Karanlık Prens – İçimdeki Karanlık #22: Hogwarts’a Hoş Geldiniz!

Karanlık Prens - İçimdeki Karanlık #22: Hogwarts'a Hoş Geldiniz!

GİRİŞ İÇİN TIKLAYIN.

20. BÖLÜM [Kısım 1]

20. BÖLÜM [Kısım 2]

21. BÖLÜM

Lord Voldemort’un o karanlık gece, Harry Potter‘ı kaçırıp öldüremeyince kendi oğlu gibi büyütmeye karar verdiği alternatif bir hayran hikâyesine ne dersiniz?
Karanlık Prens” serisini, Safina Mazhar‘ın kaleminden ve yazarın gözden geçirdiği yeni versiyon üzerinden taze bir çeviriyle sizlerle buluşturuyoruz. Karşınızda İçimdeki Karanlık cildinin yirmi ikinci bölümü!

bölüm 22

Hogwarts’a Hoş Geldiniz!


Eylül ayının ilk günü, hava kasvetli ve yağmurluydu. Bugün James’i oldukça koşuşturmalı bir gün bekliyordu; Damien’a King’s Cross İstasyonu’na kadar eşlik edip onu Hogwarts Express’ine bindirecek, ardından ise karargâha dönüp Harry’yi Hogwarts’a bizzat kendisi götürecekti.

“Harry Hogwarts Express’i ile gelmiyor mu?” diye sordu Damien, hayal kırıklığı içerisinde. “İyi de neden?”

“Trene binmesi güvenli değil,” diye cevapladı Lily, Damien’ın gerekli her şeyini aldığından emin olmak için sandığını kontrol ederken.

“Güvenli mi değil?” diye sordu Damien, suratı asılmış bir halde. “Ne yapacağını zannediyorsunuz? Hareket halindeki bir trenden aşağı atlayacağını mı?”

“Bu, Harry için hiç de şaşırtıcı olmazdı,” diye onayladı Lily, istemsizce.

Damien burnundan solusa da konuyu daha fazla uzatmadı. Nasıl olsa, birkaç saat sonra Harry ile Hogwarts’ta birlikte olacaktı.

James, Lily ve Damien arabaya atlayıp King’s Cross’a doğru yola koyuldular; James hayatında ilk kez bir Muggle arabası gördüğünde hem şaşırmış hem de heyecanlanmıştı. Lily’nin verdiği sayısız dersten sonra araba kullanmayı öğrenmiş, Muggle sürücü sınavından geçmişti. Ne zaman ailesiyle bir yere gitmesi gerekse, James arabayla gitmeyi tercih ediyordu ve bu, şimdi, Londra’daki King’s Cross İstasyonu için de geçerliydi.

King’s Cross’a vardıklarında, her zaman görmeye alışkın oldukları manzarayla karşılaştılar; çocukların bazıları kırmızı trenin etrafında heyecanla koşuştururken, bazıları da son dakikalarını, gözü yaşlı ebeveynlerine sarılıp vedalaşarak geçiriyordu. Etrafı kızıl saçlı çocuklarıyla çevrili olan Molly’yi gördüler; çocuklar annelerini kucaklıyor, ağır sandıklarını trene yüklüyorlardı. Damien hızla onlara doğru koşmaya başladı.

“Damy!” Siyah saçlı çocuğu gören Ginny ona gülümseyerek seslenmişti. Ona doğru koşarak onu hızla kucakladı. “Nerelerdeydin? Seni şömineden kaç kez aradığım halde cevap vermedin,” diyerek serzenişte bulundu.

“Cezalıydım,” dedi Damien.

“Aa ne yaptın ki?” diye sordu Ron, ona.

Damien, annesiyle babasına kaçamak bir bakış attı; Molly ile konuşmakla meşgul olduklarını gördükten sonra başını çevirip Ron ve Ginny’ye döndü.

“Babamın Görünmezlik Pelerini’nin altına saklanıp Harry’yi görmek için karargâha gittim,” dedi.

Ron ve Ginny’nin rengi atmış, gözleri şokla büyümüştü.

“Ne yaptın?” diye tısladı Ginny, gözleri kısılmış bir halde. “Aklını mı kaçırdın?”

“Deli misin sen?” dedi Ron.

“Ne?” diye sordu Damien; yüzlerindeki şok ifadesine şaşırmıştı. “Ağabeyimi görmek istememin nesi yanlış?”

Ginny bir adım geri çekildi;  dudakları ince bir çizgi halini almıştı.

“O tehlikeli biri,” diye sessizce uyardı. “Canını yakabilir ya da Fred ile George’a yaptığı gibi, kaçmak için seni kullanabilirdi!”

