Öğrenciler, havanın yakıcı soğuğundan kaçmaya çalışarak, büyük bir memnuniyetle Büyük Salon’a koşturdular. Çoğu, birbirleriyle yaz tatillerinde ne yaptıklarını paylaşarak ya da gündemde olup bitenleri tartışarak mutlu mutlu sohbet ediyordu.
Ancak, aralarından üç tanesi diğerleriyle birlikte Büyük Salon’a yönelmemişti. Onun yerine, ikinci katta, Mızmız Myrtle’ın tuvaleti olarak bilinen soğuk tuvalette toplanmışlardı. Kullanılmayan tuvaletin mahremiyetine sığınarak, Karanlık Prens’le ilgili ateşli bir tartışmaya dalmışlardı.
“Yani, gazetelerde Karanlık Prens’in hapiste olduğuna dair okuduğum haberler yalandı, öyle mi?” diye sordu Hermione.
Ron başını sallayarak onayladı.
“Profesör Dumbledore olayın üstünü örtmek için Bakan’ı ikna etmiş.”
“Bunu tam olarak nasıl yaptı, biz de bilmiyoruz,” diye ekledi Ginny.
Hermione kafasını öne eğip derin düşüncelere gömüldü. Son birkaç haftadır olan olayları ve Dumbledore’un Karanlık Prens’le ilgili planlarını trende ona anlatmışlardı, ama Damien oradayken doğru dürüst tartışamamışlardı.
“Dumbledore’un böyle bir şeyi yaptığına inanamıyorum,” diye soludu Hermione; belli ki, saygıdeğer Okul Müdürü’nün Karanlık Prens gibi bir katil için yalan söyleyip onu örtbas etmeye önayak oluşu Hermione’yi hayal kırıklığına uğratmıştı.
“Ben de aynen öyle düşünüyorum!” diyerek ona katıldı Ginny. “Hogwarts onun gibi insanlar için bir yer değil.”
Hermione’nin kafası aşırı derecede karışmış görünüyordu.
“Dumbledore’a güvenmem gerektiğini biliyorum,” diyerek söze başladı. “Ve güveniyorum da, ama bunu yaparak ne elde etmeyi umduğunu anlamıyorum.”
“Sana dediğimiz gibi, onu değiştirmeye çalışıyor,” dedi Ginny; yalnızca alaycı ses tonu bile, bu konuda ne düşündüğünü belli etmeye yetiyordu.
“Böylelikle, Karanlık Prens’i, Kim- Olduğunu- Bilirsin-Sen’le ilgili bildiği her şeyi söylemeye ikna edecekmiş,” dedi Ron. “Ve belli ki, çok fazla şey biliyor!”
Hermione sessizce düşünürken kafasını onaylamazcasına salladı.
“Bir şey planlıyor olmalı,” dedi. “Yani, Dumbledore’dan bahsediyoruz; onun garip ama çok zeki bir adam olduğunu herkes bilir! Söylediklerinden daha fazlasını bildiğine eminim,” diye açıkladı. “Çok iyi düşünülmüş bir planı olmalı ve bu yüzden Hogwarts’ı bu işe dâhil etmiştir.”
“Ya sen haklısın ya da sonunda kafayı sıyırdı,” diye soludu Ginny.
Hermione, öyle yapacakmış gibi görünse bile, bu söyleme karşı çıkmadı.
“Neyse, Büyük Salon’a dönsek iyi olur,” dedi Ron, kapıya yönelirken. “Unutma, Hermione, kimseye tek kelime etmek yok,” diye hatırlattı.
Hermione ona surat astı.
“Gerçekten mi, Ronald!” diyerek onu azarladı. “Salak değilim, herhalde!”
Ron mahcup olmuş gibi göründü, ama inatçı bir şekilde söylediğinin arkasında durdu.
“Dumbledore Karanlık Prens’i sana anlattığımızı öğrenirse kovuluruz,” dedi.
“Evet, farkındayım!” diye patladı Hermione. “Hatırlatıp durmana gerek yok.” Ginny’ye dönmeden önce kızıl saçlı oğlana dik dik baktı. “Kim olduğunu bildiğimi belli etmem, merak etmeyin,” diye ekledi, sonlara doğru sesi kısılarak.
Ron kafasını aşağı yukarı salladı ve kapıyı açarak Büyük Salon’a doğru yol aldılar.
Gryffindor masasında, Damien kafasını kaldırmış, salona akın eden öğrenci kalabalığının ardından tek bir yüzü görebilmek için kapıyı gözlüyordu.
“Onu göremiyorum,” diye mırıldandı. “Şimdiye kadar gelmiş olmalıydı.” Damien daha iyi görebilmek için ayağa kalktı.
“Belki de, Profesör Dumbledore fikrini değiştirmiştir,” dedi Ron; kendi adına umutlanmıştı. “Belki de, onun Hogwarts’a gelmesinin o kadar da iyi bir fikir olmadığına karar vermiştir.”
Damien hayal kırıklığı içinde ona baktı.
“Öyle mi dersin?” diye sordu, endişe içinde.
Ron omuzlarını silkti.
“Olabilir,” dedi, sessizce öyle olmasını umut ederek.
Kapılar tekrar açıldı ve Minerva McGonagall korkmuş ve endişeli görünen birinci sınıflardan oluşan büyük bir grubu salona yönlendirerek içeri girdi. Onların gelmesiyle, geriye kalan herkes sessizliğe büründü ve seçmeyi izlemek için yerlerine oturdular. Damien da Harry’nin yolunu beklemekten vazgeçerek keyifsiz bir şekilde yerine oturdu.
Seçme, on bir yaşında olan yeni öğrencilerden ilk birkaçının Ravenclaw’a seçilmesiyle başladı. James sessizce içeri girdiğinde ise, seçme neredeyse bitmek üzereydi. Damien, kapının açılma sesiyle o tarafa döndü ve babasıyla göz göze geldi. Kalkıp ona doğru giderek Harry’nin nerede olduğunu sormak istedi, ancak seçmeyi bu şekilde bölemeyeceğini biliyordu. Kaşlarını kaldırarak babasına soru sorarcasına baktı. James kafasını iki yana salladı ve parmağını dudaklarına götürerek sessiz olmasını işaret etti. Bunun üzerine, Damien siniri bozulmuş bir şekilde kaşlarını çattı ve başka tarafa dönmeden önce babasına pis bakışlar attı.
Tüm öğrencilerin binalarına seçilmesinin ardından, Dumbledore ayağa kalktı ve elini kaldırdı. Büyük Salon anında sessizliğe bürünmüş, tüm gözler kemerli burnunun üstünde yarım ay biçimli gözlükleri olan ak saçlı büyücüye dikilmişti.
