Karanlık Prens – İçimdeki Karanlık #14: Flaş Haber

Karanlık Prens - İçimdeki Karanlık #14: Flaş Haber

GİRİŞ İÇİN TIKLAYIN.

11. BÖLÜM

12. BÖLÜM

13. BÖLÜM


Lord Voldemort’un o karanlık gece, Harry Potter‘ı kaçırıp öldüremeyince kendi oğlu gibi büyütmeye karar verdiği alternatif bir hayran hikâyesine ne dersiniz?
Karanlık Prens” serisini, Safina Mazhar‘ın kaleminden ve yazarın gözden geçirdiği yeni versiyon üzerinden taze bir çeviriyle sizlerle buluşturuyoruz. Karşınızda İçimdeki Karanlık cildinin on dördüncü bölümü!

bölüm 14

Flaş Haber

Jackson, Harry’nin ilk gecesini geçirdiği hücrenin kapısını açtı. İçeri girmeden önce Harry’nin gelmesi için kapıda biraz bekledi, ardından ise kapıyı açık bıraktı. Harry onun bu tuhaf tavırlarını fark etmedi bile; aklı hâlâ James Potter’la yapmış olduğu görüşmedeydi. Dönüp de gardiyanın geldiğini gördüğünde, hücre kapısının gürültüsünü bile duymadığını fark etti.

Jackson, önce hafiften huzursuz görünerek durdu, ardından ise cüppesinden katlanmış küçük, kareli, ince bir battaniye çıkardı. Harry’ye uzattı.

“Üzerinde sıcak-tutma büyüsü var,” dedi usulca. Hücre hali hazırda sıcaktı, ama Harry’nin hipotermisi hafif de olsa hâlâ sürdüğü için Jackson daha fazla hata yapmak istemiyordu.

Harry ona uzatılan battaniyeyi almadı. Onun yerine, gözlerini suçlu görünen gardiyanın üzerine dikmişti. Jackson, Harry’nin bakışlarından huzursuz olmuştu. Ağırlığını bir bacağından diğerine verdi.

“Bak… Harry, seni o bodrum kata terk etme niyetinde hiç değildim. Ben sadece… seni korkutmaya çalışıyordum.”

Harry onaylarcasına başını bir kez salladı.

“Bu yüzden mi tüm katın sel basmasına neden oldun?” diye sordu. “Beni korkutmak için mi?”

Bunun üzerine, Jackson ona bakmak için hızla başını kaldırdı.

“Ne? Sen yoksa…?” Başını iki yana salladı. “Ben hiçbir şey yapmadım!” diyerek isyan etti. “Sele fırtına sebep oldu!” diye açıkladı.

Harry bunu gardiyanın tepkilerinden zaten anlamıştı, ama Jackson’ın kendini suçlu hissetmesi hoşuna gidiyordu.

“Elbette öyledir,” dedi alayvari bir üslupla, gardiyana arkasını dönerek.

“Ben…” Gardiyan bir an tereddüt etti. Başka hiçbir şey söylemeden, battaniyeyi hücrenin ortasına bırakıp çıkmak için yerinde döndü. Kapıyı çarparak, Harry’nin dönüp bakmasını sağlayacak bir ses çıkardı. Bir an duraksadıktan sonra Jackson aniden asasını çıkararak Harry’ye doğrulttu. “Evanesco zincir,” diye mırıldandı.

İrkilen Harry, başını eğip ellerine baktı. Asasız büyü yapmasını engelleyen Kelso kelepçeleri hâlâ iki bileğini de çevreliyordu; ancak iki kelepçenin arasındaki kısa zincir yok olmuş, elleri serbest bırakılmıştı. Harry başını kaldırıp şaşkınlıkla gardiyana baktı.

Jackson hiçbir şey söylemeden asasını cüppesinin iç gözüne yerleştirdikten sonra arkasını dönüp uzaklaştı.

Harry kollarını hareket ettirir, omuzlarını döndürürken acıyla kasılan uzuvlarını rahatlattı. Kelepçeler neredeyse tüm gün takılı kalmıştı. İnce battaniyeye doğru yürüyerek onu yerden aldı. Battaniyeyi katlı halde bırakıp başını sert zeminden korumak için yastık niyetine kullandı.

Harry derin derin iç çekerek yere uzandı. Bugün neredeyse boğulmak üzere olduğuna inanamıyordu. Bunu yalnızca kendine itiraf edebilse de, hücre suyla dolmaya başladığında ve çıkamadığında düpedüz dehşete uğramıştı. Suyun altında en fazla dört dakika kadar kalmış olmalıydı; ama ona hayatının en uzun saatleri gibi gelmişti.

