[Kısım 1]
“Damy?”
“Hayır.”
“Hadi, Damy.”
“Hayır, dedim.”
“Bu hiç doğru değil.”
“Beni ilgilendirmez!”
Lily, elini beline koyup dudaklarını büzdü.
“Pişman olacaksın,” dedi. “Şuan Harry’ye kızgın olabilirsin, ama onunla tekrar konuşmaya başladığında, onu doğum günü partine davet etmediğin için kendini ona karşı hep mahcup hissedeceksin.”
Damien’ın yüzü düştü.
“Mahcup falan hissetmeyeceğim, çünkü onunla bir daha asla konuşmayacağım.”
Lily pes ederek iç geçirdi. Geçen haftadan beri, Damien’ın Harry’ye karşı hissettiği hüzne bir son vermek için onu ikna etmeye çalışıyordu. Ama genç çocuk, en az babası ve ağabeyi kadar inatçıydı.
“Pekâlâ, bu senin seçimin,” dedi ona. “Ama yarın on üç yaşına, yani ergenliğe giriyorsun,” dedi gülümseyerek ve elini sevgiyle oğlunun siyah saçlarından geçirdi. “Önemli bir gün olacak ve ne kadar inkâr edersen et, ağabeyinin yanında olmaması seni etkileyecek.”
Damien bir şey söylemedi, ama annesinin söyledikleri onu sarsmıştı. Ama bir süre sonra, başını iki yana sallayarak içindeki suçluluk duygusunu bertaraf etti. ‘O benim ağabeyim olduğuna inanmıyor!’ diye geçirdi içinden, ‘ben de aynısını yapabilirim!’
“Mr Potter?”
Harry tam kapıdan çıkıyordu ki, durup McGonagall’a bakmak için arkasını döndü. Öğrencilerin geri kalanı, yanından geçip koşturarak Biçim Değiştirme sınıfından çıkıyorlardı. Harry, sırt çantasını omzuna yerleştirerek ona doğru yürüdü.
“Ne var?” diye sordu.
McGonagall, Harry’nin kabalığına karşılık, tek kaşını kaldırsa da bir şey söylemedi. Çekmecesini açıp içinden mühürlü bir zarf çıkardı. Harry’ye uzattı.
“Bu hafta sonuna kadar bunu imzalatıp bana geri getirin,” diye buyurdu.
Harry zarfı aldı ve çevirerek yırtıp açtı. Zarftan ince sarı bir parşömen çıktığında duraksadı. Gözleriyle parşömeni tarayıp birkaç satırdan oluşan yazıyı hızlıca okudu. Başını kaldırıp McGonagall’a baktığında, gözleri tehlike bir biçimde parlıyordu.
Parşömeni kaldırdı.
“Şaka mı bu?”
“Benim öğrencilere şaka yapmak gibi bir huyum yoktur, Mr Potter,” diye cevapladı McGonagall, sert bir biçimde. “Bu hafta sonu Hogsmeade’e gitmek istiyorsanız, izin kâğıdınızı ebeveynlerinizden birine doldurtup imzalatın.”
“Hogsmeade mi?” diye sordu Harry. “Benim oraya gitmeme gerçekten de izin veriyor musunuz?”
“Ben değil,” diye cevapladı McGonagall. “Ailenizin izin vermesi gerekiyor.”
Harry’nin ifadesi sakinleşti; çatılmış kaşlarının yerini bir sırıtış aldı, ama bakışları hâlâ keskindi.
“Durun tahmin edeyim, Seherbaz’lar ile Ruh Emici’ler de bana eşlik edecek?”
McGonagall kaskatı kesildi; Ruh Emici’lerin bahsi üzerine, ifadesi hızla değişmişti.
“Ruh Emici’ler ne sizin ne de herhangi bir öğrencinin yanından dahi geçemezler,” diye cevapladı, kararlı bir ses tonuyla; Harry’nin sessizce irkilmesine yol açmıştı. “İzin kâğıdını cuma gününe kadar imzalatıp getirmezseniz, gidemezsiniz,” diye ekledi, burnunun ucuna düşen gözlüğünü düzeltirken. “İyi günler, Mr Potter,” diyerek konuyu kapattı.
Harry sınıfı terk ederken izin kâğıdını hâlâ elinde tutuyordu.