“Hogwarts’a hoş geldiniz,” diye söze başladı Dumbledore, her zamanki sımsıcak gülümsemesiyle. “Yeni öğrencilerle yeni bir dönemdeyiz.” Gözleri, dört masaya dağılmış olan yeni gelenleri taradı ve onlara ışıl ışıl gülümsedi. “Şölen başlamadan önce duyurmak istediğim şeyler var. Şimdi, birçoğunuzun fark ettiği üzere, bu akşam bizlere eşlik eden yeni misafirlerimiz var.” Dumbledore salonun arkasını işaret edince, herkes kapının önüne dizilmiş büyücülere bakmak için yerlerinde döndü. “Birkaç hafta önce Sihir Bakanlığı’na yapılmış olan saldırıdan, eminim, çoğunuzun haberi vardır,” diye devam etti Dumbledore. “Tüm bu olayların ışığında, Bakanlık, okulun güvenliğinin gözden geçirilmesi ve gerekli olduğu yerde koruma duvarlarının daha da sıkılaştırılması talimatını verdi. Önümüzdeki birkaç ay boyunca, bu Seherbaz’ları, okulda koruma duvarlarını kontrol ederken görebilirsiniz. Yaptıkları iş, okulun ve daha önemlisi, öğrencilerin güvenliği açısından hayati önem taşıdığı için lütfen onların dikkatini dağıtmamaya özen gösterin.”
Damien, Ron’la göz göze geldi. Seherbazlar’ın koruma büyüleri için gelmediklerini biliyorlardı. Harry’ye göz kulak olmak için gelmişlerdi. Çoğu Seherbaz değil, aslında Yoldaşlık üyeleriydi. Aralarında yalnızca James, Kingsley, Sturgis ve Deli-Göz Moody Bakanlık Seherbazı’ydılar. Geri kalanı, olduğu gibi Yoldaşlık üyelerinden oluşuyordu, ama tabii ki, öğrencilerin hiçbiri bunu bilmiyordu.
“…ve son olarak, akşamın en önemli duyurusu,” Dumbledore bir anlık duraksadı. “Yumulun!”
İçi tıka basa yiyeceklerle dolu sayısız tabak bir anda masalarda belirdi ve öğrenciler sevinçle bağırdılar. Dumbledore gülerek öğretmenler masasındaki yerini aldı. Damien, Yoldaşlık üyelerinin salonun arkasına kurulmuş ufak masaya yönelip akşam yemeklerini yemek üzere oturmalarını izledi. Gözleri, babasının üzerinde durdu; acaba neden ağabeyi burada, onlarla birlikte yemek yemiyordu? Ron, ona fısıltıyla bir şey söyleyince dikkati dağıldı.
“Damy, kimin burada olmadığını fark ettin mi?”
Damien, Ron’un arkasından öğretmenler masasına bakmak için döndü ve boş sandalyeyi fark etti.
“Snape nerede?” diye sordu, şaşkınlık içinde.
Harry, iki elini de musluğun altına sokup bir avuç soğuk su alarak yüzüne çarptı. Suyun serinliği yara izinin sızlamasını hafifletti, fakat sadece bir an için işe yaramıştı. Yara izindeki yanma neredeyse aniden geri dönmüştü. Harry, bu eylemi defalarca tekrar etti. Yüzünü yıkayıp alnını sürekli suyla serin tutmaya çalıştı. Yara izi acıdan zonklamaya ve şiddetli bir şekilde yanmaya devam ediyordu. Uyumayı becerebildikten bir yarım saat kadar sonra, yara izi yüzünden tekrar uyanmıştı. O zamandan beri banyoda, acısını gidermek için boş yere çabalıyordu.
Harry, sabit durabilmek için lavaboya tutundu. Soğuktan yüzü uyuşmuştu, ama yara izi hâlâ cayır cayır yanıyordu. Babasının bu sefer neye bu kadar sinirlendiğini merak ederken buldu kendini. Nerede tutulduğunu öğrenmiş olma ihtimalini düşünerek kendini oyaladı. Eğer ki, babası oğlunun Dumbledore’un gözetimi altında Hogwarts’ta tutulduğunu öğrenmişse, bu onun şu an hissettiği acının nedenini fazlasıyla açıklardı. Bu düşünceyi aklından uzaklaştırdı. Babası nerede olduğunu nasıl öğrenecekti ki? Onu sinirlendiren muhtemelen başka bir şey vardı.
Aşina olduğu o demirimsi kokuyu aldığında, Harry gözlerini açtı. Aynadaki yansımasına baktı; yüzünden su damlacıkları damlıyordu, ama buna ek olarak yoğun, kıpkırmızı bir sıvı da burun deliklerinden akıyordu.
“Harika!” diyerek homurdandı ve kâğıt havlu almak için uzandı.
Burnunu silerek kanı temizledi. Yara izi acıdan bir kez daha zonklasa da, acısı yavaş yavaş azalmaya başlayınca Harry derin bir oh çekti. Yaklaşık bir saat sonra ise, tamamen geçmişti.
Harry yüzüne biraz daha su çarptı ve burnunun kanadığına dair kanıtları yok etti. Bütün kan lekelerinin temizlendiğinden emin olmak için yansımasını inceledi. Burnunun kanaması canını sıkmıştı, çünkü Bakanlık’tan kaçmaya çalıştığı ve yakalanarak karargâha götürüldüğünde de burnu kanamıştı ve artık endişelenmeden edemiyordu. Yara izinin yarattığı acı yüzünden burnu ilk kez o zaman kanamıştı. Önüne düşen saçlarını geriye itti ve alnında kıpkırmızı görünen yaraya gözlerini dikti. Burnunun kanamasının ağrıyan yara iziyle bağlantılı olduğunu biliyordu, fakat nedenini anlayamıyordu.
Ron, tam masadan kalkmaya yeltenirken, omzunda bir el hissetti. Arkasını döndüğünde, Bina Başkanı Profesör McGonagall’ın sert ifadesiyle yüz yüze geldi; McGonagall ona başıyla gel işareti yaptı.
“Mr Weasley, kısaca bir görüşelim, lütfen?”
Ron hemen ayağa kalktı; Hogwarts’a gelişinin ilk gününde neden Bina Başkanı’nın onunla konuşmak istediğini anlamamıştı.
Diğer tüm öğrenciler, yatakhanelerine gidip uyumak için masalarından kalkıp kapılara doğru yönelmeye başlamıştı. Ron’u ise kimse fark etmemişti; Hermione, Ginny, hatta Damien bile.
Profesör McGonagall, Ron’u köşeye çekip sessizce konuştu.
“Mr Weasley, sanıyorum ki oldukça hassas bazı bilgilerden haberdarsınız,” dedi.
Ron başıyla onayladı.
“Evet, Profesör McGonagall.”
“Durumdan haberdar olduğunuz ve işin ciddiyetini bildiğiniz için, Mr Potter’ı özellikle sizin bulunduğunuz yatakhaneye yerleştirdik.”
İlk başta, Ron Mcgonagall’ın Damien’ı kastettiğini sandı. Sonuçta o, aşina olduğu tek ‘Mr Potter’dı; James Potter da buna dâhildi, elbette. Daha sonra Mcgonagall’ın aslında kimi kastettiğini anladı ve yüzü hayalet görmüşçesine bembeyaz kesildi.
“Ama… ama, o…” diyerek kekeledi Ron. “Profesör! O benim… odamda… olamaz!”
“Bir yere yerleştirilmeliydi,” diyerek lafını kesti Profesör McGonagall. “Müdür, onu sizin odanıza yerleştirmenin daha yararlı olacağını düşündü, çünkü siz onun geçmişinden haberdarsınız.”
Ron karşı çıkarcasına kafasını iki yana sallamaya başladı, ancak Profesör’ün ona attığı bakışlar yüzünden direnci yarı yolda kırıldı.
“Benden şey istemeyeceksiniz, değil mi… onunla konuşmamı?” diye sordu.