Harry’nin aklına James Potter’ın bir anda karşısında belirdiği sahne geldi ve kalbinin tekinsiz bir şekilde teklediğini hissetti. Orada ne işi vardı? Harry’nin bildiği kadarıyla, Nurmengard Seherbaz’lar tarafından çok az ziyaret edilirdi. Harry tüm gücüyle aklını başka bir şey düşünmeye zorladı ve gözlerini kapattı, ama tek düşünebildiği James Potter’dı ve onun, parmaklıkların arkasında kendisini gördüğü zaman yüzünde beliren o şaşkınlık ifadesiydi. Seherbaz’ın ifadesi, sel basmış bir hücreye kimin kapatıldığından bihaber olduğunu belli ediyordu. Kim olduğunu anladığında tereddüt etmişti ve Harry, bir an için, onu o şekilde boğulmaya terk edeceğinden emindi.  Harry’nin parmaklıkları delice bir şiddetle zorlamasının sebebi de buydu; panik içinde korkusunu bu şekilde dışa vurmuştu. Potter’ın kapıyı açıp onu kurtarmış olmasının şokunu hâlâ yaşıyordu. Ama aptal hayallere kapılarak kendini kandırmayacak kadar çok şey biliyordu. Potter’ın ona neden yardım ettiğinin farkındaydı. O anda anlayamamıştı; ama onunla konuştuktan sonra, Potter’ın ne yapmaya çalıştığını çözmüştü.

Harry diğer tarafına doğru döndü; sert zeminde dönerken kaburgalarından yükselen ağrıyla yüzünü buruşturdu. Potter’ı ve söylediklerini daha fazla düşünmemeye çalıştı. Ama düşünmemeye çalıştıkça, Potter’ın zavallı yalanlarını ve ona anlattığı uydurma hikâyeyi daha da fazla düşünür buluyordu kendini. Bu, Harry’yi, uykusunu kaçıracak kadar sinirlendiriyordu.

Yaklaşık yarım saat kadar sonra, etrafında bir pop sesinin yankılandığını duydu. Harry başını kaldırıp baktığında, bir kâse yulaf lapasıyla bir kupa suyun hücrenin köşesinde belirdiğini gördü.

Harry kendini ayağa kalkmaya zorlayarak ‘yemeğine’ doğru yürüdü. Lapayı şimdilik görmezden gelip su dolu kupayı alarak tek seferde kana kana içti. Susuzluğunu gidermesine yetmemişti, ama ona tüm verilen buydu. Bitap düşmüş bir şekilde geri dönerek kendini yeniden yere bıraktı ve başını ise katlı battaniyenin üzerine koydu. Yorgunluğu en sonunda galip gelmiş, bir saat kadar uykuya yenik düşmesini sağlamıştı.

* * *

James, Godric’s Hollow’ın ön kapısını açarak içeri girdi. Dışarı cüppesini çıkarıp salona doğru yürüdü. Evde alışılmışın dışında bir sessizliğin hâkim olduğunu fark etti; Damien evde olduğundan beri sessizliğe alışkın değillerdi.

James bugün öğrendiği, hayatlarını tümüyle değişterecek olan gerçeği karısına nasıl anlatacağını düşünürken başını uzatıp oturma odasına baktı.

Odanın boş olduğunu görüp mutfağa doğru yöneldi. Eşikte öylece durmuş, mutfak masasına bakakalmıştı. Masa, iki sönük mum ile iki tabağın yanı sıra sevdiği yiyeceklerle donatılmıştı.

“Sonunda!” James dönüp baktığında Lily’nin ocağın yanında durduğunu gördü. Ev yapımı elma turtasını fırından çıkarmakla meşguldü. “Neredeydin? Saatlerdir seni bekliyorum,” dedi, masaya tatlıyı da eklemek için yürürken. “Yemekleri şimdiye kadar iki kez ısıtmak zorunda kaldım.”

“Neler oluyor?” diye sordu James.

Lily, kocasının yüzünde beliren şok ifadesine bakıp gülümsedi. Ona doğru aceleyle ilerleyip kollarını boynuna doladı ve öptü.

