Harry Godric’s Hallow’un önünde duruyor, oraya nasıl geldiğini dahi bilmiyordu. Daha bir dakika kadar önce, mağaradan koşarak dışarı çıkıyor, Pettigrew’ın anılarında gördükleri beyninin içinde dönüp duruyordu. Bir adım sonra ise, kendini yıllar önce terk ettiği evinin önünde bulmuştu. Harry kararmış yeşil gözlerini küçük eve dikti. Gerçeği öğrenmesi gerekiyordu. Pettigrew’ın zihninde gördüğü anıların hiçbirinin mantığa sığar yanı yoktu. Harry’nin hayatı boyunca bildiği gerçeklerin hiçbiri ile uyuşmuyordu. Cevaplara ihtiyacı vardı ve cevapları da yalnızca Godric’s Hollow’un duvarlarının ardında bulacağını biliyordu.
Harry ilerleyerek evin kapısına giden bahçe yolunu hızlı adımlarla geçti. Elini salladı ve sessiz bir emirle kapının kilidini açtı. Eşiği geçerek yıllar önce gerisinde bıraktığı evin içine girdi. Hole adımını attığı anda, James’in, Godric’s Hollow’dan ayrılmadan önce, eve yerleştirdiği alarmı çalıştırdığından bihaberdi. James, Voldemort ve Ölüm Yiyen’leri evine yeniden saldırırsa diye önlemini almıştı.
Yüzlerce kilometre ötede, Grammauld Meydanı On İki Numara’nın misafir odasında bulunan şeffaf kürenin içi kırmızı dumanla dolmaya başlamıştı.
Harry boş evde üst kata, daha önce uyuduğu soğuk tavan arasına çıkan merdiven sahanlığına doğru yürüdü. Ama merdivenlere daha ulaşamadan önce, gözüne büyük bir yatak odası ilişti. Durdu; havadaki sihri hissedebiliyordu. Başını çevirip odanın kapısına baktı. O odada neden bu kadar çok sihir vardı?
Geniş odanın içine girdiği anda, güçlü sihrin kaynağına doğru çekildi. Anlaşılan o ki, güç odanın sonundaki duvardan geliyordu. Harry oraya doğru ilerleyerek elini duvarın üzerine koydu. Duvar katıydı, ama onun aslında orada olmadığını biliyordu. Göz yanılgısından başka bir şey değildi. Harry asasını çıkardı.
“Finite İncantatem.”
Büyü işe yaramamıştı. Harry gözlerini duvara dikerek, kısa bir süre, göz bağını nasıl ortadan kaldıracağını düşündü; arkasına neyin gizlendiğini görmeliydi. Başka bir büyü denedi.
“Finite Trespasstrain.”
Bu sefer, krem renkli duvar gözden kaybolmaya başlamıştı; ta ki, arkasında gizlediği büyük alan ortaya çıkana değin. Odada yirmi kadar kutu düzenli bir şekilde özenle dizilmiş duruyordu. Harry hiç vakit kaybetmedi. Kendisine en yakın kutuyu çekip açtı. İçi Potter’ların Hogwarts yıllarından kalma eşyalarıyla doluydu. Madalyalar, rozetler, başarı sertifikaları ve bunun gibi bir sürü şey vardı. Harry kutuyu kenara itti; içindekilerin yere dökülmesi umurunda bile olmamıştı. Sıradaki kutuya geçti. Bunun da içi, Harry’nin çöp diyeceği şeylerle doluydu.
Harry kutu üstüne kutu açtı; ta ki, içi ufak kıyafetlerle dolu olan bir tanesine rastlayana kadar. Harry az giyilmiş, pahalı gibi görünen bebek kıyafetlerine baktı. Aklından geçen ilk düşünce, onların Damien’a ait olduğuydu. Ancak, sonra, birçoğunun üzerinde nakışla işlenmiş ‘HP’ harflerinin olduğunu gördü. Harry kıyafetlere bakarken kaskatı kesilmişti. Onun bebek kıyafetlerini saklıyorlardı. Ama neden? Ondan nefret etmiyorlar mıydı?
Harry başka bir kutu daha alıp içindekilere yere boşalttı. Gördükleri yüzünden az daha kalbi yerinden çıkacaktı. Kutunun içi paketlenmiş hediyelerle doluydu. Harry aralarından bir tanesini eline alıp üzerindeki hediye kartını okudu.
