[Kısım 2]
Dumbledore’un bataklıklardan kurtulması on dakikadan fazla sürmedi. Birbirlerine bitişik üç tane bataklık olduğu fark edildi ve her birinin bir seferde yok edilmesi gerekiyordu. Büyük Salon şimdi boşaltılmıştı; tüm öğrenciler yatakhanelerine gönderilmiş, o günün diğer tüm dersleri iptal edilmişti. Ancak, ne yazık ki, tüm tahribat yalnızca Büyük Salon’la sınırlı değildi.
“Her şey mi kırılmış?” diye sordu James, dehşete düşmüş bir halde.
“Her şey,” diyerek onu onayladı Lily, buruk bir halde. “Kazanlarım, çalışma odam, hatta iksir malzemelerinin bulunduğu dolap ile içindeki iksirler bile paramparça olmuş. Geriye zarar görmemiş tek bir şişe dahi kalmamış.”
James başını iki yana salladı.
“İnanamıyorum,” diyerek soluğunu tuttu. “Peki, senin İksir sınıfın dışında başka sınıflar da tahrip edilmiş mi?”
Lily de başını salladı.
“Severus’un sınıfı da tuzla buz olmuş. Geriye pek bir şey kalmamış.”
James koridor boyunca volta atmaya başlayarak elini saçlarından geçirdi.
“Havai fişekler bu iki sınıfta mı kullanılmış, yani?” diye sordu.
Lily başıyla onayladı.
“Evet.”
James volta atmayı durdurdu.
“İksir ve Savunma dersleri; yalnızca bu iki dersin sınıfları Büyük Salon ile birlikte tahrip edildi.” Başını çevirip Lily’ye baktı. “Sence Harry bize bir şey mi söylemeye çalışıyor?” diye sordu, acıyla.
“Harry’nin yaptığını bilmiyorsun ki…”
“Lily, lütfen!” James onu susturdu. “Kendine bari yalan söyleme.”
Lily, yenilmiş bir halde, kendini sandalyeye bıraktı.
“Bunu nasıl yapabildi?” diye sordu, hayretler içinde. “Gece gündüz izleniyorken, nasıl oldu da kimse fark etmeden tüm bunları planlayabildi?”
“Bilmiyorum,” dedi James, tekrar volta atmaya başlarken. “Ama bahse girerim, Dumbledore bunu anlamanın bir yolunu bulacaktır,” diye ekledi, sefil bir halde.
Gryffindor ortak salonu ağzına kadar öğrenciyle doluydu. Büyük Salon’un tahrip edilip altüst olmasının üzerinden beş saat geçmiş, neredeyse akşam yemeği vakti gelmişti. Bu beş saatlik süre zarfında, tüm Gryffindor’lar oturup neler olduğunu merak etmekten başka bir şey yapamamıştı. Harry de aralarında oturuyor, sessizce başarısını kutluyor ve bir sonraki kısmın başlamasını sabırsızlıkla bekliyordu.
Portre açılıp Profesör McGonagall içeri girdiğinde, bekleyişi son bulmuştu. Profesör’ün önlerinde durmasıyla birlikte, tüm konuşmalar aniden kesilmiş, herkes gözlerini zayıf cadıya dikmişti. Profesör hiç olmadığı kadar kızgındı. Arkasında, kızıl saçlı ikizler belirmiş, onlar da ciddi ve depresif görünüyorlardı. Ron ve Ginny de dâhil, hiç kimse Fred ile George’u bu kadar keyifsiz görmemişti.
McGonagall’ın gözleri odayı taradı ve bakışları etrafı incelerken, bir ya da iki kez Harry’nin üzerinde durdu.
