Beresford yakaladı; Harry, senden iyi olmasın bu çocuk çok iyi bir arayıcı. Senin de yaratıcılığın tartışılmazdı ama John resmen snitch’i süpürgeyle tribün direklerinin arasına dalıp ters parende ile yakaladı. Tabi süpürgesinden atlamak zorunda kaldığı için fena yaralandı ve geceyi hastane kanadında geçirdi, Ginny neredeyse hep yanındaydı. Bu arada bu maçtaki performansı sebebiyle Holyhead Harpileri Ginny’yi denemek için bir hazırlık maçına çağırdı. Maç 28 Kasım’da oynanacakmış. McGonagall bu maç için Ginny ve ona destek olmak isteyen bazı Gryffindor’lara izin bile verdi. Umarım bunu size yazarak sürprizi bozmamışımdır.

Kendinize iyi bakın, Fang selam söylüyor,

Sevgiyle, Hagrid

Ron ve Hermione gelen bu haberlerle müthiş keyiflendiler. Hermione vakit kaybetmeden Hagrid’e cevap yazmak istedi ve tüy kalemle uygun bir parşömen bulmak için Harry’nn eşyalarından oluşan yığını karıştırmaya başladı. Ron, annesi ve babasına Ginny’nin Holyhead Harpileri tarafından deneneceğini haber vermek için hemen aşağı kata koştu.

Harry ise onların bu duygularına pek de ortak olamadı çünkü sinirlenmişti. O burada büyük bir sabırsızlıkla ondan haber beklerken, Ginny Hogwarts’ta keyfine bakıyor, Quidditch oynuyor, hatta profesyonel bir Quidditch takımından davet alıyor ve bundan kimseye bahsetme gereği duymuyordu. Bu durumun yarattığı sinire bir de kıskançlık eklenmişti. Bu John Beresford isimli kafasız da kimin nesiydi ve Ginny hangi ara biriyle hastane kanadında başında bekleyecek kadar yakın olmuştu? Bunları düşündükçe tepesi atan Harry, o an Kovuk’tan taşınıyor olmaktan büyük bir memnuniyet duydu. Ginny evde oturup onun yolunu gözleyeceğini sanıyorsa yanılıyordu. Harry içinde bulunduğu anın hiddetiyle Noeli de Kovuk’ta kutlamamaya ve farklı bir plan yapmaya karar verdi.

Harry, Ron ve Hermione’nin eşyalarının tamamıyla kolilenmesi, her koliye içeriğinin yazılması, evcil hayvanların kafeslerine yerleştirilmesi neredeyse tüm günü aldı. Özellikle Crookshanks kaldırılan her eşyaya patileriyle yapışıyor ve işlerini yavaşlatmak için elinden ne gelirse yapıyordu. Hatta bir şekilde Ron’un satranç takımını bulup piyonları neredeyse bahçeye kadar kovaladı.

Sonunda Dedalus Deagle Bakanlıktan ödünç aldığı arabayı Kovuk’un önüne park ettiğinde artık güneş batmak üzereydi. Koliler özel izinle büyülemiş olduğu bagaja taşındı ve veda faslına sıra geldi. Mrs Weasley bolca ağladı ve hepsine koyduğu kuralları tekrar tekrar hatırlattı. Harry, Kovuk ve hemen önünde onlara el sallayan Mr ve Mrs Weasley dikiz aynasında yavaşça yok olurken, gündüz aldığı iddialı kararlara rağmen hüzün duydu ve sanki oraya bir daha dönemeyecekmiş gibi hissetti. Yanında oturan ve ailesine yüzünde buruk bir ifadeyle el sallayan Ron’un da benzer bir şekilde hissettiğinden neredeyse emindi.

* * *

Hissettikleri burukluk, Grimmauld Meydanı 12 numarada Kreacher’ın onlar için hazırladığı karşılama merasimini görünce neredeyse yok oldu. Giriş koridoruna adım attıkları anda üzerlerine renkli krepon kâğıtları yağdı, gürültü üzerine uyanan Walburga Black’in portresi bağırmaya başladı ve ufak çapta bir karmaşa yaşandı. Kreacher üzerine Ron, Hermione ve Harry’nin resimleri bulunan kocaman bir pasta yapmış ve mutfağı boydan boya üçgen bayraklarla donatmıştı. Her Bayrağın üzerinde “Hoş geldiniz!” diye bağıran bir ev cini vardı. Bu durum üçünü çok eğlendirdi. Eşyaları taşımaya başlamadan önce yanlarına Hestia ve Dedalus’u da alarak pastayı kestiler, yanında da kendileri için özenle hazırlanmış tatlı tuzlu kurabiyeleri yiyip, kış çayı içtiler. Kreacher belli ki geleceklerini öğrendiği andan itibaren hazırlıklara başlamış, kurabiyelere fazlasıyla özenmişti. Harry’nin elindeki kurabiye ejderha şeklindeydi. Ron snitch şeklindeki bir kurabiyeyi dişlemek üzereydi. Dedalus’un tabağında da kuyruğundan ısırılmış, yarım bir hipogrif duruyordu.

Karınlarını iyice doyurduktan sonra ilk işleri evi yaşanabilir hale getirmeye çalışmak oldu. Her ne kadar Zümrüdüanka Yoldaşlığına ev sahipliği yaptığı dönemde kısmen toparlanmış olsa da Hermione dört katlı bir binanın üç kişinin yaşaması için uygun olmadığını, temizlik ve düzeni sağlayamayacaklarını, Kreacher’ın da ev işleri için koştururken fazlasıyla yorulacağını düşünüyordu.

“Ayrıca yeni çıkardığımız Ev Cini Refah Standartları Yasasına göre, evlerde kullanılan her iki kat ya da altı oda için en az bir ev cini istihdam edilmesi gerekiyor. Zemin kat mutfak olduğundan sayılmıyor ancak bu kurala göre üçüncü ve dördüncü katları kapamamız gerekiyor.”

Sonuç olarak Regulus ve Sirius’un odalarının bulunduğu çatı katı, Şahgaga’nın bir süre barındığı üçüncü kat ile beraber kapatıldı, birinci kattaki üç odaya yerleştiler. Kolilerin çoğu bu üç odaya taşındı.