Üçüncü Yaşın Kutlu Olsun, Harry.
Harry, ayaklarının altındaki zemin kaymış gibi hissetti. İçinde git gide büyüyen bir inkârla, diğer hediyelere bakmaya başladı. Hepsi, her biri tek bir kişi için alınmıştı.
Mutlu Yıllar, Harry. Seni çok seviyoruz.
Mutlu Noeller, Harry.
Harry’nin sıradaki paketi tutan elleri titriyordu; bu seferki hediye kartının üzerinde, İkinci Yaşın Kutlu Olsun, Harry, seni çok seviyoruz yazıyordu.
Harry hediye paketini elinden düşürdü. Paket yerde duran diğer paketlerin yanına pat diye düştü. Bu yan yana dizilmiş üç kutunun içinde de ona alınmış hediyelerden başka hiçbir şey yoktu. İçleri, son on beş yıla ait doğum günü ve Noel hediyeleriyle doluydu. Potter’lar, Harry James’i öldürmeye giriştikten sonra bile, ona bu Noel için de bir hediye bırakmışlardı.
O anda, tavan arasında bulunan dondurucu odanın hatırası gözünün önüne geldi. Bedeninde babasının zalimliğinden geriye kalan ağır yaralarla ve aç karnıyla uyumaya çalıştığı o anlar… Her daim dövülme korkusuyla yaşadığı o anlar… Bir keresinde günlerce yemek yemediği halde, açlığını dile getiremeyip yemek isteyemeyecek kadar çok korktuğu o günler… Tüm bunlar yalan olamazdı. Harry o kâbusu tam dört yıl boyunca yaşamıştı. Hatırlıyordu, o felaket anların her birini hatırlıyordu.
Gel gelelim, Harry son kutuyu da açtığında, delicesine ettiği inkârları da ebediyen toz olup gitti. Harry, şoktan donakalmış bir halde, uzanıp kutunun içinde bulunan fotoğraf albümlerinden birini eline aldı. Albümün sayfaları kundaklanmış duran, ufak, dağınık saçlı ve yeşil gözlü bir bebeğin anne ve babası tarafından öpülen hareketli fotoğraflarıyla doluydu. Harry, gözlerinde biriken yaşlar yüzünden fotoğrafları neredeyse göremiyordu.
Harry’nin bulanık gören gözlerine özellikle bir fotoğraf ilişmişti. James bebek Harry’yi havaya fırlatıyor, sonra yeniden tutuyordu. Bebek Harry katılırcasına gülerken, James de bebeği her yakalayışında onu burnundan öpüyordu. Harry kalbinin sıkışarak acıdığını hissetti. Bir diğer fotoğrafta ise, bebek Harry beşiğinde uyuyor, James ile Lily de beşiğe eğilmiş, ona bakarak gülümsüyorlardı. Son fotoğrafta da, James ile Lily Harry’yi kucaklarında tutuyor, kameraya el sallıyorlardı. İkisi de kameraya yeniden el sallamadan önce dönüp birbirlerine bir öpücük konduruyorlardı. Harry kaskatı kesilip fotoğrafa öylece bakakaldı; gerçeğin şokuyla dünyası başına yıkılırken, gözyaşları yanaklarından sel gibi boşalıyordu.
Gerçek şuydu ki, ona hayatı boyunca hep yalan söylenmişti.
James’in güvenlik küresinin renk değiştirdiğini görmesi uzun sürmemişti. Ona Godric’s Hollow’da eşlik etmesi için bir Yoldaşlık ekibi toplaması ise daha kısa sürmüştü. James, ön kapıyı aralık bulunca, aklına Ölüm Yiyen’lerin eve girmiş olabileceği geldi. Kendilerine sahiden bu kadar çok güveniyorlar mıydı? Ya da yalnızca bu kadar aptal mıydılar?
James sessizce içeri sızdı; o Kingsley ile Remus’a odaları kontrol etmelerini işaret ederken, Tonks ile Sturgis de, onunla birlikte, üst kata çıkan merdivenlere doğru ilerlediler. Odaları tek tek kontrol ediyor, sessiz büyüler yollayarak Ölüm Yiyen’lerin saklandığı yeri bulmaya çalışıyorlardı; ama hiçbir şey bulamadılar. Ancak, James kendi yatak odası kapısının hafif aralık olduğunu fark etmişti.