Sınıftan çıkar çıkmaz, “hey, neredeydin?” diye selamladı onu James. Harry’nin elinde tuttuğu kâğıda kaşlarını çatarak baktı. “O ne?”
Harry, sonunda, neler olduğunu anlamıştı. Onunla oyun oynuyorlardı. McGonagall, Dumbledore, Potter, hepsi bir olmuş, Harry’nin özgürlük umudunu önce yeşertip sonra karartmayı planlıyorlardı. Başını eğip izin kâğıdına baktı. McGonagall, Hogwarts’a gitmesine izin verecek kişinin kendisi değil, Lily ya da James olduğunu söylemişti. Ondan James’e sorup ona hayır deyişini duymasını istiyorlardı. Harry burnundan soludu.
‘At gitsin!’
Parşömeni avucunun içinde ezerek yere fırlattı ve yürüyüp gitti. James şaşırmış görünüyordu.
“Harry, neydi o?” diye sordu.
“Hiçbir şey,” diye kestirip attı.
“Pek öyle değil gibi.”
Harry yürümeye devam ederken ona baktı.
“McGonagall bana Hogsmeade’i ziyaret için izin kâğıdı verdi.”
James adımlarını durdurdu. Arkasını dönüp Harry’nin kâğıdı attığı yeri bulmaya çalıştı. Harry de durmuş, meraklı gözlerle onu seyretmeye koyuldu. James’in kâğıdı yerden alıp düzeltişini ve okuyarak yavaş yavaş ona gelişini izledi.
“Bunu neden fırlatıp attın?” diye sordu James. “Hogsmeade’e gitmek istemiyor musun?”
“Sanki gitmeme izin verecektin de?” dedi Harry, alaycı bir şekilde.
“Tabii ki, verecektim,” diye cevapladı James.
Harry bir anlığına donakaldı. Ama ona inanmamıştı.
“Ne planlıyorsun?” diye sordu.
“Hiçbir şey.” James omuzlarını silkti. “Ciddiyim. Hogsmeade’e gitmek istiyorsan, kâğıdı imzalarım.”
“Yalan söylüyorsun.”
“Söylemiyorum,” diye ısrarla tekrar etti James. “İşte, bana bir tüy kalem ver, hemen şimdi imzalayayım.”
Harry’nin gözleri kısıldı.
“Hogsmeade’e gitmeme izin vererek bana nasıl güveniyorsun?”
James ona gülümsedi.
“Çünkü ben de seninle orada olacağım,” diye cevapladı, “tıpkı, diğer Yoldaşlık üyeleri gibi,” diye de ekledi.
Harry, adamın aptallığına içten içe hayret etti. Onun ve Yoldaşlık’ın onu durdurmaya güçlerinin yeteceğini sahiden düşünüyor muydu? Hogwarts’tan çıktığı anda, babasına dönmesi için onu kimse durduramazdı.
Çantasını açtı ve içinden bir tüy kalem çıkardı. Sessiz bir meydan okumayla, tüy kalemi James’e uzattı. James başını kaldırıp kalemi aldı. Kâğıdı aceleyle imzalarken, Harry mutluluktan gülümsüyordu. Hogsmeade’i ziyarete gideceği gün eve dönüyordu.
Hafta sonu çok hızlı gelmiş, cumartesi sabahı öğrenciler için Hogsmeade’e gidecek olmanın delice telaşıyla başlamıştı. Harry de, diğer oda arkadaşları gibi uyanıp hazırlanmaya koyulmuştu bile.
“Bugün Hogsmeade’e geliyor musun?” diye sordu Neville, Harry duşa girmek için onun yanından geçerken.
“Evet,” diye cevapladı Harry.
“Daha önce hiç gittin mi, peki?” diye sordu Neville, ayakkabı bağcıklarını bağlarken başını kaldırıp bakarak.
“Hayır,” diye dürüstçe cevap verdi Harry. Birkaç kez Hogsmeade semalarında uçmuştu, ama içinden hiç yürüyerek geçmemişti.
“İsviçre’de yaşadığın için bunu tahmin etmiştim.”
Harry’nin kaşları çatıldı. İsviçre mi? Alçak sesle Damien’a küfretti.
“Evet,” dedi Harry, istemsizce.