Harry odasını dekore ederken ağırlıklı olarak özlediği insanların fotoğraflarını kullandı, anne babası, Sirius ve Albus Dumbledore duvarındaki yerlerini aldılar. Bir de Dobby’nin çizdiği, kendisinden çok yeşil gözlü kurbağaya benzeyen portre vardı tabi. Çalışma masasına da sinsioskopunu, düşman aynasını yerleştirdi. Ron’un odası, Kovuk’taki odasından farksızdı; Hermione’ninki ise kocaman bir kitaplıktan, ünlü büyücü bilim kadınlarının posterleri ve dev bir çalışma masasından oluşuyordu. Odada Ron’un ilgisini en çok çeken şey, masanın üzerinde ucundan kablo sarkan dikdörtgen siyah nesneydi. Hermione’ye bunun ne olduğunu sorduğunda bir MP3 Player olduğu cevabını aldı. Hermione kablonun ucundaki kulaklıkları Ron’un kulağına takıp müziği başlattığında Ron yüzünü buruşturdu, “Bu kadın neden ağlıyor? Muggle’lar neden ağlayan birini dinliyor?” diye sordu. Hermione hafiften sinirlenerek, “O kadın Alanis Morrisette ve hayır ağlamıyor… Neyse Ron, ver şunu bana…” Ron odadan kovalanırken gözüne çarpan diğer garip muggle eşyalarına merakla bakarak odadan çıktı.

Hermione’nin evin dekorasyonu ve kullanımına dair etkisi iki katı kapamakla kısıtlı kalmadı. Giriş koridorundaki portreyi kaldıramadıkları için üzerine ses geçirmez bir plaka yerleştirdi. Plakanın üzerine de Harry’nin anne babasının sonbahar yaprakları üzerinde dans ettiği hareketli bir fotoğrafını astı. Böylece hem gürültü problemleri önemli ölçüde giderilmiş, hem de Harry için güzel bir jest yapılmış oldu. Ama Kreacher bu duruma ciddi anlamda bozuldu. Onun gönlünü alabilmek için mutfak katındaki odasına Walburga Black’in eşiyle poz verdiği bir başka portreyi astılar. Böylece Kreacher Hanımının ve Sirius’un babasının anısını kendi odasında yaşatma şansına sahip oldu. Kreacher ile yaşadıkları bir başka sorun, birinci katın merdivenlerine asılı cin kafalarının kaldırılması konusundaydı. Hermione bunun insanlık dışı, vahşi bir uygulama olduğu konusunda ısrar etse de Kreacher kendini öyle perişan şekilde yerden yere vurdu ki dayanamayarak kafaların oldukları yerde kalmalarına şimdilik razı oldu. Yine de Harry ve Ron’a bu konudan Mortimer Thornburn’e bahsetmemeleri konusunda söz verdirdi.

Mutfak, yemek salonu, birinci katın temizliği bittiğinde ve tüm eşyalar yerleştiğinde artık üç gün geçmişti ve günlerden salıydı. Grimmauld Meydanı Karanlık Lord’u destekleyen, safkan takıntılı kadim bir büyücü malikânesinden gerçek bir yuvaya dönüşümünü neredeyse tamamlamıştı.

Kingsley’in baykuşu Salı akşamı tam işlerini bitirip nefeslenmek için koltuklarına çöktüklerinde geldi. Ron ile Harry ertesi sabah bakanlığa cisimlenecek ve ardından inferiusları almak için Kristal Mağaraya gideceklerdi. O gecenin kalanını mağara görevi ve onları bekleyen tehlikeleri tartışarak geçirdiler. Ardından da alışık olduklarından daha erken bir saatte gergin bir şekilde uykuya daldılar.

* * *

Kingsley Shacklebolt birkaç hafta önce Seraphine Slytherin’in anısını izledikleri toplantı odasında, masanın başında ayakta dikiliyordu; cüppesini sıyırıp cep saatini çıkardı, birkaç saniye kadrana baktıktan sonra da söze girdi:

“Evet, görev şu an itibariyle resmi olarak başladı. Anahtarlar görevin önemli bir kısmını teşkil ettiğinden zamanlama büyük önem kazanıyor. Bu yüzden sizden verilen emirleri ve güvenlik prosedürlerini tam anlamıyla uygulamanızı rica ediyorum…”

Harry ve Ron koltuklarında dikleştiler. Harry kupanın kaderini etkileyen Quidditch maçlarının sabahında ne hissediyorsa aynını hissediyordu. Midesinde kocaman bir ateş topu vardı ve alev alev yanıyordu. Ron da ekşi, bembeyaz bir suratla Kingsley’i dinliyordu. Bacağını yere öyle sert vuruyordu ki Harry zeminin sarsıldığına yemin edebilirdi.

“Kısa bir süre için bu odada cisimlenmeyi serbest bıraktık. Az sonra Albus Dumbledore’un Harry ile Slytherin’in madalyonunu bulmak ve yok etmek için ziyaret etmiş olduğu mağaraya gideceğiz. Oraya ulaşabilmek için ilk önce kayalıklara cisimlenmek gerekiyor. Ardından kendimize Kabarcık-Kafa büyüsü yapıp, kayalığın hemen dibindeki karanlık tüneli takip edeceğiz. Yanılmıyorsam tünel mağaranın girişine bağlanıyor Harry, öyle değil mi?”

Harry yanıtladı, “Doğru, girişe ulaşacağız. İçeri girebilmek için yapmamız gereken bazı şeyler var. Ama temelde mağara ve göle bu şekilde ulaşılıyor.”

“Teşekkürler Harry. Mağaraya girdikten sonra ana karaya İnferiusları nakletmek için kullanacağımız anahtarı yerleştireceğiz.”

Ron atıldı, “Mr Shacklebolt, tüm İnferiusların aynı anda anahtara dokunmasını nasıl sağlayacağız?”

Yanıtlayan Kingsley değil, Gilbert Wimple oldu. Sırıtarak, “Anahtarı gördüğünüzde anlayacaksınız Mr Weasley…” dedi.

Kingsley konuşmayı sürdürdü, “Sonra iki gruba ayrılmamız gerekecek. Arcanus ve Harry adacığa geçecek. Ben, Gawain ve Ron ana karada kalacağız. Bu arada Dedalus, Hestia, Gilbert ve Elwyn, yani destek güçler de ana karada daha geride, güvenli alanda kalacaklar.”