Asasını kaldırdı ve peşinde Tonks ve Sturgis ile birlikte, kapıyı iterek ardına kadar açıp odaya girdi. Kutuların, ağızları açık bir şekilde, yerde durduğunu görünce ise gözleri hayretle açıldı; içindekilerin hepsi yerlere saçılmıştı. Lily ile onun Hogwarts günlerinden, evliliklerinin ilk aylarından kalma hatıraları ile bunun gibi birçok kişisel eşyası halının üzerine dağıtılmıştı. İçinde bebek kıyafetlerinin, ayakkabılarının ve battaniyelerinin bulunduğu kutu ise bir tarafa devrilmişti. Ama James’in fark ettiği ve kalbinin teklemesine yol açan görüntü, Lily ile onun yıllardır gizli gizli biriktirdiği rengârenk paketlere sarılmış hediyelerdi. Onları kutularından çıkarılmış ve etrafa yığılmış halde görünce, hemen oraya doğru koştu.
“Ah Tanrım,” diye fısıldadı Tonks, onun arkasından. “Buraya ne olmuş böyle?”
“Bir şey arıyorlarmış,” dedi Sturgis.
James bir şey söylemedi. Yere eğildi ve hediyelerin arasında açık bir halde duran fotoğraf albümünü eline aldı. Parmaklarını, son sayfada, Harry ile birlikte çektirdikleri fotoğraflardan birinin üzerinde gezdirdi.
“James?” diye seslendi Sturgis. “Burada ne saklıyordun? Ölüm Yiyen’ler ne arıyordu?”
James başını iki yana salladı; sesi boğazında sıkışıp kalmıştı. “Ölüm Yiyen’ler değildi,” demeyi başardı. “Harry idi.” Yerde dağınık halde duran hediyelere yeniden baktı. “O buradaydı,” dedi. “O… cevapları bulmak için geldi.” Sturgis ile Tonks’a dönüp baktığında, gözleri umutla ışıldıyordu. “Harry gerçeği bulmaya geldi.”
Harry, Riddle Malikânesi’ne fırtına gibi girip doğrudan büyük odaya doğru yol aldı. Hızını hiç kesmeden kapıları itip açarak içeri girdi. Odada hiç kimse yoktu.
“Baba!” diye bağırdı Harry; yumruklarını sıkmıştı ve gözlerinden alevler fışkırıyordu. “Baba!”
Ancak, o esnada, Lord Voldemort’un, aldığı çağrı üzerine, kurtadamlarla toplantı yapmak için gittiğini hatırladı. Ne zaman döneceğini bilmek mümkün değildi. Harry arkasına döndüğünde, karşısında yalnızca Bella’yı buldu; kapıların önünde duruyor, şaşkınlıkla ona bakıyordu.
“Harry?” dedi. “Sorun ne?”
Harry neredeyse tek adımda ona ulaştı. “Ne kadar?” diye sordu; sözleri ağzından hırlarcasına çıkmıştı.
“Ne?” diye sordu Bella.
“Yalanlarınıza daha ne kadar inanmamı bekliyordunuz?” diye sordu Harry.
“Harry?” Bella bir adım geriledi. “Sen… sen neden bahsediyorsun?”
“Sen benim neden bahsettiğimi gayet iyi biliyorsun!” dedi Harry, öfkeyle. “Babam Öldüren Laneti göndermek için hedef alırken, beni kollarında tutuyordun! Seni gördüm!”
Bir adım daha gerileyip tökezleyen Bella’nın gözleri dehşetle büyümüştü. Başını iki yana sallamaya başladı.
“Sen… sen neden bahsediyorsun?” diye sordu. “Öyle bir şey hiçbir zaman olmadı.”
“Bana yalan söylemeyi kes!” diye kükredi Harry. “Ben bir yaşındayken, Pettigrew’ın beni buraya getirdiğini biliyorum! Bana yalan söylediğini, babamın bana yalan söylediğini biliyorum! Neden? Beni neden kandırdınız?” İleri atılarak Bella’yı kollarından tuttu ve gözlerini onun dehşetle bakan gözlerine dikti. “Söyle bana, Bella! Beni neden kandırdınız?”
“Harry…” Bella başını iki yana sallıyordu. “Ben… biz… hiç…”
“Kimdi?” diye sordu Hary; Bella’yı delip geçen gözlerinin rengi koyu yeşile dönmüştü. “Potter’lar gibi davrananlar kimdi? Kimdi onlar, Bella?”