“Bir duyurum olacak,” diyerek konuşmasına başladı. “Hepinizin tahmin ettiği gibi, bugün Büyük Salon’un tahrip edilmesinden sorumlu kişiyi bulmak adına bir inceleme başlatıldı.” Başını hafifçe yana yatırarak arkasında duran Fred ile George’u işaret etti. “Araştırmalar ışığında, tahribatı yaratan şeylerin Fred ile George Weasley’e ait olduğu ortaya çıktı. Her ikisi de havai fişek, taşınabilir bataklık ve Anında Karanlık Tozu’ndan oluşan bu nesnelerin kendi şaka ürünleri olduğu konusundaki fikrimi onayladılar.”
“Weasley Büyücü Şakaları,” diye cılız bir sesle düzeltti Fred.
McGonagall yalnızca başını çevirdi ve Fred’e dik dik bakarak onu anında susturdu. Ardından tekrar odadakilere döndü.
“Bana söylediklerine göre, bunlar satın alınması mümkün nesneler ve çoğunuz da bunlardan almışsınız.” Gözlerini kısıp odadakileri tekrar süzdü. “Başının fena halde belaya girmesini istemeyenleriniz, elindeki tüm Weasley Büyücü Şakaları’nı getirip ofisime bıraksa iyi olur. Sonrasında ise Weasley’leri paralarınızı geri vermesi için kovalayabilirsiniz.”
Fred ile George inledi. Fred’in isyan etmek için ağzını açtığını gören George, çenesini kapalı tutması için kaburgalarına dirseğiyle sağlam bir darbe indirdi. McGonagall onlarla yüz yüze gelmek için yerinde döndü.
“Şimdi, size tekrar soruyorum,” dedi, “Gryffindor dışından kimseye mallarınızı sattınız mı?”
“Hayır, Profesör,” diye cevapladı George.
“Henüz öyle bir fırsat yakalayamadık,” diye itiraf etti Fred.
McGonagall yüzünü tekrar odadakilere döndü.
“Aranızda, Weasley’lerden aldığı herhangi bir ürünü Gryffindor binası dışındakilere satan oldu mu?”
Odanın her köşesinden ‘hayır, Profesör’ mırıldanmaları duyuldu.
McGonagall iç çekti; görünen o ki, hayal kırıklığına uğramıştı.
“Pekâlâ, okulu tahrip eden nesnelerin sahipleri yalnızca Gryffindor binası sakinleri olduğuna göre, Gryffindor’un suçlanmasını kabul etmekten başka bir çarem yok.” Bir süre soluklandıktan sonra yüzü şokla kaplı öğrencilere baktı. “Ceza olarak, dönemin başından beri toplanan tüm bina puanları silinmiştir.”
Öğrenciler ayaklarının üzerinde tepinerek isyan etmeye başlamış, bir şamata patlak vermişti. McGonagall onları susturmak için elini kaldırdı.
“Başka seçeneğim yok,” dedi mutsuz bir şekilde. “Gryffindor bina puanları sıfırlanmıştır.”
“Profesör, hayır!” Hermione, Profesör’le yüz yüze gelmek için hızla ona doğru ilerledi. “Lütfen, bunu yapamazsınız! İkinci sıradaydık!”
“Farkındayım,” diye karşılık verdi McGonagall, canı sıkkın bir halde. “Ama görünen o ki, havai fişeklere, bataklıklara ve Anında Karanlık Tozu’na sahip olan tek öğrenciler, benim öğrencilerim; bu da, tahribatı yaratanın yine benim öğrencilerim olduğunu gösteriyor.”
“Profesör, Gryffindor’dan hiç kimse böyle bir şey yapmaz!” diye karşı çıktı Ginny.
“Evet, Miss Weasley,” dedi McGonagall, “ama bu sefer biri yapmış.”
Ginny sessizliğe gömüldü.
“Cezanıza ek olarak, her biriniz okula verilen zararın onarılmasına yardım edeceksiniz. Yarından itibaren, hepiniz Büyük Salon’a, İksir laboratuvarına ve Savunma sınıfına gidip çalışacaksınız.” Tam gitmek için dönmüştü ki, durdu ve ekledi: “sihir kullanmadan.”