Elwyn Baines ile Gilbert Wimple yan yana oturuyorlardı. Wimple’ın boynuzları biraz daha küçülmüş gibiydi. Elwyn saçlarını arkadan toplamıştı, üzerinde de Beauxbatons Sihir Akademisi’nin üniformasını andıran buz mavisi dar, spor bir cüppe vardı. Kingsley’i pür dikkat dinliyordu.

Harry araya girdi, “Mr Shacklebolt, Lord Voldemort’un kayığı sadece tek kişi taşıyor. Ben Profesör Dumbledore ile mağaraya girdiğimde henüz reşit değildim. Aynı kayığı kullanamayız.”

Kingsley gülümseyerek, “Eh, buna zaten gerek kalmayacak, bu konuda endişelenme,” dedi.

Harry, Hogwarts’ta Severus Snape’in ve Privet Drive’dan kaçtığı gece onları kovalayan Lord Voldemort’un süpürgesiz uçabildiğini hatırladı. Arcanus Grines’in gölün üzerinde uçacağını varsayarak, İnferiusların ona saldırıp saldırmayacağını merak etti, sonuçta hortkuluğu çağırma büyüsü kullanarak almaya çalıştıklarında İnferiuslardan biri onlara engel olmaya çalışmıştı.

Kingsley kaşlarını çattı, “Ama çok önemli bir nokta, anahtara kimsenin temas etmemesi. Eğer İnferiuslar taşınırken anahtara dokunuyor olursanız bu ölümcül bir hata olur. Kendinizi İnferiuslarla dolu bir zindanda bulmanız muhtemel.”

Ron korkuyla ürperdi.

“Anahtar yerleştikten sonra tuzağı tetikleyeceğiz. Tüm İnferiuslar anahtara temas ettiğinde de Bakanlıkta onlar için hazırladığımız özel bir odaya nakledilecekler. Sonrası Gilbert Wimple’ın ekibinin sorumluluğunda.”

Wimple başını aşağı yukarı doğru sallayarak onayladı.

“Bu görevin ana kadrosu ilk saymış olduğum beş kişiden oluşuyor, Dedalus ve Hestia bizim yedek güçlerimiz. Herhangi bir yaralanma durumunda Elwyn bize destek verecek. Gilbert da beklemediğimiz bir durumla karşı karşıya kalırsak derin sihir bilgisinden faydalanabilmemiz için devreye girecek. Sorusu olan?”

Odada herkes birbirinin yüzüne baktı, ancak kimseden ses çıkmadı.

“O zaman herkes, özellikle destek güçler gerekli malzemeleri kontrol etsin ve başlayalım…”

Elwyn Baines çapraz askıyla beline kadar inen çantayı açtı. İksir şişelerini kontrol etti. Gilbert Wimple cebinden bozuk paraya benzeyen yuvarlak bir cisim çıkardı. Robards, Dedalus ve Hestia da asalarını havaya kaldırıp ufak kıvılcımlar çıkardılar.

Sonra tüm grup Kingsley Shacklebolt’un yanında toplandı. Kingsley ile Arcanus yan yanaydı, Gobards, Ron’u yanına aldı, Dedalus ile Hestia kol kola girmişti bile. Elwyn gülümseyerek Gilbert Wimple’ın koluna girdi ve elini Harry’ye uzattı. Hepsi gitmeye hazırdı artık.

Birkaç saniye içinde etraf karardı, Harry’nin vücudu maruz kaldığı şiddetli basınçla eziliyor gibiydi. Göğsünü sanki kerpetenle sıkıyorlardı, nefes alamıyordu.

Her hücresinde hissettiği yoğun sıkışmanın ardından her yer aydınlandı ve ciğerleri tuzlu, deniz havasıyla doldu. Kendisini uykudan uyanmış gibi hissetti ve derin bir nefes aldı.

Harry, Albus Dumbledore ile yaşadıkları maceranın ardından mağaraya tekrar geleceğini hiç düşünmemişti; ama bir şekilde yeniden buradaydı işte. Hava rüzgârlıydı, o kadar ki, Harry bu işi yapmak için bu serin, yağışlı kasım gününe kadar beklemenin âlemi var mıydı diye sordu kendine. Sular kayalıkların dibinde öyle bir köpürüyordu ki bir tekne rahatlıkla alabora olabilirdi.

Ron bağırarak bir şeyler söylediyse de Harry söylediklerini anlayamadı. Dalgalar ve esen rüzgâr sesleri boğuyordu. Kingsley kalabalığa kayanın en ucunu işaret edip oraya doğru yürümeye başladı. Kalabalık onu takip etti, kayanın cephesindeki oyuklara ayaklarını yerleştirerek büyük bir özen ve dikkatle inmeye başladılar. Kingsley önde, Grines arkasında adım adım deniz seviyesine yaklaşıyorlardı. O sırada Ron, ıslak görünen bir kayaya bastı ve ayağı kaydı; ufak bir çığlık attı, düşmekten kıl payı kurtulup kayaya tekrar tutundu. Ama zaten Gawain Robards onu sertçe kavrayıp güvene almıştı bile.

Kingsley yamacın en ucuna, kayalığın dibine ulaştı. Burası tırmandıkları yere göre daha geniş, ama ancak iki kişinin aynı anda ayakta durabileceği bir yerdi. Arcanus da onun yanına indi. Kingsley arkasından yürüyen kalabalığa baktı ve eliyle kafasını sarıyormuş gibi bir hareket yaptı. Sonra asasını başına doğru tutarak bir şeyler fısıldadı. Harry asanın ucundan ufacık bir kabarcık çıktığını ve giderek büyüdüğünü fark etti. Kabarcık kafasını içine alacak kadar büyüdüğünde yaklaştırıp zarif bir hareketle başına oturttu. Yüzünü tekrar onlara döndüğünde Harry, Kingsley her nefes aldığında ağız kısmının buhar olduğunu gördü, asasının ucunda bir ışık hüzmesi belirdi. Kingsley aşağıdaki yarığı işaret etti. Asasını dişlerinin arasına sıkıştırıp hafifçe yaylandı ve azgın sulara balıklama atladı.