McGonagall dikleşerek Ron’un gözünde git gide daha da büyüdü.
“Kimin kiminle arkadaş olacağını söylemek bana düşmez, Mr Weasley,” diye belirtti. “Ancak, oda arkadaşınızı veya bir başka Gryffindor öğrencisini görmezden gelmeniz kaba bir davranış olurdu,” diye ekledi. “Herhangi bir sorununuz olursa ya da onda gördüğünüz veya ondan öğrendiğiniz bir şeyi paylaşma ihtiyacı hissederseniz, derhal bana ya da Profesör Dumbledore’a gelmeniz gerektiğini lütfen aklınızda bulundurun.”
“Siz… benden casusluk yapmamı mı istiyorsunuz?” diye sordu Ron, afallamış bir halde.
McGonagall kapının önünde dikilen Yoldaşlık üyelerine doğru bir bakış attı.
“Burada casusluk yapan yeterince insan var zaten,” dedi, sessizce. “Sizce de öyle değil mi, Mr Weasley?”
Harry kapının açıldığını duyduğunda, yatağına daha yeni girmişti. Kıpırdamadan yattı ve dikkatlice dinlemeye başladı. Odaya giren çok sayıda ayak sesi duymuştu; ayrıca, girenlerin sesleri yorgun ve uykulu geliyordu.
“Ayakta uyuyacaktım resmen,” dedi, seslerden biri.
“Seni çok iyi anlıyorum,” diye cevapladı, bir başka ses; bu seferkinin belirgin bir İrlandalı aksanı vardı.
Harry, çocuklar odaya doğru ilerlerken konuşmalarını dinledi.
“Hey, o da kim?”
Yatağının perdeleri kapalı olduğu halde, Harry ona dik dik baktıklarını neredeyse hissedebiliyordu. Gergin hissedip irkildi.
“Yeni oda arkadaşımızın olacağından kimse bahsetmiş miydi?” diye sordu, İrlandalı olan.
“Hayır,” diye yanıtladı, diğeri. “Neden bu kadar erken yatağa girmiş?” diye sordu.
“O yeni bir öğrenci,” dedi, üçüncü bir ses usulca. “Yurtdışından buraya daha yeni geldi.”
“Sen bunu nereden biliyorsun?” diye sordu, oğlanlardan biri.
“Ben… şey… Profesör McGonagall bahsetti.”
“Sen bize bundan niye söz etmedin, Ron?” dedi, İrlandalı olan.
“Ben de bilmiyordum, şey… onun bu odada olacağını, yani,” diyerek kendini savundu Ron, cılız bir sesle.
“Nereliymiş?” diye sordu, diğer oğlan.
“Bilmiyorum,” diye cevapladı Ron; sesi bu konuşmayı sonlandırmak istiyormuş gibi çıkıyordu.
“Adını biliyor musun?” diye sordu, İrlandalı olan.
Ron cevaplamadan önce duraksadı.
“Harry Potter.”
Harry yumruklarını sıktı. ‘Ben Potter falan değilim!’ dedi içinden, kızgın bir şekilde.
“Potter mı?” diye sordu, İrlandalı çocuk. “Damien Potter’ın akrabası mı?”
“Damien onun kardeşi,” diye fısıldadı, adı Ron olan çocuk.
“Hadi ya? Kardeşi olduğunu bilmiyordum,” dedi, diğer çocuk.
“Ailesinin geri kalanı buradayken, o neden yurtdışında yaşıyormuş ki?” diye sordu, İrlandalı.
“Bilmiyorum, Seamus!” diye patladı Ron. “Ona sorsana!”
“Tamam, ne bağırıyorsun, öylesine soruyordum,” diye cevapladı Seamus.
“Acaba neden şölende değildi?” dedi, diğer çocuk yavaşça. “Biraz tuhaf gibi, değil mi?”
“Evet, garip,” diyerek onun sözüne katıldı, İrlandalı.
“Belki de şölendeydi,” dedi, adı Ron olan çocuk. “Siz fark etmemiş olabilirsiniz.”
“Gryffindor’da olan yeni bir çocuğu mu?” diyerek homurdandı, diğeri. “Tabii ki, fark ederdik!”
“Masada görüp görmediğimden emin olmak için, gidip çaktırmadan bir bakayım,” dedi Seamus.
“Ben de!” dedi, diğeri.
Bu kadarı yeterdi. Harry yatakta doğrularak perdeleri açtı ve üç çocuğun da şaşkınlıkla yerlerinden zıpladığını gördü. Harry’nin İrlandalı olduğunu düşündüğü çocuk, Seamus, ona en yakın durandı.
“Ah!… şey, merhaba!” diyerek hızlıca selam verdi Seamus. “Kusura bakma, seni uyandırdıysak.”
Harry cevap vermek yerine, gözleriyle çocuğu süzdü ve sonra da diğer ikisine odaklandı. Seamus’un arkasında duran siyah tenli oğlanın ona kibar bir şekilde baktığını gördü. Yatağın tam karşısında, şok olmuş bir yüz ifadesiyle bakan kızıl saçlı bir çocuk vardı. Harry, onun Ron, yani Ron Weasley olduğunu tahmin etti.
“Ben Seamus Finnigan,” dedi İrlandalı çocuk, elini uzatarak.
Harry, kendisine uzatılan ele şöyle bir baktı.
“Ve ben de yorgunum,” dedi.
Seamus’un yüzü düştü ve elini yavaşça indirdi.
“Doğru, seni uyandırdığımız için üzgünüz,” diye özür diledi, beceriksizce.
Harry bir şey söylemedi ve perdeleri kapatmak için uzandığında kapı tekrar açıldı ve odaya başka bir çocuk girdi. Neville, odadaki beşinci yatağı görünce duraksadı. Gözleri önce yatağı, ardından da üstünde oturan çocuğu taradı. Neville’in sımsıcak bakan kahverengi gözleri, Harry’nin şaşkın yeşil gözleriyle buluştu.
“Merhaba, sen Harry Potter’sın, sanırım.” Neville, yatağa yaklaşırken gülümsüyordu. “Profesör Dumbledore bana Hogwarts’ta yeni olduğunu söyledi.” Neville de Seamus gibi elini uzattı. “Benim adım Neville Longbottom.”
Harry, onun elini de sıkmadı. Çocuğun yüzüne ve içtenlik dolu kahverengi gözlerine öylece bakakaldı. Gözleri, annesinin gözlerine çok benziyordu. Harry tek kelime etmeden perdeleri kapattı ve kendisini diğer dört çocuğun bakışlarından kurtardı. Kalbinin göğsünde deli gibi attığını hissediyordu. Gözlerini kapattı ve Dumbledore’a küfretti. O bunak aptal herif, Harry’nin Neville’in ailesine ne yaptığını bile bile, onu Neville Longbottom’la aynı odaya koymuştu.
Harry kendini yatmaya zorladı, ama uyuyamayacak kadar sinirliydi. Düşünebildiği tek şey, Dumbledore’du; onunla fareyle oynar gibi oynamaya çalışıyordu. Dumbledore’un neden onu Gryffindor’da olmaya zorladığını ve onu neden özellikle bu odaya yerleştirdiğini şimdi anlıyordu; amaç, onu Neville Longbottom’a yakın tutmaktı. Dumbledore, onun, Frank ve Alice Longbottom’a yaptıklarından dolayı suçlu hissetmesini istiyordu. Harry iki elini de öfkeyle yumruk yaparak dişlerini sıktı. Dumbledore bunu ödeyecekti. Bunun, o aptal bunağın yanına kalmasına izin vermeyecekti.
