Harry, Nurmengard’ın bodrum katındaki bir hücreye kapatılalı neredeyse dokuz saat olmuştu. Her geçen dakika soğuk daha da keskinleşiyor, Harry’nin istemsizce titremesine sebep oluyordu. Beton zeminden gelen soğuk daha da içine işlediği için oturmak da dayanılmaz bir hal almıştı. Ara ara destek almak için duvara yaslanarak ayakta durmayı tercih ediyordu.
Harry ısınmak için elinden geleni yaptı; titreyen bedenini olabildiğince sıkıca sarmaya çalışarak cüppesini çekiştirdi. Elleri, Kelso kelepçeleriyle bağlı olduğu ve kelepçelerin arasında da çok kısa bir zincir olduğu için pek beceremedi. Ellerini göğsünde birleştirerek elinden geldiğince ısınmaya çalıştı. Soğuğun bedeninde yarattığı uyuşukluğu geçirmek için ayaklarını yere vurdu. Isıtmak için ara sıra ellerine üflüyordu, çünkü elleri ve parmakları soğuktan donmaya başlamıştı. Ancak, üflemek, ağzının daha da kurumasından başka bir işe yaramıyordu. Sabah getirilen su dolu kadehi görmezden geldiği için kendine lanet etti. Bodrum kattaki hücrelere yemek veya su getirilmediğini fark etmişti. En son, dün sabah Riddle Malikânesi’nde bir şeyler yiyip içmişti; yani şimdi, neredeyse otuz üç saat sonra, deli gibi acıkıp susamıştı.
Hava çok soğuk olmasına rağmen ağır ve boğucuydu; Harry’nin başının dönmesine sebep oluyordu. Göğsü, nefes almak için harcadığı çabadan dolayı ağrıyordu. Kendini, sırf zaman geçsin diye bayılmayı dilerken buldu.
Dışarıdan gelen dalga seslerini duyabiliyordu. Hapishanenin dışında yavaş yavaş fırtına başlamıştı ve Nurmengard’ın bulunduğu, kayalıklardan oluşan adaya çarpan şiddetli dalgaların sesi ise, sinir bozucuydu. Harry sesleri duymazdan gelmeye çalıştı, ama fırtınanın daha da şiddetlendiğini duydukça içindeki kötü his git gide artmaya devam etti. Duvarların ardında uğuldayan şiddetli ve güçlü rüzgârın sesini neredeyse görebiliyordu.
Koridor boyunca yankılanan ayak sesleriyle birlikte bir kapının çarpma sesini duyunca, Harry’nin dikkati dağıldı. Harry, duvara yaslanmış bir halde olduğu yerde kalakaldı ve tüm gücüyle titremesini durdurmaya çalıştı. Görüş hizasında Jackson belirdi ve Harry, adamın pis pis sırıttığını görünce öfkeden deliye döndü.
“Ee, öfken biraz olsun soğudu mu?” diye sordu Jackson.
“Bunu sen başlattın,” diye cevapladı Harry.
Jackson, asabi çocuğu incelemek için başını bir parça yana eğerek gülümsedi.
“Evet, ama aynı zamanda senin de suçundu,” dedi. “Eğer soruları cevaplasaydın, ben de öfkelenip kendimi kaybetmezdim.”
“Sorularını cevapladım zaten,” diye belirtti Harry.
“İşe yaramaz cevaplarla,” diye cevap verdi Jackson.
Harry doğruldu, ancak olduğu yerde kalmaya devam etti.
“Dediğim gibi, o benim problemim değil.”
Jackson bu sefer sinirlenmedi. Onun yerine, Harry’ye cevabını gülünç bulmuşçasına gülümsedi.
“Biliyor musun, senden hoşlanmamaya çalıştıkça tam tersi daha da hoşlanıyorum,” diyerek kıkırdadı. “Hakkını vermeliyim, çocuk. Az cesur değilsin.”
“Çok etkilendim,” diye cevapladı Harry, duygusuzca.
Jackson, Harry’ye rahatsız edici başka bir bakış daha atarak cebine uzanıp asasını çıkardı. Harry birden gerildi; gözlerini asaya dikmiş, ardından ise adamın yüzüne odaklamıştı.
“Yeterli geldi mi?” diye sordu Jackson. “Eğer istersen seni buradan çıkarıp yukarıdaki hücrene götürebilirim. En azından, orası daha sıcak,” diyerek Harry’yi kışkırttı.
Harry bir dakika kadar adama öylece bakakaldı; adamın ne yapmaya çalıştığını anlamaya uğraşıyordu.
“Hani tüm geceyi burada geçirecektim?” diye sordu.
Jackson omuzlarını silkti.
“Tüm günü burada geçirdin zaten. Bence bu kadarı yeter,” diye cevapladı. “Sence de, yetmez mi?”
Harry hâlâ tereddütteydi. Gardiyanın neden fikrini değiştirdiğini anlamıyordu. Ne var ki, çok üşümüş, acıkmış ve fena halde susamıştı. Vücudu daha önce hiç olmadığı kadar ağrıyordu ve tek isteği, sıcak bir yerde uyumaktı. Harry, çıkmak istediğini belli eden tek bir hareketle, kapıya doğru yaklaştı.
Jackson kıkırdadı ve asasıyla kapıya dokundu. Fakat kapıyı açacak büyülü sözleri söylememişti. Duraksadı ve Harry’ye baktı. Asasını kapıdan uzaklaştırdı.
“Farkında mısın, erkenden çıkmana izin vererek sana bir iyilik yapıyorum,” diye belirtti. “Bana yaptığın pisliği diğer gardiyanlardan birine yapmış olsaydın, buradan çıkmana asla izin vermezlerdi.” Harry’ye bakarak yine pis pis sırıttı. “Bence, sana böyle bir müsamaha gösterdiğim için biraz daha açık sözlü olmalısın. Sence de, öyle değil mi?”
Harry, Jackson’ın yüzüne bakmakla yetindi.
“Ne istiyorsun?” diye sordu; yalnızca merak ediyordu.
Jackson zafer kazanmışçasına gülümsedi. Bakışları Harry’nin yüzünden göğsüne yöneldi ve Harry ne istediğini hemen anladı.
“Özel bir kolye, değil mi?” diye sordu, usulca. “O yüzden kimse çıkaramasın diye büyülenmiş.” Gözlerini, Harry’nin gözlerine bakmak için kolyeden kaldırdı. “Onu çıkarıp bana ver ve ben de senin çıkmana izin vereyim.”
Harry şantaja şaşırmamıştı. Böyle bir şeyin olacağını tahmin etmişti.
“Hayır,” diye cevapladı sadece.
Jackson’ın yüz ifadesi sertleşti.
“Bu hücreden çıkmak istiyorsan, kolyeni bana vermek zorundasın,” diye belirtti.
“Onu sana vermiyorum,” diye cevapladı Harry.
Jackson tereddüt etti; asası hâlâ elindeydi, fakat ne kapıya ne de Harry’ye doğrultmuştu.
“Demem o ki,” diye konuşmaya başladı Jackson, hücreye bir adım daha yaklaşarak. “Bu dondurucu hücreden ancak kolyeni verdiğinde çıkabilirsin,” dedi, çocuğun anladığından emin olmak için kelimeleri yavaşça ve dikkatlice söyleyerek.
Harry, bir adım gerileyerek duvara geri yürüdü. Yeniden duvara yaslandı ve yeşil gözleriyle gardiyana buz gibi bir bakış attı.
“Anlaşılan buradan çıkmıyorum,” diye cevapladı.
Jackson, dili tutulmuş bir şekilde Harry’ye baktı. Aldığı cevabın bu olduğuna inanamıyordu. Asasını cebine koydu ve başını iki yana sallayarak tekrar Harry’ye baktı.
“Sen bilirsin,” diye fısıldadı; Harry’yi bir başına bırakıp uzaklaşmadan önce.
James, Remus ve Sirius anakaraya Cisimlenmişlerdi. Güçlü rüzgâr yüzlerini sıvıyor, cüppeleri etraflarında dalgalanıyordu. Neyse ki, James’in aldığı koordinatlar doğrudan ana rıhtıma Cisimlenmelerini sağlamıştı; böylelikle, bu rüzgârlı havada zorlanmalarına gerek kalmadan kayıkla Nurmengard’a gidebileceklerdi. Onları adanın karşısına geçirecek olan büyücüyle buluştular. Ancak, bir sorunları vardı.
“Ne demek bizi alamazlar?” diye sordu James.
Kır saçlı adam omuz silkti.
“Tam olarak sizi karşıya marşıya götüremem, demek.” Dönüp denizi işaret etti. “Şunu görüyon mu?” diye sordu, şiddetli akıntıyı göstererek. “O bir uyarı. Fırtına geliyor. Bu sulara tekne mekne çıkaramam ben. Çok tehlikeli.”
James, adama sinir olmuştu.
“Anlaman lazım, Nurmengard’a giriş iznimiz yalnızca bu gece için geçerli! Bizi karşıya geçirmek zorundasın!”
Adam tekrar kafasını iki yana salladı.
“Üzgünüm birader! Yapabileceğim bi şey yok.”
“Kayığı kendimiz kullanabilir miyiz?” diye sordu Remus.
Adam eğri büğrü, sararmış dişlerini ortaya çıkararak gülümsedi.
“Tabii! Birini alabilirsiniz, amma fazla uzağa gidemezsiniz!” Asasını elinde çevirdi. “Büyüyle bana bağlılar, anlarsınız ya. Yönlendiren bensem anca öyle çalışırlar.”
James küfretti. Bu kadar yaklaşıp da Nurmengard’a gidemiyor oluşuna inanamıyordu. İnsanları hapishaneye götürüp getiren yaşlı büyücü Dennis Marlin’e döndü.
“Hava o kadar da kötü değil. Eminim sen bunu halledebilirsin,” dedi.
Marlin kıkırdadı.
“Orası öyle de, ne diye riske gireyim ki?” Ela gözlerini tekrar suya çevirdi. “Hayatımın çoğunu bu sularda geçirdim. Avcumun içi gibi bilirim buraları.” Üç Seherbaz’a dönüp baktı. “Yakında fırtına başlıcak ve emin olun ki, çok şiddetli olcak!”
Remus ve Sirius birbirlerine baktılar. Geri dönüp gitmeye hazırdılar. Fakat James ikna olmamıştı.
“Ne kadar yakında? Çünkü anakaradan Nurmengard’a gitmek sadece bir saat sürüyor,” diye karşı çıktı. “Fırtına başlamadan oraya ulaşabiliriz.”
Kır saçlı adam şaşırmış gibiydi.
“Nurmengard hakkında ne çok şey biliyon,” diye kıkırdadı.
“Meslek icabı,” diye cevapladı James. “Ee, bizi götürecek misin?”
Marlin kafasını yine iki yana salladı.
“Güvenlik meselesi. Götüremem.”
James önce dönüp arkadaşlarına baktı, ardındansa adama tekrar dönüp elini cüppesinin cebine götürdü.
“Peki ya şimdi?” diye sordu, içi altın dolu küçük bir kese uzatarak. “Fırtına başlamadan karşıya geçebilir miyiz?”
Marlin dikkatlice keseye baktıktan sonra başını kaldırıp James’in yüzüne baktı.
“Gerçekten hiç güvenli değil…”
“Sana inanıyorum,” dedi James, adamın sözünü keserek. “Ama aynı zamanda, fırtına başlamadan Nurmengard’a geçebileceğimize de inanıyorum.” Keseyi hafifçe sallayarak içindeki galleon’ları şıngırdattı. “Ne diyorsun?”
Marlin tereddüt etti.
“Bilmiyorum, zorlu bi yolculuk olacak…”
James elini pantolonunun cebine atıp bir avuç altın para daha çıkardı. Onları da keseye ekledi.
“Peki, şimdi?” diye sordu, keseyi adamın önünde sallayarak.
Marlin, yüzünde bir sırıtışla keseyi James’ten aldı.
“Atlayın bakalım!” diyerek kıkırdadı.
Harry, ufak hücresinde ısınmak için volta atıp duruyordu. Başka ne yapacağını bilmiyordu, bu yüzden hareket halinde kalmak için elinden geleni yaparak hücresini arşınlamaya devam etti. Kafası ağrıdan zonkluyordu, baş ağrısı soğukta daha da kötü olmuştu.
“Hadi, Harry! Düşünme bunu!” diye kendi kendine söylendi, bağlı elleriyle yara izini ovuşturarak. Kendisini hareket etmeye zorladı.
Suyun, adanın kayalıklarına vuran sağır edici ve korkunç sesini duyabiliyordu. Ayrıca, soğuğun da git gide şiddetlendiğini hissetti. Nurmengard’da kaldığı müddet boyunca soğukla nasıl baş edeceğini sahiden bilmiyordu. Kolyeyi ona vermeyi kabul edene kadar Jackson’ın kendisini burada tutacağından emindi. Harry kendi kendine güldü. Babasının Hortkuluk’unu Bakanlık’a vermektense ölmeyi yeğlerdi. Harry adımının ortasında durdu ve hücresini gözden geçirdi. Muhtemelen kolyeyi vermediği için burada ölecekti. Düşüncelerinden arınmak için kafasını sallayarak hücreyi adımlamaya devam etti. Böyle şeyler düşünmenin hiçbir yararı yoktu.
Harry adım atarken etrafına baktığı bir anda, bir şeylerin ters gittiğini fark etti. Adımlarını durdurarak volta atmayı bıraktı. Hücresinin dışında, koridorun zemininde durmadan yayılan koyu bir lekenin görüntüsüne gözlerini kısarak baktı. Tuhaf görüntüye gözlerini dikerek parmaklıklara doğru yaklaştı. Koridorun duvarındaki titreşerek yanan meşaleler, Harry’nin gördüğü şeyi ayırt edebilmesine yarayacak kadar ışık sağlıyordu, ama Harry gördüklerine inanamıyordu.
Sabit bir şekilde akıp gelen su, koridorun en uzak köşesinden yayılıyor ve hücrelere dolup taşarak yavaşça koridorun diğer ucuna doğru ilerliyordu. Sular onun da hücresine dolmaya başladığında Harry parmaklıklardan uzaklaştı. Şoka girmiş bir halde öylece bakakaldı. Ne haltlar dönüyordu?
Zemin katta bulunan dinlenme odasında, gardiyanlar çaylarını yudumlarken en genç mahkûmları hakkında konuşuyorlardı.
“Sadece on altı yaşında olduğuna inanamıyorum,” dedi Davis, başını iki yana sallayarak. “Yaptığı onca şeyi düşününce, çok daha büyük olduğunu sanmıştım.” O sabah, gazetede onunla ilgili okuduğu haberin detaylarından bahsederek çayından bir yudum aldı. “Biraz üzücü, değil mi?”
Jackson omuz silkti.
“O, şeytan dölünün ta kendisi,” dedi. “Ona üzülmüyorum.”
Davis tek kaşını kaldırsa da fikrine karşı gelmedi. Voldemort, kelimenin tam anlamıyla bir şeytandı.
“Onu gerçekten bodrum kattaki hücrede mi tutacaksın?” diye sordu Davis.
Jackson suratını ekşitti.
“Tabii ki, hayır! Fevri olabilirim, ama aptal değilim.” Kupasını kaldırdı. “O yerde hipotermiden ölür. Sadece orada kalacağını zannetmesini istiyorum. Böylelikle, küstahlık yapmadan ondan istediğimi yerine getirecek.”
“Peki, tam olarak ne istiyorsun?” diye sordu Davis, arkadaşının çocuktan ne istediğini bildiği halde. “O kolyeyi neden bu kadar çok istiyorsun?” diye ekledi, lafını sakınmadan.
Jackson cevap vermekte tereddüt etti.
“Öylesine bir kolye değil o. Basit bir kolye olsaydı, böyle sıkı korunuyor olmazdı. Bu kadar güvenli bir biçimde büyülendiğine göre, onu böylesine özel yapan şeyin ne olduğunu merak ediyorum.”
“Yani, sırf meraktan mı?” diye sordu Davis. “Bu yüzden mi ona bu kadar sert davranıyorsun?”
“Hem bu yüzden hem de çocuğun cesaretini kırmak için. Aşırı öz güvenli. Nerede olduğunu ve kontrolün artık kendisinde değil, bizde olduğunu anlaması gerek.” Jackson çayından bir yudum aldı. “Bunu ne kadar kısa sürede öğrenirse, bazı şeyler onun için o kadar kolaylaşır.”
Davis anlamışçasına kafasını salladı ve iki adam da bir dakikalığına sessizliğe gömüldü.
“Onu ne zaman üst kata getireceksin?” diye sordu Davis.
Jackson sırıttı.
“En az bir saat sonra,” dedi. “Onu saat yedi gibi çıkarırım. Böylece gururunu ayaklar altına alıp sıcak hücresinde uykuya dalmadan önce yemeğini yiyebilir,” diyerek Davis’e pis pis sırıttı. “Lanet olası asabi ergenler!”
Harry, tüm gücüyle hücresinin parmaklıklarına asılıp kırmayı denedi. Hücre her ne kadar eski olsa da, büyüyle güçlendirilmişti; bu yüzden, parmaklıklar kıpırdamıyordu bile. Harry, öfke içinde, her iki eliyle parmaklıkları yumrukladı; ancak bu, ellerinin feci şekilde acımasından başka bir şeye yaramadı.
“Çok komiksin, Jackson!” diye bağırdı. “Eğer bu beni korkutma girişimlerinden biriyse, işe yaramayacak!”
Hücresini dolduran suyun, gardiyanın yaptığı bir eşek şakası olduğundan emindi. Kendince, onu korkutup kolyeyi vermesini sağlayacaktı. Gardiyanın pis pis sırıtan yüzünün her an karşısında belirmesini bekliyordu; dalga geçerek, boğulmaktan kurtulması için kolyeyi ona vermesini isteyecekti.
Ancak, su artık diz hizasını geçmeye başlamıştı ve gardiyandan hiçbir iz yoktu. Harry, paniklemiş bir halde, parmaklıkları tekrar tekmeledi.
“Hey! Jackson!” diye bağırdı. “Kes şunu, seni pislik!”
Ancak, sorusuna hiçbir cevap alamadı.
Buz gibi su, hücreyi ve koridoru endişe verici bir şekilde doldurmaya devam etti. Harry, selin sadece kendi hücresini basmadığını görebiliyordu. Yanındaki boş hücreler de suyla doluyordu. Boş hücreleri de sel basmış olmasında bir tuhaflık vardı. Jackson onu korkutmak için böyle bir şey yapıyor olsaydı, yalnızca kendi hücresi suyla dolardı.
Hemen ardından, aklına gelen şey yüzünden dehşete kapıldı. Ya bu, Jackson’ın işi değil ise? Ya bu, gerçek bir sel ise? Harry, bu akşam hiçbir gardiyanın onu kontrol etmeye gelmeyeceğini biliyordu. Yemek verilmesi de planlanmıyordu ve Jackson onu görmeye muhtemelen sabah gelecekti. Ama o zamana kadar iş işten geçmiş olur, sabaha çoktan boğulmuş olurdu.
Harry bileklerini saran Kelso kelepçelerine yüklendi; kelepçeleri, kapıyı açmak ve dışarı çıkabilmek için umutsuzca çıkarmaya çalışıyordu. Fakat her ne kadar çekiştirse de, ellerini kurtarmaya çalışsa da, kelepçeler olduğu yerde duruyordu.
“Lanet olsun!” diye küfretti Harry, kelepçelerden umudunu keserek. “Lanet olsun! …Lanet olsun!”
Su, şimdi Harry’nin belindeydi; belinden aşağısı buz gibi olmuş, uyuşmuştu. Harry kafasını toplamaya çalıştı. Soğuk zaten başlı başına dayanılmazdı; şimdi ise, buz gibi su bedenini sararken paniğe kapılmak dışında hiçbir şey yapamıyordu.
Harry kapıyı yeniden zorladı; sihrinin, olağanüstü bir şekilde, kelepçelerin tutsaklığından kurtulup kapıyı açarak yolunu açmasını diliyordu. Ama ellerini kapıda ne kadar uzun tutarsa tutsun ya da kelepçeleri kırmayı ne kadar denerse denesin, asasız büyüsü kelepçelerin ötesine geçmeyi başaramadı.
Harry ellerini çekti ve onun yerine, ellerini parmaklıkların etrafına sararak yeniden parmaklıklara asıldı. Bu hücreden çıkması gerekiyordu. Hücrenin tavanı, koridorunkinden çok daha alçaktı. Hücreden çıkıp koridora ulaşabilirse, hayatta kalma şansı olurdu.
Jackson, meslektaşı Hugh Beckett ile ana ofiste oturuyor, Nurmengard’ın eskiden bir avuç mahkûma sahip olduğunu anlatıyordu. Kapının vurulduğunu duyduğunda ise, kaşları çatıldı; burada genelde kimse kapı tıklatmazdı. Ofis, ihtiyacı olan her gardiyana açıktı. Beckett ile ikisi daha kim olduğunu soramadan kapı açıldı ve afallamış görünen Davis, arkasından gelen mavi cüppeli üç Seherbaz’la birlikte içeri girdi.
“Jackson, bunu görmen gerek,” dedi Davis, içeri girerken.
Jackson, meslektaşının neden bahsettiğini merak etme fırsatını bulamadı. Davis’in peşinden bir adamın girdiğini görmüştü. Adam, dağınık saçları ve şaşırtıcı derecede tanıdık gelen simasıyla, Jackson’ın refleks olarak asasına uzanmasına sebep olmuştu.
“Hey!” James, gardiyanın asasını çıkarıp ona doğrulttuğunu görünce, yarı yolda durup ellerini havaya kaldırdı. “Ne yapıyorsun?”
James’in arkasında duran Remus ve Sirius da asalarını çıkarmış, sarışın gardiyana doğru hedef almışlardı.
“Jackson, sorun yok,” dedi Davis, elini onun üzerine koyarak. “Ben onları kontrol ettim. Onlar, Bakanlık’tan gelen Seherbaz’lar. Geçiş izinleri doğrulandı.”
Jackson hâlâ ikna olmamıştı.
“Kimsin sen?” diye sordu, asasını doğrulttuğu büyücüye.
“Seherbaz James Potter,” diye cevapladı James. “Rica etsem, asanı indirir misin?” diye sordu, gülünç bir şekilde. “Biz aynı taraftayız da!”
Jackson asasını indirirken Remus ve Sirius da onu taklit ettiler. Kocaman açılmış gözleriyle James’e dik dik bakıyordu.
“Sen çok… benziyorsun…” derken aniden durdu; gözlerini kısmıştı. “Bekle, Potter mı dedin? Seherbaz James Potter mı?” diye sordu.
James, gardiyanı haz etmeyen bakışlarla süzüyordu.
“Evet,” diye cevapladı, sertçe. “Neden?”
Jackson küçük dilini yutmuş gibiydi.
“Karakoff’u alaşağı eden Seherbaz Potter mı?” diye sordu Jackson. “Dolohov’un Ölüm Yiyen olduğunu ortaya çıkaran Seherbaz, siz misiniz?” James’e hayran olmuşçasına bakıyordu. “Sizin hakkınızda çok şey duydum. Konu Ölüm Yiyen yakalamaya gelince, siz efsane gibi bir şeysiniz.”
James biraz olsun rahatladı. Yüzüne tuhaf bir gülümseme yerleşti.
“Evet, şey, kendi başıma yapmadım. Oldukça fazla yardım aldım.” Remus ve Sirius’a dönüp sırıttı; onlar da ona sırıtıyordu. Tekrar gardiyana döndü. “Ofisinize gelen kişilere genelde böyle saldırır mısınız?” diye sordu Jackson’a.
Gardiyan, sersemliğinden çıkmış gibiydi. Tanıdık gelen yüzü inceleyen gözleri keskin keskin bakıyordu.
“Hayır, ben… özür dilerim. Beni hazırlıksız yakaladınız. Çok esrarengiz bir benzerliğiniz var…“
Aniden yükselen bir uyarı sesiyle lafı bölündü; odadaki herkes dönüp, üzerinde bir düzine şeffaf kürenin bulunduğu tahta rafa baktı. Kürelerden bir tanesi, yanıp sönüyordu.
“Sorun ne şimdi?” diye homurdandı Beckett, küreye doğru yürürken. Kısa bir süre küreyi inceledi. “Yine sel olmuş,” diye açıkladı. “Görünüşe göre, ne zaman fırtına kopsa sel basıyor.” Meslektaşlarına ve Seherbazlar’a bakmak için arkasını döndü.
Jackson alçak sesle bir şeyler mırıldandı. Bıkmıştı bundan. Ne zaman hava sertleşse ya da fırtına kopsa, yükselen su seviyesi şiddetli bir sele neden oluyordu. Ama tabii ki, bu konuda hiçbir şey yapılmıyordu. Mahkûmları, hapishanenin etkilenen kısmından uzak tutmaları söyleniyordu sadece.
“Dur, tahmin edeyim, bodrum kat, güney batı kısmı yine, değil mi?” diye sordu.
Beckett kafasını iki yana salladı.
“Hayır, bu sefer güney doğu kısmı,” dedi.
Jackson da Davis de öylece kalakaldılar; yüzlerinden tüm renk hızla çekilmiş gibiydi.
“Ne? Güney doğu mu?” diye sordu Davis.
Beckett küreye tekrar bakıp kafasını aşağı yukarı salladı.
“Evet.”
“Hayır, hayır, hayır!” Jackson, Beckett’i yolundan iterek hızla küreye doğru ilerledi. “Güney doğu kısmını hiçbir zaman sel basmaz! Hep güney batı sel altında kalır!” diye karşı çıktı. Küreyi kontrol etti ve yanıp sönmekte olan kürenin güney doğu tarafına ait olduğu gerçeğiyle burun buruna geldi; kürenin yanıp sönmesi, problemin o bölgede olduğuna işaret ediyordu.
“Burası tam bir çöplük!” diye mırıldandı Sirius, alçak bir sesle.
“Hapishane, Sirius,” diye hatırlattı Remus, en az onun kadar alçak sesle. “Burası bir hapishane, tatil köyü değil.”
Tek kelime etmeden, Jackson ve Davis son hızla koşarak odadan dışarı fırladılar. Ne olduğunu anlamayan üç Seherbaz da, merak içinde ofisten çıkıp karanlık koridor boyunca peşlerinden koştular.
“Neler oluyor?” diye sordu James, onlara yetişirken. “Bir sorun mu var?”
Jackson ağır, demir kapılara doğru koştu ve aşağı kata inen döner merdivenlere çıkan kapıyı açtı.
“Büyük bir sorun var!” dedi. “Fudge kellemi vurduracak!” Merdivenlerden aşağı kata doğru inmeye başlamasıyla Davis, James, Sirius ve Remus da peşinden onu takip ettiler.
“Neden? Ne yaptın ki?” diye sordu Remus.
“Çocuğu, Karanlık Prens’i, bu bodrum kattaki hücrelerden birine koydum,” diye açıkladı Jackson, merdivenlerden aşağı doğru aceleyle inerken.
“Ne yaptın, ne yaptın?” diye sordu James; neredeyse merdivenlerden düşüyordu. “Onu niye oraya kapattın ki?”
“Küstahça davranıyordu,” diye açıkladı Jackson. “Onu sorgularken benimle dövüşmeye kalktı. Sadece biraz hizaya gelsin diye kısa bir süre için onu oraya kapatmıştım.” Jackson son birkaç basamağı atlayıp geçti ve ilerideki çift kanatlı kapıya doğru koşmaya başladı.
“Sel baskını olma ihtimalini bile bile neden insanları buraya kapatıyorsun?” diye sordu Remus, öfkeyle.
“Bu kısmı ilk defa sel bastı!” dedi Jackson, asasını çıkartırken. “Hiçbir mahkûmumun hayatını tehlikeye atmam. Ben işimi ciddiye alıyorum!”
“Belli oluyor!” diye dalga geçti Sirius.
Jackson, Sirius’un soktuğu lafı duymazdan geldi ve aceleyle kapıya bir kabarcık büyüsü yaptı; büyü, kapı girişinin yanardöner şeffaf bir kabarcıkla kaplanmasına yol açtı.
“Alohomora!” diye bağırdı.
Kapı açıldı ve her birinin aniden gelen su seline kapılıp yere yapışmamasının tek nedeni, Jackson’ın kapı girişini tamamen saran kabarcık büyüsüydü.
“Ah, lanet olsun!” diye küfretti Jackson, bodrum kat koridorunu görünce.
Katın neredeyse yarısı suyla kaplıydı. Su, duvarda asılı duran meşalelerin seviyesine ulaşmıştı ve hepsini söndürmüştü; hücrelerin içini görmek mümkün görünmüyordu.
“Lumos!”
Hem Jackson hem de Davis hücreleri görmeye çalışarak asalarını aydınlattılar. Üç Seherbaz da aynısını yaparak yardımcı olmaya çalıştılar.
Hücreler tamamen selin altında kalmıştı. Tavana kadar suyla kaplıydılar ve su seviyesi durmaksızın koridoru doldurarak yükselmeye devam ediyordu.
“Çok geç kaldık!” diye haykırdı Davis.
James, gördüğü manzarayla midesinin ters takla attığını hissetti. Çocuk, bu hücrelerin birinde kapana kısılmıştı ve su doldukça da çıkması imkânsız hale geliyordu. Çocuğun çaresiz bir halde kendini kurtaramadan boğulduğu düşüncesiyle, James kusacak gibi hissetti.
“Tanrım! Çocuk ölmüş!” diye paniğe kapıldı Jackson. “Onu ben öldürdüm. Ah, lanet olsun! Öldüm ben. Fudge beni gebertecek! Lanet olsun!”
“Hangi hücredeydi?” diye sordu James, Jackson’ın kolunu kavrayıp adamın, kendisine odaklanmasını sağlarken.
“D-dördüncüde,” diye mırıldandı Jackson; istemeden sebep olduğu şeyin hâlâ şokunu yaşıyordu.
James adamı bıraktığı gibi, cüppesiyle ayakkabılarını çıkarmaya başladı.
“James! Ne yapıyorsun?” diye sordu Remus, James’i tutmak için harekete geçerken.
“Hâlâ bir şansımız olabilir. Su, hücrelerin tavanına daha yeni ulaştı. Hâlâ hayatta olabilir,” diye açıkladı James, aceleyle. “Eğer hücresine ulaşabilirsem, kilidi açıp onu dışarı çıkarabilirim.”
“Sen delirdin mi?” diye sordu Sirius. “Kurtulmuş olması mümkün değil. Su buz gibi! Boğularak ölmediyse bile, buz gibi suda uzun süre kaldığı için çoktan ölmüştür!” Arkadaşını yakaladı. “Çatalak, çocuk öldü!”
James, her iki adamın tutuşundan da kendisini kurtardı.
“Bunu bilemezsin! Yine de emin olmak zorundayım!”
James, suyun altında nefes almasına yarayacak kabarcık kafa büyüsünü uyguladı ve bir saniye dahi tereddüt etmeden, kapıya yapılan güvenlik büyüsünü geçerek kendisini dondurucu suya bıraktı. Suya dalar dalmaz, soğuk James’i yumruk yemişçesine çarptı. Dondurucu suyun yarattığı şokla istemsizce nefes almaya çalıştı. Kabarcık kafa büyüsü olmasaydı, su yutmuş olacaktı.
Etraf zifiri karanlıktı. Ne tarafın aşağı, ne tarafın yukarı olduğunu ayırt edemiyordu. James, yönünü bulamayışına küfretti. Değerli zamanını harcıyordu. Eğer ona bir an önce ulaşamazsa, Karanlık Prens’i kaybedecekti.
Aniden başının üzerinde iki ışık patlaması belirdi; ışık, suyun yüzeyinde ilerleyerek James’in ihtiyacı olan aydınlatmayı sağladı. Sarı renkte iki ışık topu, suya, James’in hemen önüne düştü. James gülümsedi; en azından Remus ve Sirius düzgün düşünebiliyordu.
Hızlıca yüzdü; iki ışık kümesi de onunla birlikte ilerliyordu. James, hücrelerin yerini görmeye çalışarak sağa döndü. Işık faydalı olmuştu, ancak sadece yakınındaki şeyleri görmek için yeterliydi. Elinden geldiğince hızlı bir şekilde ileri doğru yüzdü. İlerideki demir parmaklıklar gözüne ilişti. Hücrelere erişmişti; şimdi de, daha fazla vakit kaybetmeden hangisinin dördüncü hücre olduğunu çözmeliydi. Suyun altındayken, tam olarak neyin nerede olduğunu anlamak oldukça zordu.
İnsanların suyun altında ne kadar nefesini tutabildiğini merak etti. Bir dakika, iki dakika, belki üç ya da en fazla dört. Profesyonel yüzücü gibi kişilerin beş-altı dakikadan fazla nefeslerini tutabildiklerini biliyordu, ama yakın zamanda yaralanmış olan biri nefesini ne kadar süre tutabilirdi? Bu düşünceler, hücreye bir an önce ulaşmak için daha da hızlı yüzmesine sebep oldu. Bir tanesine ulaşmıştı; parmaklıkları kavradı ve karanlığın içine baktı. Işık kümelerinden birini hücrenin içine doğru yönlendirdi. Küme içeri girince James hücrenin boş olduğunu gördü. Hücreden uzaklaşarak bir sonrakine doğru yüzdü. O da boştu.
Acele etmesi gerektiğinden, James daha da hızlı olmayı umarak bir diğerine doğru yüzdü. Yanı başında onunla birlikte yüzen ışıklarla hücrenin parmaklıklarına yapıştı. James hücrenin içini göremeden bir şey parmaklıkları kavradı. Parmakların kendisininkine sürtündüğünü hissetti. Başının üstünde iki ışık kümesi süzülürken irkilerek başını yukarı kaldırdı. Işık parlayarak, James’in parmaklıkların ardındaki çocuğu görmesini sağladı. Bir çift tanıdık, zümrüt yeşili göz şaşkınlıkla ona bakıyordu.
James, kabarcık kafa büyüsü sayesinde su yutmadan, şokla soluğunu çekti. Lily’nin yeşil gözlerine sahip, kendisinin ise genç bir kopyası olan çocuğa bakakaldı. Yeşil gözler kısılıp çocuğun tuttuğu parmaklıklar sallanınca, James kendine geldi. Çocuk, parmaklıkları çekiştirerek çıkmak istediğinin sinyalini veriyordu.
James, şaşkın halinden sıyrılıp asasını kapıya doğrultarak kilidi açmak için büyü yaptı. Kapıyı açtığı gibi, çocuğu cüppesinden yakaladı. Çocuğu kendisiyle birlikte yanı sıra sürükleyen James, yüzeye çıkmaya çalışarak olabildiğince hızla yukarı doğru yüzdü. Çocuğun ağzından çıkan hava kabarcıklarını görebiliyordu. Saniyeler içinde yüzeye çıktılar. James, kabarcık kafa büyüsüne son vererek, öksüren ve umutsuzca nefes almaya çalışan çocuğa odaklandı. Onları bekleyen büyücü topluluğuna doğru yüzmeye başladı.
“Oh, Tanrıya şükür!” dedi Jackson; çocuğun hâlâ nefes aldığı görünce rahatlamıştı.
Remus ve Sirius kapı eşiğine doğru yaklaşıp çocukla gelen arkadaşlarına yardım etmek için ellerini uzattılar. Davis ve Jackson da aynısını yapmıştı. Bir kolu çocuğa sarılmış, diğeriyle de yüzmeye çalışan James zor hareket ediyordu. Kapı ağzına ulaştı ve buz gibi sudan ilk önce çocuğu çıkardı. Davis ve Remus çocuğun kolunu yakalayıp onu sudan aldılar. Remus, çocuğu sudan çekip çıkarmak için kolunu kavradığında, çocuğun ellerinin kelepçeli olduğunu fark etti. Dönüp gardiyanlara kızgın bir bakış attı.
Remus ve Davis, öksürerek nefes almaya çalışan çocuğu yere yatırdılar. Sirius ve Jackson ise, James’in sudan çıkmasına yardım ediyordu.
“James, iyi misin?” diye sordu Sirius endişeyle; James, duvarın dibine çöküp kendini sertçe yere bırakmıştı.
James cevap vermedi. Yerde oturmuş, gözleri önünde titreyen çocuğa kitlenmişti. Remus ve Sirius da dönüp, çocuğu adamakıllı görmek için baktılar. Kuzgun karası saçlı çocuk yüzünü onlara doğru çevirdi ve gözlerini James’e sabitledi. Remus ve Sirius, çocuğun keskin yeşil gözlerini ve James Potter’ın gençliğine tıpatıp benzeyen yüzünü gördüler.
“Aman Tanrım!” dedi Sirius, boğulurcasına. “James… ne…?”
James tek kelime etmedi; gözlerine inanamayarak çocuğa bakmaya devam etti.
* * *
Çeviren: Dilara Uysal