Robards kayalığın üzerinde Kingsley’in yerini aldı. Grines ona gerekli direktifleri verdi, o da asasıyla bir kabarcık oluşturup başına geçirdi; ışıldayan asasını dişleri arasına sıkıştırıp Kingsley’in ardından suya daldı. Robards’ı Ron takip etti. Dedalus, Hestia, Gilbert Wimple, Elwyn Baines derken en sonunda Grines ile Harry baş başa kaldılar. Grines dalga seslerini bastırmaya çalışarak, “Ne yapacağını biliyorsun!” diye bağırdı. Harry de Kabarcık-Kafa büyüsünü yaptı, ışıldayan asasını dişleriyle kavrayıp suya atladı.

Suya temas ettiği ilk anda büyük bir şok geçirdi. Suyun üzerinde olmakla içinde olmak arasında müthiş bir fark vardı, aşağısı buz gibiydi. Tek avantajı su yüzeyindeki dalgalara rağmen dibin son derece sakin olmasıydı. İlk şaşkınlığını atlatıp birkaç kulaç ilerisindeki Elwyn Baines’in peşinden yüzmeye başladı. Yüzeyden uzaklaştıkça karanlıkta asalar ateş böceği gibi parıldıyordu. Harry yosun kokuları arasında yüzdü, yüzdükçe etrafındaki yarık genişledi ve sonunda loş bir tünele bağlandı. Tünel sola doğru hafifçe kavislendi, hemen ilerisinde Elwyn Baines sudan çıktı. Harry de onu takip etti, karaya ayak bastığında asasını çıkararak girişe çıkan basamaklara doğru ilerlerken cüppesini kuruttu.

Kingsley onu ve arkasından gelen Arcanus’u görünce belirgin şekilde rahatladı, “Evet, Harry ile Arcanus da sudan çıktı. Her şey şu ana kadar yolunda gitti. Harry giriş çıplak gözle görülmüyor, buraya gelip yol gösterir misin?”

Harry kalabalığı yararak en öne, Kingsley’in yanına geldi. Albus Dumbledore sihir gören bölümü uzun süre yoklamış ve sihri tespit etmenin bazı yolları olduğunu söyleyerek sonunda bulmuştu. O anı kafasında canlandırmaya çalıştı. Duvara yaklaştı ve hatırladığı kadarıyla girişi Kingsley’e gösterdi. Kingsley başını salladı ve asasını o noktaya doğrulttu. Sihirli sözleri söylemesiyle beraber kemerli bir çerçeve oluştu ve çevresinde beliren çizgiler bir anlığına ışıldadı.

Harry, “Profesör Dumbledore kolunda bir yara açıp akan kanı kayanın üzerine dökmüştü,” diye uyardı. Kingsley bir an Harry’nin söylediğini yapmak için hareketlendiyse de kalabalığı yarıp gelen Grines bir an bile tereddüt etmeden kolunu sıyırdı ve cüppesinden çıkardığı çakıya benzer bir aletle ufak bir yara açtı. Kan kayaya sıçradı ve kapı bu defa kapanmamak üzere açılmaya başladı.

Elwyn, Arcanus Grines’in yanına geldi. Elini kavradı, bir parça pamukla yarasını temizledi ve büyülü sözler fısıldayarak asasını yarasının üzerinde gezdirmeye başladı. Asa kolun üzerinde gezdikçe kesik küçülüyordu, sonunda yok oldu. Grines Elwyn’e buruk bir gülümsemeyle teşekkür etti. Elwyn de ona doğru uzanıp kulağına kimsenin duyamadığı bir şeyler fısıldadı.

Kapı karanlığa, diğerleri için bir bilinmeze doğru açılmıştı. Harry ise içeride ne olduğunu çok iyi biliyordu, bu yüzden mağaraya ilk adım attığında yine kontrolsüzce ürperdi.

Mağara aynen hatırladığı gibiydi; bir yıl sonra dahi bazı geceler kan ter içinde uyanmasına sebep olan ve her anını hatırladığı bir kâbusun kaynağıydı burası.

Ölüm iksirini elindeki deniz kabuğuyla Albus Dumbledore’a içiriyordu. Dumbledore iksirin etkisiyle sayıklamaya başladığında Harry onun susuzluğunu giderebilmek için karanlık gölün kıyısına iniyordu. Yüzeyin hemen altında belirli belirsiz gölgeler: Bembeyaz bir el, hafif akıntıyla dalgalanan bir cüppe, deforme bir yüz. Harry tuzağa düşüyordu, bembeyaz kemikli eller boğazına dolanıyor, onu suyun dibine çekiyordu. Bembeyaz puslu gözlerin yüzüne bir karış mesafede donuk bakışlarla onu süzdüğünü görüyor, tiksinti ve korkuyla uzaklaşmaya çalışıyordu. İçinden yükselen bir ses Albus Dumbledore’un onu kurtarmasını beklerken hayır, nedense bu defa alev büyüsü gelmiyor, Harry suyun dibinde İnferiuslarla sarılı bir halde can çekişiyordu. Birkaç keskin hareket, büyük bir çaba ve tükenen ciğerleri… Boğuluyordu… Lord Voldemort’un cansız, kukla ordusunun bir parçası haline geliyor, gölün dibinde hortkuluk için gelecek davetsiz misafirleri beklemeye başlıyordu.

Harry bu düşten her defasında çığlıklarla uyanmıştı. Tam da gölün dibinde cansız yatarken göz kapakları aralandığında, örümcek ağlarını andıran lekeli beyaz göz aklarını gördüğü anda… Yani bitmeyen nöbeti başladığında…

Tavanı görünmüyordu mağaranın. Kapkara, çarşaf gibi göl birkaç metre ötesindeydi. Kingsley ağzı yarı açık halde önündeki manzarayı izliyordu. Dedalus ve Hestia da onun gibi hayretlerini gizleme zahmetine girmeden fısıldaşıyordu. Ama en heyecanlıları Gilbert Wimple’dı. Gölü işaret ederek yanındaki Elwyn’e ile hızlı hızlı bir şeyler anlatıyordu.