“Gerçekten yaralanabilirdin, ahbap!” diyerek onu azarladı Ron.

Damien söyledikleri hiçbir şeyi umursamadı.

“O benim ağabeyim,” diye belirtti. “Canımı yakmayacağını biliyordum.”

“Nasıl o kadar emin olabiliyorsun?” diye sordu Ron.

“Fred ile George’a bir şey yaptı mı?” diye sordu Damien. “Yapmadı, işte!” Gözleri, iki Weasley kardeşin arasında gidip geliyordu. “Onunla buluşmayı da konuşmayı da başardım; şimdi ise her şeye rağmen buradayım, tek parça halinde!” Yüzlerindeki şok ifadesine karşı sırıttı.

“Onunla konuştun mu?” diye sordu Ron.

“Ne dedi?” diye sordu Ginny, merakla.

Damien omuz silkti.

“Pek bir şey değil; bana sıkça bağırıp defolup gitmemi söyledi.”

Ron ve Ginny birbirlerine usanmış bir bakış attılar.

“Damy…!” diye başladı Ginny.

“Bakın, aşmamız gereken bazı sorunlarımız var,” diye kabul ettiğini belirtti Damien, “ama hangi ailenin yok ki?”

Ron kızgınlıkla homurdandı.

“Sen kesinlikle delisin!” dedi.

Damien gülümsedi.

“Harry de böyle söyledi.”

“Peki,” dedi Ron, merak içinde genç çocuğa bakarak, “nasıl biri?”

Damien, sandığını trene yüklerken gülümsedi.

“Bunu bizzat kendin göreceksin,” dedi. “Çünkü Hogwarts’a geliyor.”

* * *

James, Damien ile Lily’nin King’s Cross İstasyonu’ndan ayrıldıklarından emin olduktan sonra, öğlen saat iki gibi karargâha geri döndü. Yorgun argın bir halde, Grimmauld Meydanı’na girdi.

“Şimdiden bezdin mi?” diye sordu Remus.

James başını iki yana salladı.

“Lily,” dedi. “Onu kelimenin tam anlamıyla trene zorla itmek zorunda kaldım. Gitmek istemedi; benimle ve Harry ile olmak istediğini söyledi. Beni canımdan bezdirdi, yani,” diye söylendi, kendini bir koltuğa bırakırken.

Remus başını sallayarak anladığını belirtti.

“Lily’nin bu plandan memnun kalacağını beklemiyordum zaten,” diye onayladı. “Ama anlaması gerek. Her zaman yaptığı gibi, trenle gitmesi gerekirdi.”

James başıyla onayladı.

“Öyle yaptı, en sonunda,” dedi.

Remus ve James sessizliğe gömüldüler.

“Harry’le ne zaman gidiyorsunuz?” diye sordu Remus.

“Saat beşten önce değil,” diye cevapladı James. “Dumbledore, ofisindeki şömineyi bizim için açacak. Doğrudan oraya gideceğiz.”

“Onsuz burası tuhaf olacak,” dedi Remus, usulca. “Karargâhta tuttuğum nöbetlere neredeyse alışmıştım.”

James gözlerini devirdi.

“Ne kadar tatlısın, Aylak!”

Remus kıkırdadı.

“Ne demek istediğimi biliyorsun,” dedi. “Onun varlığının ne kadar özleneceğinden bahsediyorum.”

James iç çekti.

“Evet, Yoldaşlık’ın geri kalanı onun gidişinden memnun olacak,” dedi. “Harry karargâhtan ayrıldığı anda, Dumbledore kilit büyüsünün kalkacağını söyledi.”

“Oh, Tanrıya şükür!” dedi Tonks; mutfağa geçerken James’in sözlerine kulak misafiri olmuştu. “Devirip kırdığım her parçayı, Muggle usulü onarmaya çalışmaktan bıktım usandım!” Başını iki yana salladı. “Dün tamı tamına üç tane vazo kırdım; her bir parçasını topladım ki, kilit büyüsü kalkar kalkmaz düzeltebileyim.”

James ona yorgunlukla gülümsedi. Onu suçlayamazdı; karargâhın içinde Muggle usulü yaşamak, onun için de zordu.

* * *

Zaman o kadar hızlı geçmişti ki, James bir anda kendini Hogwarts’a gitmeye hazırlanırken bulmuştu.

“Sandığın nerede?” diye sordu Sirius; diğerleri ile birlikte holde bekliyordu.

“Böylesi daha kolay olur diye, Lily ile gönderdim,” diye cevap verdi James.

Sirius tam konuşmak üzereydi ki, merdivenden sesler geldiğini duydu. James, Sturgis ile Kingsley’nin Harry ile birlikte merdivenlerden indiklerini gördü; Harry’nin sandığı arkalarından sürükleniyordu.