“Birlikte biraz zaman geçirmemizin iyi olacağını düşündüm,” diye cevapladı. “Fikir Sirius’tan çıktı, her ne kadar beni delirtmiş olsa da,” diyerek güldü. “Söylediklerini biraz düşündüm de, son zamanlarda seninle oturup şöyle doğru düzgün bir yemek bile yemedik. Bakanlık’ta olan bitenler bir yana, Yoldaşlık toplantıları ve şimdi de şu Karanlık Prens işi.” Başını iki yana salladı. “Sana yeterince vakit ayıramadım.” Onu kendine çekip masayı işaret ederek ışıl ışıl gülümsedi. “O yüzden, Damien’ı Ron ile birlikte Molly’lere gönderdim ve düşündüm ki, böylece sen ve ben bu gece birlikte yemek yiyip biraz zaman geçirebiliriz. Sadece sen ve ben.”

James ne söyleyeceğini bilmiyordu. Masaya göz gezdirdi, ama yemek düşünecek hali yoktu. Midesi lime lime olmuş gibi hissediyordu. Lily’ye döndüğünde yüzünün mutlulukla parladığını gördü. Birazdan onu sokacağı durumu düşündükçe kendini korkunç bir şekilde suçlu hissetti.

“Konuşmamız gerek,” diye başladı usulca.

Lily şaşırmış görünüyordu. Beklediği tepki bu değildi.

“Bir dakika, beni terk etmiyorsun, değil mi?” dedi, yüzünde şakacı bir ifadeyle.

James azıcık bile olsa ona gülümseyecek dermanı bulamadı kendinde. Elini tuttu ve onu masaya yönlendirip kibarca sandalyeye oturttu. O da yanına yerleşti ve bir an için elini tutmaktan başka bir şey yapamadı; haberi nasıl vereceğini ve ne söyleyeceğini aklından tekrar tekrar geçiriyor, bir türlü nasıl söyleyeceğine karar veremiyordu.

“James?” diye seslendi Lily usulca; gözleri endişeyle kısılmıştı. “Ne oluyor? Bir sorun mu var?” diye sordu; sonunda kocasının endişeli ve bitkin göründüğünün sinyallerini almıştı.

James cevap vermek yerine ela gözlerini onun gözlerine dikti.

“Ben Nurmengard’a gittim,” diye başladı.

Lily’nin gözleri daha da kısıldı.

“Nurmengard mı?” diye sordu, şaşkınlıkla. “Ben Bakanlık’ta olduğunu sanıyordum.”

James başını iki yana salladı.

“Bakanlık’taydım, ama yalnızca hapishaneye giriş izni almak için.” Başını indirip karısının onunkini sıkıca kavrayan eline baktı. “Şeyle buluşmaya gittim… Karanlık Prens’le.”

Lily, hayal kırıklığıyla dolu bir ses çıkardı.

“Gerçekten, James!” dedi siniri bozulmuş bir halde. “Neden bir şeyleri oluruna bırakamıyorsun?” Elini, onun tutuşundan kurtarmaya çalıştı; ama James onu bırakmayarak parmaklarıyla narin elini iyice kavradı.

“Lily, ben…” Durdu; kontrolünü kaybetmemek için başını öne eğdi. “Ben onunla tanıştım,” dedi usulca, ona bakmadan.

Lily bekledi; dikkatle kocasını süzüyordu. James’in her bir zerresinin acı içinde kıvrandığı apaçık ortadaydı. Lily’nin içine aniden kötü bir şey olacağı hissi çöktü ve kalbinin bir anda teklediğini hissetti.

“Sorun ne, James?” diye sordu tekrar.

James nihayetinde başını kaldırıp ona baktı. Hiçbir şey söylemeden Lily’nin elini bıraktı ve cebine uzanarak uzun cam şişeyi çıkardı. Şişeyi elinde öylece tuttu; bakışları bir süre küçük cam şişeye kitlenmişti. Ardından şişeyi Lily’ye uzattı.

Lily, neler olduğunu anlamaz bir halde şişeyi aldı. Cam şişeye baktı ve tüpün içinde kırmızı bir sıvı olduğunu gördü. Gözleri şişeyi taradı ve şişenin önünde, yapıştırılmış beyaz bir etiket olduğunu fark etti. Bu andan itibaren, etiketin üzerine işlenmiş yazıyı okumaya çalıştı.

Önce, üzerindeki ilk isim dikkatini çekmişti. Harry. İsmi gördüğü anda kalbi atmayı durdurmuş gibiydi. Büyük bir gayretle, gözlerini ilk isimden alarak yanındaki isme çevirdi. James. Cam şişeyi tutan elleri artık titremeye başlamıştı. Ve son kelimeyi de gördü: Potter.