Ron Harry’nin yanına geldi; cesur görünmeye çalışarak, “Şimdi bu gölün dibinde…”

“İnferiuslar var… Evet”

“İlerideki yeşil ışık?”

“Eskiden hortkuluğun bulunduğu çanaktan geliyor.”

“Suya dokunursak bize saldırırlar mı dersin?”

Harry huzursuzca, “Öyle görünüyor… Artık hortkuluk yok, ama bize yine de saldırmışlardı.”

Arkalarında dikilen Kingsley ekibi toparlama vaktinin geldiğine karar vermişti.

“Beyler, bayanlar! Harekete geçme zamanı… Dedalus, Hestia… Yardım edin anahtarı kuralım. Harry, biz anahtarı kurduktan sonra Arcanus’a kayığın nasıl çıkarıldığını gösterir misin?”

Gilbert Wimple bu talimat üzerine çantasını açtı, içinden lacivert, dikdörtgen bir kutu çıkardı. Ana karanın ortasına doğru yürüdü ve kutuyu yere bıraktı.

“Lütfen herkes geri çekilsin, ama tekrar ediyorum, kesinlikle suya değmeyin.”

Kalabalık açıldı ve ona alan bıraktı. Wimple da iyice geriledi ve asasını doğrultarak “Engorgio” diye fısıldadı. Asasından çıkan ışın kutuya çarptığında kutu genişlemeye başladı, bir metre iki metre, beş metre derken neredeyse ana karanın büyük bir bölümünü kapladı ve sonunda durdu. Harry bunun bir kutu değil örtü olduğunu fark etti. Dedalus, Hestia, Robards ve Kingsley örtünün katlanan köşelerine doğru yürüdüler ve düzelttiler. Bu defa Kingsley asasını doğrultup “Portus” diye fısıldadı, dev örtü bir an mavi bir ışık saçarak parladı, titredi ve durdu. Kingsley heyecanla bağırdı, “Yirmi dakika! Herkes yerini alsın, Ron, Gawain arkama geçin! Destekler yerlerine! Harry, Arcanus! Adaya!”

Harry Arcanus Grines’e duvara, kayığı buldukları yere kadar rehberlik etti.

“Profesör Dumbledore elini yukarı kaldırmıştı, sonra zinciri buldu, asasını yumruğuna tutup zinciri kavradı, kendisine çekince de kayık suyun dibinden yükseldi.”

Grines onun dediğini yaptı. Eliyle havayı yoklamaya başladı, birkaç saniye sonra o da zinciri bulmuştu. Kendisine doğru çekerken Harry kafasına takılan soruyu sordu: “Neden hepimiz ana karada beklemedik? İnferiusları buradan da tetikleyebilirdik.”

Grines kayığı kendisine doğru çekerken, “Benim fikrimdi,” dedi ve devam etti;

“Eğer azıcık kafası çalışıyorsa ki bu kadar yandaş toplayıp bunca cinayete ve iç savaşa sebep olabildiğine göre çalışıyor, İnferiusların hepsini tek hedefe saldıracak şekilde büyülememiş olma ihtimali yüksek. Bence kıyıya yakın olanlar ana kara tarafını koruyordur. Adacığa yakın olanlar ise kendi bölgelerini koruyorlardır. Aksi takdirde ikiye ayrılıp, hepsini bir tarafa çekip hortkuluğu almak çok basit olurdu.”

Harry bunun Grines’in anlattığı kadar kolay olacağından emin değildi, yine de şimdilik bu akıl yürütmeye itirazı yoktu.

“Tabi bir de onları çevirmek ve kıstırmak çok önemli, bu işi de sen ve ben yapacağız. Arkamıza taktıklarımızı ana karaya yönlendireceğiz.”

Yem olacaklardı yani. Harry bu açıklamayı duyunca huzursuzca kıpırdandı.

Kayık karadaydı artık. Ron ona endişeli gözlerle bakıyordu. Harry bu işe girdiklerine pişman olup olmadığını merak etti. Örümcek fobisi vardı evet ama söz konusu İnferiuslar olunca, eh herkesin İnferius fobisi vardı.

Harry kayığa bindi ve göle açıldı, bir yandan da Grines’i seyrediyordu. Kingsley ona iyi şanslar diledi.

Grines asasını çift eliyle tutarak havaya kaldırdı ve sıçradı, Harry onun uçmaya başlayacağını düşünüyordu ama kendisini çok şaşırtan bir şey oldu: Grines havada bir mermi gibi dönmeye başladı ve dönüştü, beyaz koyu lacivert renge bürünüp suya daldı. Grines bir animagus’tu! Bir köpekbalığı! Bu sayede Mürekkep balığından kurtulabilmişti! Bu yüzden Kingsley, Harry onu sandalda gördüğünü söylediğinde inanmamıştı!

Dönüştüğü köpekbalığı en az dört, beş metre boyundaydı, dev sırt yüzgeci Harry’nin sandalının yanından neredeyse kol mesafesinde geçti. Ama o kadar zarif yüzüyordu ki sandal çok az titredi ya da titremedi. Animagusun suya girmesi İnferiusları tetiklememişti. Belli ki onun gerçekten bir balık olduğunu düşünüyorlardı.

Köpekbalığı adacığa doğru ilerliyordu, yüzgeci bir manevra yaptı ve kıyıya yaklaştığı anda suya dalarak kayboldu. Harry bunu gördüğünde bir an için gerildi, İnferiusların balığa saldırma ihtimalini de düşünerek su yüzeyinde ellerin belirmesini, kayığın devrilmesini endişeyle bekledi. Ancak korktuğu olmadı, köpek balığı bir anda sudan mermi gibi fırladı, neredeyse üç metre havaya fırlayıp savruldu, havadayken Arcanus Grines’e dönüştü ve karaya ayak bastı.

Harry de adacığa yaklaşmıştı artık. Sadece yarım dakika daha sessizce suda ilerledi ve sonunda kayık karaya çarptı. Harry kayıktan dikkatlice indi ve Grines’in yanındaki yerini aldı. Grines asasını havaya kaldırdı ve kıvılcımlar çıkararak ana karadakilere hazır olduklarını bildirdi.

Kingsley’in sihirle güçlendirilmiş sesi mağaranın diğer yanından yükseldi, “Hazır olduğunuza göre başlıyoruz!”