Bina Başkan’ları dönüp giderken ve portrenin kapısı arkasından kayarak kapanırken, öğrenciler arkasından ağzı açık bakakaldılar.
“Bu delilik!” diye bağırdı Ron. “Neden cezalandırılan biz oluyormuşuz? Biz hiçbir şey yapmadık ki!”
“Tüm bina puanlarımızı kaybettiğimize inanamıyorum,” dedi Ginny. “Bu hiç adil değil!”
“İksir laboratuvarı ile Savunma sınıfının da yok edildiğini bilmiyordum,” dedi Hermione, apaçık bir kederle. “Bu nasıl oldu ki?”
“Anlaşılan, havai fişeklerde zamanlı kilitleme büyüsü varmış,” dedi Fred. “Profesör McGonagall, bize onun ofisindeyken söyledi. Her iki sınıftaki havai fişek de, Büyük Salon’daki ile aynı zamanda patlamış.”
“Anlamıyorum,” dedi Ginny, sinirden köpürerek. “Nasıl oldu da, sizin ürünleriniz bu şekilde kullanılabildi?”
Fred de George da mutsuz bir şekilde omuzlarını silktiler.
“Hiçbir fikrim yok,” diye başladı Fred.
“Biz tüm ürünleri kontrol ettik,” diye ekledi George. “Hepsi yerli yerinde. Kaybolan hiçbir ürün yok.”
“Peki o zaman, sizin havai fişeğinizin ve yine sizin bataklığınızın orada ne işi vardı?” diye sordu Hermione.
“Bilmiyoruz!” diye cevapladı Fred, kızgınlıkla. “Bize soru sormayı kesin!”
“Bugün kimsenin yaralanmaması büyük şans,” dedi Damien, başını iki yana sallayarak. “O havai fişekler birine çarpmış olsaydı-“ diyerek titredi.
“Hiçbir şey olmazdı,” diyerek onu temin etti George. “Bizim bütün havai fişeklerimizin güvenlik ayarları var. İnsan etine değecek olurlarsa, toz haline gelip yok oluyorlar. Eğer sen onlara dokunursan, sana hafif sıcak bir şeye dokunmuşsun hissi veriyorlar.”
“Güzel fikirmiş,” diye mırıldandı Angelina; tasarımlarından etkilenmişti.
George suratsız bir ifadeyle omuz silkti.
“Yine de, bizim dışımızdaki her şeye yeterince zarar verdiler,” dedi Ron. “Kelimenin tam anlamıyla, Büyük Salon’u yerle bir ettiler.”
“Sınıfların ne durumda olduğunu görmek dahi istemiyorum,” diye ekledi Hermione, zavallı bir halde.
“Bu nasıl oldu?” diye tekrar sordu Damien. “Bir türlü aklıma yatmıyor. İkiniz de stoklarınızı kontrol ettiniz ve hiçbirine dokunulmadığını gördünüz. Peki o zaman, bu ürünler nereden geldi?” Gözleriyle yeniden ortak salonu taradı. “Ya birisi sizden aldığı ürünleri gerçekten başka birine sattı ya da o kişi bunları şaka yapmak için kullandı.”
“Bu şaka değildi,” diyerek onu düzeltti Hermione. “Bu bir saldırıydı! Düpedüz korkunç bir saldırı!”
“Sakin ol, Hermione. Ortada saldırı falan yok,” dedi Angelina. “Anlaşılan birisi ilginç bir şaka yapmak istedi.”
“Ben değildim!” Damien hemen iki elini de kaldırmıştı.
“Biz de değildik!” dedi Fred ile George, aynı anda.
“Pekâlâ, o zaman Gryffindor’da geriye tek bir şakacı kalıyor,” diye hatırlattı onlara Angelina. “Ama hasta yatağında olduğu için o da yapmış olamaz.”
Tam o esnada, Fred ile George aynı anda dönüp birbirlerine baktılar.