“Ne yapıyorlar?” diye sordu James. “Daha bir saatimiz var.”

Kingsley ve Sturgis, Harry’yi, son zamanlarda onunla konuşma odası haline getirdiklerini küçük odaya soktular; kapının kapanmasıyla, Harry’nin sandığı kapının önüne yere bırakıldı. James ile Sirius birbirlerine baktıktan sonra odaya yöneldiler. İkisi de odaya girince, Moody’nin içeride onları beklediğini gördüler.

“Ne yapıyorsun?” diye sordu James, Seherbaz’a.

“Hogwarts’a gitmeden önce, kısa bir konuşma yapalım istedim,” diye cevapladı Moody, her zamanki ses tonuyla.

James, Harry’nin, her iki yanında Sturgis ve Kingsley ile masada oturduğunu gördü.

“Ne tür bir konuşma?” diye sordu James, kısaca. Moody’nin, Harry’ye Veritaserum içirmeye çalıştığını ve onu yemeğine iksir koymakla nasıl tehdit ettiğini hâlâ unutmuş değildi. Tüm bunlar, paranoyak Seherbaz’a çabuk sinirlenmesine yetecek sebeplerdi.

“Yüksek ihtimalle, buradaki hiç kimsenin yapmayı düşünemediği bir konuşma!” diye aksi aksi homurdandı Moody. Kapıda duran James ile Sirius’u görmezden gelip Harry’ye döndü.

“Bu senin son şansın!” dedi Moody, nefret dolu bir tıslamayla. “Seni Hogwarts’a göndermeden önce, bilmemiz gereken bir şey var mı?”

Harry, Seherbaz’ın birbirine uymayan gözlerine sakin sakin baktı.

“Bilmeniz gereken çok şey var,” diye cevap verdi Harry. “Ama bu, sana söyleyeceğim anlamına gelmiyor.”

Moody, Harry’ye doğru daha da eğildi.

“O okuldaki çocuklar, senin gerçek kimliğinden bihaber,” diye çıkıştı. “Ama belki de, aralarından bazıları senin kim olduğunu biliyordur,” diye ekledi, “pislik Ölüm Yiyen’lerin çocukları gibi, mesela?”

Harry pis pis güldü.

“Vay be, sen ne tür bir aptalsın?” diye sordu. “Bu zamana kadar, Ölüm Yiyen’ler benim varlığımdan bile habersizdi; çocukları beni nereden bilsin?”

Moody, Harry’yi duymamış gibi yaptı.

“Slytherin binasında bulunan çocukların hepsi değilse bile, yarısından fazlasının babalarının Ölüm Yiyen olduklarına bahse girerim,” dedi. “Senin Karanlık Prens olduğunu kimler biliyor? Küçük Nott? Crabbe? Goyle?”

“Kim?” diye sordu Harry, tanımıyormuş gibi bir ifadeyle bakarak.

Moody aniden elini masaya vurdu; küt diye bir ses tüm odada yankılandı.

“Bu iş burada bitti sanma!” diye tısladı; yüzü, Harry’nin zümrüt yeşili gözlerinde kendi yansımasını görecek kadar yakındı. “Onları saklayamazsın! Voldemort’la ilgili bildiğin her bir detayı senden almadan önce, tüm o Ölüm Yiyen’lerin isimlerini de senden teker teker söküp alacağım!”

Yeşil gözler kısıldı ve Harry’nin sıkılmış ifadesi, yerini kızgın bakışlara bıraktı. Moody omzunda bir el hissetti ve yerinde doğrulup arkasında duran James’e döndü.

“Bence bu kadarı yeter!” dedi James; en az Harry kadar kızgın görünüyordu. Başını Harry’ye çevirdi. “Gidelim.”

Harry, gözleri tehlikeli bir şekilde Moody’ye kitlenmiş halde ayağa kalktı.

James ile Sirius da, Harry ile birlikte çıkmaya koyuldular.

“Okul, Seherbaz’larla sarılı olacak!” diye bağırdı Moody, Harry’nin arkasından. “Ruh Emici’ler, okulun hemen dışında bekliyor olacak! Sınırı aştığın anda, işin biter!”

Harry arkasına bakmadı, ama Moody’nin sözleri onu etkilemişti. Seherbaz’lar ile Ruh Emici’lerin onun için orada olacaklarını zaten biliyordu, ama Moody gibi birinden bunu duymak, onun kendini çok daha rencide edilmiş hissetmesine sebep olmuştu.