Harry asasını çıkardı ve Grines ile beraber bir zamanlar hortkuluğun bulunduğu çanağın yanına geçti. Grines: “Sırt sırta vermeliyiz, bu şekilde ateş çemberi oluşturup onları dışında tutabiliriz,” dedi. Harry kafasını salladı ve yüzünü kuzeye döndü, sırtını da Grines’e yasladı.

Ana karada Kingsley’in göle doğru yürüdüğünü gördüler. Kıyıda diz çöktü, avuçlarını birleştirdi ve bir avuç su aldı. Grines kendi kendine, “Zarlar atıldı,” diye fısıldadı.

İlk önce hiçbir şey olmadı. Birkaç saniye sonra kıyıya yakın sularda hafif bir dalgalanma, hareketlenme fark edildi. Su yüzeyinde eller, ardından vücutlar belirdi. Ağır aksak devrilerek, bazen de sürünerek sudan çıktılar ve Kingsley, Robards ve Ron’a doğru yürümeye başladılar. Harry, Ron için endişelenmeye başlamıştı ki asalarından alevler çıktı ve onları çevreledi. İnferiuslar çemberin dışında kaldı.

Grines, “Tam düşündüğüm gibi, buradaki İnferiuslarda hiçbir hareketlenme olmadı. Tuzağı tetiklemeliyim.” Harry bir şey söyleyemeden suyun kenarına indi. Sağ elini suya uzattı ve bileğine kadar suya soktu, Harry’nin kalbi deli gibi çarpmaya başlamıştı. Grines hemen geri dönüp eski pozisyonunu aldığında bir İnferius elini en yakındaki kayaya uzatmıştı bile. Beyaz pençe gibi bir eldi bu, ardından da bir vücut çıktı sudan, bir deri bir kemik haldeydi ve sarhoş gibi yalpalıyordu. Gözleri puslu beyazdı, sırtında suyun altında kalmaktan lime lime olmuş bir cüppe ya da ondan arta kalanlar vardı. İnferius bacaklarını kayaya uzattı ve zorlukla da olsa tırmandı. Bembeyaz, ruhsuz gözleriyle sadece tek bir şeyin açlığıyla Harry’e doğru adım attı, Harry tam artık harekete geçmesi için bağıracaktı ki Arcanus Grines beklediği talimatı verdi, “Başla!”

Harry, “Incendio!” diye bağırdı. Hermione ile Kovukta defalarca çalışmışlarıdı bu büyüyü. Hatta denemeleri sırasında az daha yangın çıkarıyorlardı. Alevler oluk oluk asasından döküldü, Grines’in asasından çıkanlarla birleşti ve etraflarında bir çember oluşturdu. Gölden adaya yeni İnferiuslar çıkıyor ancak hiçbiri ateş çemberini geçemiyorlardı. Bir süre sonra artık gölün suları sakinleşti. İnferiusların hepsi adacıkta Harry ile Arcanus Grines’e ulaşmaya çalışıyordu.

Grines zamanın geldiğini fark etmişti. Harry’ye, “Artık diğerlerine katılmalıyız!” dedi. “Çemberi bana bırak ve kayığa bin! Bindikten sonra çemberi sen oluşturacaksın, ben de köpek balığına dönüşüp karaya çıkacağım!”

Harry, “Hayır! Bu çok tehlikeli! Karada insana dönüştüğünde sana saldırırlar!” diye bağırdı, söylediklerine kendi de şaşırarak.

Grines, “Başka yolu yok!” dedi ve ateşi beslemeyi sürdürdü. Yavaş yavaş kayığa doğru ilerlemeye başladılar. Onlar ilerledikçe, alevlerin etkisiyle kayığı saran ölüler yana çekilmek zorunda kaldı. Ancak Arcanus ile Harry’ye ulaşma arzularında pek bir değişiklik olmamıştı. Renksiz gözlerinde asalardan çıkan ateş parıldarken sessiz çığlıklar atıyor ve hem alevlerden kaçınıyor, hem de ikisinin cüppesinden yakalamaya çalışıyorlardı.

İnferiusların dengesiz hareketleri suda dalgalanmalara sebep oluyordu, Harry’nin hatası da bu durumun sonuçlarını öngörememesi oldu. Daha ilk adımını atmıştı ki, heyecanlanan İnferiusların yarattığı dalgalardan biri kayığa vurdu, Harry diğer ayağı havada yakalandı, kayık altından kayıverdi ve sırt üstü suya gömüldü.

Harry hemen yüzerek su yüzeyine çıktı. Derin nefes aldı ve sürüklenmekte olan kayığa doğru yüzdü. İskele tarafından tırmanmaya çalışıyordu ancak o ağırlığını verdiği anda kayığın sancak tarafı havaya kalkıyordu. Zorlukla bacağını attı, büyük bir çabayla bir şekilde tırmanmayı başardı. Asasını çıkarmak için elini cüppesine attı, ama asa yerinde yoktu. Panik bütün vücudunu sardı. Tüm ceplerini tekrar tekrar yokladı, yine yoktu.

Olan bitenin farkına varamayan Grines arkasından bağırdı, “Acele et, fazla zamanımız kalmadı, anahtar onlar olmadan gitmemeli!”

Harry hızlı bir şekilde karar verdi ve duraksamadan tekrar suya atladı. Yapabildiği kadar hızlı bir şekilde az önce suya düştüğü yere yüzdü ve “Lumos” diyerek kafasını suya daldırdı. İlk bakışta bulanık suda hiçbir şey göremedi. Biraz daha derine daldı. Parıldayan asa Arcanus Grines’in alev çemberinin biraz dışındaydı. İnferiuslara yakalanmadan alabilirdi, ama hızlı yüzmesi gerekecekti, çok hızlı hem de. Kendini ateşin içine fırlattı, keskin bir yanma hissiyle iyice derine indi. Üç büyük kulaç atarak asasına ulaştı. Tam onu eline almıştı ki üç İnferiusun çırpınarak kendisine doğru gelmekte olduğunu fark etti. Çemberin dışında olduğundan savunmasızdı. Onlardan kaçabilmek için elinde asasıyla olabildiğince hızla yüzdü. Ancak ateş çemberinden geçerken İnferiuslardan biri bacağını yakalamıştı. Ateşin içinde kalan bacağı ciddi bir şekilde yandı. Can havliyle asasını sallayarak relashio diye bağırdı ve İnferiusu dağladı. Bacağını da çemberden çekti. Tekrar su yüzüne çıktı ve yanan bacağı yüzünden suratını buruşturarak kayığa tırmandı.