İsme bakakalmış bir halde oturan Lily için zaman durmuş gibiydi. Harry James Potter. İsmi aklında tekrar tekrar ve tekrar okumaktan kendini alamıyordu. Gözleri tüpün içine konan birkaç damla kana kitlendi. Oğlunun kanıydı bu; Harry’sinin kanıydı. Kafasından sorması gereken yüzlerce soru geçiyordu, ama cam tüpe bakmak dışında bir şey yapamaz halde bulmuştu kendini.

Başını kaldırdı ve sessizce tepkilerini izleyen James’e gözlerini dikti. Kendine gelmek ve doğru düzgün düşünebilmek için kafasını salladı. Neler olduğunu sormak için sesine kavuşmaya çalışıyordu.

“Ne…? Bu da ne?” diye sordu. “Bu… Bu, bu olamaz…”

James öne doğru eğilip onun sözünü kesti; elini üzerine koyarak titremesini engellemeye çalıştı.

“Lily,” diye başladı söze; sesi fısıltıdan daha yüksek çıkmıyordu. “O, Harry,” dedi. “Harry’miz yaşıyor. O, Karanlık Prens.”

Lily başını tekrar iki yana salladı; inkâr ettiğinin ne olduğundan bile emin değildi. Reddettiği şey, oğlunun mucizevi bir şekilde hayatta oluşu muydu yoksa James’in cümlesinin son kısmı mıydı bilmiyordu.

Gözleri etikette yazan ismi tekrar okurken elini hızla ağzına götürdü. Aniden ağlamaya başladı; yaşlar gözlerinden dökülüyor, hıçkırıklarına engel olamıyordu. Başını kaldırıp kocasına baktığında, onun da gözlerinin yaşlı olduğunu fark etti.

“Yaşıyor mu?” diye sordu, çatlak bir sesle.

James başıyla onayladı; duygusallıktan konuşamayacak kadar boğazı düğümlenmişti.

Lily aniden gürültülü bir ses çıkardı; gözlerinden yaşlar boşalmaya devam ederken gülümsüyordu.

“Ah… Tanrım! …Teşekkür ederim! …Teşekkür ederim! …Teşekkür ederim,” dedi, soluk soluğa.

James onu kollarıyla sardı ve her ikisi de birbirlerine sarılarak hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladılar. Lily, minnettarlığını belirten sözler fısıldamaya devam ederken kendini durduramıyordu. Oğlu hayattaydı, Harry’si hayatta ve iyiydi; onu tekrar görebilecek, dokunabilecek, sarılıp öpebilecekti. Oğlunu tekrar görecek olmasının düşüncesiyle kalbi göğsünde deli gibi çarpıyordu.

Lily, gözyaşlarıyla ıslanan yanaklarını elleriyle kurulayarak kendini James’in kollarından çekti.

“O nasıl?” diye sordu, hızlıca. “İyi mi? Onunla konuştun mu? Ne dedi?” Sesi ağlamaktan boğuk boğuktu.

James başıyla onayladı.

“Onunla konuştum,” dedi, Lily’nin mutlulukla parlayan gözlerine bakarak. “Ama… Durumu iyi değil, hipotermi geçiriyor,” diye ekledi, üzgün bir halde. “Nurmengard’a gittiğimde hücresini sel basmıştı, ama gardiyanların haberi yoktu. O… O neredeyse boğuluyordu.”

Lily’nin yaşlı gözleri bir anda öfkeyle doldu.

“Hücrelerini sel bastığını nasıl olur da bilmezler!” diye sordu. “Onu oradan çıkarmalıyız, James!” diye panik içinde sözlerine devam etti. “Orada kalamaz, neredeyse öldürülüyormuş!” Yerinden kalktığı gibi şömineye doğru yürüdü.

“Ne yapıyorsun?” diye sordu James, kafası karışmış bir halde.

“Dumbledore’u arayacağım,” dedi Lily. “Harry’yi Nurmengard’dan çıkarmanın bir yolunu bulmamızda bize yardım edecektir.”

“Peki ya sonra?” diye sordu James. “Azkaban’a götürülmesi daha mı iyi olacak?”

Hapishanenin ismi, Lily’nin tüm bedeninin ürpermesine yol açtı. Mahvolmuş bir ifadeyle James’e bakarken odanın ortasında öylece kalakaldı. James ayağa kalkıp yanına geldi.

“Sirius ve Remus, Dumbledore ile görüşmeye gittiler. Ona Harry’yi anlatacaklar. Bir saat içinde bir Yoldaşlık toplantısı ayarlanacak ve herkes bilgilendirilecek,” dedi James. “Dumbledore’un Harry’yi kurtarabilmek için her şeyi deneyeceğinden eminim. Ona karşı yapılan tüm suçlamalardan aklanması için her yolu deneyeceğiz.”

Lily, dikkatle James’i izlerken başıyla onayladı; olacaklardan çok korkuyordu. Beklenildiği gibi, James’in yüzü bir anda düştü ve buruk bir ifadeyle ona baktı.

“Şey, Lily, kolay olmayacağını sen de en az benim kadar iyi biliyorsun. Bakan Fudge, duruşmanın halka açık yapılacağını çoktan duyurdu bile; tüm bunlar, onun için siyasi bir oyundan ibaret. Harry’ye merhamet göstermeyecek. Harry’nin kayıp oğlumuz olup olmadığı da umurunda olmayacak.”

“Ama bir şey yapmamız gerek…!” diye başladı Lily, çatlak bir sesle; yeniden hıçkırarak ağlamaya başlamıştı.

“Şş, Lily.” James göğsüne yaslanıp ağlaması için ona tekrar sarıldı. “Savaşmadan vazgeçecek değilim. Harry’yi geri almak için her şeyi yaparım. Onu tekrar kaybetmeyeceğim, söz veriyorum,” diyerek teselli etti.

Onu koltuğa oturtup kendi de oturdu. Uzun dakikalar sessizlik içinde geçti; James, gözyaşlarının dinmesi için Lily’ye zaman veriyordu. Onun elini tutarak oturuyor ama konuşmuyordu.

Lily aniden sessizliği bölerek kısık bir sesle konuştu.

“Nasıl görünüyor?” diye sordu. Başını kaldırıp kıpkırmızı gözlerle James’e baktı. “Oğlumuz, neye benziyor?”

James’in yüzünde hüzünlü bir gülümseme belirdi.

“O… ee, hâlâ senin gözlerine sahip,” diye cevapladı.

Lily, yaşlar gözünden yeniden dökülürken gülümsedi.

“Değişmeyeceğini biliyordum,” dedi, küçük bebeğinin hatırasına gülümseyerek.

“Aynı bana benziyor,” dedi James. İçinde bulunduğu depresif duruma rağmen sözlerindeki gurur belirtisini gizleyemiyordu. “Gerçekten, Lily, hık demiş burnumdan düşmüş sanki; tek farkı, gözleri.” Aniden başını kaldırıp Lily’ye baktı. “Harry’nin bana olan benzerliğine eskiden bir şey demiyor muydun sen?” diye sordu. “Çok komik bir kelimeydi.”

Lily gülümsedi.

“Tüyler ürpertici,” diye cevapladı.

James bu hatıraya güldü.

“Tüyler ürpertici, evet, buydu.” Yeniden sessizleşti. “Sahiden de tüyler ürpertici, ama iyi anlamda,” dedi. “Oğlum tıpatıp bana benziyor,” diye fısıldadı.

“Onu görmek istiyorum,” dedi Lily usulca.

“Nurmengard’da, Seherbaz’lar dışında, aile ziyaretlerine izin verilmiyor,” dedi James, üzgün bir şekilde.

Lily sandalyesinden kalkıp James’in önünde diz çöktü.

“Lütfen, James!” diye yalvardı. “Onu görmem gerek. Lütfen, bir şey yap, oğlumu görmek istiyorum!”

James başıyla onayladı. Lily’nin Harry’yle buluşması için her şeyi denemeye hazırdı; nelerden vazgeçmesi gerekirse gereksin.

Şöminede aniden yeşil alevler belirdi ve alevlerin içinde Remus’un kafası belirdi.

“James! Lily!”

İkisi de hızla şömineye gidip onunla yüz yüze gelmek için diz çöktüler.

“Evet, Remus,” diye cevapladı James, aceleyle.

“Toplantı yirmi dakika içinde başlıyor,” diye bildirdi Remus, onlara. “Acele edin.”

İkisi birlikte Remus’un kafasının kaybolduğu noktaya gelip durdu. El ele tutuşup bir avuç uçuç tozu alarak Karargâh’a gitmek için hazırlandılar.

Elleri hâlâ birbirlerine kenetlenmiş halde Godric’s Hollow’u terk ettiler. Her ikisi de, gitmeden önce mutfak masasına tek bir bakış dahi atmamıştı; masanın üzerinde bulunan iki kişilik tabak takımı ile çeşit çeşit yemek öylece soğumaya terk edilmişti.