* * *

Harry, şömineden dışarı adımını attığı anda kendini Dumbledore’un ofisinde buldu. Ondan önce, yeşil alevlerin içerisinden çıkan Kingsley ile Moody de, Harry’nin onlara tek bir sebep vermesi durumunda, ellerinde asaları ile atağa geçmeye hazır bir şekilde bekliyorlardı. Harry her ikisini de görmezden geldi. Arkalarındaki alevler tekrar yeşile döndüğünde James de onlara katılmıştı.

Harry, cüppesinin üzerindeki külleri temizledi ve ofise göz gezdirmeye koyuldu. Duvarlar boyunca asılı duran eski müdürlerin portrelerine bakmaktan kendini alamıyordu. Akşamın erken bir saati olmasına rağmen, portrelerin çoğu uyuyormuş numarası yapıyordu.

Harry, odadaki iki adamı umursamayıp Müdür’ün masasına bir adım yaklaştı; masanın üzerinde darmadağınık duran tuhaf görünümlü gümüş aletlere gözlerini dikmiş bakıyordu. Mürekkep şişesinin yanında bir tas olduğunu fark etti; tasın içi şekerle dolu gibi görünüyordu. Harry inledi. ‘Gerçekten de şeker mi?’ diye düşündü kendi kendine; bunu oldukça gülünç bulmuştu.

“Bir tane almak ister misin?”

Harry, Dumbledore’un sesini duymasıyla yerinde döndü. Müdür’ü, üzerinde sarı yıldızların olduğu, uzun mavi cüppesiyle ve ona uygun şapkasıyla kapıda dikilirken gördü. Bu kadar tuhaf bir kombini bir arada daha önce hiç görmemişti.

“Hayır, teşekkürler; on altı yaşındayım, altı değil!” diye ters ters cevapladı Harry.

Dumbledore gülümsedi ve masasına doğru ağır ağır yürüdü.

“Emin misin? Fevkalade lezzetlidirler. Limon topları; sanırım onlara böyle deniyor.”

Gümüş sakallı büyücü kıkırdarken, Harry tiksindiğini belirten bir bakış attı. Dumbledore sandalyesine oturdu ve Harry ile James’e de oturmalarını işaret etti. Harry oturmayı reddetti.

“Teşekkür ederim, Kingsley, Alastor.” Dumbledore, başının kibar bir hareketiyle Seherbaz’lara işlerinin bittiğini bildirdi. İki adam da başıyla onaylayıp kapıya doğru yöneldiler; Moody, odadan çıkmadan önce, Kingsley’nin arkasında kalarak Harry’ye son bir bakış atmaktan geri kalmadı.

“Hogwarts’a hoş geldin, Harry,” dedi Dumbledore, neşeyle. “Durumun talihsizliğinin de, senin buraya zorla getirildiğini hissettiğinin de farkındayım; ancak, seni temin ederim ki, Harry, zamanla okulu seveceksin.” Dumbledore’un, son sözlerini söylerken kullandığı ses tonundan bununla gurur duyduğu anlaşılıyordu.

“Boşuna nefesini tüketme,” diye karşılık verdi Harry. “Aslında, sözümü geri alıyorum; nefesini boşuna tüketebilirsin.”

Dumbledore, Harry sanki komik bir şaka yapmış gibi, eğlenerek güldü.

“Ayrıca, unutmadan önce, belirtmem gereken birkaç şey var,” dedi. “Yaptıklarından dolayı, Fred ve George Weasley senin kim olduğunu öğrendiler. Onların bu bilgiyi kendilerine saklamaya pek de gönüllü olmayacaklarını düşündüm. O yüzden de, onlara, Hogwarts’ta okuyan kardeşlerine seni anlatmalarında bir sakınca olmadığını söyledim. Böylelikle, kardeşin Damien Potter’ı da katarsak, toplamda beş kişi senin bir zamanlar Karanlık Prens olduğunu biliyor olacak.”

“İstediğin kadar geçmiş zamandaymış gibi konuşabilirsin,” dedi Harry. “Bu, benim kim olduğumu değiştirmez. Ben daima Karanlık Prens olarak kalacağım.”

Dumbledore gülümsedi.

“Gelecek de, en az hayatın kendisi kadar belirsizdir,” dedi. “Hepimizin geleceğimizi değiştirme gücü vardır. Sen de seninkini değiştirmek istemez misin?”

Harry pis pis sırıttı.

“Neden değiştirmek isteyeyim ki?” diye sordu.

James ikisinin tam ortasında oturuyor, olduğu yerde kıpırdanıyordu. Anlaşılan, Kingsley ve Moody ile gitmiş olsaydı, yokluğu kimse tarafından fark edilmeyecekti.