“Sahiden görülmeye değer bir yer,” diyerek gülümsedi Neville. “Hogsmeade’i çok seviyorum. Babam beni her kış oraya götürürdü.” Hafifçe titredi; gözleri sıcaklığını kaybetse de gülümsemesi hâlâ yüzündeydi. “Karlarla kaplıyken çok daha güzel görünür,” diye açıkladı. “İstersen, sana Hogsmeade’i ben gezdirebilirim. Sana tüm güzel yerleri gösteririm.”
Harry gözlerini kaçırdı.
“Hayır… gerek yok. Ben tek başıma dolaşmayı seven biriyim.”
Neville, yüzündeki gülümsemeyi kaybetmeden, omzunu silkti.
“Pekâlâ, nasıl istersen. Fikrini değiştirirsen, bana haber verebilirsin.”
Harry yavaş yavaş başını aşağı yukarı salladı ve çocuk ona kendini daha da kötü hissettirmeden, arkasını dönüp uzaklaştı.
Duştan çıkıp geri geldiğinde, Neville’in gitmiş olduğunu görmekten memnundu. Odada yalnızca Dean ile Seamus kalmıştı; uğramaları gereken şaka dükkânından heyecanla birbirlerine bahsediyorlardı. Harry onları görmezden gelip hazırlanmaya koyuldu; ayakkabılarını giymeden önce saçlarını kurutuyordu.
Kapının aniden açılmasıyla, kapının eşiğinde birdenbire Seherbaz’lar belirdi. Harry şaşkındı. Bu, Yoldaşlık üyelerinin yatakhanesine ilk gelişleriydi. Gözleri, Moody’nin birbirine uymayan gözleriyle buluştu ve ifadesi, Harry’nin ensesindeki tüylerin diken diken olmasına yol açtı. Moody mutlu görünüyordu ki, bu onun için hayra alamet olamazdı. Gerginliğini göstermek yerine, hazırlanmaya devam edip ayakkabılarını giydi.
“Bugün odaları araştırıyoruz,” dedi Sturgis, Dean ile Seamus’a. “Buradaki güvenlik büyülerini kontrol etmemiz için odayı boşaltmanız gerekiyor.”
Dean ile Seamus’ın canları sıkılmış görünüyordu, ama boyun eğip kendilerini dışarı attılar. Harry de onların arkasından harekete geçti, ama bir anda üç asayı birden ona doğrultulmuş halde buldu.
“Sen değil, Potter.”
Harry durdu ve Seherbaz’lara küçümseyerek baktı.
“Ne o, acelen mi var?” diye homurdandı Moody.
Harry cevap olarak dik dik bakmakla yetindi.
Moody, asasını hedefinden ayırmadan, ona doğru yaklaştı. Boş elini cüppesinin cebine götürerek oradan bir şey çıkardı. Daha Harry onun ne olduğunu göremeden, Moody asasını sallayarak o şeyin doğrudan Harry’ye uçmasını sağladı. İçgüdüleri Harry’ye kendisini koruması gerektiğini söyleyince, Harry ileri uzandı ve parmaklarıyla ona fırlatılan ince kırmızı bileziği kavradı. Yalnızca bir iki saniye sonra, bilezik yakaladığı elinden kaybolup sol bileğinde yeniden belirdi; tuhaf kırmızı bir ışıkla parlıyordu.
Harry böyle bir şeyi daha önce hiç görmemişti ve şaşkınlıktan donakalmıştı. Başını kaldırıp baktığında Moody’nin keyifle sırıttığını fark etti.
“İşte, şimdi gidebilirsin,” diyerek kapıya giden yolu açtı, ama Harry yerinden kıpırdamıyordu.
“Bu ne?” diye sordu, sol elini kaldırarak.
“Bartra Bilekliği,” diye cevapladı Moody.
Harry bunu hiç duymamıştı, ama en azından, iyi bir şey olmadığından emindi.
“Çıkar şunu,” dedi.
“Hogsmeade’den döndükten sonra çıkaracağım,” diye cevapladı Moody; belli ki, her anın tadını çıkarıyordu.
Harry ona doğru ilerledi.
“Çıkar şunu, yoksa ben çıkarırım.”
Moody sırıttı.
“Çıkar, hadi.”
“Alastor?” Sturgis şaşkınlıkla ona bakıyordu, ama Moody onu görmezden geldi.
“Hadi, çıkarmayı dene bakalım,” diyerek meydan okudu Moody.