* * *

Devasa meşe kapılar, iki Ölüm Yiyen tarafından gürültüyle vuruldu. Kapıyı açıp girmek için izin istediler. Adamlar hızla odanın içine girip koridorun ortasında durarak kırmızı gözlü büyücünün önünde eğildiler.

Voldemort, kemikli elleri arkasında kenetlenmiş halde, arkası dönük bir şekilde duruyordu.

“Hallettiniz mi?” diye sordu Voldemort, mermer zeminde diz çökmüş adamlarına dönüp bakmadan.

Adamlardan biri, dizlerinin üzerinde durmaya devam ederek cevap verdi.

“Evet, Lord’um. Evrak işlerinin tümü teslim edildi. Doğrulama ise az önce geldi. Duruşma iki gün sonra gerçekleştirilecek.”

Voldemort adamlarına bakmak için yerinde döndü. İfadesiz yüzü, habere olan memnuniyetini gizliyordu. Eliyle işaret etmesiyle iki adam doğrulur gibi oldu; ama efendilerinin karşısında ayağa kalkmaya cüret edemedikleri için başları hâlâ öne eğik duruyordu.

Voldemort adamlarına doğru yürüdü ve yaklaştıkça titrediklerini fark etti.

“Hiçbir hata olmayacak,” diye uyardı. “Her şey planlandığı gibi olmak zorunda. En küçük bir problemi dahi affetmem.” Kırmızı gözleri her bir adamı tek tek taradı. “Oğlumun hayatı mevzubahis ve eğer başına bir şey gelecek olursa, sizi sadece öldürmekle kalmam, her birinize işkence ederek yavaş yavaş öldürürüm. Anlaşıldı mı?”

“Evet, Lord’um, anlaşıldı.” Her iki Ölüm Yiyen de, seslerinde dehşete düştüklerini gösteren bir tonla cevaplamıştı.

“Çıkın ve hazırlıklara başlayın,” diye talimat verdi Voldemort.

Adamlar, gereğinden bir saniye bile fazla kalmadan, aceleyle odadan çıktılar.

Voldemort, odanın uzak köşesinde onu bekleyen seçilmiş birkaç yakın adamına dönüp baktı. Bu dört Ölüm Yiyen de, Harry’yle tanışmış olanlardı. Voldemort bu sefer onlara emretti.

“Nott, diğerlerini sen hazırla. Yapmaları gerekeni onlara detaylıca açıkla.”

Nott, efendisinin önünde eğilip kapıya doğru yürüdü.

Voldemort gözlerini bu sefer Lucius’a dikti.

“Hazırlandın mı?” diye sordu, cevabı zaten bildiği halde.

“Evet, Lord’um,” diye cevapladı Lucius. “En geç bir saat önce orada olacağım.”

“Güzel,” dedi Voldemort.

Kırmızı gözleri, şimdi de geriye kalan son iki Ölüm Yiyen’e döndü.

“Macnair, kılık değiştirme görevi sende.”

Adam başını eğerek görevi kabul ettiğini belirtti.

“Lord’um, sizce bir Muggle’ı mı yoksa bir bulanığı mı yem olarak kullanalım?”

Voldemort elini sabırsızca salladı.

“Kontrol edebildiğin sürece umurumda değil!” diyerek konuyu kapattı.

Macnair, karanlık büyücüyü kızdırmamış olmayı ve cezalandırılmamayı umarak yerlere kadar eğildi.

“Peki, Lord’um.”

Voldemort onu görmezden gelip gözünü geriye kalan son Ölüm Yiyen’e dikti. Bella başını kaldırıp ona baktı; ağır gözkapaklarının altındaki gözleri kıpkırmızıydı ve kan çanağına dönmüştü. Harry’nin dışında bunu yapmayı başarabilen tek kişi olan Bella ise, Lord’undan gözlerini ayırmadı.

“Yalnızca iki gece daha, Bella,” dedi Voldemort; sesi alçak ve neredeyse sessizdi. “İki gün sonra Harry duruşma için getirilmiş olacak.” Sonunda yüzündeki ifadesiz maskeyi düşürüp gülümsemişti. “İki gün sonra, Harry eve geri dönmüş olacak.”

* * *

Karanlık Prens – İçimdeki Karanlık #15: Duruşma Günü [Kısım 1] Okumak İçin Tıklayın!

Çeviren: Tuba Toraman