“Harry-”
“Kimdi?” diye bağırdı Harry, onu kollarından tutup sarsarak. “Söyle bana!”
Harry daha önce hiç böyle bir şey yapmamıştı; ama öfkesi tüm bedenini ele geçirdiği için, içindeki büyü de kontrolden çıkmıştı. Büyüsü devreye girip, kısa bir anlığına, Harry’nin hayatı boyunca asayla bile yapamadığı şeyi yapmıştı. Harry, Bella’nın zihnine girdiğinde, onun özellikle belli anıları aklına getirmemek için çaresizce çabaladığını gördü – onun istismar edildiği zamanları. Harry’nin zihni bir kez daha başka birinin anılarıyla doldu. Kendi görüntüsü gözünün önünden hızla geçip gidiyordu. Üç yaşındaki halini Godric’s Hollow’un mutfağında koşarken gördü; ancak, bu sefer, masada oturanlar James ile Lily değil, Voldemort ile Bella’ydı. Üç yaşındaki Harry’ye tokadı yapıştıran Lord Voldemort’tu. Belindeki kemeri çıkarıp onu ölesiye döven Lord Voldemort’tu. Harry, Bella masada oturup Harry’nin çığlıklarına pis pis sırıtırken, mutfağın girişinde beliren ve Sirius gibi davranan kişinin ise Lucius olduğunu gördü. Elini yanan fırına sokanın da babası Lord Voldemort olduğunu gördüğü sahnenin ardından, Harry bağlantıyı kopararak geriye doğru sendeledi.
Bella da geriye sendelemişti; zihnine yapılan ani saldırı onu neredeyse geriye savuruyordu. Yalpalamasını durdurmayı başararak başını kaldırıp Harry’ye baktı; yaşadığı şok ve korku git gide artıyordu. Harry ise bunca zaman ona güven duymayı öğreten, onunla arasındaki yakınlığı büyüten, ama aynı zamanda, onun aldatılmasına, canının acıtılmasına, istismar edilmesine yardım eden ve sonra da ona düzenli olarak yalanlar söyleyen kişiye gözünü dikmiş öylece bakıyordu.
Bella derin bir nefes aldı ve sonra, sahip olduğu tüm cesaretini toplayarak ona doğru bir adım yaklaştı.
“Harry-”
Harry, Bella’nın bile hiç şahit olmadığı bir hızla harekete geçerek, yanından fırtına gibi uzaklaştı.
“Harry! Harry, hayır, dur!” Bella da onun arkasından koşuyordu. Göz açıp kapayıncaya kadar elini asasına almış ve Harry’ye doğrultmuştu: “Obliviate!”
Harry tam zamanında kalkanını kaldırdı. Harry’yi saran yanardöner mavi baloncuk Hafıza Büyüsü’nü yok etti. Harry süratle döndü ve eliyle sertçe vurarak Bella’nın asasını elinden çekip aldı. Saldırının gücüyle Bella yere kapaklandı. Kesik kesik nefes alarak yattığı yerde hızla doğruldu ve gözlerini Harry’ye dikti. Harry ise arkasını dönüp kapılara doğru ilerledi. Harry’nin böylece yürüyüp gidişi, Bella’yı, onu vuracağı herhangi bir büyüden çok daha fazla yaralamıştı.
“Harry, hayır!” diye bağırdı Bella. “Harry!”
Ayağa kalktı ve arkasından koştu. Kapıda duran adamlara işaret ederek bağırdı: “Durdurun onu!”
Ölüm Yiyen’ler bir Bella’ya bir Harry’ye baktılar; bunun bir tür şaka olup olmadığını anlamaya çalışıyor gibi bir halleri vardı. Onlar daha ne olduğunu anlayamadan, Harry asasını savurarak Ölüm Yiyen’leri duvarlara yapıştırarak bayılttı.
Harry Riddle Malikânesi’nden bir daha hiçbir zaman dönmemek üzere ayrılırken, Bella Harry’nin ismini tüm gücüyle haykırıyordu.
