Karanlık Prens – İçimdeki Karanlık #27: İsyan Vakti [Kısım 1]

Karanlık Prens - İçimdeki Karanlık #27: İsyan Vakti [Kısım 1]

GİRİŞ İÇİN TIKLAYIN.

25. BÖLÜM [Kısım 1]

25. BÖLÜM [Kısım 2]

26. BÖLÜM

Lord Voldemort’un o karanlık gece, Harry Potter‘ı kaçırıp öldüremeyince kendi oğlu gibi büyütmeye karar verdiği alternatif bir hayran hikâyesine ne dersiniz?
Karanlık Prens” serisini, Safina Mazhar‘ın kaleminden ve yazarın gözden geçirdiği yeni versiyon üzerinden taze bir çeviriyle sizlerle buluşturuyoruz. Karşınızda İçimdeki Karanlık cildinin yirmi yedinci bölümü!

bölüm 27

İsyan Vakti

[Kısım 1]


Hogwarts gibi büyük ve kalabalık bir yerin geceleri nasıl bu kadar sessiz olduğu, Draco için büyük bir gizem konusuydu. Beklediği yerde, bu kadar insanın aynı anda uyumayı nasıl başardığını kendi kendine sorup duruyordu. Kaç tanesi horluyordu? Her birinin horlaması koca şatoda yankılanacak olsa ne olurdu? Aklından geçen düşünceleri kovmak için başını salladı; tüm bunların yanında, kulaklarını dört açmış, en ufak bir sesi bile duymaya çalışıyordu. Ancak duyduğu tek ses, şöminelerden çıkan alevlerin çıtırdama sesiydi. Başını kaldırıp şömine rafının üzerinde asılı duran saate baktı.

Gece yarısına çeyrek vardı.

Harry’nin hep geleceğini söylediği zaman gelmişti ve Harry hiçbir zaman geç kalmazdı.

Draco yorgunlukla iç geçirip yerinde huzursuzca kıpırdandı. Giriş kapısının yanındaki duvara sırtını dayamış, Harry’yi bekliyordu; ama bir yanı, Harry’nin gelebileceğinden kuşku duyuyordu. Arkadaşının dakikliği bir yana, gecenin bu saatinde, onu gözetleyen Seherbaz’lara görünmeden buraya sızması pek de mümkün değildi açıkçası. Yoldaşlık üyelerinin onu özellikle geceleri daha yakından izlediklerini biliyordu, çünkü Harry gecenin bir yarısı okuldan tüymeye çalışabilirdi.

Belli belirsiz gelen bir fısıltının ardından, Slytherin ortak salonunun kapısı aniden kayarak açıldı. Draco ağırlığını duvardan alarak dikkat kesildi. Etrafa göz gezdirdi ve ardından kaşlarını çattı. Etrafta kimse yoktu. Draco’nun kafası karışmıştı, çünkü şifrenin fısıldandığını duyduğuna yemin edebilirdi. Ayrıca, kapı kendi kendine açılacak değildi ya?

Draco durduğu yerde çıt çıkarmadan bekledi. Kapı kayarak kapandı, ama Draco hâlâ yerinden kımıldamıyordu; gri gözleri dikkatle kapıyı süzüyordu. Birdenbire, burnunun dibinde bir kafa belirdi, sanki yoktan var olmuş gibi. Draco’nun şaşkınlıktan çığlık atmasına ramak kala, Harry arkadaşına kocaman sırıttı.

“İyi akşamlar, Draco,” diyerek onu selamladı.

“Ne…?” Draco havada süzülen kafaya ağzı açık bakıyordu. “Ne yapıyorsun?”

Harry kocaman sırıtmaya devam etti ve üzerinden Görünmezlik Pelerini’ni çıkararak şoktan afallamış görünen Draco’ya kendini tam anlamıyla gösterdi.

“Kimse tarafından görülmemeye özen gösteriyorum,” diye cevapladı Harry.

Draco, Harry’nin elindeki pelerine hayranlık ve şaşkınlıkla bakıyordu.