“Tabii ki!” diye bağırdı Fred.
“Neden aklımıza gelmedi ki!” George oturduğu yerden zıpladı ve iki kardeş erkekler yatakhanesine giden merdivenlere doğru koştular.
Angelina diğer dördüne dönüp şaşkın şaşkın baktı.
“Ben ne dedim ki?”
Fred ile George son sürat yatakhanelerine girip etrafı perdelerle örtülü yatağa koştular. Perdeyi yırtarcasına açıp önlerinde uyuyan çocuğu sarsarak uyandırdılar.
“Ne-? Ah, selam, arkadaşlar.” Lee esneyip gözlerini ovuşturdu. “Ne oldu?”
“Lee, ürünlerinden birini bir başkasına sattın mı?” diye sordu Fred hemen.
“Hmm, ne?” diye sordu Lee, uykulu uykulu.
“Ürünler, sana verdiğimiz mallar, onları hiç sattın mı?” diye sordu George.
Lee yan tarafına döndü ve gözleri kapanırken mırıldandı:
“Hepsini.”
“Hepsini mi sattın?” diye sordu Fred.
“Lee, Tanrı’ya yeminler olsun ki, seni uyanman için çok pis pataklarım!” diyerek tehdit etti George.
Lee uykulu gözlerinden birini yarı yarıya açtı.
“İyi değilim, ahmak herif!” diye homurdandı. “Beni rahat bırakın.”
“Bırakacağız, ama önce bize ürünleri kime sattığını söyleyeceksin,” diye ısrar etti Fred.
Lee yeniden esnedi.
“Potter,” diye mırıldandı.
“Damien mı?” diye sordu Fred.
“Hayır, diğeri.” Ateşli haliyle, ismini yeterince hızlı söyleyememişti. “Harry, Harry Potter,” demeyi başardı sonunda.
Fred ile George dönüp birbirlerine tek bir bakış attılar. Meşhur Weasley sinirleri alevlenmiş, yüzleri ile boyunları öfkeden kıpkırmızı olmuştu.
“Bundan emin misin?” diye tısladı Fred.
“Evet,” diye cevapladı Lee, uykulu bir halde. “Bana hepsi için neredeyse iki yüz galleon ödedi. Bunu unutmam mümkün değil.”
Fred ve George yeterince dinlemişti. Yerlerinde dönüp hızla merdivenlere doğru koştular ve geride Lee’yi uykuya dalmış bir halde bıraktılar.
Harry, kucağında bir ders kitabıyla şöminenin yanında oturuyordu. Okumuyordu, çünkü Tılsım’ların çoğunu zaten detaylarıyla biliyordu. Kitap okuyor gibi görünmesi bir bahaneydi, böylece kimse gelip onunla muhabbet etmeye çalışmıyordu.
Gerçi, bu Weasley’leri durdurmaya yetmedi. Dört Weasley kardeşin hepsi birden gelip önünde dikildiler; arkalarında Hermione ile Damien da vardı.
“Sendin!” diye tısladı ona Fred.
Harry başını kaldırıp ona baktı; gözleri altı çocuğun arasında gidip geliyordu. Gryffindor’ların geri kalanı, yapılan adaletsizlik karşısında öfkelerini dile getirmekle ve kendi aralarında konuşmakla öylesine meşgullerdi ki, başka kimseyi duyacak durumda değillerdi.
“Neden bahsettiğini bilmiyorum.”
“Aptalı oynama!” diye onu uyardı George. “Lee, bize, onun Weasley Büyücü Şakaları stoğu için ödediğin iki yüz galleon’dan bahsetti bile.”
Harry kitabını kapattı ve kenara koydu.
“Ee ne var bunda?” diye sordu sakince.
“Bunu sen planladın!” diye tısladı Fred. “Büyük Salon’u darmaduman eden de, havai fişekleri İksir ve Savunma sınıflarına yollayan da sensin. Tüm bina puanlarımızı kaybetmemizin sebebi sensin!”
Harry ona gülümsedi.
“Sizin puanınız, derken?”
Fred iyice dikleşti; gözleri öfkeyle parlıyordu.
“Bundan yakanı kurtaramayacaksın,” diyerek tehdit etti onu Ron. “Şimdi, dosdoğru McGonagall’a gidiyoruz.”
Harry koltuğunda arkasına yaslanıp gözlerinde apaçık bir keyifle onlara baktı.
“Sonra ne olacak?” diye sordu. “Ona söyleyince bir şeylerin değişeceğini mi sanıyorsunuz?” Onlara bakıp pis pis sırıttı. “Ben yaptığımı itiraf ederim,” dedi. “Büyük Salon’u da, İksir laboratuvarını da, hatta Savunma sınıfını da tahrip eden benim. Hepsinin yok olmasından ben sorumluyum. Peki ya sonra?” diyerek alay etti. “Sizin cezalandırılmanıza ne engel olacak?” Harry, gözleri Fred’e kitlenmiş bir halde ayağa kalktı. “Maalesef, ben de Gryffindor binasındanım; o yüzden, bu utanç yine Gryffindor’a ait olacak.” Fred’in gözlerindeki öfkeyi görmek Harry’ye büyük bir haz veriyordu. “McGonagall’a benim yaptığımı söylemek, binanın puanının yine sıfırda kalmasına yarar.” Pis pis sırıttı. “Hem, bunu benim yaptığımı asla kanıtlayamazsınız. Beni izleyen bir ordu dolusu Seherbaz var; tüm gün onların gözlerinin önünden bir an olsun kaybolmadım. Hepsini benim planladığımı söylemek size ne kazandıracak?”
“Sen…!” Ginny öfkeden konuşamıyordu. “Sen Gryffindor’da olmayı hak etmiyorsun!” diye patladı, kendini tutamayarak.
Harry ona gülümsedi.
“Bunun için Müdür’üne teşekkür etmelisin.”
Yürüyüp giderek kendini büsbütün umutsuz hisseden altı çocuğu da gerisinde bıraktı.
Söylendiği gibi, ertesi gün Gryffindor’ları büyük bir temizlik işi bekliyordu. Saat sabahın altısında zorla yataklarından kaldırılmış, üzerlerini değiştirdikten sonra kahvaltı saatine kadar salonu biraz olsun uygun bir hale getirmek için Büyük Salon’a götürülmüşlerdi.
Öğrenciler salona dağılmış kırık masa ve sandalye parçalarını toplarken homurdanıp mızıldanıyorlardı. Pencereler çoktan yenilenmişti, ama büyülü tavandan düşen parçalar hâlâ yerlerde duruyordu. Zemin havai fişekler yüzünden yanık izleriyle doluydu ve mermerler ise çatlamış ya da un ufak olmuştu.
Öğrencilerin bir kısmı zeminleri fırçalayıp temizliyor, bir kısmı ise moloz yığınlarını kaldırıyor ve dışarı taşıyordu.
Harry de Gryffindor’larla birlikteydi; McGonagall, özellikle onun en önde çalışması için özel bir çaba sarf etmişti. Onu doğrudan moloz yığınlarına yönlendirmişti.
“Senin gibi güçlü bir çocuk, ağır yükleri kaldırmakta zorlanmayacaktır,” dedi, ona çile çektirme isteğini gizlemekte zorlanarak.
Harry ona gülümsedi ve moloz yığınlarına doğru yürüyerek ağır parçaları kaldırıp ana koridora çıkarmaya koyuldu. Profesör’ler tahribatı onun yarattığının farkındaydı ve Harry bunu biliyor olmalarından dolayı büyük bir haz hissediyordu; çünkü hiçbir şey yapamıyorlardı. Yapabildikleri tek şey, onu çalıştırmaktı ve aslında Harry çalışmaktan hiç gocunmuyordu. Kendi kendine, bunun farklı bir egzersiz yöntemi olduğunu, hatta ona harika bir idman şansı verildiğini düşünüyordu. Yakalandığından beri hiç idman yapmamıştı ve idman yapmayı çok özlüyordu. Bu yüzden, şimdi önüne çıkan bu fırsatı değerlendiriyor, basit yükler yerine özellikle ağır olanları kaldırıyordu.
Fred, George, Ginny, Ron ve Hermione’yi ona pis bakışlar atarlarken gördü. Karşılığında, Harry onların bu çileden çıkmış hallerinden son derece zevk alarak ağzını yaya yaya gülümsedi. Damien ise sessizce çalışıyor, kimseyle göz göze gelmiyordu.
“Harry!”
Harry, adının söylenmesiyle sese doğru döndü. Neville, Hufflepuff masasından kalan parçaların bir ucunda durmuş, Harry’ye el sallıyordu.
“Şunun bir ucundan da sen tutar mısın?”
Harry’nin keyifli hali bir anda uçup gitti. İstemeye istemeye ona doğru yürüyüp iki eliyle parçanın diğer ucundan tuttu.
“Teşekkürler, dostum!” dedi Neville, soluğu kesilerek. “Dean’e yardım etmesini söylemiştim, ama bir yerlere kaybolmuş.”
Harry başıyla onayladı. İki çocuk birlikte büyük masa parçasını salonun dışına taşıyıp git gide büyüyen tahta yığınının yanına koydular.
“Uff!” diye soluklandı Nevillle. “O şey fena ağırmış.” Eliyle alnını sildi.
“Evet,” diyerek onu onayladı Harry ve salona geri yürümeye başladı.
“Dün olanlara inanamıyorum,” dedi Neville, paramparça olmuş bina masa ve sandalyelerine bakarken. “Bunu kimlerin yaptığını bulursam, yemin ederim, onlara sağlam bir dayak atacağım!”
Harry ister istemez gülümsedi.
“Öyle mi?” diye sordu, tek kaşını kaldırarak.
Neville ona dönüp gülümsedi ve elini saçlarından geçirdi.
“Öyle görünmüyor olabilirim, ama oldukça güçlü olduğumdan emin olabilirsin,” diyerek güldü.
Harry başıyla onayladı. Neville çelimsiz değildi, ama nereden bakarsan bak, kaslı da değildi.
“Sözüne güveniyorum,” diye cevapladı.
İki çocuk da birlikte ortak salona döndüler.
“Okulda şaka yapmayı seven çok öğrenci var,” dedi Neville, Harry ile birlikte masanın diğer parçasını kaldırıp taşırken. “Ama bu, bu şaka falan değildi. En azından komik değildi.”
“Belki yapan, komiklik olsun diye yapmamıştır,” dedi Harry.
Neville ile Harry parçayı koridora bırakıp salona geri yürüdüler.
“Yani, ne amaçla yapmış olursa olsun, umarım yaptığına değmiştir!” dedi. “Hogwarts yalnızca bir okul değil; yılın neredeyse on ayını burada geçiriyorsan, burası evin demektir.” Başını iki yana salladı. “Kim kendi evine böyle bir şey yapar ki?”
Harry hiçbir şey söylemedi. Neville önünde yürür, küçük parçalardan alıp onları dışarı taşırken onu sadece izledi. Harry de işine devam etmek için yerinde döndü, ama kızıl saçlı Ginny’yi tam önünde dikilirken buldu.
“Sen tam bir pisliksin, biliyorsun, değil mi?” dedi ona.
“Öyle miyim?” diye sordu Harry, karşılığında pis pis sırıtarak.
“Bu sana iyi mi hissettiriyor?” diye sordu Ginny, harap olmuş salonu gösterirken. “Bir yerin harabeye dönmesi seni mutlu mu ediyor?”
“Ziyadesiyle,” diye cevapladı Harry, kalıntıları toplamak için onun etrafından dolanıp giderek.
Ginny’nin onu takip etmesine bakılırsa, söyleyecekleri henüz bitmemişti.
“Nasıl bu kadar soğuk olabiliyorsun?” diye sordu, kızgınlıkla. “Kendini biraz olsun suçlu hissetmiyor musun? Burada hepimiz senin yüzünden ve yaptıkların yüzünden çalışıyoruz! Sırf sen bizim tüm bina puanlarımızı kaybettirdin diye, binamız bu dönemi son sırada bitirecek! Bu seni rahatsız etmiyor mu?”
“Bu sene şu dandik kupayı almıyor olmanız ne büyük mesele!” diye cevapladı Harry.
“Mesele kupa falan değil,” diye çıkıştı Ginny. “Mesele sensin! Sen ve şu acımasızlığın!”
Harry kucağında kırık tahta parçalarıyla durdu.
“Benim ne kadar acımasız olduğum konusunda hiçbir fikrin yok,” dedi ona, “ve hiçbir zaman bilmemen de hayrına olur.”
Ginny durdu; anlaşılan, kiminle tartıştığının ayırdına yeni varmıştı.
“Sen gerçek bir şeytansın!” diye soludu. “Ne vicdanın, ne bir suçluluk duygun, ne de bir kalbin var!”
Harry gözlerini devirdi.
“Evet, işte bu benim,” diye karşılık verdi. “Neden bir kalbim olmasını isteyeyim ki? Anca araya girip bir şeyleri engelliyor.”
Ginny, yanmış gibi irkilerek geri çekildi. Kahverengi gözleri nefretle kısılmıştı.
“Tabii ki, sen kalpsizin tekisin,” diye başladı; sesini biraz daha alçaltarak devam etti, “öyle olmasan, Neville’in ailesine yaptıklarından sonra onun yüzüne bakamazdın!”
Harry cevap vermedi, ama yeşil gözleri anında kısılmış, bakışları sertleşmişti. Ginny, ona, son bir küçümseyici bakış daha attıktan sonra basıp gitti.
Kapısının bir kez tıklanmasıyla, Dumbledore başını kaldırıp baktı. Kapı açıldı ve içeri McGonagall girdi.
“İstediğiniz gibi, Profesör Dumbledore, Mr Potter burada,” dedi.
Harry, onun arkasında belirdi; ifadesi boş ve kayıtsızdı.
Masasının arkasında oturduğu yerden, “Teşekkür ederim, Profesör McGonagall,” dedi Dumbledore.
McGonagall, ortak salondan buraya kadar eşlik ettiği siyah saçlı çocuğa tek bir bakış dahi atmadan odayı terk etti. Arkasından kapıyı kapatarak Harry ile Dumbledore’u baş başa bırakmıştı.
“Otur, Harry,” dedi Dumbledore, sandalyeyi işaret ederek.
“Oturmamayı tercih ederim,” diye cevapladı Harry, durduğu yerden kımıldamadan. “Beni mi görmek istedin?” diye sordu. “Ne oldu?”
Dumbledore gülümsedi; sandalyesinden kalkarak Harry’ye doğru yürüyerek aralarındaki mesafeyi kısalttı.
“Harry,” diye başladı, “Senin için zor olduğunu biliyorum. Hayatındaki her şey bir anda tepetaklak oldu. Kızgınlığını anlayabiliyorum.”
“Kızgınlık mı?” diye sordu Harry, sırıtarak. “Neden bahsettiğini bilmiyorum.”
Dumbledore sakin bakan mavi gözlerini ona dikti.
“İşe yaramaz, Harry,” dedi. “Okulu tahrip ederek beni mutsuz edemezsin. Bu yüzden öyle davrandığını biliyorum ve dediğim gibi, nedenini de anlıyorum. Gelecek Postası’nda çıkan Frank ve Alice ile ilgili…”
“Hiçbir şey anladığın yok!” diyerek aniden onun sözünü kesti Harry. “Büyük Salon ile o iki sınıfa olanlar, tüm bu olanlar daha başlangıç! Sana kıymetli okulunu yerle bir edeceğimi söylemiştim ve inan bana, bunu yapacağım!” diye ekleyerek onu uyardı.
Dumbledore gülümsedi; gözleri deli gibi parlıyordu.
“Benim tüm bu olanlara çok üzüldüğümü düşündüğünü biliyorum; okulun tahribatı, kırılan mobilyalar, sınıflarda harap olan malzemeler… Bunların benim canımı sıkması gerektiğini düşünmeni de anlıyorum.” Gözlerini Harry’den bir an olsun ayırmıyordu. “Ancak, üzülmedim, Harry. Aslına bakarsan, öyle davrandığın için keyfim oldukça yerinde.” Harry’nin yüzünde beliren şok ifadesine karşılık daha da gülümsedi. “Bildiğin gibi, seninle ilgili bir teorim vardı ve bu teoride, iki şeyi açığa kavuşturmam gerekiyordu. Dünkü davranışın, bana bu iki şeyi de kanıtladı ve şimdi, teorimin doğru olduğunu biliyorum.”
“Öyle mi?” diye sordu Harry, öfkeyle. “Neymiş o, peki?”
Dumbledore Harry’ye daha da yaklaştı; şimdi, onun tam karşısında duruyordu.
“Birincisi, neye inandığını ve nasıl davrandığını hesaba katmazsak, senin aslında hâlâ bir çocuk olduğun.”
Harry’nin öfkesi hemen alevlendi. Dumbledore’un bakışları aniden hüzünlenirken, ona öylece bakakalmıştı.
“Çocukluğunu doyasıya yaşayamamış olabilirsin, Harry, ama sen hâlâ bir çocuksun. Davranışların, dikkati üzerine çekmek isteyen bir çocuğun öfkeyle ortalığı dağıtmasından hiç farklı değil.” On altı yaşındaki çocuğun hiddetten köpürdüğünü fark etse de onu görmezden gelip konuşmasına devam etti. “İkinci kanıtladığın şey ise en önemlisiydi. İşte bu, Büyük Salon’u ve sınıfları yerle bir etmene rağmen beni en mutlu eden şey.” Gözlerini, karşısındaki keskin yeşil gözlerden hiç ayırmadı. “Öyle davranmanın sebebi, suçluluk duygusu hissetmendi,” diye doğrudan söyledi Dumbledore. “Gazetedeki haberi gördün ve öyle davrandın, çünkü Frank ve Alice Longbottom’a yaptıklarından dolayı kendini suçlu hissediyorsun.”
Harry ne konuştu ne de kıpırdadı, ama gözlerini Dumbledore’unkilerden hiç ayırmamıştı.
“Benim teorim, Harry, senin affedilebilir olduğundu. Geçmişte ne suç işlemiş olursan ol, onları geride bırakmayı başarabilirdin; çünkü daha çok gençsin ve bizi insan yapan vicdan duygusuyla baş edebilirsin.” Dumbledore Harry’ye bakmayı sürdürüyordu. “İçindeki Harry’yi kurtarman için hâlâ yeterince insansın ve bu benim için Hogwarts’ın tamamından daha değerli.”
Harry için bu kadarı fazlaydı.
“Hiçbir şey bilmiyorsun!” diye tısladı; o kadar sinirliydi ki, zar zor konuşabilmişti. “Longbottom’lara yaptığımı, hemen şu dakika tereddüt etmeden yine yapardım! Beni tanımıyorsun ve neler yapabileceğimi de bilmiyorsun! İnan bana, Dumbledore, beni hafife alman senin sonunu getirir!”
Harry ofisten fırtına gibi çıkıp Dumbledore’u arkasında gülümserken bıraktı.
Çeviren: Tuba Toraman