Harry, kendini dinlenemeyecek kadar gergin hissettiği için o gece uyuyamadı. Bütün gece yattığı yerde öylece tavana bakmış, onu bu duruma soktuğu için Dumbledore’dan intikam almanın yollarını düşünmüştü. Dört çocuğun da tek tek uyanışlarını dinledi; okulun ilk günü için giyinip hazırlanırlarken etrafta koşuşturuyorlardı.
Harry olduğu yerde kaldı; derslere girmeyi reddedip bütün gün yatakta kalsa ne güzel olurdu. Dumbledore ne yapabilirdi ki? Onu yataktan mı sürükleyecekti? Dumbledore’a bu şekilde karşı gelmek ne kadar çekici gelirse gelsin, Harry yatakta kalamayacağını biliyordu. Bütün gün aylaklık yapacak tarzda birisi değildi. Şimdiden yataktan kalkıp buradan çıkmak için can atıyordu.
Harry kalktı ve perdeleri açtı. Diğerleri o sırada giyiniyorlardı. Harry onları olabildiğince görmezden geldi ve sandığını çekerek içinden Lily’nin onun için aldığı Hogwarts üniformasını gönülsüzce çıkardı. Kırmızı ve altın renkli kravata somurtarak bakarak sandığını kapattı ve ayağa kalktı.
Arkasını döndüğünde kızıl saçlı çocukla yüz yüze geldi. Dün akşam, çocuğun Ron Weasley olduğunu öğrenmişti. Dumbledore’un kendisine ne dediğini hatırladı; Ron Weasley, onun kız kardeşi ve ikizler, onun gerçek kimliğini bilen tek öğrencilerdi.
Harry, çocuğun yüzünde gördüğü rahatsızlık ifadesine pis pis sırıttı. Belli ki, şu an burada olmak istemiyordu. Ron cesaretini toplar gibi göründü ve Harry’nin gözlerine zar zor bakarak bir elini ona doğru uzattı.
“Ronald Weasley,” diyerek kendini tanıttı.
Harry, uzatılan eli görmezden gelerek Ron’un elini indirmesine sebep oldu; kulakları utançtan kıpkırmızı kesilmişti.
“Bak, eğer dün gece için sinirliysen kusura bakma. Öyle gizlice sana yaklaşmamamız gerekirdi,” diye devam etti Ron. “Seni merak etmiştik, o kadar,” diyerek açıklamaya çalıştı.
Harry Ron’a bir adım yaklaştı ve usulca fısıldadı.
“Merak insanı öldürürmüş, biliyorsun, değil mi?”
Ron’un yüzü, duyduğu bu sözler üzerine bembeyaz kesildi ve Harry’ye öylece bakakaldı. Mavi gözleri öfkeyle parlasa da, o meşhur Weasley öfkesini kontrol etmeyi başardı. Yalnızca arkasını dönüp oradan uzaklaştı.
Harry, Ron’un uzaklaşan bedenine arkasını döndü ve temizlenip hazırlanmak için banyoya yürüdü. Pijamalarını çıkarıp hızla okul formasını üzerine geçirdi ve aynada kendine baktı.
“Tam bir aptal gibi görünüyorum!” diye söylendi, dağınık saçlarını boşuna yatıştırmaya çalışırken. “Bir kere olsun, düzgün duramaz mısın?” diye söylendi, darmadağınık ve inatla dikilmiş saçlarını düzeltmeye uğraşırken. Saçları, sanki sorusuna cevap verir gibi, birazcık düzeltmeyi başardığı halinden tekrar eski haline geri geldi. “Harika!” diye tısladı Harry.
Herkesin ‘yeni çocuğa’ bakacağı yetmezmiş gibi, bir de şimdi tam bir moron gibi görünecekti.
Harry siyah cüppesini, ejderha derisi botlarını, zırhını ve her şeyden çok, gümüş maskesini çok özlüyordu. Keşke yine onları giyebiliyor olsaydı. Yıllardır yabancıların önünde maske takarak yaşamıştı; şimdi ise, kendini, maskesiz bir halde oldukça savunmasız hissediyordu.
Harry yavaşça kapıya yöneldi. “Ne olacaksa olsun!” dedi kendi kendine. Merdivenlerden aşağı inip ortak salona girdi. Neredeyse boş olduğunu görmekten memnundu. Anlaşılan, çoğu kahvaltıya inmişti. Harry de ortak salondan çıktı; bugünün kendisi için nasıl ilerleyeceğini merak ediyordu. Kapıdan çıktığında gülümseyen bir James Potter’la karşılaştı; belli ki, koridorda Harry’yi bekliyordu.
“Günaydın, Harry,” diyerek neşeyle onu selamladı James.
Aldığı tek karşılık ise, ters bir bakıştı.
James, Harry’nin okul cüppesi içindeki haline hayranlıkla bakmaktan kendini alamadı. Kuzgun karası saçlı çocuğun bu yeni görüntüsüne gülümsemeden edememişti.
“Okul cüppesi içinde gerçekten iyi görünüyorsun,” diyerek ona iltifat etti. “Neredeyse, normal bir genç gibi görünüyorsun bile denebilir.”
Harry bir şeyler homurdandı ve merdivenlere doğru yürümeye başladı. James de arkasından onu takip etti.
“Neden beni takip ediyorsun, Potter?” diye sordu Harry, hararetli bir şekilde.
“Çünkü ben senin korumanım, unuttun mu?” diye ukala ukala cevapladı James, şaka yaparcasına.
“Her zaman benimle olursan, öğrenciler şüphelenmeyecek mi?” diye sordu Harry, kızgınca.
“Hiç de değil,” diye cevapladı James. “Daha yeni ailene kavuştuğunu biliyorlar. Seninle olabildiğince çok zaman geçirmek istediğimi düşüneceklerdir.” Harry gözlerini kısarak James’e baktı ve daha da hızlı yürümeye başladı, fakat James ona ayak uydurabiliyordu. “Ee, ilk gecen nasıldı?” James muhabbet etmeye çalışıyordu. “İyi uyuyabildin mi?”
“Horlayan dört çocukla aynı odada olsan, sen uyuyabilir miydin?” diye sordu Harry, sinir olmuş bir şekilde.
James kıkırdadı.
“Alışmak biraz vakit istiyor,” diye kabul etti. “Bir iki gece daha geçirdikten sonra, duymazsın bile.”
Harry homurdandı.
“Hiç sanmıyorum!”
Merdivenlerin sonuna geldiğinde, her yerde Zümrüdüanka Yoldaşlığı üyelerinin olduğunu gördü. İki tanesi kapının yanına konumlanmıştı, diğer ikisi de bir köşedeydiler. Üç tanesi sol koridor boyunca dikilirken, dört tanesi ise sağ koridorda bekliyordu. Dün akşamki şöleni kaçırdığından, Dumbledore’un bu adamların okuldaki varlığını okula nasıl açıkladığını bilmiyordu, ama yalan söylemek zorunda kaldığı kesindi. Harry, giriş kapısının önünde dikilenlere yan yan baktı ve asalarını kapıya doğrultup aşağı yukarı salladıklarını fark etti; asalarından çıkan sarı ışık kapılarda çapraz işareti oluşturuyordu. Koruma duvarlarını kontrol ediyormuş gibi bir halleri vardı.