“O Görünmezlik Pelerini’ni nereden buldun?” diye sordu; sesinden, kendisinde de bir tane olmadığı için sinir olduğu anlaşılıyordu.

Ödünç aldım,” diye cevap verdi Harry, sırıtarak. “Ben karargâhta tutulurken Damien Potter gizlice beni görmeye bununla gelmişti. Bunu, tahminimce saçma sapan şakalarından birinde kullanmak için Hogwarts’a getirmiş; sonra, kendi kendime, bunu neden ben de kullanmayayım ki, dedim.”

Draco da, eşsiz pelerine dokunurken sırıtıyordu.

“Pelerini neden asıl amacın için kullanmayasın ki?” diye sordu. “Üzerine geçir ve ön kapıdan dümdüz kaçıp git.”

Harry’nin gülümsemesi yüzünde soldu ve kafasını iki yana salladı.

“Yapamam. O Moody şerefsizi giriş kapısını gece gündüz kolluyor ve sihirli gözü pelerinin altını görebiliyor.”

“Nereden biliyorsun?” diye sordu Draco.

“Damien söyledi. Geçen yıl, pelerini giyip Dumbledore’un yanına giderken Moody tarafından yakalanmış. Gecenin bir yarısı koridorlarda dolaşması yasak olduğu için bununla tüymeye çalışmış.” Harry, Draco’nun ona attığı bakışa karşılık omuzlarını silkti. “O çocuk bana her şeyi anlatıyor. Çenesi hiç durmuyor.”

Draco sırıtarak pelerini Harry’nin elinden çekip aldı.

“Damien Potter’ın eşsiz pelerininden olması kötü oldu, desene.”

Harry birden pelerini çekip geri aldı.

“Saçmalama,” diyerek azarladı onu. “Pelerini aldığım yere geri koymak zorundayım. Yoksa kayıp olduğunu anlar ve şüphelenmeye başlar.”

Draco suratını assa da bir şey demedi.

Harry dönüp Slytherin ortak salonunu incelemeye koyuldu. Odanın yemyeşil lambalar ve sandalyelerle dolu görüntüsü karşısında, hayal kırıklığıyla iç çekti. Zindanı andıran odanın alçak tavanını süsleyen kafataslarına hoşnutsuzlukla baktı. Yüzünü çevirip baktığında, Draco’nun onu eğlenerek izlediğini fark etti.

“Gryffindor ortak salonuyla karşılaştırdığında daha iyi değil mi?” diye sordu, sırıtarak.

Slytherin ortak salonundan zerre etkilenmeyen Harry sessiz kalmayı tercih etti. Bu düşüncesini sesli dile getirmeyecekti. Gryffindor’a ait hiçbir şeyi övecek değildi, kesinlikle daha iyi olduğunu düşünse bile. Cevap vermek yerine, elini cebine uzattı ve cebinden bir çift zardan daha büyük olmayan iki küçük küp ile asasını çıkardı. İki küpü de zindanın taş zeminine koydu ve asasını salladı.

“Engorgio.”

İki küp de Harry’nin diz hizasına kadar hızla büyüyüp büyük birer kutuya dönüştüler.

Draco merakla dizlerinin üzerine çöküp kutulardan birini açıp baktı. İçinde her ne görmeyi bekliyorsa onu bulamadı. Kafasını kaldırıp şaşkın şaşkın Harry’ye baktı.

“Bunlar…?”

“Evet,” diye hemen cevapladı Harry. Cebindeki son eşyayı da çıkarıp Draco’ya uzattı. “Her şeyi açıklayacak vaktim yok,” dedi. “Neyi ne zaman yapman gerektiği burada yazıyor.”

Draco ona verilen parşömen rulosunu aldı ve açtı. Gri gözleri yazıyı tararken yüzü geçirdiği şoku yansıtıyordu.

“Harry,” dedi, başını iki yana sallayarak, “bundan emin misin?”

Harry ona gözlerini kısarak cevap verdi.

“Yoksa seni aşıyor mu?” diye sordu; ses tonu soğuktu.