Asasını sallayarak tekrar “Incendio!” diye bağırdı. Alev çemberini desteklemeye başladı.

Grines ona seslendi, “Sonunda! Dönüşüyorum!”

Alevlerin üzerinden atlayarak köpek balığına dönüştü ve suya daldı.

İnferiuslar birkaç saniye önce saldırdıkları canlının aniden bir balığa dönüşüp aralarından geçmesini her nasılsa yadırgamadılar ve cansız boş gözlerle ilgisizce ona bakmakla yetindiler. Aynı anda kayık da hareket etmeye ve ana karaya doğru ilerlemeye başladı.

Harry bir yandan çevresini kollarken bir yandan da artık kendisini güvenceye aldığından bütün bu keşmekeşin içinde Ron ve diğerlerinin ne durumda olduğunu anlamaya çalışıyordu. Ana karada alev çemberi sağlamdı ve Ron’un bulunduğu grubu korumaya devam ediyordu. Göle baktığında yüzgecin su yüzeyinde olmadığını fark etti. Grines birkaç saniye sonra köpekbalığı suretinde havaya fırladı ve aslına dönüşerek İnferiusları asasıyla alazladı, kendisine yol açtı. Diğer büyücülere sağ salim katılmayı başarmıştı.

Harry bir anda hala tehlikede olan tek kişinin kendisi olduğunu fark etti. Ama karaya on metreden az bir mesafe kalmıştı. Sabırla kayığın kıyıya yaklaşmasını bekledi, kendisi ile Kingsley arasında alevlerle çevrili bir yol yarattı. İnferi’ler ateşten kaçarak çekildiler ve ona koridor açtılar. Kayıktan atladığı gibi diğer büyücülere katıldı. Tuzak hazırdı, geri sayım başlamıştı.

Kingsley Harry’ye ve diğerlerine dönerek, “Tam vaktinde! Son bir dakika! Amacımıza ulaşmak üzereyiz, sıkı tutun!” dedi.

Ateşin etrafında yaşayan ölülerden bir ordu vardı. Harry onları takip edenler de diğerlerine katıldığında sayılarının belki iki yüzü geçtiğini fark etti. Bazılarının üzerinde hala yırtık pırtık cüppeler vardı. Bazılarında ise paramparça kıyafetler, bu sonuncuların muggle oldukları anlaşılıyordu. Voldemort’un kurbanları, bedensiz ruhunun muhafızları, mezardaki son anlarını geçiriyordu. Harry ayaklarına baktığında hepsinin örtünün üstünde yürüdüklerini fark etti.

Kingsley ondan geri saymaya başladı, son beş saniye, dört saniye, üç saniye, iki saniye… Vakit gelmişti. Ateşin ardındaki İnferiler aniden dumana dönüşüp bükülerek yok oldular. Birkaç saniye önce kıyametin koptuğu göl bir anda sessizleşmiş ve birbirlerine şaşkınlık içinde bakan bir grup büyücüden başka kimse kalmamıştı.

Kingsley asasını indirdi ve kalabalığa döndü, “Eh, bitti. Herkese tebrikler. Her şey planladığımız gibi gitti diyebilirim.” Az önce asasını suya düşürdüğü için İnferiusların arasında kalmış olan Harry herhangi bir yorum yapmadı.

“Wimple, asistanın Pullman ile temas kurar mısın? İnferi’lerin Bakanlığa ulaştığını teyit edelim. Herkes iyi mi? Yaralanan var mı?”

Vardı tabi, ama genelde ufak tefek yaralardı bunlar. Ron sırt üstü düşmüş ve dirseğini incitmişti, gölün hemen kenarında uzanıyordu. Neyse ki birkaç çürük dışında önemli bir hasar yoktu. Arcanus’ta ve Kingsley’de üçüncü derece yanıklar vardı. Elwyn aralarında durumu en ciddi olanın Harry olduğuna karar vererek yanına geldi. Diz üstü çöküp çantasını açarak tüplerini çıkardı ve bir karışım hazırlamaya başladı.

Gökkuşağını andıran bir gülümsemeyle, “Harry, en iyi müşterim sensin… Belki de bakanlık sana özel şifacı tahsis etmeli,” dedi.

Harry istemsizce sırıttı, “Bence beni bahane edip zam isteyebilirsin,” dedi. Tanışıklıkları çok eskiye dayanmasa da Elwyn Baines ile konuşmanın ne kadar kolay olduğunu ve her defasında üzerindeki gerginliği aldığını fark ediyordu. Elwyn ensesine konan rahatsız edici bir böceği kovdu, önündeki karışımı tamamlayıp Harry’nin yüzüne doğru uzandı. Kremi sürerken,

“Yüzündeki yanıklar çok ciddi değil. Ancak bacağındakiler biraz daha canını yakabilir,” dedi.

Harry ne durumda olduğunu görevin heyecanıyla fark etmemişti. Şimdi her yeri hafif hafif sızlamaya başladığında kendisinde diğerlerine nazaran daha fazla hasar olduğunu fark etmişti. Elwyn’e baktı ve aklına Hogwarts’taki sohbetleri geldi.

“Elwyn, bana Cedric öldüğünde tribünde olduğunu söylemiştin, ama seni Hogwarts’ta hiç hatırlamıyorum.”

Elwyn, “Bu çok doğal değil mi? Aramızda üç dönem vardı, benim okuldaki son senemdi, FYBS’lere hazırlanıyordum ve şifacı olmaya niyetliydim. Derslerden kafamı kaldırmaya vaktim olmuyordu. Arkadaşlarım Üç Büyücü Turnuvasının finaline asa zoruyla getirdi, bir günden bir şey olmaz dediler.” O günleri hatırlayarak kederle gülümsedi.

“Hangi binadaydın?” diye sordu Harry merakla. Ama cevabı tahmin edebiliyordu.