Lucius yavaş yavaş kendine geliyor, başının arkasındaki keskin ağrı yüzünden homurdanıyordu. Ne olmuştu? Başı neden ağrıyordu? Ayrıca bu pis ve iğrenç koku da neyin nesiydi? Başını tutmak için hamle etti. En azından, hamle etmeye çalışmıştı. Ancak, eli başına gitmiyordu. Gözlerini zorla açarak, karanlığın içinde gözlerini kırpıştırdı. Ellerini tekrar zorlayınca şıngırdayan zincirlerin sesini duydu. Ani ve büyük bir şokla, iki elinin de arkadan bağlanmış olduğunu fark etti. Zincirleri ne kadar zorlasa da, kurtulmayı başaramadı.
Lucius, paniklemeye başlamıştı; ancak, daha hiçbir ses çıkaramadan önce, iki ışık topu havada belirip önünü aydınlattı. Lucius, Harry’nin onu bulduğunu gördüğü anda rahatladı.
“Harry,” dedi Lucius, pis zeminde dizlerinin üzerine çömelmiş, onun önünde duran çocuğa bakarak. “Beni nasıl buldun?” diye sordu. Harry’nin yan tarafına baktı ve ellerini bağlı tutan zincirlerin zemine sürgülendiğini gördü. Asası ise hiçbir yerde görünmüyordu. “Neredeyim ben?” diye sordu.
“Hayır!” Harry’den çıkan bu bir kelime tüm mağarada yankılanıp Lucius’u susturdu. Yeşil gözlerindeki bakış, Lucius’un korkudan ürpermesine yol açtı. “Hayır, Lucius,” diyerek sözlerine devam etti Harry, kulağa tehlikeli gelen bir fısıltıyla. “Hayır. Bugün soruları sen sormayacaksın. Bugün, soruları ben soracağım ve sen ise cevap vereceksin.”
“Harry?” Lucius, hali hazırda mağaranın soğuk taş zemininde yatıyor olmasaydı, geri geri gidiyor olurdu.
Bakışlarını hızla yana kaydırdı ve zeminde yatan birini gördü. Birkaç saat öncesinin anıları zihnine bir anda nüfuz edince, Lucius sonunda nerede olduğunu hatırladı; başına gelen şeyin sebebi de kaçınılmaz bir şekilde karşısına duruyordu. Harry Pettigrew’ı bulmuştu. Harry’yi bilmeden Pettigrew’a getiren ise Lucius’un kendisiydi. Lucius yavaşça döndü ve Harry’ye baktı; hayatında ilk defa çocuğun öfkesinin karşısında sahici bir korku hissediyordu.
“H-Harry,” diye başladı Lucius. “Ona inanmamalısın. O adam,” başıyla Peter’ı gösterdi, “deli. Aklını yıllar önce kaybetti.”
“Öyle mi?” diye sordu Harry. “Oysaki hemen şimdi istediğim cevapları almazsam, aklını kaybedenin ben olacağını hissediyorum.” Öne doğru eğilerek alev alev yanan yeşil gözlerini Lucius’unkilere kitledi. “Neden?” diye sordu. “Evimden neden kaçırıldım? İşkenceye neden uğradım, Lucius?”
Lucius başını iki yana salladı.
“Sen neden bahsediyorsun?” dedi, yalan söylemeye devam etmekte ısrar ederek. “Efendimize sen kendin geldin. Sen-”
Harry’nin yumruğu bir iki santim farkla Lucius’un yanından geçip taş duvara vurdu. Lucius bir kemiğin kırılma sesini duyduğuna yemin edebilirdi, ama Harry hiçbir tepki vermedi. Çektiği acı, başka hiçbir acıyı hissetmemesine neden oluyordu.
“Yalan söylemeyi kes,” diye hırladı Harry. “Gerçeği biliyorum. Bilmediğim ise, nedeni?”
Lucius Harry’nin yüzüne bakakalmış bir halde yutkundu. Peter’ın yerde hareketsiz yatan bedenine şöyle bir bakıp yeniden Harry ile göz göze geldi. “Pettigrew sana ne söyledi?” diye sordu, gerçeği çarpıtmak ve Harry’yi bir şekilde yeniden kazanmak için son bir çaba daha sarf ederek.
“O bana hiçbir şey söylemedi,” dedi Harry. “Her şeyi ben kendim gördüm. Önce onun, sonra da Bella’nın zihninde.”
Lucius içinden sayısız kez küfretti. Bitmişti. İşte, şimdi her şey bitmişti.