“Büyük Salon, bu tarafta.” James, Harry’ye yönü göstermek için ileri atıldı, ama Harry pis pis sırıtarak onun önüne geçti.
“Yolu biliyorum,” diye belirtti, önden önden yürürken.
“Gerçekten mi?” diye sordu James, bir kaşını kaldırarak. “Daha önce hiç gitmediğin halde, Büyük Salon’un yolunu nasıl bilebilirsin ki?” diye sordu.
Harry, yüzünde bir usanmışlık ifadesiyle James’e döndü ve kahvaltı için Büyük Salon’a doğru yol alan öğrenci kalabalığını gösterdi.
“Yalnızca öğrencileri takip ediyorum,” diye cevapladı Harry. “Sen Seherbaz değil misin? Bu kadar basit bir şeyi fark edersin diye düşünüyor insan.”
James, bu küçümseme karşısında yüzünün ısındığını hissetti ancak duymazdan geldi.
“Harry, bekle!” diye seslendi James, Harry salona girmek üzereyken. “İlk önce, sana bir şey vermem gerek.”
James, cebinden bir asa çıkarıp Harry’ye uzattı.
Harry, düşmanının ona neden bir silah verdiğini merak ederek kaygılı bir şekilde asaya baktı, ancak hemen uzanıp almaktan da geri kalmadı. Bir asaya sahip olma fırsatını geri tepmeyecekti. Fakat asaya dokunduğu anda yüzü düştü. Bu kendi asası değildi, zaten ilk bakışta bunu anlamıştı; ancak bu asayla ilgili, aynı zamanda, ters giden bir şeyler de vardı. Soru sorarcasına James’e baktı.
“Bu asa, özellikle sınıflarda, basit büyüler yapman için tasarlandı. Derslerin için gerekli tüm büyüleri yapabilecek, ama bununla daha fazlasını yapamayacaksın.”
“Asayı mı kurcaladınız?” diye sordu Harry; parmakları asayı sımsıkı kavramıştı.
“Evet, öyle yaptık,” diye kısaca cevapladı James. “Eminim nedenini anlıyorsundur,” diye de ekledi.
Harry ters ters ona baktı; öfkeden hafifçe titremeye başlamıştı.
“Benim asam nerede?” diye sordu.
“Bakanlık’ta,” diye cevapladı James. “Sana güvenebileceğimizi kanıtlayana kadar, şimdilik bununla idare etmen gerekecek.”
“Bununla mı?” diye tısladı Harry, asayı kaldırarak. “Bir oyuncak asayla mı?”
“Dediğim gibi, bu sadece geçici bir durum,” diyerek onu teselli etti James. “Sana güvenebileceğimizi göster, biz de sana asanı geri verelim.”
Harry, sert bir şekilde asayı cebine koydu.
“Asamı geri alacağım,” dedi, sessizce. “Bekle ve gör!”
Büyük Salon cıvıl cıvıldı. Dört masa da, mutluluk içinde kahvaltılarını yapan acıkmış öğrencilerle doluydu. Pastırmalı yumurta, yulaf lapası ya da kek dolu ağızların konuştuğu tek bir konu vardı: Karanlık Prens’in tutuklanması.
“Yakalanmadan önce, çok sayıda Seherbaz’ı alaşağı ettiğini duydum,” dedi Cormac McLaggan. “Ortalık savaş alanına dönmüş.”
“Kardeşim ve amcam Bakanlık’ta çalışıyor,” dedi Ashley Kentford. “Bakanlık’ın saldırıya uğrayıp ateşe verildiği gün ikisi de oradaydı. Neredeyse öleceklerdi,” dedi ağlamaklı bir halde.
“Bakanlık’ın saldırıya uğradığına inanamıyorum,” dedi Parvati, kafasını iki yana sallarken.
“Ben, tüm bunlar olurken, bizim hiçbir şeyden haberimiz olmamasına inanamıyorum!” diyerek inledi Colin Creevey; küçük erkek kardeşi de ağabeyini onaylarcasına kafasını sallıyordu. “Bu kadarı yeter! Gelecek Postası’na abone olacağım!”
Hermione, Creevey kardeşlere doğru bakmadan edemedi. Muggle-doğumluların birçoğu, Büyücülük Dünyası’nda yaşanan son olaylardan bihaberdi. Lord Voldemort’un bir oğlunun olduğu haberi, onlar için henüz yeniydi ve her biri büyük bir şaşkınlık içindeydi. Sadece adının Karanlık Prens olduğu bilinen bu gizemli çocuk yakalanmış ve Bakanlık tarafından hapse atılmıştı. Hermione’nin kendisi gibi, Gelecek Postası’na abone olan Muggle-doğumlular ise, Karanlık Prens’i, işlediği suçları ve aldığı cezayı gazetelerden takip etmişti. Hermione başını çevirip öğretmenler masasında oturan Müdür’e baktı ve Müdür’ün Karanlık Prens’e ikinci bir şans vererek neden bu kadar büyük bir riske girdiğini tekrar düşünmekten kendini alamadı.
“Öldürülüp Hogsmeade’e bırakılan Bakanlık çalışanlarının haberini okudunuz mu?” diye sordu Dean.
“Evet, çok fenaydı,” diye yanıtladı Lavender.
“Onları, Kim-Olduğunu-Bilirsin-Sen’in bizzat öldürdüğünü söylüyorlar,” dedi Dean; sesi Karanlık Lord’dan bahsederken kısılmıştı. “Konuşmaları için işkenceye uğramışlar, ama hiçbir şey söyleyemedikleri için öldürülmüşler.”
“Kim-Olduğunu-Bilirsin-Sen, Bakanlık’ın, oğlunu nerede tuttuğunu öğrenmek istiyor,” dedi Seamus. “Bu yüzden bu kadar çok kişiyi öldürüyor.”
“Hepimiz gibi,” dedi Cormac. “Herkes onun hangi hapishaneye kapatıldığını öğrenmek istiyor.”
“Ben bilmek istemiyorum,” dedi Lavender. “Hapishanede olduğunu bilmek bana yetiyor ve…” Birden duraksamıştı. “O da kim?” diye sordu, kapıyı işaret ederek.
Lavender’ın yanında oturan Ginny, onun kimden bahsettiğini anlamak için kapıya döndü ve kapıda dikilen ve dağınık saçları gözlerinin önüne düşen çocuğu gördü. Zümrüt yeşili gözleri Ginny’yi hazırlıksız yakalamıştı ve Ginny kalbinin göğsünde sıkıştığını hissetti. Yapabildiği tek şey, çocuğa, onun o muhteşem zümrüt yeşili gözlerine bakakalmaktı.
“O kim?” diye tekrar sordu Lavender. “Yeni bir öğrenci mi?”
“Öyle olmalı, ben daha önce görmedim,” diye cevapladı Ashley. “Tatlıymış!” diyerek kıkırdadı.
“Aynen!” diyerek ona katıldı Parvati.
“O bizim yeni oda arkadaşımız,” diyerek kızlara cevap verdi Seamus. “Pek arkadaş canlısı biri sayılmaz,” diye de ekledi.
Fakat kızlar onu dinlemiyordu bile; çocuğu fena halde kesmekle meşgullerdi.
Ginny, çocuğun gözlerinin salonu tarayışını izledi; bakışları Ginny’nin üzerinden geçerken, ona odaklanmadan etrafı kesmeye devam etti. Çocuğun salona girdiğini görünce, kalp atışları hızlı hızlı atmaya başlamıştı; ancak, çocuğun duraksamasına bakılırsa, emin olmadığı bir şeyler vardı. Ginny çocuğun gözlerine kitlenmiş bakıyordu. Çok tanıdık bir siması vardı. Ginny vücudunun ürperdiğini ve tüm vücudundan bir titremenin geçtiğini hissetti. Çocuğun gözlerinde kayboluyor gibiydi; onu daha önce gördüğüne kesinlikle emindi; gözlerinin içine bakıyor, onu koruyan kolların arasında göğsüne yaslanmış, uçuyordu; iyi olup olmadığını sorduğu o anı adeta tekrar yaşıyor gibiydi.
Aklından daha başka şeyler geçmeye başlıyordu ki, çocuğun arkasında bir anda James Potter’ın belirdiğini gördü; çocuğa bir şeyler söyleyip duruyordu. Yeşil gözlü çocuk öfkeyle ona dönüp dik dik baktı. Ginny, onları yan yana gördüğü anda, aralarındaki ürkütücü benzerliği fark etti; bir anda, gerçek onu o kadar sert vurdu ki, neye uğradığı şaşırdı. Çocuğun kim olduğunu anlamıştı. Damien ile kendi kardeşleri, çocuğun James Potter’a benzerliğinden bahsetmişlerdi. Şuan baktığı kişi, Harry Potter’ın ta kendisiydi; yani, diğer bir deyişle Karanlık Prens’in ta kendisi.
Ginny kendisinden iğrenmişti. Bu çocuğun kurtarıcısı olduğunu nasıl düşünebilmişti? Yoksa gördüğü her çocuğu kendi kurtarıcısı zannedecek kadar saplantılı birine mi dönüşmüştü? Kafasını iki yana sallayarak kendi kendini azarladı. Çocuğa tekrar bir bakış attı. Elbette, çocuk ona tanıdık geliyordu, çünkü tıpatıp James Potter’a benziyordu. Çocuğun artık kim olduğunu bildiği için, gözlerinin annesinin, yani Lily Potter’ın gözleriyle neredeyse aynı olduğunu net bir şekilde görebiliyordu. ‘Ginny, sahiden kafayı yemiş olabilirsin!’ diyerek kendi kendini payladı.
Harry, Büyük Salon’un girişinde duruyordu. Masalarda oturmuş, mutluluk içinde kahvaltılarını yapan yüzlerce öğrenciyi izlerken kalbi huzursuzluktan küt küt atıyordu. Hayatında hiç bu kadar fazla çocuğu bir arada görmemişti. Birdenbire, saçlarının ne kadar dağınık olduğunun ve rahatsız edici bir okul forması giymekte olduğunun ayırdına vardı.
James gelip oğlunun yanında durdu; Harry’nin nasıl hissettiğini anlamaya çalışıyordu.
“İyi misin, Harry?” diye sordu. Harry ona pis bir bakış atmakla yetindi sadece. “Gel hadi, Gryffindor masası hemen şurası.” James, en sağdaki masayı işaret ediyordu.
Harry, sayısız gözün üzerinde olduğunu hissederken masaya doğru ilerlemeye başladı. İnsanlardan uzakta olacak bir yer buldu ve hemen oraya oturdu. James, Harry’yi oturduğu yerde bıraktı ve endişeli görünen Lily’ye, öğretmenler masasına doğru yol aldı.
Harry, önünde duran boş tabağa gözünü dikip bakmayı sürdürdü. Etrafındaki öğrencilerin de, kendisine dik dik baktıklarının farkındaydı. Harry, içinden ona öyle bakmayı kesmelerini diledi. Aşırı derecede rahatsız edici bir durumdu bu. Karnı açlıkla guruldayınca uzanıp bir tost aldı ve yemeye başladı. Boğazı kupkuruydu. Bunu asla sesli dile getirmeyecek olsa da, bu kadar çocuğun arasında olmak onu fena halde geriyordu ve Harry aslında kolay kolay gerilen biri değildi. Bu zamana kadar çok sayıda Ölüm Yiyen’le düello etmiş, birçoğunu da öldürmüştü. Ona verilen görevler bir yana, Bakanlık Seherbaz’ları ile Yoldaşlık üyelerinden bahsetmeye gerek bile yoktu. Bunca çatışmanın içinde bir kere bile gergin olduğu ya da kararsız hissettiği görülmemişti. Fakat burada, bu kadar çocuğun arasında kendisini gergin ve huzursuz hissediyordu. Aslında, kendisini tanıdığı için nedenini de anlıyordu; şuan hiç aşina olmadığı bir ortamdaydı. Ölüm Yiyen’ler ve Seherbaz’larla baş edebilirdi, fakat çoluk çocukla dolu bir okulla nasıl başa çıkacağını sahiden bilmiyordu.
Önünde ani bir hareketliliğin olmasıyla, Harry düşüncelerinden sıyrılıp başını kaldırdı. Az önce Damien karşına oturmuştu.
“Günaydın, Harry!” dedi Damien, neşeli bir ses tonuyla.
Harry yanıt olarak homurdandı.
“Ee, Hogwarts hakkında ne düşünüyorsun? Bayağı havalı, öyle değil mi? Her yeri görene kadar bekle; gerçi, kocaman olduğundan bu teknik olarak imkânsız ama görebildiğin kısımlar seni kendisine hayran bırakacak! Bir de Hogwarts’ın arazisi var, tabii…” Damien, Harry’nin parmaklarını kafasının iki yanına götürüp şakaklarını ovmaya başladığını görünce sustu.
“Gidip bir başkasını darlasan, olmaz mı?” diye sordu önündeki çocuğa, bitkin bir halde.
“Harry, sen burada yenisin. Birisinin sana Hogwarts hakkında her şeyi anlatması lazım. O kişi neden ben olmayayım?” diye sordu Damien, Harry’ye tekrar sırıtarak.
Bina Başkanları masalara yaklaşıp herkesin ders programını dağıtmaya başlamıştı. McGonagall, Harry’nin yanında bir süreliğine duraksadı ve Harry’yi bir süre dikkatle inceledikten sonra ders programını ona verip uzaklaştı.
Harry, diğer öğrenciler gibi, ilk dersine gitmek üzere ayaklandı. İki kızın kıkırdayarak kendisine baktığını fark etti.
“Merhaba, ben Parvati Patil.”
“Ben de Lavender Brown.”
Harry tek kaşını kaldırdı.
“Adınızı sorduğumu hatırlamıyorum,” diye yanıtladı.
İki kız birbirine baktı ve sanki Harry şaka yapmış gibi kıkırdamaya başladılar.
Harry başka bir şey diyemeden, Damien aceleyle araya girdi.
“Parvati, Lavender, bu Harry Potter, benim ağabeyim,” diyerek onlara Harry’yi tanıttı.
İki kız da gülümseyerek Harry’ye bakıp kirpiklerini kırpıştırdı.
“Kardeşin olduğunu bilmiyordum, Damien,” dedi Lavender; Damien’la konuşuyordu ancak gözleri hâlâ Harry’deydi. “Nerelerdeydin bunca zamandır?” diye sordu, kıkırdayarak.
Harry konuşmak için ağzını açtı, ancak Damien tekrar araya girdi.
“Yurtdışındaydı, Fransa’da,” dedi. Sonra Harry’nin bakışlarını görünce ekledi. “Bir yıl kadar orada kaldı, sonra da… Barselona’ya taşındı ve oradan da… İtalya’ya. Sonrasında da şeye… İrlanda’ya.”
İki kız daha da etkilenmiş gibi görünüyordu.
“Vay be, gitmediğin yer kalmamış!” dedi Parvati, coşkuyla.
“Dün neden şölende değildin?” diye sordu Lavender.
“Canım öyle istedi,” diye ters ters cevapladı Harry.
Bir grup oğlan onlara doğru yaklaştı ve iki kızı yana iterek kendilerini Harry’ye tanıtmaya başladılar. Harry kızların heyecanla bir şeyler fısıldaştığını duyabiliyordu.
“Çok sevimli sesi var… Gözleri muhteşem… Çok tatlı!”
Harry onları duymazdan geldi; onlarla uğraşacak ne zamanı vardı ne de sabrı. ‘Aptal kızlar!’ diye tısladı içinden.
“Harry, bu Katie Bell, Quidditch takımında Kovalayıcı.” Damien tanıştırmaya devam ederken sırıtıyordu. “Bu Cormac McLaggan, Colin ve Dennis Creevey; bunlar da benim arkadaşlarım Ron Weasley, Hermione Granger…” Harry rahatsız gibi görünen Ron’a pis pis sırıttı. “…Ve bu da Gin-bir dakika, Ginny nereye gitti?” diye sordu Damien, etrafına bakıp arkadaşını ararken.
“Hızla çıkması gerekti, ilk dersi Kehanet, Astronomi Kulesi’nde,” dedi Hermione, usulca.
Damien biraz hayal kırıklığına uğramış görünüyordu, ama neşesi hızla geri gelmişti.
“Onunla öğle yemeğinde tanışırsın,” dedi Harry’ye, mutlulukla.
“Hiç de umurumda değ-“ Harry’nin sözü, arkasında belirip omzuna dokunan James tarafından yarıda kesilmişti. “İlk dersinize geç kalacaksınız,” dedi James, Gryffindor öğrencilerine gülümseyerek.
Öğrenciler, diğer öğrencilere katılarak kapılara doğru yürümeye başladılar.
Harry omzunu silkerek James’in tutuşundan kurtuldu. James ise Harry’ye ikaz edercesine bir bakış gönderdi, ama başka bir şey yapamamıştı.
“Öğle yemeğinde görüşürüz, Damy.” James, küçük oğluna kafa sallayarak gitmesi gerektiğini işaret etti.
Damien hayal kırıklığı içinde görünse de kafasıyla onayladı ve Harry’ye ışıl ışıl gülümsedi.
“İyi şanslar!” dileğini Harry’ye ileterek üçüncü sınıflara katılmak üzere yanlarından ayrıldı.
Harry gözlerini devirdi; sanki derse gitmesi için şansa ihtiyacı vardı. Sahi, hangi dersi vardı ki? Buruşmuş ders programını çıkardı ve iki ders üst üste Sihir Tarihi olduğunu gördü.
‘Mükemmel,’ diye düşündü kendi kendine. ‘Tam bir zaman kaybı!’
Koridorlar, kalabalığı yarıp sınıflarına gitmeye çalışan birinci sınıftan yedinci sınıfa kadar her türlü öğrenciyle doluydu. Harry, James’in eşliğinde koridor boyunca yürüdü. Yan tarafına baktığında, gözleri ona odaklanmış Sturgis Podmore’u gördü. Dönüp arkasına bakmasa da, diğer Yoldaşlık üyelerinin de onu izlediğini biliyordu. Harry başka tarafa baktı; aşırı derecede sinirleri bozulmuştu.
Daha beş-altı adım anca atmıştı ki, onu çok daha endişelendirecek bir şey, burnunun dibinde belirdi. Draco Malfoy koridorun tam karşısından ona doğru geliyordu. Harry’yi henüz görmemişti; her iki yanında onunla yürüyen ahmak görünümlü iki aptalla konuşmakla meşguldü. Harry, onların Crabbe ve Goyle’ın çocukları olduğunu biliyordu; Draco’nun yancılarıydılar.
Harry, gözleri ara sıra Draco’ya denk gelecek şekilde yürümeye devam etti. Sturgis arkasında kalmıştı, ama James hemen yanı başındaydı. Draco’nun ifadesinden bir şeyleri anlayacak olursa, birbirlerini tanıdıkları da ortaya çıkardı. Üstelik bu, Lucius Malfoy’un kesin olarak bir Ölüm Yiyen olduğunu kanıtlamaya yeter de artardı.
Harry yürümeye devam etti; içinden, arkadaşının gevezeliği kesip kendisine bakmasını diliyordu. Belli ki, Draco bir sebepten ötürü Goyle’ı azarlıyordu. Siniri bozulmuş ve telaşlı görünüyordu; o yüzden de, yanından hızla geçen sarışın bir kıza patladı. Kız burnundan soluyup yoluna baktı; Draco ise kızın arkasından bakakalmıştı. O da iç çekip gri gözleri yerde ilerlemeye devam etti; ancak, kafasını kaldırdığı anda direkt Harry’yi fark etti.
Harry, Draco’nun yüzünü kaplayan şaşırma ifadesini görebiliyordu. Gri gözler kısılmış, ağzı hafif açık kalmış, kaşlarıysa çatılmıştı. Harry bakışlarını kaçırmadı, ancak başını çok hafifçe oynatarak belli olmayacak bir sinyal gönderdi; yeşil gözleri uyarırcasına parlıyordu. Harry, çok doğal hareketlerle gözlerini yana kaydırdı ve başını çok hafifçe yan tarafını gösterecek şekilde eğdi. Draco da onun bakışlarını takip ederek Harry’nin yanında yürüyen Seherbaz James Potter’ı fark etti. Draco’nun gözleri tekrar Harry’ye odaklandı. Harry, kafasını olabildiğince az hareket ettirerek bu sefer diğer tarafına baktı. Draco’nun bakışları da o tarafa yönelince, merdivenlerin yanında, Harry’ye gözlerini dikmiş bakan Sturgis Podmore’un olduğunu gördü.
Draco’nun ifadesi anında eski haline döndü ve bir daha Harry’nin olduğu tarafa bakmadı. Goyle’la konuşmaya, ona talimatlar vermeye devam etti. Harry de artık onun tarafına bakmıyordu. İki oğlan da birbirinin yanından geçerken, birbirlerini tanıdıklarına dair en ufak bir şüphe dahi uyandırmadılar.
Draco kendi sınıfına gitti, Harry ise kendisininkine; ama her iki çocuk da birbirlerini tekrar görmek için yanıp tutuşuyordu.
Harry, öğle yemeği için Büyük Salon’a geçtiğinde, sabahki dersten dolayı başı hâlâ dönüyordu. Hayatında ilk defa bir sınıfta ders işlemişti. Evdeyken ya Bella’yla ya Lucius’la ya da babasıyla ders işlerdi ve onlar kesinlikle daha eğlenceliydi. Sihir Tarihi dersini veren hayalet, öğrenmeye dair bütün zevkini öldürmüştü. Derste neredeyse uyuyakalacaktı; gerçi, bunun sebebi, önceki gün rahat uyuyamamış olması da olabilirdi.