Harry, yüzünü Sturgis’e çevirdiğinde, onun uyarıcı bakışlarıyla karşılaştı.
“Yapma, Potter!” diyerek onu uyardı. “Bilezik yalnızca onu kilitleyen kişi tarafından çıkarılabilir.” Dik dik Moody’ye baktı. “Onu sen ya da başka biri çıkarmaya kalkışırsa, canını yakacak.”
Harry’nin elleri yumruk halini aldı. Moody’nin keyiften sırıttığını görünce, öfkeden deliye dönmüş bir halde onun birbirine uymayan gözlerine baktı.
“Albus’un senin Hogmeade’e gitmene izin verdiğini duyduğumda, gerekli önlemleri almayacağını biliyordum,” diye açıklamaya girişti Moody. “Bana verilen yetkiye dayanarak da, Bakanlık’tan –ne yazık ki– yalnızca bugün için Bartra Bilekliği’ni kullanma onayı aldım.” Harry’ye doğru yürüyüp bilekliği gösterdi. “Gerçek bir usta işi. Takan kişiyi belli bir sınırın içinde tutuyor. Bu bileklik ise Hogwarts ve Hogsmeade sınırlarına göre büyülendi. Yani, Hogmeade’den çıkmaya çalışacak olursan…” Moody durdu ve asasını Harry’nin bileğindeki bilekliğe doğrulttu.
Harry’nin sol kolunda ani ve keskin bir ağrı peydahlandı. Ağrı, bileğinden başlayıp omzuna kadar ilerleyerek göğsüne ulaştı. Ağrının baskısı şimdi göğsünde toplanmıştı. Yalnızca birkaç saniye sürmüş, şiddetli ağrı hemen kaybolmuş olsa da, Harry’nin iki büklüm olmasına yetmişti bile; Harry nefes almakta zorlanarak eliyle göğsünü tutuyordu.
“Kaçmaya yeltenirsen, seni öldürecek. Yani, sol tarafın tetiklenirse, Bartra biricik kalbini paramparça edecek, tabii bir kalbin olduğunu varsayarsak,” diyerek sırıttı Moody.
Harry doğruldu; nefes almakta hâlâ güçlük çekiyordu. Vücudu, yalnızca ağrının yarattığı şoktan değil, aynı zamanda öfkeden de titriyordu.
“Eğer bu şey, benim Hogsmeade’e gitmemin şartıysa, gitmek istemiyorum. Çıkar şunu!” diye patladı Harry.
“Hayır, Bartra bütün gün orada kalacak, Hogsmeade’e gitsen de gitmesen de,” dedi Moody. “Okulun büyük bir bölümü Hogsmeade’e gitmişken, senin kaçma ihtimalini göze alamam.” Harry’ye bir adım daha yaklaştı. “Bana kalsaydı, çocuk, o şeyi bileğinden asla çıkarmazdım. Çünkü sen bu şekilde tutulmayı hak ediyorsun. Isıran köpeğin tasması boynundan eksik edilmez.”
Harry’nin artık canına yetmişti. Ani bir saldırıyla, yumruğunu Moody’nin suratına indirdi. Moody yana sendelerken neredeyse dengesini kaybediyordu. Harry onu tekrar tutup bu sefer midesini yumrukladı. Sturgis ve diğer Seherbaz Graham hızlı hareket etmiş olsalar da, Harry’nin elini savurmasıyla ikisi de odanın karşı tarafına uçmuş, asaları da ellerinden fırlamıştı. Harry Moody’yi yakasından tutup kaldırarak suratına bir yumruk daha indirdi. Ancak, Moody asasıyla Harry’nin sol bileğini hedef almıştı.
Harry, kolundan göğsüne ulaşan acıyla yeniden vuruldu. Büyü göğsünü sıkıştırırken, bu sefer bağırıyordu. Moody’yi bırakıp göğsünü tutarak iki büklüm oldu ve nefes almaya çalıştı. Yere düştüğünde acı dinmişti ve yattığı yerde kımıldayamıyordu. Kesik kesik nefes alarak başını kaldırdı ve Moody’nin asasını hâlâ ona doğrulttuğunu gördü; onu Bartra’yı tekrar harekete geçirmekle tehdit ediyordu.
“Diyeceklerim bu kadar, çocuk! O Bartra bugün oradan çıkmıyor!” diye hırladı.
Moody çekip gitmeden önce, ağzında biriken kanı Harry’ye oldukça yakın bir yere tükürdü. Diğer iki Seherbaz da ayağa kalkıp onu takip etti. Sturgis gitmeden önce durup Harry’ye baksa da, bir şey söylemedi. Sessizce uzaklaşıp ardından kapıyı kapattı.
Harry olduğu yerde kalarak derin nefesler alıp verdi. Sol kolu ağrıyor, göğsü de fena halde sıkışıyordu. Kalp atışları hâlâ düzensizdi ve hem midesi bulanıyor, hem de başı dönüyordu. Titreyen elini kaldırdı ve Bartra Bilekliği’ne baktı. Bileğini saran bu parlak şey, gücünün aksine, oldukça ince ve kırılgan görünüyordu ve hiçbir ağırlığı yoktu, ama kolundayken Hogsmeade’den ayrılacak olursa onu öldürecek güce sahipti.
Harry gözlerini kapatıp küfretti. Tam anlamıyla kapana kısılmıştı. Hogmeade’de ne kadar Ölüm Yiyen onu bekliyor olursa olsun, bugün eve gidemeyecekti.
James ana girişte Harry’yi bekliyordu. Yanında, onunla birlikte iki yakın arkadaşı da vardı. Remus ile Sirius, Harry’nin ilk Hogsmeade ziyaretinde ona eşlik etmek için özellikle gelmişlerdi. Okul gezilerinin yapıldığı günlerde, ailelerin çocuklarına Hogsmeade ziyaretlerinde eşlik etmesi yaygın bir gelenekti.
Üçü de Harry’yi beklerken, Harry acaba gelecek mi diye merak etmeye başlamışlardı. Bu sabah kahvaltıda görünmemişti. Üstelik öğrencilerin hepsi, öğretmenler eşliğinde Hogsmeade’e doğru yola çıkmışlardı bile. Tam James yukarı çıkıp Harry’ye bakmaya karar vermişti ki, oğlunun merdivenlerden yavaş adımlarla inmekte olduğunu gördü.
“Pek acelesi yok gibi, değil mi?” diye fısıldadı Sirius, James’in yanından.
“Burada ya, gerisi önemli değil,” diye mırıldandı James.
Harry başını kaldırmadan dümdüz kapılara doğru yürüdü; iki elini de kot pantolonunun ceplerine gömmüştü. Onu bekleyen üçlü ile neredeyse burun burun gelmek üzereyken başını kaldırıp baktı. Tam o anda, bakışları karanlıklaşmıştı.
“Günaydın, Harry!” diye selamladı onu James, her zamanki gülümsemesiyle.
Harry hiçbir şey söylemeden, yanından geçip gitti.
James onun peşinden ana kapılara doğru gitmeden önce, arkadaşlarıyla bakıştı.
Hava aydınlık, gökyüzü ise masmaviydi, ama sonbahar mevsiminin soğukluğu hissediliyordu. Harry, soğuk hava yüzünden, ellerini ceplerinde daha da derinlere sokup sırtını kamburlaştırdı ama yürümeye de devam etti.
“Üşüyor musun?” diye sordu James, ona endişeyle bakarak.
“Ne o, varlığının ateşiyle beni mi ısıtacaksın?”
James gözlerini devirdi.
“Doğru düzgün cevap versen olmaz, değil mi?”
Harry ona pis bir bakış attı, ama cevap vermedi.
Sirius Remus’a eğilip fısıldadı.
“Bence çok komikti.”
“Şşş, Patiayak,” diye susturdu onu, Remus.
Ana kapılara ulaşmak için okul arazisi boyunca yürüdüler.
“Peki, Hogsmeade’e gidiyor olduğun için heyecanlı mısın?” diye sordu James; çaresizce sohbeti devam ettirmeye çalışıyordu. “Önce nereye gitmek istersin?”
“Beni senden alabildiğine uzak tutacak bir yere,” diye cevapladı Harry.
“Daha neler!” diyerek güldü Sirius. “Biz, Hogsmeade’e birlikte gidebileceğin en iyi grubuz. İyi yerlerin hepsini biz biliyoruz.”
Harry başını çevirip ona baktı; hoşnutsuzluğu yüzünün her zerresinden okunabiliyordu. Ardından gözünü James’e dikti.