“Neden?” diye sordu Harry, yeniden. “Bana nedenini söyle. Neden ben? Babam beni neden ailemden kopardı?”
Lucius derin bir nefes alıp Harry’nin gözlerine baktı. “Çünkü sen Seçilmiş Kişisin.”
Harry geriye doğru sendeledi. Lucius onun bu cevabı beklemediğini görebiliyordu. Harry’nin ifadesinden tüm bunlara inanamadığı anlaşılıyordu. Başını iki yana salladı, ağzını açıp kapattı, ama sesi çıkmıyordu.
“Bu Efendimizin önlem alma planıydı,” diye açıkladı Lucius. “Onu yenecek güce sahip olanı kendi en güçlü silahı haline getirmek.” Gözlerini Harry’ye dikti; yüzünde aldatıldığını gösteren ifadeyi görünce ise kalbi sıkışır gibi oldu. Lucius, hep, Harry’nin yüzünde bu ifadeyi hiçbir zaman görmeyeceğini ummuştu. “Seni şefkatle büyüttü, Harry. Bu onun planlarının dışında gelişti ve o artık kelimenin tam anlamıyla senin baban.”
“Babam mı?” dedi Harry, ağzından zehir tükürürcesine. “Hangi baba çocuğunu döver? Ne tür bir baba üç yaşındaki oğlunun derisini yüzer?”
“Ne istediğini bilen ve gerekeni yapmaktan çekinmeyen bir baba,” diye cevapladı Lucius.
“Gereken mi?” Harry’nin bakışları keskinleşti. Lucius’un cüppesinin yakalarına yapıştı ve onu kendine çekti. “Gereken mi? Yaptığı gaddarlığı haklı mı çıkarıyorsun?”
“Hayır,” diye konuştu Lucius, alçak sesle. “Sana sadece yapması gerekeni yaptığını söylüyorum, ama acı vermek istediği için değil, seni daha güçlü biri haline getirmek istediği için.”
“Siktir git!” diye bağırdı Harry. “Siktir git, Lucius!” Lucius’u geriye savurarak duvara yapıştırdı. Lucius, ağrıyan başını taşa tekrar vurunca acıyla inlememek için kendini zor tuttu. Bulanık görüşünü zorlayarak Harry’ye bakmaya çalıştı; Harry artık ayağa kalkmış, ondan uzaklaşmıştı. Lucius bunun nedenini biliyordu – ona saldırmamak için kendini tutuyordu.
“Harry,” diye başladı Lucius, “hepsi geçmişte kaldı. Tüm olanlar, seni zayıflatmak için değil, tersine, seni bugünkü kişi yapmak içindi. Senden iki, üç katı büyüklükte adamlardan korkmuyorsan, bu, Efendimizin seni eğitmesi sayesinde.”
Harry acı dolu bir kahkaha attı. “Doğru, haklısın, Lucius. Bence de geçmişi geride bırakmalıyım. Bana sabah akşam ettiğiniz tüm o işkenceleri unutmam gerekir, çünkü artık Efendinizin emrettiği herkesi öldürebilecek kıvamdayım!”
“Harry.” Lucius ona doğru atılarak bağlı olduğu zincirleri zorladı. “Anlamak zorundasın; geçmişin, yediğin tüm o dayaklar, onların hepsi-”
“Ne?” diye sordu Harry, araya girerek; sesi tehlikeli bir şekilde alçalmıştı. “Bir daha ağzından ‘gerekli’ kelimesi çıkarsa, yemin ederim, boğazını parçalarım.”
Lucius kaskatı kesildi; ifadesinden fena halde korktuğu anlaşılıyordu. Harry ona doğru yürüyerek önünde yeniden diz çöktü.
“En başta kurduğu plan neydi?” diye sordu Harry. “Planı, konuşmayı bile öğrenmeden önce beni yok etmek miydi? Beni bunca zaman ailemin benden nefret ettiğine inandırdınız; Voldemort’un yanında kalmayı seçeyim diye mi? Böylece onun emrettiği herkesi öldüreyim diye mi?”
Lucius ne konuşmaya ne de bir şey açıklamaya cesaret edemedi. Harry’nin sorusuna karşılık başını salladı. Harry’nin sorgulamasından sağsalim çıksa bile, bu sefer Lord Voldemort’a hesap vermek zorunda kalacaktı.
“Beni neden Ölüm Yiyen’lerinden birinin önüne atmadı?” diye sordu Harry; sesinden anlaşıldığı kadarıyla, şimdi çok daha fazla acı çekiyordu. “Her şey bir yana, masumlara işkence etmek konusunda Ölüm Yiyen’lerin üzerine yoktur.”
Lucius konuşmak için sakinleşmeye çalışarak başını iki yana salladı. “O… kendisi… bizzat… istedi… şeyi…”
“Canımı yakmayı.” Harry’nin sözleri kendiliğinden çıkmıştı.
Harry’nin başı öne düşer ve bedeni ıstırapla sarsılırken, Lucius onu izledi. Harry’yi böyle kırgın gördükçe kalbi sıkışıyordu.
“Düşündüğün gibi değil, Harry,” diye hızla yendien açıklamaya koyuldu Lucius. “Karanlık Lord bunu kendisi yapmak zorundaydı, çünkü sınırları yalnızca o biliyordu. Sana kaldıramayacağından fazlasını hiçbir zaman yaşatmadı.”
Harry başını kaldırıp geriye itti; kan çanağına dönmüş gözlerinde acı ve öfke vardı.
“Seni incitti, dövdü, ama sınırı hiçbir zaman aşmadı, sana hiçbir ölümcül darbe vurmadı.”
Harry’nin yüzü soğuk ve acı bir gülümsemeyle çarpıldı. “Tabii ki, yapmadı,” diye fısıldadı Harry. “Silaha dönüştürmek için o kadar emek verdiği bir şeyi öylece öldüremezdi, değil mi?”
Lucius onun söylediklerini reddetmek için başını sallamak istedi, ama küçük bir parçası, sözlerinin bir bakıma doğru olduğunu biliyordu. Voldemort’un Harry için verdiği çabanın etkisi kendini sonradan göstermişti. Başlangıçta, Harry, Voldemort’un istediği şekli verebileceği, dövülmesi gereken bir et parçasından başka bir şey değildi.
Harry yavaşça ayağa kalktı. “Bunu nasıl yaptınız?” diye sordu. “Bella’nın anılarında gördüm. Hepinizi gerçek formlarınızda gördüm. Bana sizlerin annem, babam ve Black olduğunuzu nasıl yutturdunuz?”
Lucius cevap vermeden önce bir süre bocaladı. “Imperius Laneti altındaydın. Sen yalnızca Efendimizin sana görmeni söylediği şeyleri gördün.”
“Ya Godric’s Hollow?” diye sordu Harry, dişlerini sıkarak. “Onu da mı öyle görmemi sağladınız? Yoksa en başından beri Riddle Malikânesi’nde miydim?” diye ekledi, tükürcesine.
Lucius Peter’ın ölü bedenine tek bir bakış attı. “Potter’ların evinin gerçekçi bir kopyasını oluşturmak için Pettigrew’ın anılarını kullandık.”
Harry daha da yaklaştı. “Nerede?” diye sordu. “Onu nerede oluşturdunuz?”
“Artık yıkıldı,” dedi Lucius. “İhtiyacımız kalmayınca-”
“Nerede?” diye sordu Harry, baskı uygulayarak.
Lucius durup Harry’nin öfkeli gözlerine baktı. “Senin o çok sevdiğin antrenman alanı var ya?”
Harry’nin gözleri büyüdü. Lucius’a inanamayan bir ifadeyle bakarken geriye doğru sendeledi. Başını iki yana sallayarak iki büklüm oldu; her an kusacakmış gibi hissettiği için bir eliyle karnını tutuyordu. “Aşağılık herif,” diye tısladı. “Aşağılık herif!”
“Harry, içinde saklı olan anlamı görmüyor musun?” diye sordu Lucius, yüzünde sıra dışı bir hüzün ifadesiyle. “Seni zayıflattığı yerde sana güç kazandırdı.”
Harry doğruldu; gözünden akan yaşlar katıksız bir öfkeyle yanaklarına süzülüyordu. Eline asasını aldı ve Lucius’un gözlerinin ortasını hedef aldı.
“Beni öldürecek misin, Harry?” diye sordu Lucius, ondaki tereddüdün ayırdına vararak.
Harry bir süre daha öylece durdu ve sonra, yavaşça kolunu indirdi. “Hayır,” dedi, usulca. “Burada kalıp Ölüm’ün sana bizzat gelmesini bekleyeceksin.”