Draco, parşömeni avucunda ezerek ayağa kalktı.

“Hiç de değil,” diye karşı çıktı. “Ama bu şartlar içinde…”

“Orası seni ilgilendirmez,” diyerek onun sözünü kesti Harry.

“Eğer bu işin ucu bana da dokunacaksa, ilgilendirir,” diye çıkıştı Draco.

Harry sırıttı; ifadesi biraz yumuşamıştı.

“Her zamanki gibi yine kendini düşünüyorsun,” diyerek ona takıldı. “Merak etme. İşin ucu sana dokunmayacak. O yüzden bunları kullanmanı istiyorum zaten.” Başıyla yerde duran iki kutuyu gösterdi. “Eğer dediklerimi tam zamanında harfi harfine uygularsan, korkmanı gerektirecek bir şey olmaz.”

Draco bakışlarını kutulara indirip kafasıyla onayladı.

“Pekâlâ,” diyerek iç geçirdi, “olmuş bil.”

Harry de başıyla onayladıktan sonra Görünmezlik Pelerini’ni omuzlarına geçirip kapıya doğru yöneldi.

“Ah, Draco,” diyerek aniden yüzünü sarışın çocuğa döndü. “Notu yok etmeyi unutma.” Başıyla Draco’nun elindeki parşömeni işaret etti.

“Biliyorum!” dedi Draco, hafiften sinir olmuş bir halde. “Salak değilim.”

“O zaman neden salakmış gibi davranıyorsun?” diye sordu Harry.

Draco’nun bozulmuş ifadesine karşı sırıttı ve pelerini başına geçirerek tamamen gözden kayboldu. Kapı kayarak açıldı ve birkaç saniyede yeniden kapanarak Draco’yu salonda bir başına bıraktı.

Draco Malfoy başını eğip elindeki parşömene ve yerde duran iki kutuya baktı. Arkadaşının Dumbledore’dan intikam almak için hazırladığı planı düşünerek başını iki yana salladı. Parşömeni bir kez daha okudu. Yazılanları iyice ezberlediğinden emin olduktan sonra şömineye doğru yürüyüp parşömeni alevlerin içine attı. Parşömenin alevlerin içinde kaybolmasının ardından, Draco ayağa kalkıp yatağa gitmeye hazırlandı. İki kutuyu da alıp yatakhanesine taşıdı.

Odaya giderken, yarın yanında birkaç seçilmiş Slytherin’le birlikte Karanlık Prens’in emirlerini yerine getirecek olmanın düşüncesiyle kendi kendine sırıtıyordu.

Hogwarts, onu neyin vurduğunu hiçbir zaman bilemeyecekti.

Hem de hiç.

* * *

James koridor boyunca ilerleyerek Büyük Salon’a doğru yürüyordu; yanında sessiz sedasız duran Harry’ye bir şeyler anlatıyor, Hogwarts’taki eski yıllarını yâd ediyordu.

“Binns’ten nefret ederdim, gerçekten; çünkü onun dersinde hep uyuyakalıyordum,” diye anlatıyordu. “Remus’un notları olmasa, Sihir Tarihi’ni asla geçemezdim!”

Harry, James’e karşı takındığı her zamanki tavrıyla duruyor, sessiz kalarak onu hiç duymuyormuş gibi davranıyordu.

James, anlattığı hikâye bitince sessizliğe büründü. İkisi de salona vardıklarında, James, Harry’nin Gryffindor masasına doğru yürürken masanın en tenha yerini arayışını izledi. Derin derin iç çekti. Bir ay geçtiği halde, Harry hâlâ ondan uzak durmakta direniyor ve ona ulaşmasına izin vermiyordu. Bakanlık’ın onlara verdikleri kısıtlı zamanı düşünerek o çok tanıdık panik duygusunun bir anda tüm vücudunu sardığını hissetti. Ellerinde üç, bilemedin dört ay kalmıştı. Bu dört ay boyunca, Harry hiçbir ilerleme kaydetmez ya da Voldemort hakkında bilgi vermezse, Bakanlık bu işe el koyacak ve onu alıp götürecekti.

James, aklına gelen bu düşüncelerden dolayı tüm iştahını kaybetmişti. Yolunu değiştirip geri dönerek salondan çıkmaya koyuldu; bu sırada, az daha Minerva McGonagall’a çarpıyordu.

“Pardon!” diyerek özür diledi James. “Sizin görmemiştim.”

“Mr Potter,” dedi McGonagall; sesinde azarlar bir ton vardı. “Nereye gittiğinize dikkat edin.”

James az daha ‘peki, Profesör’ diyecekti ki, çenesini tam zamanında kapattı. Bazı alışkanlıklar hiç bitmiyordu.

McGonagall, gözlerini kısarak dikkatlice James’i süzdü.

“Yemeğinizi çoktan bitirdiniz mi?” diye sordu. “Bu kadar geç kaldığımın farkında değildim.”

“Hayır, geç kalmadınız,” dedi James, “ben sadece… aç değildim.”

McGonagall gözleriyle onu bir süre daha süzdükten sonra, ona hafif bir baş hareketi yaptı.

“Pekâlâ, madem vaktiniz var, o zaman sizinle konuşmak istiyorum,” dedi. “Ofisime gelirseniz, size bir şey göstereceğim.”

* * *

McGonagall, James’e göstermek için, ince bir parşömen tomarı çıkarıp masasına koydu.

“Bunlar, Harry’nin hazırlamış olduğu ödevler,” diye başladı.

James iç çekerek parşömen tomarına uzandı.

“Ne yaptı?” diye sordu, endişeyle.

“Aldığı notlara bir bakın,” dedi McGonagall, sadece.

James, elinde tuttuğu parşömenlerin en üstünde duran parşömene baktı ve onun İksir dersine ait bir kompozisyon olduğunu gördü. Gözleri hemen parşömenin üst sağ köşesine kırmızı mürekkeple çiziktirilmiş ‘O’ (Olağanüstü) notuna takıldı. James’in kaşları çatıldı. Harry, altıncı sınıf İksir dersinin en yüksek notunu almıştı. O zaman, neden McGonagall bunları ona göstermek istemişti? Diğer parşömenlere de göz attığında, verdiği ödevlerin hepsine kırmızı mürekkeple ‘O’ verildiğini gördü ve kalp atışları git gide hızlanmaya başladı; yalnızca, Karanlık Sanatlara Karşı Savunma ödevinden ‘Beklenenin Üstünde’ almıştı.

Elindeki tüm parşömenlere bakmayı bitirdikten sonra, başını kaldırıp McGonagall’a baktı.

“Gryffindor Bina Başkanı olarak, diğer öğretmenlerden de tüm Gryffindor öğrencileriyle ilgili düzenli raporlar alıyorum,” diye açıklamaya koyuldu McGonagall. “Severus Snape de dâhil, bütün öğretmenler Harry’nin engin bilgisinden, ödevlerinde gösterdiği ve sınıfta verdiği oldukça detaylı cevaplardan beni haberdar ettiler.”

James sırıtmasına engel olamadı.

“Bu harika bir şey!” diye bağırdı.

“Ben olsam o kadar heyecanlanmazdım,” diyerek onu uyardı McGonagall. Açık duran bir çekmeceye uzandı ve oradan başka bir parşömen daha çıkarıp onu James’e uzattı. “Bu, dünkü İksir dersinde verdiği sınav kâğıdı.”

James temkinli bir şekilde elini uzatıp ona uzatılan parşömeni aldı. Parşömene bakarken kaşları şaşkınlıkla kalkmıştı. Arkasını kontrol etmek için parşömeni çevirdi.

“Bu boş,” dedi.

“Kesinlikle, öyle,” dedi McGonagall. “Ne kadar iyi bildiğini bunca zaman gösterdiği halde, sınav olmayı reddetti. İşin aslı, ödevlerini de iyi bildiğini ispatlamak için kendi yöntemleriyle teslim ediyor. Benim sınıfımda, iki metre uzunluğunda yazması gereken ödevi bir metre uzunluğunda yazdı.” James’in şaşkın ifadesine başını salladı. “Bizim ona öğrettiğimizden daha fazlasını bildiği gerçeğini bize her fırsatta gösteriyor; ama sıra sınava geldiğinde, sınav kâğıdını kasten boş teslim ediyor.”

“Neden öyle yaptığını anlamıyorum,” dedi James.

“Bize bir mesaj veriyor,” diye cevapladı McGonagall. “Ondan istediklerimizi yerine getirerek neyi ne kadar bildiğini bize göstermek istiyor, ama aslında cevap vermeyi reddediyor. Tam da bu yüzden, bir taraftan tüm ödevlerini eksiksiz tamamlarken, diğer taraftan hakiki sınav sorularını cevaplamak istemiyor.” McGonagall ifadesini yumuşatarak James’e baktı. “Görünen o ki, Harry oldukça zeki bir çocuk,” dedi, başıyla parşömen tomarını işaret ederek. “Başka bir çocuk olsaydı, onun benim binamda olmasından kıvanç duyardım.” Bu esnada, James’in yüzünde beliren gücenmiş ifadeyi görmezden geldi. “Ancak, ona olan kişisel düşüncemi de buna katarsak, sergilediği bu küstah tavırlar yüzünden, yeteneğini bu şekilde harcamasından nefret edeceğimi de belirtmeliyim.”

James başını anlarcasına salladı.

“Onunla konuşacağım,” diye söz verdi. “Ama dürüst olmak gerekirse, bunun işe yarayacağından da pek emin değilim. Çünkü söylediğim hiçbir şeye tepki vermiyor.”

McGonagall bir şey söylemedi, ama oturduğu yerden kalktı.

“Sabır sizi er ya da geç başarıya götürecektir.”

James de ona zavallıca gülümseyerek ayağa kalktı.

“Ben de öyle umuyorum,” diye ekledi, usulca.

* * *

Öğle saati, salon bir uçtan bir uca ağzına kadar doluydu. Birinci sınıftan yedinci sınıfa kadar tüm öğrencilerin neşeli sohbetleri tüm salonda yankılanıyor, öğretmenler masasında da Profesörler aralarında çeşitli konuları tartışıyorlardı.

Harry öğrencilerden, çalışanlardan, hatta orada burada süzülen bina hayaletlerinden oluşan kalabalığı inceliyor, tüm bina masalarının üzerinden ileriyi görmeye çalışıyordu. Bakışları, etrafı kolaçan ederken masanın en uzak köşesinde oturan Slytherin’e odaklandı. Çok kısa bir anlığına Draco’yla göz göze geldiğinde onun ne kadar gergin olduğunu fark etti. Elbette, kimse Draco Malfoy’a bakıp onun gergin olduğu sonucuna varacak değildi. Draco, yüzüne ifadesiz bir maske takmayı başarmakta ustaydı. Yemeğini yiyor, yakın arkadaşlarıyla her zamanki gibi sohbet ediyor ve birazdan olacaklar konusunda hiçbir fikri yokmuş gibi görünüyordu.

Ancak, Draco Malfoy, her şeyi planlayan kişi olarak, birazdan olacak olanları bal gibi de biliyordu.

Harry için için gülümsedi. Kafasının içi saat gibi çalışıyor, içinden dakikaları sayıyordu; saat tam on iki buçuğu bulduğunda, planı eyleme geçecekti. Bakışları tekrar öğretmenler masasında durdu ve gözleri Müdür’ü aradı. Büyücü, Bitkilim Profesörü ile derin bir sohbetin ortasındaydı.

Harry, içinden son saniyeleri de sayarak bekledi.

‘…8…7…6…’

Büyük Salon’un kapıları açıldı ve içeri, McGonagall’la derin bir sohbet halinde olan James girdi.

‘…5…4…3…’

Dumbledore başını kaldırıp doğrudan Harry’nin gözlerine baktı.

‘…2…1.’

Birdenbire, Büyük Salon zifiri karanlığa gömüldü. Yanan meşalelerin her biri aynı anda sönmüştü; gün ışığı pencerelerden içeri yansıyor, büyülü tavan hepten karanlık görünüyordu. Karanlık o kadar yoğundu ki, herkesin gözüne ani bir körlük inmiş gibiydi.

Karanlığın çöktüğü ilk saniyelerde herkes susmuştu; her birinden yalnızca şaşkınlık ve şok karışımı sesler çıkıyordu. Bunun hemen ardından, tam bir curcuna yaşandı. Öğrenciler çığlık atmaya başlamıştı. Harry, bağıranların çoğunun birinci sınıflardan oluştuğunu fark etti. Neler olduğunu soran ve herkese sessiz olmasını söyleyen sesler birbirine karışıyordu. Tam o sırada, salonun ön tarafında kızıl kıvılcımlar patlak verdi; Harry, bunu yapanın Dumbledore olduğunu tahmin etti; anlaşılan, dikkati üzerine çekmeye çalışıyordu. İşe yaramıştı; bağrışlar ve ağlamalar, Dumbledore’un ne dediğini duymak için kesilmişti.

“Herkes, lütfen sakinleşsin-“

Dumbledore’un sözleri, korkunç bir patlama sesiyle kesildi; Büyük Salon’un zemini patlamanın etkisiyle neredeyse titremişti. Kırmızı ve turuncu renklerde beliren kızgın alevler bir anda karanlığı yutarak devasa büyüklükte ejderhalar ve hipogrifler şeklinde ortaya çıkmıştı. Havai fişekler tüm salona yayılarak karanlığın içinde bir uçtan bir uca uçtular. Öğrenciler masalarından fırlayıp üstlerine doğru gelen çok sayıda havai fişekten kaçmaya çalışırken, çığlıkları tüm salonu dolduruyordu. İki havai fişeğin birbirine çarpması sonucu çok şiddetli bir patlama oldu; öyle ki, salondaki pencereler patlamıştı. Dev bir havai fişek, Gryffindor masasının üzerine düşerek masayı ikiye ayırdı. Ahşap masa ikiye ayrılırken Harry yerinde fırlayıp geriye kaçtı; aynı anda, sayısız tabak çanak da havaya fırlamıştı.

Çığlıklar salonun her bir köşesinde yankılanıyor, karanlık her birini kör etmeye devam ediyordu; salondaki tek ışık, salonu yok etmekte olan azman havai fişeklerden geliyordu. Havai fişeklerin yolundan kaçmaya çalışan öğrenciler, birbirlerine çarparak umutsuzca kaçacak güvenli bir yol arıyorlardı.

Sağır edici çığlıkların arasından güçlü bir ses yükseldi ve aniden aydınlatma geri geldi. Dumbledore karanlığın üstesinden gelmişti, ama havai fişekler salonu harap etmeye, önlerine çıkan her şeyi yok etmeye devam ediyordu. Bir Yok Etme Büyüsü en yakın havai fişeğe vurdu; ama havai fişek yok olacağına, on ayrı ejderhaya bölündü.

Işıkların geri gelmesiyle, oluşan tahribat artık herkesçe görülüyordu; masalar kırılmış, tabaklar parçalanarak içindeki yemeklerle birlikte etrafa saçılmış, pencereler patlamış, büyülü tavan bile havai fişekler yüzünden boydan boya yarılmıştı.

Öğrenciler, artık nereye gittiklerini görebildikleri için kapılara doğru koşmaya başlamışlardı. Herkesi sakinleştirmeye çabalayan Yoldaşlık üyeleri ile öğretmenler bile, kapılara doğru ilerliyordu. James durumu kontrol altına almak için tüm yeteneğini sergiliyor, öğrencilerin birbirini ezmeden dışarı çıkmasına uğraşıyordu. Ancak, deli gibi kaçmaya çalışan korkmuş öğrencileri durduramıyordu.

Büyük Salon’un kapıları kayarak açıldı ve öğrenciler akın akın çıkmaya başladı. Git gide yükselen korkulu çığlıkların arasından tuhaf bir şarıltı sesi yükseldi; sesi duyan James önündeki kalabalıkla mücadele ederek son sürat çıkışa doğru koştu. Kalabalığın kapının eşiğinde artık durmuş olduğunu fark etti. Sonunda kapılara varmayı başararak onu şoka uğratan görüntünün karşısında donakaldı.

Her iki duvarı da kaplayacak genişlikteki bir bataklık, Büyük Salon’un kapısından ana merdivenlere kadar olan yolu kaplıyor, çıkışı engelliyordu. James gördükleri karşısında gözlerine inanamıyordu. Büyük Salon’dan körlemesine kaçmaya çalışan çok sayıda öğrenci bataklığa düşmüştü.

James vakit kaybetmeden harekete geçti; dehşete düşmüş çocukların umutla uzanan ellerini yakalayarak onları bataklıktan kurtarmaya çalışıyordu. Hemen yanında, McGonagall, daha fazlası bataklığa düşmesin diye, diğer çocuklara salona dönmelerini emrediyordu. Hogwarts çalışanları ile Yoldaşlık üyeleri de James’e ulaşıp çocukları çıkarmaya koyuldular.

Pis bataklıktan son öğrenci de çıkarıldıktan sonra, James salona geri döndü. Öğrenciler duvarlara yaslanmış; bir kısmı kırık masa altlarına, bir kısmı da arkalarına sığınmıştı. Havai fişekler etraflarında yıkıp dökmeye devam ediyordu. James Dumbledore ile birlikte Lily, Snape ve McGonagall’ın da aceleyle kapılara doğru gittiklerini gördü. Dumbledore bataklığın üzerinde çalışmaya başlamıştı. Bataklık kaldırıldığında, herkes buradan güvenle çıkabilecekti.

James’in endişeli bakışları Damien’ı arayarak tüm salonu taradı; onu bulduğunda, bir yanında Hermione, diğer yanında Ginny ile birlikte Ravenclaw masasının kırık parçaları altında saklandığını gördü.

“James!”

James, Lily’nin sesini duymasıyla, dikkatini ona çevirdi. Lily yanında durmuş, gözlerini doğrudan ileride duran bir şeye doğru dikmişti. James, onun bakışlarını takip ederek nereye baktığını gördü. Tüm bu karmaşa ile kaosun ortasında duran Harry’yi fark etti; öğretmenler masasının arkasındaki sandalyelerin yanında, oldukça sakin bir halde duruyordu. Onunla göz göze geldiği anda, Harry’nin yüzünde beliren sırıtış, James’in tüylerini diken diken etti.

Harry kasten başını çevirip öğretmenler masasının ortasında duran yüksek arkalıklı sandalyeye bakarken, James dehşetle izledi. Dumbledore’un sandalyesi hafifçe sallanıyordu. Harry, James’e bir sırıtış daha gönderdikten sonra, elini kaldırdı ve sandalyeyi birkaç santim havaya kaldırdı. Aniden sandalye yan dönerek yere çakıldı. James, gördüğü görüntü karşısında içinde bir şeylerin patlamak üzere olduğunu hissetti. Kızgınlıkla Harry’ye doğru koşmaya başladı, ama geç kalmıştı. Harry, gönderdiği son bir sırıtışla, yumruğunu sıktı ve sandalye yok edici bir lanetle vurulmuşçasına gürültülü bir şekilde patladı.

James durmuş, tuzla buz olmuş ahşap parçalarına büyük bir şokla bakıyordu. Tam o esnada, ona doğru hızla gelmekte olan bir havai fişeğin yolundan kıl payı çekilmeyi başardı. James dengesini sağlar sağlamaz başını kaldırıp baktığında, Harry’yi öğretmenler masasının hiçbir yerinde göremedi.

* * *

Karanlık Prens – İçimdeki Karanlık #27: İsyan Vakti [Kısım 2] okumak için tıklayın.

Çeviren: Tuba Toraman