“Beni gözleyen yeterince adam yokmuş gibi, bir de bunları mı getirdin?”
“Bizi James davet etmedi,” diyerek araya girdi Remus. “Biz kendi isteğimizle geldik. Seni görmek istedik.”
Harry dik dik ona baktı.
“Neden? Ne oldu da…”
Dördü birden aniden durdu; hava birdenbire tuhaf bir şekilde buz kesmiş, her birinin bedenini baştan ayağa titretmişti. Üzerlerine bir gölge düştü. Nefes aldıkça hepsinin ağızlarından dumanlar çıkıyordu. James hemen Harry’ye döndü ve Harry’nin, gözleri dehşetle açılmış bir halde, yukarıya baktığını ve yüzünden tüm rengin çekildiğini gördü. James’in eli saniyesinde asasına uzandı.
“Expecto Patronum!”
James ile birlikte, diğer iki ses de aynı anda ona eşlik etmişti. Asalarından üç gümüşümsü şekil fırladı. Şekiller havayı yararak yükselip bir araya gelerek gümüşten bir duvar oluşturdular ve tam üzerlerinde uçan karanlık siluetlerin önünü kapattılar. Ruh Emici’ler gümüş renkli Patronus’lar tarafından vurulunca yanar gibi hemen geri çekilmeye başlamışlardı. O kadar çok Ruh Emici vardı ki, onları engellemeye üç Patronus anca yetmişti. Ruh Emici’ler geri çekilerek gökyüzüne doğru süzüldüler ve nöbet tuttukları yere geri dönerek gözden kayboldular.
James, Remus ve Sirius asalarını indirdiler, ama başka Ruh Emici’ler de gelir mi diye gökyüzüne bakmayı sürdürüyorlardı. Patronus’ların oluşturduğu gümüş renkli duvar eriyip kaybolarak gökyüzünün parlak mavi tonunu yeniden ortaya çıkardı.
James dönüp Harry’ye baktı. O da hâlâ gökyüzüne bakıyor, yeşil gözleri telaş içinde gökyüzünün her bir noktasını tarıyordu. Harry, o anda, asasının elinde olduğunu fark etti. Ve hemen ardından korkunç bir gerçeği hatırladı; ona verdikleri bu kurcalanmış asa, Patronus büyüsü yapmaya uygun nitelikte değildi. Harry yalnız olsaydı, kendisini Ruh Emici’lerden koruyamamış olacaktı. Bunu, tam da bu yüzden, Harry’yi Hogwarts’ta kapana kıstırmak için yapmışlardı.
Harry’nin titrediğini gören James’in kalp atışları hızlandı. Hızla onun yanına gitti.
“Harry?”
Harry, dehşete düşmüş ve kederli görünen bakışlarını ona çevirdi. Bir adım geri gidip James’ten uzaklaştı. Gözlerini kapatıp hızlı hızlı nefes alarak kendini sakinleştirmeye çalıştı. James’e bakmak için gözlerini yeniden açtığında, onlardaki üzüntünün yerini artık şiddetli bir öfkenin aldığını gördü.
“İyi misin?” diye sordu Sirius, Harry’ye; sesi titriyordu.
Harry cevap vermedi, ama arkasını dönüp uzaklaştı.
“Bu da neydi şimdi?” diye sordu Sirius.
“Ruh Emici’lere, Harry’nin Hogwarts arazisinden çıkması halinde, harekete geçmesi talimatı verilmişti,” dedi Remus. “Onun için geldiler.” Kafasını iki yana salladı. “Ruh Emici’leri nasıl oldu da unuttuk?”
James’in asa tutan eli yumruk halini aldı. Ruh Emici’ler tepelerinde her an Harry’nin ruhunu emmek için beklerken, Harry’yi burada tutsak olmadığına nasıl ikna edecekti? Fudge ne yaptığını zannediyordu? Böyle bir şeyi on altı yaşında bir çocuğa nasıl yapardı? Oğlunun dehşete düşmüş az önceki bakışlarını asla unutamayacaktı. James, Harry’nin arkasından yürürken, kafasını sağa sola sallayıp düşüncelerinden sıyrılmaya çalıştı. Ne yapması gerekiyorsa onu yapacak ve ne olursa olsun, Ruh Emici’leri buradan uzaklaştıracaktı.
Çeviren: Tuba Toraman