Dönüp uzaklaşarak Lucius’u elleri bağlı bir şekilde mağarada bıraktı.
“Harry, nereye gidiyorsun?” diye seslendi Lucius, onun arkasından. “Geri gelmeyecek misin? Onlara yaptığın onca şeyden sonra, gerçek ailene geri dönebilecek misin?”
Harry durdu; sırtı hâlâ Lucius’a dönüktü.
“Potter’ı öldürmeye çalışıp suçu Black’in üzerine yıkmaya çalıştıktan sonra, seni geri istemeyecekler!” Lucius yeniden zincirlere asılmaya başlamıştı. “Gidecek hiçbir yerin yok. Potter’lar seni geri kabul etseler bile, Bakanlık seni asla affetmeyecek. Yoldaşlık en az bizim kadar senin de düşmanın!”
Harry dönüp ona baktı.
“Aptal olma, Harry,” diye devam etti Lucius. “Korunmak için Efendimize ihtiyacın var. Seni koruyabilecek tek kişi o.”
Harry sırıttı; bakışları artık donuklaşmıştı.
“Beni zaten koruyacağı kadar korudu,” diyerek alay etti. “Dayak yemiş, açlıktan kıvranan dört yaşında bir çocuğu korudu. Bundan daha iyi başka ne yapabilir ki?”
“Harry!” diye bağırdı Lucius, Harry gitmek için dönerken. “Ondan uzaklaşmayı aklından bile geçirme! Bu dünyada ondan saklanacak hiçbir yerin olmadığını sen de biliyorsun. Efendimiz seni bulur.”
Harry arkasına dönerek ona baktı.
“O zaman, bırak beni bulsun.”
Lucius zincirlere yeniden asıldı. “Bunlar beni burada tutmaya yetmeyecek,” dedi, ellerini bağlayan zincirleri göstererek. “Onları kıracağım! Babana dönüp ona her şeyi anlatacağım!”
Harry’nin bakışları karardı. “Ona benim kendi yoluma gittiğimi söylemeyi de unutma,” dedi. “Bundan böyle onun köpeği değilim.”
Bunu da söyledikten sonra, Harry elini boynuna götürdü ve taktığı gümüş kolyeyi çekip çıkardı. Hortkuluk’u bir süre elinde tuttuktan sonra, havaya fırlattı. Tüm dikkatini havada uçan kolyeye verirken, yeşil gözleri siyah rengini almıştı. Hortkuluk göz açıp kapayıncaya kadar alevler içinde kaldı ve küle dönüp yok oldu.
Lucius dehşete düşmüş bir halde soluğunu tuttu. Başını kaldırıp baktığında, Harry’nin mağaradan çıktığını ve giderken havada süzülen iki ışığı da yanında götürdüğünü gördü; Lucius’u karanlığın tam ortasında kendi dehşetiyle yapayalnız bırakmıştı.
Çeviren: Tuba Toraman
Yorumlara bak
Evet, asla onun hissetdiklerini hiss edemem. Ama kaç bölümdür beklediğim tam olarak buydu. Özellikle Obliviate kısmında nefesimi tuttum. Her şeyin başa döneceğini sandım. Neyse ki öyle bir şey olmadı. 5 marta kadar güzel umutlarla bekleriz artık:)
Baştan bir kez daha okuyayım. Bölüm adı çok hoşuma gitti. Teşekkürler FC ekibi:)
Gözlerimizden yaşlar pıt pıt ya. On kere de okudum, yazarın yeniden düzenlenmesinden önce bile çok okudum. Çokzel bir seri. Hafta da 3 olsun lütfennnn FC 💜
Ellerinize sağlik çok guzel olmuş
Bu bölümü HP-nin şarkısıyla dinlemeyi bir deneyin. Çok garip bir duygu, kesinlikle.
Bana sizlerin annem, babam ve Black olduğunuzu nasıl yutturdunuz? Çu cümledeki 3 ve 4. kelimeler...
Bu seriyi köydeyken okumaya baslamistim yaz tatilindeydik ve canim cok sikiliyodu taki fantastik canavarlardan bildirim gelene kadar. Hayatimda bunun kadar guzel birsey okudugumu hatirlamiyorum...
Fantastik Canavarlar gerçekten de güzel bir seriyi yayınlıyorsunuz. Lakin okuyucuları düşünerekten hatada 3 gün atsanız daha iyi olur.