“Ravenclaw,” diye yanıtladı Elwyn. “Şifacıların çoğu bizim binadandır. Gerçi arada Roger Davies, Marietta Edgecombe ya da Gilderoy Lockhart gibi mankafalar da çıkmıyor değil.”

Harry dışarıdan bakıldığında müthiş bir zerafet ve inceliğe sahip görünen Elwyn’in bu beklenmedik yorumunu duyunca ağzından fırlamak üzere olan kahkahaları zorlukla zapt etti.

Elwyn havadan sudan bahsedermiş gibi devam etti, “Hele Gilderoy Lockhart’ın Hogwarts’ın kapısından nasıl girebildiğini asla anlamamışımdır. Sevgililer gününde sahte bir isimle mavi cüppesinin ne kadar yakıştığını ve gözlerine nasıl uyduğunu anlatan sahte bir kart yollamıştım. Tüm sene kim olduğumu bulmaya çalıştı, o cüppeyi de hiç sırtından çıkarmadı. Tam bir mankafa…”

Harry bu defa kendini tutmaya çalışmadı ve kahkahalara boğuldu. Zorlukla kendini toparladığında “Hala St Mungo’da öyle değil mi? Neler yapıyor?”

Elwyn bacağındaki yanığa müdahale ederken, “Hafızası hala düzelmedi, nasıl kazandığını hatırlayamadığı hayranlarına mektuplar yazıyor. Bu sevgililer gününde mavi cüppesiyle ilgili yeni bir şiir yazıp yollayacağım. Belki hafızası yerine gelir,” dedi ve sırıtmaya başladı.

Harry ona gülerek eşlik etti. Ama aynı anda bir önseziyle sarsıldı. Sanki yolunda gitmeyen bir şey vardı. Olmaması gereken bir şey. Ne olup bittiğini anlayabilmek için gözlerini kapadı.

Elwyn ciddileşerek merak ve endişeyle sordu, “Ne oldu?” Harry başparmağını kaldırarak onu durdurdu ve zaman istedi.

Yolunda gitmeyen bir şey, bir ses. Çok hafif… Sanki suda bir şey…

Kafasını çevirdi, Ron göl kenarında kendi halinde bağdaş kurmuş oturuyordu. Harry onun yaşadıkları aksiyondan sonra aklını boşaltmaya çalıştığını düşündü.

Her şey çok kısa sürede, önlenemez bir hızla oldu.

Ron’un arkasında gölün yüzeyi hafif hafif dalgalanıyordu. Harry’nin az önce aklını kurcalayan, bu dalgalanmaların çıkardığı sesti. Karanlık sular hafifçe kabardı, bembeyaz bir el, gölün yüzeyinde belirdi. Sanki biri sudan çıkmaya çalışıyor ama başaramıyor gibiydi. El giderek yükseldi ve sonunda sırtında yırtık pırtık büyücü cüppesiyle bir İnferius belirdi. Harry tüm gücüyle haykırdı, “RON, DİKKAT ET!”

Ron’un gözleri kocaman açıldı, arkasını dönmek için seyirtti ama çok geçti, üzerinden sular damlayan İnferius sudan çıktı ve ona saldırdı. Boğuşmaya başladılar. İnferius güçlüydü, Ron ise yorgun ve bitkindi. İnferius onu kavrayarak suya çekmeye başladı. Harry ayağa kalkmaya yeltendi ama yanlarına varana kadar dibe çökecekleri kesindi, Ron boğulabilirdi. Tam o sırada “İmpedimenta!” diye bağırdı arkasından bir ses.

Çıkan kırmızı ışın Ron’un kafasını sıyırdı, kızıl saçlarından bir bukle kopardı ve İnferiusu ıskalayarak gölün sularına gömüldü. Artık suyun üzerinde sadece omuzları kalmış, boynu sıkıldığından nefes almakta zorlanan Ron’un yüzü morarmaya başlamıştı.

Bu defa “Relashio!” diye bağırdı ses, mor bir ışın fırladı ve Ron’un kafasını sıyırarak İnferiusu vurdu. Yaşayan ölü Ron’u bırakarak geriye savruldu ve gölün sularına gömüldü.

Ron nefes nefese karaya doğru yürüdü, devrildi, tekrar kalktı ve ayağı bir taşa takılıp düştü. İnferius yine aynı hevesle suları yararak geldi ama bu defa “Incarcerous!” diye bağırdı ses, İnferiusun vücudu nerden geldiği anlaşılamayan ipler tarafından kıskıvrak bağlandı ve yaratık Ron’un iki bacağının arasına kafa üstü devrildi. Ron tekmeler savurarak geri geri kaçmaya çalıştı, güvenli mesafeye gelince de kendini tekrar yere bıraktı.

Yüzlerde şaşkınlık ifadesi vardı. Tam da herkesin güvende olduğunu sandıkları anda belirmişti İnferius. Harry onun sağ ayağının yosunlara dolanmış olduğunu fark etti. Muhtemelen bu yüzden diğer İnferiuslarla beraber gruba saldıramamıştı. Harry onun grup kutlama yaparken suyun dibinde yosunlarla boğuşuyor olduğunu hayalinde canlandırdı.

Arcanus Grines Ron’un hayatını kurtarmıştı; asasını indirdi, ağır adımlarla İnferiusun yanına gitti, yırtık cüppesinin cebinden zincire benzer bir şey sarkıyordu. İnferiusun ona saldırmaya çalışmasına aldırmadan zinciri çekiştirdi ve uzun parlak altın bir saat çıkardı. Saatin arkasını çevirip inceledi, Kingsley’e doğru yürüdü ve saati onun avucunun içine bıraktı.

“Listendeki kayıplardan birini daha silebilirsin Kingsley,” dedi, saatin arkasında yazılı ismi gösterdi, “Regulus Arcturus Black’i bulduk…”

Ron kafasını bir an için kaldırıp hala inatla sürünerek ona ulaşmaya çalışan, Regulus Black’e, onun donuk gözlerine baktı, ardından “Bu iş değil on, yüz galleona bile yapılmaz,” diyerek boylu boyunca yere serildi.

* * *

Dokuzuncu bölüm:
Ginny Sahnede”

⁠⁠⁠Evapsie!
83 Yorum

Bir Yorum Ekle

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir