Şifacı Bennett dolaptan bir battaniye çıkardı ve onu asasının bir hareketiyle sıcak tutması için büyüledi. Battaniyeyi tir tir titreyen çocuğun üzerine örtüp sıkıca sardı.
“Bu yardımcı olur,” dedi, ikinci bir battaniyeyi de alıp onu da diğerinin üzerine örterken.
Harry’nin bilinci hâlâ açıktı, ama cevap vermedi. Sadece gözlerini kapatmak ile yetindi.
Şifacı Bennett, Harry’yi yirmi dört saat içinde yeniden revirinde görünce şaşırmıştı. Jackson ve Davis’i çocuğu revire taşırken gördüğünde, yemek yemeğe hazırlanıyordu. Çocuk, baştan ayağa sırılsıklamdı ve neredeyse yürüyemiyor, gardiyanların kollarında korkunç bir halde ileri geri sallanıyordu. Bennett’in ilk yaptığı şey, Harry’yi yatağa yatırmadan önce üzerindeki kıyafetleri kurutmak için anında bir kurulama büyüsü yapmak oldu.
Şifacı, Harry’nin solgun tenini ve maviye dönmüş dudaklarını fark etti. Soluk benzini ve şiddetli titremelerini görünce, Harry’nin ne sorunu olduğunu tahmin etmesi zor olmadı. Odadaki adamlara döndü.
“Ne kadar zamandır bodrum katta?” diye sordu.
Endişeli bir bakış atan Jackson huzursuzca kıpırdandı.
“Yaklaşık on saattir,” dedi.
Bennett, yüzünde inanamayan bir ifadeyle dönüp ona baktı. Bakışlarını çevirerek başını hayal kırıklığı içinde iki yana salladı.
“O zaman, hipotermi geçiriyor olmasına şaşırmamak gerek,” dedi.
“Ben… hastalanmasını istememiştim,” diyerek kendini savundu Jackson. “Onu yakında çıkaracaktım.”
“Neden ıslaktı, peki?” diye sordu Bennett.
“Fırtına yüzünden… sel meydana geldi,” diye açıkladı Jackson, sesinde dikkat çeken bir suçlulukla.
Şifacı Bennett bir şey söylemedi, ama küçük dolaba ulaşıp oradan ufak bir şişe nane iksiri çıkardı. Protokollerin canı cehennemeydi. Çocuğun daha fazla acı çekmesine göz yummayacaktı. Jackson’a dönüp bir şey demesini bekler gibi dik dik baktı, ama gardiyan bakışlarını yere indirmeden önce yalnızca başını salladı.
Bennett şişeyi Harry’nin dudaklarına götürürken, aynı zamanda bir eliyle de Harry’yi ensesinden tutup hafifçe başını kaldırdı.
Yeşil gözler titreyerek açıldı ve Şifacı’ya odaklandı. Bennett gülümsedi ve cesaret verecek şekilde başını salladı.
“Bu seni ısıtacak,” dedi.
Donuk gözler ona bakmayı sürdürürken, Bennett sözlerinin etkili olmadığını anlayabiliyordu. Şifacı, iksir şişesini dudaklarına götürerek içmesi için biraz baskı yaptı ve iksir dudaklarından kayarak ağzının içine aktı. Çocuğun tepki gösterip yutkunmasına sevindi. Ardından çocuğu kibarca yerine geri yatırdı.
“Kelepçelerini çıkarın,” dedi Bennett, gerekli malzemeleri toplarken.
İki gardiyan da tereddüt etti.
“Onları çıkarmak güvenli olmaz. Çocuğun asasız büyü yapabildiği…”
“Şu durumdayken ne yapabilir?” diye sordu Bennett Jackson’a, usanmış bir halde. İki gardiyan da bir şey yapmayınca, Bennett iç çekerek onlara döndü. “Bilekleri kanıyor. Onları iyileştirmem gerek. Sargılama işlemi bittikten sonra kelepçeleri geri takabilirsiniz.”
Jackson istemeden de olsa başıyla onayladı ve Şifacı’ya yardım etmek için ona doğru yürüdü. Kelepçeleri çıkarırken çocuğun derisi yüzülmüş bileklerine fazla yakından bakmamaya çalıştı. Muhtemelen bu yaralar, çocuk boğulmamak için çırpınırken kelepçeleri çıkarmaya çalıştığı için oluşmuştu. Kafasını kaldırıp Harry’ye baktı, ama çocuk neler olduğunun idrakinde değil gibi görünüyordu. Gözleri kapalıydı. O haldeyken bile, Jackson asasını çıkardı ve çocuğun başını hedef aldı. Küçük bir hareketini gördüğü an, onu indirmeye hazırdı. Ancak, Harry hiçbir şey yapmadı; bilinci sanki açıkmış ve uyanık kalmak için savaşıyormuş gibi görünüyordu ve bu halde etrafında olan biteni algılaması mümkün değildi.
Şifacı, sessizce çocuğun bileklerini temizledi ve sargıladı. Her iki bileğini de beyaz bandajlarla sardıktan sonra geriye çekilip Jackson’ın kelepçeleri tekrar yerleştirmesine müsaade etti.
“Durumu ne kadar kötü?” diye sordu Davis, onlara doğru bir adım yaklaşırken; sesi endişeliydi.
Bennett yataktan uzaklaşırken iç çekti.
“Hipotermi geçirdiğini anlamak zor olmasa gerek,” dedi Bennett. “Neyse ki, hâlâ orta derecede. On saat boyunca soğuk bir ortamda aç ve susuz kaldığı için hipotermi kaçınılmaz olmuş. Üstelik sel de hipotermiyi daha şiddetli hale getirmiş olabilir. Soğuk su, bedenin hızla daha fazla ısı kaybetmesine sebep olur,” diye açıkladı. Harry’ye baktı. “Boğulmadığı ve durumu ölümcül boyutta olmadığı için gerçekten çok şanslı.” Jackson ve Davis’e bakmak için başını kaldırdı. “Ona tam zamanında ulaşmışsınız.”
Jackson kapıya doğru dönüp, eşikte dikilmiş açık kapıdan onları izleyen üç adama baktı. Davis’le Harry’yi Şifacı Bennett’a aceleyle getirirlerken, Seherbaz’lar da onları arkadan takip etmişlerdi; ama nedense dışarıda beklemeyi tercih etmiş, revire girmemişlerdi. Gözleri, bir an olsun titreyen çocuğun üzerinden ayrılmaksızın orada öylece durmuş, olan biten her şeyi izlemişlerdi.
“Biz değildik,” diye açıkladı Davis. Başıyla James’i işaret etti.
Şifacı, yeni gelen üç adamı fark etmiş olsa da, hastasıyla ilgilenmekle çok meşgul olduğu için onlara dikkatini verememişti. Davis’in işareti üzerine, adamlara dönüp baktı; bakışları, James’in üzerinde diğer iki adamdan daha fazla durdu. Siyah saçlı Seherbaz’ın hâlâ ıslak kıyafetlerle durduğunu fark etti; cüppesinden yerlere sular damlıyordu.
Şifacı, Harry’nin yanından ayrılarak bir şişe nane iksiri alıp kapıya doğru yürüdü.
“Sen de hipotermi geçirmek istemiyorsan, şu ıslak kıyafetlerden kurtulmanı tavsiye ederim,” dedi, şişeyi adama uzatırken.
James şişeyi almadı. Şifacıyı neredeyse görmüyordu. Ela gözleri çocuğa kitlenmiş, şok olmuş bir ifadeyle bakıyordu.
Yanında duran Remus elini uzatarak verilen iksiri aldı. Şifacı Bennett şimdi James’i inceliyor, yardım edebileceği bir şey var mı diye gözleriyle Seherbaz’ın yüzünü tarıyor, bir işaret arıyordu.
“Benden istediğin başka bir şey var mı?” diye doğrudan sordu, Remus’un elindeki şişeyi işaret ederek.
Bunun üzerine, James adama şöyle bir baktı.
“Hayır,” dedi usulca. Şifacı, başıyla onaylamadan önce bir süre daha baktı ve ardından uzaklaştı. Aniden, James onu durdurdu. “Aslında, bir şey var.” Gözleri yeniden siyah saçlı çocuğa dikilmişti.
Şifacı’nın yüzünde küçük ama bir parça hüzünlü bir gülümseme belirdi. Anlayışla başını salladı ve James’in konuşmasını durdurmak için elini kaldırdı.
“Ne istediğini biliyorum,” dedi. “Bekle burada.”
Odanın içine geri döndü. Küçük çekmecesine ulaşarak çekip açtı ve içini karıştırmaya koyuldu. Aradığı şeyi bulduğunda ise, Harry’ye doğru yürüdü.
İksir Harry’yi biraz kendine getirmişti ve ‘sıcak tutması için büyülenen’ battaniyeler, tüm vücudunu kaplayan o korkunç titremeyi yavaş yavaş alıp götürüyordu. Harry, tenine batan sivri bir şey hissetti. Acıdan çok şokla irkilerek, Şifacı’nın kolundan kan örneği almasını ve birkaç damlasını ince uzun bir cam şişeye koymasını izledi. Bakışlarını soru sorarcasına Şifacı’ya dikti.
Şifacı hiçbir şey söylemeden ondan uzaklaşarak kapıya doğru yöneldi. Harry, gözleri onu takip ederek adamın cam şişeyi James Potter’a verişini izledi. Harry’nin yeşil gözleri James’inkilerle buluştu ve bir anlığına iki büyücü de birbirlerine öylece bakakaldılar. Gözlerini ilk kaçıran Harry oldu; dinlenmek için başını geri yaslayıp gözlerini kapattı ve yeniden açtığında James Potter’ın gitmiş olması için tüm gücüyle dua etti.
* * *
“İşte,” dedi Şifacı Bennett, James’e cam şişeyi uzatırken. James’in şokla bakan ifadesini fark edince de, “ben de olsam kanıt isterdim,” diye açıkladı.
James Harry’ye baktı; çocuk şimdi onları izliyordu. Yeşil gözlerinin onunkilerle buluşmasıyla James neredeyse elindeki şişeyi düşürüyordu. Gözleri neredeyse Lily’nin gözlerinin aynısıydı. Başını eğip şişeye baktı ve bir an için teste gerek olup olmadığını bile düşündü. Cevabı zaten biliyordu; cevap, tam karşısında duruyordu.
Yine de, James asasını çıkardı ve cam şişenin üzerine düzgünce yerleştirilmiş etikete asasıyla dokundu. Tüm bu olanların Voldemort’un zalim ve korkunç bir numarası olmadığından ve gerçek olduğundan emin olmak için bunu yapmak zorundaydı. Büyülü sözleri fısıldamasıyla etiketin üzerinde kelimeler belirmeye başladı. Sonraki birkaç saniye, James etikette net bir şekilde yazılmış isme bakakalmak dışında hiçbir şey yapmadı. Kimlik tespit büyüsünün belirlediği sonucuna göre, çocuğun damarlarında akan kan Harry James Potter’a aitti.
James başını şişeden kaldırmadı. Ona gözünü dikmiş bakan çocuğa da başını kaldırıp bakmadı. Sağ kalan kayıp oğlunun bakışlarına karşılık vermedi. Yalnızca döndü, şişeyi şoka girmiş görünen Sirius’un eline verdi ve dışarıya çıkan merdivenlere doğru yürüyerek gözden uzaklaştı. Harry’nin onu arkasından izleyen sessiz bakışlarına dönüp bakmadı.
* * *
Fırtına artık dinmişti. Dalgalar sakinleşmiş, durulmuştu; adanın kayalıklarına çarpan sular gerisin geri çekiliyordu. James, soğuk rüzgâr yüzünü yalar ve saçlarını dağıtırken kayalıklarda hareket etmeden öylece oturuyordu. Kıyafetleri hâlâ sırılsıklamdı ve bu havada soğuğa yakalanacak ya da, Şifacı Bennett’ın da dediği gibi, hipotermi geçirecekti. Ancak, James asasını kaldırıp bir kurulama büyüsü yapacak kadar bile kendinde değildi.
Arkasından gelen ayak sesleri duydu, ama kim olduklarını zaten biliyordu. Remus ve Sirius gelip her iki tarafına oturdu. Remus’un kurulama büyüsünün tüm vücudunu sardığını hissetti; vücudundan geçen sıcaklık tüm bedeninde bir karıncalanma duygusu yarattı, ama teşekkür etmek için bile ağzını açamadı.
Sirius nane iksiri dolu şişeyi James’in eline tutuşturdu, ama James içmek için en ufak bir çaba sarf etmedi. Birbirlerine tek bir kelime dahi etmeden, sessizce oturup gerçeğin derinlerine işlemesine izin verdiler.
“Onu öldürmedi,” dedi James, usulca; o kadar ani konuşmuştu ki, diğer ikisi şaşıp kaldılar. “Voldemort onu öldürmedi.”
Onlarla mı konuşuyordu yoksa sesli mi düşünüyordu, Remus ve Sirius emin değildiler.
“James?” diye seslendi Remus, ona. James ona dönüp cevap verdiğinde ise, rahatladı.
“Harry’nin… ölmediğini… hiç düşünmedim… bundan hiç şüphelenmedim,” dedi James usulca, acı içinde. “Voldemort’un onu öldürdüğünü sandım; kehanet yüzünden… kehanet öyle söylemişti çünkü.” Ela gözleri Remus’la buluştu ve gözlerinin içine baktı. “Harry’nin hayatta olma ihtimalini… hayal dahi etmedim… bir saniyeliğine bile olsun… aklımdan geçirmedim.”
Remus hüzünlü gözlerle en yakın arkadaşına baktı.
“Nereden bilebilirdin, James? Kandırıldın,” diye hatırlattı ona. “Voldemort bir bebek ölüsü bulmamızı sağladı ve bizi onun Harry olduğuna inandırdı.”
James gözlerini sımsıkı kapattı; o günü hatırlamak dahi istemiyordu. Yıllar önce, o gün, yetkililer bir bebek cesedinin kalıntılarını bulduğunu bildirdiklerinde ve onun Harry Potter olduğunu tespit ettiklerini söylediklerinde neredeyse ölüyordu.
“Ah Tanrım!” diye fısıldadı Sirius; onun da o günü hiç unutamadığı aşikârdı. “Yalan mıydı yani?” dedi, bir anda. “Onu, Harry olduğunu düşünerek gömdük!”
James gözlüklerini çıkarıp öfkeyle gözlerini ovuşturdu. Her şey o kadar ani olmuştu ki, idrak etmekte zorlanıyordu. Oğlu olduğunu düşünerek gömdüğü beden, aslında sahteydi. Bebeğin cesedinin ne kadar kötü bir şekilde tahrip olduğunu hatırladı; hatırası hâlâ aklından çıkmıyordu. Ölü beden bulunduğunda çoktan çürümeye başlamıştı; yani, kimliği yalnızca büyü yoluyla öğrenilebilirdi. Hastane, cesetten geriye kalan az miktarda kanla kimlik tespit büyüsü yapmıştı. Gözü yaşlı bir Şifacı, James’e, bebeğin bedeninden tüm kanın çekildiğini, geriye ise sadece çok az bir kanın kaldığını söylemişti. Ona rağmen, kan örneği test edilmiş, kanın Harry Potter’a ait olduğunu tespit edilmişti. Hastane cesetten doku örnekleri alınıp daha kapsamlı testler yapılmasını önerse de, James reddetmişti. Oğlunun başına gelen bu acımasız olay yüzünden o kadar perişan haldeydi ki, küçük bebeğinden geriye kalanların daha fazla tahrip edilmesini istememişti. Ufacık bebeği, gerçekten oğlu olduğuna inanarak gömmüştü. Şimdi ise, Voldemort’un onları nasıl aptal yerine koyduğunu görebiliyordu; Harry’nin bir parça kanını kullanarak, cesedin Harry Potter’a ait olduğuna inanmalarını sağlamıştı. Oğlunun öldüğüne inandırılması ve bu şekilde kandırılması, içinde git gide büyüyen korkunç bir öfkenin patlamasına yol açtı.
“Bunu yaptığına inanamıyorum!” diye tısladı, öfkeden kudurmuş bir halde. “O puşt… benim oğlumu… o aşağılık herif!…” Bir elini hışımla saçlarına götürüp yolmaya başladı. “Onu öldüreceğim!” dedi. “Oğlumu benden aldı. Onu öldüreceğim!”
“Başaramadı, Çatalak,” dedi Sirius. “Voldemort’un ne yapmaya çalıştığını düşünmeyi bırak. Harry’yi kaybetti. Onu geri aldık.”
James öfkeyle başını iki yana salladı.
“Aldık mı?” diye sordu; sesi tamamen çatallaşmıştı. Alev alev yanan bakışlarını Sirius’a döndürdü. “Ben şimdi ne yapayım, ha? Onu korumaya kalkarsam, tanıdığım herkese sırt dönmüş olurum; Bakanlık’a, Yoldaşlık’a, herkese! Müdahale etmez de işimi yaparsam, oğlumu bu sefer tamamen kaybetmiş olurum; üstelik bu sefer işini Ruh Emici’ler bitirir.” Düşüncesi bile midesinin ters takla atmasına ve içindeki öfkenin yeniden alevlenmesine yol açtı. Bunun oğlunun başına gelmesine izin veremezdi, hayır, şimdi olmazdı; ona daha yeni kavuşmuştu.
“Biliyorum, durum çok karışık,” diye başladı Remus, “ama bir yolunu bulacağız.”
“Biz senin yanındayız,” dedi Sirius, usulca. “Kiminle karşı karşıya gelirsek gelelim, senin yanında savaşacağız.” Arkadaşına gülümsedi. “Neye karar verirsen ver, biz senin yanındayız.”
Sirius’un sözleri üzerine, James’in içini muazzam bir minnet duygusu kapladı. Bu kadar değerli arkadaşlara sahip olduğu için tüm kalbiyle şükretti. Sirius’u başıyla onaylamanın dışında bir şey söyleyemedi. Yeniden sessizliğe gömülmüşlerdi.
“Bu yüzden onu görmek için yanıp tutuşuyordun,” dedi Remus; bir anda kafasına dank etmişti. “Onun Harry olduğunu bilmiyordun, ama babalık hislerin biliyordu!”
Sirius hayran kalmış bir halde baktı.
“Bir dakika, yani, onun Harry olduğunu bir şekilde biliyor muydun?”
James başını iki yana salladı.
“Hayır, bilmiyordum,” dedi. “Onda benim canımı sıkan bir şey vardı ve onu bir yerden… bir yerden tanıdığım hissine kapılıyor ama anlamıyordum.” Bakışlarını ellerine indirdi; parmaklarıyla iksir şişesini evirip çeviriyordu. “Bunu kimseye söylemedim ama… ama sesi… sesi bana Damy’yi hatırlatmıştı.”
Remus ve Sirius afallamış bir halde baktılar.
“Ufaklığı mı?” diye sordu Sirius. “Gerçekten mi?”
“Bunu dile getirmek istemedim,” diye açıkladı James. “Bunu kimseye itiraf etmek istemedim; kendime bile edemedim, benim oğluma benzediğini Voldemort’un oğ…” Bir anda durdu. Ağzından çıkmak üzere olan sözler göğsünün acıyla sıkışmasına yol açmıştı; içinde bulundukları durumun tüm ciddiyetiyle yeniden sarsıldı. James, parmaklarıyla kırarcasına cam şişeyi tutarken gözlerini kapattı. “Tanrım, ne berbat bir durum!” diye tısladı öfkeyle. “Bunu insanlara nasıl açıklayacağım? Benim oğlum, benim Harry’im düşman mı şimdi?” Gözlerini sımsıkı kapatıp başını iki yana salladı. “Lily’ye nasıl söyleyeceğim?” diye sordu; elindeki şişenin kırıldığının ve kanın ellerine aktığının farkında değildi. “Nasıl derim? Karanlık Prens Voldemort’un oğlu değil, bizim oğlumuz. O Harry, ama hapiste olduğu için onu eve getiremeyiz ve muhtemelen oğlumuz birkaç güne kalmaz o kahrolası öpücüğü alacak!”
“Bunun olmasına izin vermeyeceğiz!” dedi Remus. “Harry mahkeme salonuna girer girmez, insanlar onun senin oğlun olduğunu anlayacak. Mahkemeye deliller sunarak Voldemort’un bizi Harry’nin öldüğüne inandırarak nasıl kandırdığını ve sonrasında ise kendisinin onu nasıl büyüttüğünü anlatacağız. Emirlerini yerine getirmesi için onu nasıl manipüle ettiği de, nasıl beynini yıkadığı da aşikâr. Bakanlık bunu dikkate almak zorunda kalacaktır.”
“Evet, Çatalak ve ayrıca Harry yalnızca on altı yaşında,” diyerek konuya dikkat çekti Sirius. “O daha çocuk. Bunu da hesaba katmak zorundalar.”
“Çok sayıda cinayetle suçlanıyor,” dedi James, yüreği kırgın bir halde. “Siz de benim kadar iyi biliyorsunuz; bir çocuk erişkin düzeyinde bir suç işlerse, bir yetişkin gibi cezalandırılır.” Başını iki yana salladı. “Mucize eseri, Ruh Emici Öpücüğü ile cezalandırılmasa bile, Affedilmezler’i kullandığı için ömür boyu hapis cezasına çarptırılır.” Elini yine saçlarından geçirdi. “Ne yapacağımı bilmiyorum,” dedi, hüsran dolu bir sesle.
“Bu gece döner dönmez, Dumbledore’la konuşacağız,” dedi Sirius. “O bir yolunu bulacaktır.” Eski Profesör’üne güveni tamdı.
James Sirius’a baktı ve ardından gözlerini uzun siyah bir kule olan Nurmengard’a dikti. Döner dönmez Dumbledore’la konuşabilirdi, ama önce yıllardır öldü sandığı oğluyla gidip konuşmalıydı.
* * *
James üst katta bulunan küçük odaya doğru yöneldi. James’in dışarıda arkadaşlarıyla konuşarak geçirdiği o kısa sürede, Şifacı Harry’yi taburcu etmişti bile. Vücut ısısı normale yaklaşmıştı ve hapishanenin revirinde daha fazla kalmasını gerektirecek kalıcı bir yarası da yoktu. James Karanlık Prens’i görmek için izin istediğinde, gardiyanlar ona onunla yalnızca sorgu odalarından birinde görüşebileceğini söylemişti. Bu koşullarda başka bir seçeneği olmadığı için James kabul etmişti.
Jackson, Harry’yi, aynı sabah bulundukları odaya geri getirmişti. Gerçi bu sefer Harry’ye sandalyesine kadar eşlik etmemişti. Kelso kelepçeleri hâlâ takılı olduğu için Harry’nin gözetilmesini gerektiren bir durum yoktu. Jackson Seherbaz’ın onu sorgulamayacağını biliyordu; Seherbaz Potter’ın revirdeki tepkilerinden sonra, çocukla arasında bir ilişki olduğunu anlamıştı. Jackson, çocuğun hâlâ titrediğini fark edip utanarak düz tahta bir sandalye yarattı ve Harry’ye oturmasında yardımcı oldu. Harry ile konuşmaktan sakınmış ve göz göze gelmemeye gayret etmişti. Elinden geldiğince hızlı bir şekilde odayı terk etmiş, ardından ise kapıyı kilitlemişti.
James’e yalnızca on dakikası olduğu söylenmişti; yetkisinin el verdiği bu kadardı. James yalnız gitmeye karar vermiş, Sirius ile Remus’u alt katta bırakmıştı. Kapıya gelince durdu ve derin bir nefes aldı. Oğlu, kapının diğer tarafında duruyordu. Kendini hazırladı; kolay bir buluşma olmayacağını bildiği için bunu yapmaya ihtiyacı vardı.
Kapı tokmağına dokundu ve çevirdi; kilidin açılmasıyla kapıyı içeri doğru itti. Harry’yi sandalyede otururken gören James eşikte öylece kalakaldı. Onu bu sefer bir maskenin ardında gizlenmiş halde ya da karanlık bir hücrede suyun altındayken değil, dosdoğru görebiliyordu; aralarındaki şaşırtıcı benzerliği görebildiği için o kadar minnettardı ki. Zümrüt yeşili gözleri aynı Lily’ninkiler gibi badem şeklindeydi ve dosdoğru ona dikilmişlerdi.
James, kapının ağzında öylece dikilmiş aval aval baktığını fark edince, kendine gelmek için hemen silkelendi. Odanın içine doğru bir adım attı. Arkasından kapıyı kapatmaya yeltenirken aniden aklına bir şey geldi. Şifacı, Harry’nin on saat boyunca hücrede tutulduğunu, aç ve susuz bırakıldığını söylemişti. Selden önce bile hipotermi geçiriyor olmasının sebebi buydu. On altı yaşındaki oğluna gözünü dikmiş bakarken onun ne kadar da yorgun göründüğünü fark etti.
James boğazını temizleyerek konuştu.
“Biraz… biraz su ister misin?” diye sordu, gardiyanlardan ona bir şişe su vermelerini isteyebileceğini düşünürken. Ayrıca, Harry’nin, onun buraya onu sorgulamaya geldiğini düşünmesini istemiyordu.
Keskin yeşil gözler kısılmıştı; çocuğun yüzü öfkeyle kaplıydı ve başı kuşkuyla biraz yana eğilmişti. James sorusuna gelen tepkiden dolayı afallamıştı ve birden kafasına dank etti. İki saat kadar önce neredeyse boğulmak üzere olan birine su isteyip istemediğini sormak, pek düşünceli bir davranış sayılmazdı.
“Komiklik olsun diye demedim,” diye aceleyle açıklamaya koyuldu James. “Ben… ben dalga geçmiyordum. Ciddiydim. Susamış olabileceğini düşündüm…” James durdu; Harry öfkeyle bakışlarını kaçırmış, sandalyesini başka yöne çevirmişti.
James kendini aptal gibi hissederek kapıyı kapattı. Harry’nin karşısında duran tek sandalyeye doğru yürüdü ve oturdu. Aralarındaki masa James’in gözüne fazla büyük görünüyordu. Oğlundan yalnızca bir iki adım uzaktaydı, ama bu mesafeye bile tahammül etmesi zordu.
James her detayını inceleyerek çocuğu izliyordu. Karşısında oturan on altı yaşındaki bu son derece yakışıklı delikanlının kendi küçük bebeği olduğuna inanamıyordu. Kollarında salladığı o küçücük bebeği, güldürmek için gıdıkladığı o küçük adamı büyümüş bir halde karşısında duruyordu.
James, zihninin en derinlerine gömdüğü geçmiş anılarını zorladı; üzüntüden kafayı yememek için anılarını bunca zaman dile getirememişti. Şimdi bunlara değinmenin sırası olmadığını biliyordu. On dakikası dolmadan oğluyla konuşmalıydı.
“İyi misin?” diye sorarken buldu kendini James.
Harry, soğuk yeşil gözlerle ona baktı.
“Hâlâ nefes alıyorum,” dedi. “Neden? Aksini mi isterdin?”
James ensesindeki tüylerin diken diken olduğunu hissetti. Daha önce birinin böylesi bir nefretle konuştuğuna hiç şahit olmamıştı.
“Biliyorum, bütün bunlar senin için çok karmaşık,” diye başladı James. “Aramızdaki… benzerliği merak ediyor olmalısın.”
Harry zoraki sırıttı.
“Fark ettim, evet,” diye cevapladı.
James derin bir nefes aldı.
“Ben… ben senin gerçek babanım, Harry,” dedi James; oğlunun tepkisini görmek için gözlerini ondan ayırmıyordu.
Gel gelelim, Harry’nın sırıtışı daha da genişledi ve tek kaşını kaldırdı.
“Ya, sahi mi?” dedi; sesinin tonu alaycı ve küçümseyiciydi.
James donakaldı.
“Zaten biliyor muydun?” diye sordu, şok içinde. Harry’nin gerçeği tahmin etmiş olabileceğini düşünmüştü, ama tavırları bunu yıllardır bildiğini gösteriyordu. James başını sallayarak, “Voldemort’un bunu sana söylemiş olmasına şaşırdım,” dedi.
Harry’nin ifadesi anında karanlıklaştı.
“Babamın adını ağzına alma!” diye tısladı.
Bir sessizlik oldu; ardından, James gözlerini Harry’ninkilere kitleyerek öne doğru eğildi.
“Harry, senin baban o değil, benim.”
Harry onunla alay etti.
“Baba mı? Sen kendini gerçekten de öyle mi görüyorsun?” diye sordu. “Sırf birini dünyaya getirdin diye, bu seni ebeveyn yapmaz,” dedi. “Benim babam beni büyüten, bana hayatta kalmayı öğreten ve beni ben yapan kişi.”
“Ayrıca, o, senin burada Nurmengard’a tıkılmanın ve yargılanmayı beklemenin de sebebi!” dedi James.
Harry suratında bir sırıtışla sandalyesinde arkasına yaslandı.
“Ufak bir aksilik, diyelim,” dedi omuz silkerek. “Zaten burada fazla kalmayacağım.”
“Onu unut,” dedi James. “Senin için gelmeyecek. Voldemort seni kurtarmaya çalışmayacak. Kaderine terk edildin.”
Harry pis pis güldü.
“Eğer böyle düşünüyorsan, babamı tanımıyorsun demektir.”
Harry Voldemort’tan baba diye her bahsettiğinde, James tüm vücudunun gerim gerim gerildiğini hissetti. Kafasının içinde patlamaya hazır bir bomba varmışçasına geriliyordu.
“Harry, bak, buraya… buraya seninle bunları konuşmaya gelmedim,” dedi; büyük bir hayal kırıklığı içinde başını ovuşturuyordu. “Ben… ben seni korkutmak ya da seninle tartışmak için burada değilim. Ama şu bir gerçek ki, çok yakında bir duruşmaya çıkacaksın,” dedi James. “Seni nasıl bir sonun beklediğini bildiğine eminim.”
Harry konuşmadı, ama ifadesi yeniden ciddi bir hal almıştı. Bunu görünce, James konuşmasına devam etti.
“Sana elimden gelen her yardımı yapacağım, ama…”
“Neden?” Soru, James’in cümlesini bitirmesine mani oldu. “Bana neden yardım edeceksin?” diye sordu Harry.
“Çünkü sen benim oğlumsun,” dedi James, doğrudan. “Seni bir kez kaybettim, bir daha kaybedemem,” dedi duygusallıkla.
Harry’nin öfkeli bakışları James’in yüzünü taradı.
“Sahi mi?” diye sordu. “Beni kaybettin, öyle mi?”
James, Harry’nin daha iyi anlaması için başını salladı.
“Voldemort seni benden aldığında, senin… öldüğünü düşünmemi sağladı.”
Harry, karanlık bir ifadeyle, gözlerini James’in gözlerine dikti.
“Voldemort beni senden aldı, öyle mi?” diye sordu, küçümseyici bir tonla sözlerini tekrar ederek. Gözlerini kaçırıp başını hafifçe salladı. “Çok zavallısın, Potter.”
Sözleri onu bıçak gibi keserken James öylece kalakaldı.
“Sana ne anlattı?” diye sordu hemen. İçinden kendine küfretti. Voldemort’un Harry’ye bir yalan uydurduğunu, onun yanına nasıl geldiğiyle ilgili sahte bir hikâye anlattığını tahmin etmeliydi. Yoksa Harry başlangıçta Voldemort’a öldürülmek üzere getirildiği gerçeğini bilseydi sadık kalamazdı. “Sana ne söyledi? Gerçek ailenden uzakta onun himayesine nasıl geçtin?” diye sordu James.
Harry tekrar James’e baktı, ama bu sefer yüzüne ifadesiz bir maske takmıştı.
“Hiçbir şey söylemedi,” dedi.
“Yalan söylüyorsun!” dedi James. “Voldemort sana ne anlattı, söyle bana!”
“Yalan söyleyen ben değilim,” dedi Harry, usulca.
James’in arkasındaki kapı açıldı ve Jackson ile Davis göründü.
“Zamanın doldu,” dedi Davis.
“Bekleyin, sadece, bir dakika daha, lütfen…” diye başladı James.
“Üzgünüm, Seherbaz Potter,” dedi Jackson, Harry’ye doğru yürürken. “On dakikanız doldu.”
Jackson ona yaklaşırken Harry ayağa kalktı. Gözleri hâlâ James’in üzerindeydi.
“Yalnızca bir dakikaya daha ihtiyacım var, lütfen,” dedi James, yüzünü Davis’e dönerek. “Konuşmanın ortasında…”
“Üzgünüm,” diyerek sözünü kesti Davis. “Elimizden bir şey gelmez.”
Jackson, Harry’yi kolundan tuttuğu gibi odadan çıkarmaya koyuldu. Başka tek bir kelime edemeden, Harry odayı terk etti. James ise, kalbi kırık bir halde gidişini izliyordu.
* * *
Çeviren: Tuba Toraman