“Nedenini öğreneceksin,” diyerek gülümsedi Dumbledore, kendine güvenli bir tonla. “Şimdi, gelelim okul kurallarına. Sana verilen tüm derslere katılmakla yükümlüsün. Ders programını bizzat Profesör McGonagall hazırladı. Ödevlerin için elinden geleni yapmalı, ödevlerini zamanında teslim etmelisin.” Önünde duran çocuğun git gide sinirlendiğini fark etti. “Diğer öğrencilerin sahip olduğu tüm ayrıcalıklara sen de sahipsin, bununla birlikte tüm yasaklara da,” diye ekledi. “Hogwarts’ın bulunduğu araziden çıkman yasak; özellikle, adının aksine, her yıl çok sayıda ziyaretçisinin bulunduğu Yasak Orman da buna dâhil.” Dumbledore, yerinde huzursuzca kıpırdanan James’e baktı; James bu sefer mahcubiyetinden yerinde duramamıştı; çünkü Hogwarts’ta, kendi zamanında, yasak olduğu halde, ormanı ziyaret edenlerden birisi de kendisiydi. “Şimdi, benimle aşağı kata gelebilirsin. Okula, senin kişisel sebeplerle bunca zaman ailenden uzak yaşadığını ve şimdiyse evine dönmüş olduğunu açıklayacağım,” dedi Dumbledore, dikkatini yeniden Harry’ye vererek. “İyi bir ziyafet çektikten sonra ise diğer sınıf arkadaşlarınla birlikte kalacağın yatakhaneye götürüleceksin.”

“Birlikte kalmak mı?” diye sordu Harry, buz gibi bir sesle. “Ben kimseyle birlikte kalmam, Dumbledore!” diyerek karşı çıktı.

“O zaman, artık öğreneceksin,” diye cevapladı Dumbledore, gözlerinde bir ışıltıyla. “Şimdi, ikiniz de bana katılırsanız, sanırım Büyük Salon’a gitme zamanı.”

Dumbledore sandalyesinden doğrulurken James de yerinden kalktı. Harry ise olduğu yerde duruyordu.

“Hadi gidelim, Harry, ziyafeti kaçırmak istemezsin. Bir hayli görkemlidir,” diyerek Dumbledore Harry’ye gelmesini işaret etti.

“Aç değilim; o yüzden bana yeni hücremi gösterirseniz, doğrudan oraya gideceğim,” diye soğuk soğuk cevap verdi Harry.

James Harry’ye bakarken, kalbi göğsünde fena halde sıkışıyordu.

“Tüm gün doğru düzgün bir şey yemedin,” dedi James. “Bence en azından, uyumadan önce, bir şeyler atıştırmalısın.”

“Senin fikrini sorduğumu kim söyledi?” diye çıkıştı Harry.

“Harry,” diye başladı James, sabrı taşmış bir halde. “Mantıklı ol. Öfkeni yemek yemeyerek çıkaramazsın. Canı yanan yalnızca sen olursun.”

“İyi de, sana ne bundan?” diye sordu Harry. “Kendi işine bak!”

“Pekâlâ, tamam!” diyerek pes etti James. Dumbledore’a döndü. “Onu nereye yerleştiriyorsun?” diye sordu.

“Neresi olacak? Gryffindor, tabii ki,” diye cevapladı Dumbledore.

Harry, Hogwarts hakkında pek bir şey bilmiyordu, ancak bir keresinde Draco ona Seçmen Şapka’dan ve onun her yeni öğrenciyi dört binadan birine yerleştirdiğinden bahsetmişti. Ama anlaşılan, Şapka onun için bir seçim yapmayacaktı.

“Sorun ne?” diye sordu Harry Dumbledore’a, soğuk soğuk. “Seçmen Şapka’nın beni yerleştireceği binadan mı korkuyorsun?” Omuzlarını dikleştirdi. “Benim o binaya ait olmadığımı sen de en az benim kadar iyi biliyorsun.”

“Hayır, Harry, Gryffindor binası, senin gerçek atalarının mirası; yani, senin sahiden ait olduğun yer,” diye açıkladı Dumbledore, sakince.

“Ben Slytherin’in vârisiyim,” dedi Harry, gururla. “Slytherin’de olmam gerekir.”

Dumbledore bir anlığına Harry’nin sözlerinden etkilenmiş gibi göründü. Bir müddet Harry’yi süzdükten sonra, gözlerinde yeniden bir pırıltı belirdi.

“Sen Gryffindor’un vârisisin, Harry.”

Harry kollarını göğsünde birleştirip Dumbledore’a öldüresi bakışlar attı. Müdür sakince yerinde dönüp James’e, Gryffindor ortak salonunun şifresini ve Harry’yi hangi yatakhaneye götüreceğinin bilgisini verdi.

Harry kapıya doğru yürüdü, ama odadan çıkmadan önce o gün son bir kez Dumbledore’a dönüp seslendi.

“Beni istediğin binaya koyabilirsin, Dumbledore; ama ben tepeden tırnağa bir Slytherin olacağım.”

Dumbledore belli belirsiz gülümsedi.

“İyi geceler, Harry.”

* * *

James, vakit kaybetmeden, Harry’nin Müdür’ün odasından çıkmasına önderlik etti ve birlikte Gryffindor ortak salonuna doğru yol aldılar. Harry, sinirden köpürmüş bir halde, sessiz sessiz onunla birlikte yürüyordu. Etrafını incelememek için kendini tutuyordu. Hogwarts’tan azıcık bile olsa zevk aldığının görünmesini istemiyordu. Çok geçmeden, Harry, kendini, pembe fırfırlı bir elbise giymiş, çok şişman bir leydinin devasa portresine bakarken buldu. Harry portreye iğrenerek bakarken yüzünü buruşturdu.

James şifreyi söyledi: ‘Gryffindor Gururu’. Portrenin kayarcasına açılmasıyla ortaya çıkan delikten içeri girdiler. Harry, baştan sona kırmızı ve altın renklerle bezeli odaya girdi. Ortak salonu incelemesi biraz zamanını aldı: büyük bir şömineyle birlikte, rahat görünen sandalyeler ile koltuklar ve duvara dayanmış kitap rafları vardı. Harry’nin düşündüğü kadar kötü değildi. Ama yine de, Gryffindor’a ait bir şeyi övecek değildi; bunun üzerine, ifadesini değiştirip yüzüne tiksinmiş gibi bir ifade yerleştirdi.

James ise, ortak salona yüzünde büyük bir heyecanla bakıyordu.

“Tanrım, bu yeri nasıl da özlemişim,” diye mırıldandı, usulca.

Harry bir şey söylemedi, ama kafasında, Gryffindor binasından nefret etme sebeplerine bir yenisini daha ekledi.

Harry sarmal merdivene doğru yöneldi. Erkeklerin yatakhanesine girdi ve kendini en yakın odalardan birinde buldu. Etraflarında posterler asılı dört, beş yatağın bulunduğu büyük odaya adımını attı. Harry’nin sandığı çoktan odaya getirilmiş, pencereye en yakın yatağın kenarına konmuştu. Harry, James’e bakmak için yerinde döndü.

“Burası mı? Ben burada mı kalacağım, yani? Bu oda çok küçük! Üstelik bu odayı dört kadar çocukla da paylaşmam mı gerekecek? Siz bana ne yapmaya çalışıyorsunuz?”

James, ağzından kaçan kahkahaya engel olamadı. Bir an için, Harry, özel alanını başkalarıyla paylaşmaktan şikâyet eden normal bir çocuk gibi görünmüştü.

“Üzgünüm, Harry, yapabileceğim bir şey yok,” dedi, Harry ona tehlikeli bakışlar atarken. “Bak, oda küçük değil ve sen de burada sadece uyuyacaksın. Zamanının büyük bir kısmında sınıflarda olacak, sana kalan boş zamanlarını ise ortak salonda geçireceksin.”

James Harry’ye ulaşmak için can atıyordu. Çocuk, suratı asık bu haliyle gözüne oldukça sevimli görünüyordu. Harry’nin gözlerine inen asi siyah saçlarını geriye almak ve o mükemmel zümrüt yeşili gözlerine uzun uzun bakmak istedi. Aniden, oğluna sarılmak için içinde çok yoğun bir dürtü hissetti; Harry bebekken olduğu gibi, onu rahatlatmak istiyordu. Ancak, böyle bir şey yapmaya kalkışırsa, Harry’yi sinirlendirmekten başka bir şey yapmamış olacağını biliyordu; o yüzden, elini onun omzuna koymakla yetindi. Ona dokunur dokunmaz ise, Harry hızla yerinden fırlayıp yatağa doğru giderek ondan uzaklaştı.

James, eli aşağı düşerken iç çekti; kalp kırgınlığı tüm yüreğini dağlıyordu. Konuşurken hayal kırıklığını belli etmemeye gayret etti.

“Akşam yemeği yemek istemediğinden emin misin? Gerçekten bir şeyler yemen gerekir,” diye sorarak şansını tekrar denedi.

Harry, cevap olarak, James’ten daha da uzaklaşıp yatağına doğru yürüdü. James, bu savaşı daha fazla kazanamayacağını anlayarak vazgeçti ve kapıya yöneldi; çıkmadan önce son bir kez geriye baktı.

“İyi geceler, Harry,” diye mırıldandı, usulca.

Harry, James’in iyi geceler dileğini duydu, ama tüm Potter’ların varlığını reddettiği gibi, bunu da duymazdan geldi. Yüksek sesle iç çekerek eğilip sandığını çekti. Lily’nin onun için hazırlayıp koyduğu pijamaları çıkardı. Mavi çizgili pijamaya yüzünde bir iğrenmeyle baksa da, pijamayı üzerine geçirdi.

Pencereye yürüyerek karanlık gökyüzüne baktı. Önünde boylu boyunca uzanmış dev Hogwarts arazisini görebiliyordu. Pencerenin bir tanesinden boynunu uzatarak pencereye yaslandı ve yalnızca bir kısmını görebildiği devasa bir gölün olduğunu fark etti. Yasak Orman’ın sık ağaçlarının görüntüsü, bu mesafeden seçilebiliyordu. Bu ormanla ilgili Draco’dan türlü türlü hikâyeler duymuştu; bir Hipogrif’in korkunç saldırısına uğraması gibi…

Draco’dan bu okulla ilgili onca hikâye duyduğu yıllar içinde, Harry’nin Hogwarts’a olan merakı git gide artmıştı. Okulun nasıl bir yer olduğunu hep görmek istemişti; tıpkı Draco’nun söylediği gibi bir yer miydi? Babası da, Hogwarts’tan birçok kez bahsetmişti ve her bahsedişinde, sesinde –başka hiçbir şey için göstermeyeceği– bir hayranlık belirtisi olduğunu sezerdi. Böylelikle, Hogwarts’ın özel bir yer olduğu sonucuna varmıştı. Ancak, sonunda, Harry okulu bu şekilde göreceğini, buraya tutsak olarak Dumbledore’un zoruyla getirileceğini hayal dahi etmemişti, elbet.

Harry pencereden geri çekilip gözlerini ovuşturdu. Dumbledore’u düşünmeye devam ederse, bir şeyleri kırıp dökecekti. Kendini yatağa girmeye zorladı ve biraz uyumaya çalışmak için yatağın perdelerini çekip kapattı. Zorla Gryffindor’a konduğu için kendini aşağılanmış hissetmemeye çalışıyordu. Gerçek şu ki, Seçmen Şapka’nın onu Slytherin’e yerleştirmesini ummuştu. En azından, orada Draco ile birlikte olurdu.

Harry bir Slytherin değil de, bir Gryffindor olduğunu aklına getirdiğinde, sinirden yine midesine kramplar girmişti. Harry, Potter’ların Gryffindor’un soyundan geldiğini biliyordu; fakat bu, bunu kabul edeceği anlamına gelmiyordu. Harry, tıpkı babası gibi, safkan bir Slytherin olmak istemişti, ama Lord Voldemort Harry’ye diğer soyunu hatırlatıp her zaman onunla dalga geçerdi. Harry ne zaman aptalca bir şey yapsa, babası hemen ona takılıp söylemekten en zevk aldığı şeyi söylerdi: ‘tam bir Gryffindor gibi davrandın’.

Harry, kendini daha fazla babasını düşünmemeye zorladı; onu bir daha göremeyecek olma ihtimalini düşünmek istemiyordu. Boynunda duran ve aynı zamanda babasının Hortkuluk’larından biri olan kolyeye uzanıp onu eliyle sımsıkı kavradı. Ona dönmenin bir yolunu mutlaka bulacaktı, ucunda kendi ölümü olsa bile…

Açlıktan midesinin guruldadığını duyduğunda, düşünceleri bölündü. Rahat bir pozisyon alıp uyumak gayretiyle yana döndü. Boş bir mideyle uzun süreli uyumaya çalışmanın pek mümkün olmadığını kendi deneyimlerinden biliyordu. Ancak, gururu yiyecek bir şeyler istemekten onu alıkoyuyordu.

‘Gryffindor gururuma lanet olsun!’ diye düşündü, içler acısı bir halde.

* * *

Beş Bakanlık çalışanı daha takip edilmiş, işkence görmüş ve öldürülmüştü; ancak, Voldemort’un elinde hâlâ Harry’yi bulmak için en ufak bir ipucu bile yoktu. Karanlık Lord odasında durmuş, Ölüm Yiyen’lerin sürükleyerek getirdiği Bakanlık çalışanlarının ölü bedenlerine kırmızı gözlerini kısmış, bakıyordu.

Öfkeyle burnundan soludu. Doğru olmayan bir şeyler vardı. Harry’nin tutulduğu yer, bu denli gizli bir yer olamazdı. Her yerde adamları vardı ve casusları Bakanlık’ın her bir noktasına dağılmış haldeydi; yine de, Harry’nin nerede tutulduğuna dair tek bir iz dahi yoktu.

Ölüm Yiyen’lerin sonuncusu da yerlere kadar eğilerek selam verip çıktıktan sonra, Voldemort odada yalnız kaldı. Sessizlik içinde, oğlunun iyi olup olmadığını merak ederek zihnini odaklamaya çalıştı. Nasıl bir durumdaydı şimdi? Kimse canını yakmaya cüret etmiş miydi? Karanlık Prens’in canını yakmaya kalkacak kadar aptal birileri olabilir miydi? Voldemort, sessiz düşüncelerine gömülmüş halde başını iki yana salladı. Onun Harry’si güçlü, kurnaz ve kendini her türlü zarardan koruyacak kadar aklı başındaydı. Ancak, Voldemort, diğer taraftan, Harry’nin bazen ne kadar inatçı olabildiğini de biliyordu. Harry’nin ne kadar telaşlı ve sinirli olabildiğini de, bir işi eline yüzüne bulaştırdığı zamanlarda ise ani tepkiler vererek canını yakacak eylemlerde bulunabileceğini de biliyordu. Kendini rahatlatmak için hep söylediği şeyi tekrar ederek tüm bu kötü düşüncelerden sıyrılmaya çalıştı; Harry’yi bulacak ve onu tek parça halinde güvenli bir şekilde evine getirecekti.

Ardı ardına gelen kapı vurulma sesi ile Voldemort elinin bir hareketiyle odasının kapılarını açtı. Snape hızlı adımlarla odaya girerek tek dizinin üzerine çömeldi.

“Lord’um! Karanlık Prens ile ilgili haberlerim var!”

Voldemort, anında, önünde diz çökmüş adama doğru yöneldi.

“Ayağa kalk!” diye tısladı, soğuk bir sesle. “Ne öğrendin?”

Snape ayağa kalktı; ifadesi boş bakıyordu, zihni ise tamamen kapalıydı; ama bunu kendisine yaptıran Dumbledore’a içten içe lanetler okuyordu.

“Efendim, Dumbledore okul çalışanlarına bir toplantı çağrısı yolladı. Bakan ile bizzat özel bir görüşme yaptığını söyledi. Görünüşe göre, Karanlık Prens ile ilgili bir anlaşmaya vardılar.”

Voldemort’un alev alev yanan bakışları, Snape’i olduğu yere çiviler gibiydi.

“Ne tür bir anlaşma?” diye sordu.

Snape, kendine hâkim olamayıp yutkundu.

“Görünen o ki, Dumbledore kehanette sözü edilen kişinin Karanlık Prens olduğunu düşünüyor,” dedi Snape; kelimelerini özenle seçmeye gayret ediyordu. “Bakan’ı da buna ikna ederek, Karanlık Prens’in zarar görmemesi ve öldürülmemesi konusunda bir anlaşma sağladı; aksi takdirde, Karanlık Prens’e bir şey olursa size ulaşamayacaklarını konuştular, Lord’um.” Snape, bakışlarını indirmek zorunda kaldı; Voldemort’un yüzündeki hiddet korkunçtu. “Fudge, Karanlık Prens’i, iyileştirme sözü vermesi üzerine, Dumbledore’a teslim etmeye karar verdi.”

“İyileştirmek mi?” diye kükredi Dumbledore, öfkeden köpürerek. “O yaşlı bunak benim oğlumu bana karşı değiştirebileceğini mi düşünüyor?”

Snape göz temasından kaçınarak yüzünü aşağıda tutmaya devam etti; gözleri yere kitlenmişti. Buna rağmen, Voldemort’un korkunç hiddetini hissedebiliyordu.

“Fudge, Karanlık Prens’i ne zaman transfer edecek?” diye sordu, öfkeyle.

Snape, birazdan başına neyin geleceğinin düşüncesiyle, içten içe sinmiş bir halde derin bir nefes aldı.

“Transfer çoktan gerçekleştirildi,” diye cevap verdi. Kıpkırmızı gözlere bakmak için başını kaldırdı. “Karanlık Prens, Hogwarts’ta.”

Cruciatus laneti Snape’i yere yapıştırdı; Snape gözlerini sımsıkı yummuş, acı çığlıklarını bastırmak için çaba sarf ediyordu. Efendisinin ellerinde daha önce çok kez işkence görmüştü, ama bu seferki hiç olmadığı kadar güçlüydü.

Acıdan bilincini kaybedip bayılmadan hemen önce, Snape’in aklından şu cümleler geçiyordu: ‘Umarım Dumbledore ne yaptığını biliyordur!’

* * *

Karanlık Prens – İçimdeki Karanlık #23: Okulun İlk Günü okumak için tıklayın!

Çeviren: Tuba Toraman