Harry, ev özlemi çekmekten kendini alıkoyamıyordu. Draco’yla konuşmayı gerçekten çok istiyordu, ama James Harry’yi gözünün önünden bir an olsun ayırmıyordu. Bugünkü tüm dersleri de, ya Ravenclaw’larlaydı ya da Hufflepuff’larla.
Harry, Büyük Salon’a girince, Slytherin masasına gizli bir bakış attı. Draco’yu hiçbir yerde görememişti. James hemen arkasında olduğu için, Harry Gryffindor masasına ilerleyerek orada bir yere oturdu. Açlık hissetmiyordu; iştahı tamamen kaçmıştı. Birkaç dakika masada oturup önündeki yemeğe boş boş baktı ve sonra da pes etti. Hiçbir şey yiyesi yoktu. Damien’ın oturduğu yerden kalkıp kendisine doğru ilerlediğini gördü. Harry ise ayağa kalkıp kapılara doğru yöneldi; genç çocuğun heyecanlı konuşmalarını dinlemeye şuan pek hevesli değildi. Çıkışa geldiğinde kapıyı çekip açarak kendini koridora attı. James’in peşinden gelmesini ve ona içeriye girmesini söylemesini bekliyordu, ama şaşırtıcı bir şekilde peşinden gelen olmadı.
Harry aceleyle koridorda ilerledi; takip edilmediğinden emin olmak için arkasına bakıyordu, ama koridorda kimse yok gibiydi. Arkasını kollayıp herhangi bir Yoldaşlık üyesi var mı diye bakarken nereye gittiğine dikkat edememişti ve aniden birine tosladı. Harry içgüdüsel davranarak, kişiyi bileğinden yakalamış, düşmesini engellemesini ve dengede durmasını sağlamıştı. Kızın soluğunu tuttuğunu duyduğunda, başını kaldırıp kızıl saçlarını fark etti; koşuyormuşçasına soluk soluğaydı. İlk başta kahverengi gözleri şokla açıldı, ardından ise öfkeyle kısıldı. Kız kolunu çekince, Harry onu bırakmak zorunda kaldı.
Ginny, ona öfkeyle bakarken, tek bir kelime dahi etmeden geçip gitti.
“Sen teşekkür nedir, bilmez misin?” dedi Harry.
Ginny durdu ve dönüp dik dik Harry’ye baktı.
“Ne dedin?”
“Seni kurtardım,” diye yanıtladı Harry. “Az önce düşmekten, yani,” dedi, kızın yüz renginin normale dönüşünü izlerken. “En azından bir teşekkür edebilirsin,” diyerek pis pis sırıttı.
Ginny, ona hiçbir söylemeden çekip gitmek ile ona önüne bakmasını söylemek arasında gidip geliyordu.
“Nereye gittiğine dikkat ediyor olsaydın, bana çarpmazdın!” diye patladı Ginny.
“Sen de nereye gittiğine dikkat etmiyordun ki,” diye belirtti Harry.
Ginny ona iğrenmişcesine baktı.
“Öyle olsa bile, sana teşekkür edecek değilim!” dedi, sesini alçaltarak.
Harry şaşırmış görünüyordu.
“Gerçekten mi? Neden?” diye sordu.
Ginny’nin gözleri öfkeyle büyüdü.
“Sen benim kafama bıçak fırlattın!” diye tısladı.
“Kafanın üzerinden bıçak fırlattım,” diyerek onu düzeltti Harry. “İnan bana, ikisi arasında fark var.”
Ginny kızgınlıkla Harry’ye bir adım yaklaştı.
“Sen korkunç şeyler yapmak dışında, başka hiçbir şey yapmayan korkunç bir insansın!” dedi, öfkeyle titreyerek. “Veritaserum içmiş olsan bile, sana inanmam!”
Ginny gitmek için döndü ve Harry aniden arkasından ona seslendi.
“Biliyor musun?” dedi, Ginny’nin durup da onunla yüz yüze gelmesine sebep olarak. “Özür dilerim.”
Ginny şaşırmıştı: “Ne için?”
“Özür dilerim, bıçağı üç santim daha aşağı hedef almadığım için.”
Harry arkasını döndü ve pis pis sırıtarak oradan uzaklaştı; arkasında neye uğradığını şaşırmış ve öfkeyle kuduran bir Ginny Weasley bırakmıştı.
Harry’nin özgürlüğü pek uzun sürmemişti. Ginny’den kurtulduğu gibi, James ona yetişmiş ve Büyük Salon’a gitmesi için onu zorlamıştı. Herkes öğleden sonraki derslerine gitmek için ayaklanmadan önce, Harry’nin öğle yemeğine bir beş dakika daha katlanması gerekmişti.
Harry’nin bir sonraki dersi, Biçim Değiştirme’ydi ve canı sıkkın bir şekilde sınıfa doğru yürümeye başladı. James ise yanında onunla birlikte yürüyor, Biçim Değiştirme’de ne kadar iyi olduğu konusunda gevezelik ediyordu, ama Harry onu duymuyordu bile. Tam bu sırada, kalabalığın arasından ona doğru gelmekte olan sarışın çocuğu fark etti. Harry, Draco’nun yine ona doğru gelmekte olduğunu gördü ve onu gözleyen Yoldaşlık üyelerini şüphelendirmek istemediği için ise bakışlarını yere indirdi.
Birdenbire birisi ona sert bir şekilde çarptı.
“Nereye gittiğine baksana!” diye hırladı Draco; kaşlarını çatarken oldukça iyi numara yapıyordu.
Harry de karşılığında ters ters baktı.
“Bana çarpan sendin!”
James hemen yanı başındaydı ve birkaç öğrenci de iki çocuğun tartışmasını durup izlemeye başlamıştı.
“Sırf burada yenisin diye, burası tapulu malınmış gibi dolaşamazsın!” diye bağırdı Draco.
“Bu kadarı yeterli, Mr Malfoy.” James, Draco’yu susturmak için elini kaldırmıştı. “Lütfen, sınıfınıza gidin.”
Draco, James’e pis pis baktıktan sonra, yeniden Harry’ye döndü. Ona son bir kızgın bakış daha attıktan sonra, onu her zaman takip eden bir grup Slytherin’i de peşine takarak oradan ayrıldı.
“İyi misin?” diye sordu James Harry’ye, ilgiyle.
Harry ona sinirli bir bakış attı.
“Defol başımdan, tamam mı?” diye tısladı ve James’i arkasında bırakarak yürüyüp gitti.
Harry sınıfa girer girmez, cüppesine uzanıp Draco’nun ‘yanlışlıkla’ ona çarptığında cebine attığı notu çıkardı. Elini sıranın altına koyup çaktırmadan ufak parşömen parçasını açtı.
“Saat 8’de, kütüphanede!”
Harry ufak parşömen parçasını avucunda top haline getirdi ve elini yanağına götürüp düşünüyormuş gibi yaptı. Biçim Değiştirme Profesör’ü gelip dersi başlatmadan hemen önce ise, avucundaki parşömeni gizlice ağzına götürüp notu yuttu.
* * *
Çeviren: Dilara Uysal