Karanlık Prens – İçimdeki Karanlık #45: Kuşkudan Doğan Sürpriz

Karanlık Prens - İçimdeki Karanlık #45: Kuşkudan Doğan Sürpriz

GİRİŞ İÇİN TIKLAYIN.

43. BÖLÜM [Kısım 2]

44. BÖLÜM [Kısım 1]

44. BÖLÜM [Kısım 2]

Lord Voldemort’un o karanlık gece, Harry Potter‘ı öldürmeyip kendi oğlu gibi büyütmeye karar verdiği alternatif bir hayran hikâyesine ne dersiniz?
Karanlık Prens” serisini, Safina Mazhar‘ın kaleminden ve yazarın gözden geçirdiği yeni versiyon üzerinden taze bir çeviriyle sizlerle buluşturuyoruz. Karşınızda İçimdeki Karanlık cildinin kırk beşinci bölümü!

bölüm 45

Kuşkudan Doğan Sürpriz


“Bu… bu gerçek olamaz,” diye fısıldadı Sirius. “Alice? O… o gerçekten Alice mi?”

“Evet,” dedi Remus, soluğunu tutarak; ses tonundan bile ne kadar şaşırdığı anlaşılıyordu.

James hiçbir şey söylemedi. Söyleyemedi. Uğradığı şok yüzünden dili tutulmuştu.

“İçeri gel, Alex,” dedi Alice, Harry’ye. “Burası buz gibi.”

“Gelemem. Pek vaktim yok,” diye cevapladı Harry. “John buralardaysa onunla konuşmam gerek.”

“Alex!” James, arkasından gelen ses üzerine, yerinde döndü. Gördüğü kişi karşısında şoktan nefesi kesilmişti; karşısında uzun yıllar arkadaşlık yaptığı, eski Seherbaz ve Yoldaşlık üyesi Frank Longbottom duruyordu. “Bak, bak, bak, kutsandık mı ne?” diyerek Harry’ye sırıttı Frank, ona doğru yürürken. “Haftada üç ziyaret.”

“Son dört ayı telafi etmeliydim,” dedi Harry, Frank’in elini sıkarak. “Ayrıca, seninle bir şey konuşmam gerek. Kısaca bir konuşsak olur mu?”

Harry, Frank ile birlikte karavandan uzaklaşarak, Frank’in az önce içinden çıktığı binaya doğru yürüdü. Alice Harry’ye hoşça kalmasını diledi ve karavana girerek arkasından kapıyı kapattı.

Dumbledore iki sözcük mırıldandı ve üzerlerindeki büyüyü kaldırarak üç büyücüyü yeniden görünür kıldı. Diğer üçünün yüzlerindeki ifadeler James’in tam da tahmin ettiği gibiydi: şaşkın, şok içinde ve donakalmış. Dumbledore bile oldukça şaşırmış görünüyordu. Dört büyücü de hızla ağaçların arasına dalarak karanlığa çekildiler ve duyulmamak için etraflarına Sessizlik Büyüsü uyguladılar.

“Pekâlâ, az önce ne oldu öyle?” diye sordu James.

“Şey,” diye başladı Sirius, “görünüşe göre, Frank ile Alice aslında hiç ölmemiş, hatta oldukça canlı görünüyorlar ve şimdi de, Muggle’lar gibi yaşamaya kanalize olmuş, kendilerine John ve Fiona diyorlar.”

Şimdi sırası değil, Sirius,” diyerek onu uyardı James.

“Neler oluyor?” diye sordu Remus. “Frank ile Alice oğullarını asla savaşın ortasında bırakıp gitmezdi, ayrıca, Muggle olarak da gizlen-” Aniden sessizliğe büründü; yalnızca onun değil, hepsinin aynı anda kafalarına dank etmişti.

“Kendilerine John ve Fiona diyorlar,” dedi James, yavaşça, “siz de benimle aynı şeyi mi…?”

“Hafıza Büyüsü,” dedi Dumbledore, fısıltıyla. “Tabii ya. Şimdi anlaşıldı.”

“Anlaşıldı mı?” diye sordu Sirius.

“Harry, kendince bir sebepten ötürü, Longbottom’ları öldürme görevini yerine getirmemiş,” dedi Dumbledore. “Hiçbir anne çocuğunu savaşın ortasında bırakıp terk etmez. Alice Neville’ın yanında değilse, bunun tek bir sebebi olabilir; o da, onu hatırlayamaması,” dedi Dumbledore. “Tahminimce, Frank ile Alice güçlü bir Hafıza Büyüsü’nün etkisi altındalar, o yüzden de, kendilerini John ve Fiona zannediyorlar. Muggle olduklarını düşünüyorlar. Harry’yi de Alex olarak tanıyorlar, çünkü öbür türlü, Frank ile Alice Harry’nin James’in oğlu olduğunu bir gün hatırlayabilirlerdi.”

James başının döndüğünü hissediyordu. “O zaman, Harry Frank ile Alice’i öldürmeyip kurtardı, öyle mi?” diye sordu. Başını iki yana salladı. “İyi de neden? Neden öyle bir şey yapsın ki? Harry’nin onları kurtarmak için hiçbir sebebi yok. Hafızalarını silip onlara Little John ve Fiona olarak yeni kimlikler vermesi için ne sebebi olabilir ki? Bunların hiçbiri mantıklı değil!”

Dumbledore derin düşüncelere dalmıştı. Bakışlarını karavana çevirdi.

“Şuan bize mantıklı gelmiyor,” dedi, “ama o gece tüm olan biteni öğrenirsek, nedenini de öğrenmiş oluruz.”

Diğer üçü de başlarını çevirip karavana baktılar.

“Şimdi ne yapıyoruz?” diye sordu Remus, usulca.

“Gayet açık,” dedi James. “Frank ile Alice’i ait oldukları dünyaya geri götürüyoruz.” Dumbledore’a döndü. “Hafıza Büyüsü’nü tersine çevirebilirsin, değil mi?”

Dumbledore başıyla onayladı. “Evet.” Ardından, yüzünü James’e döndü. “Ama ne yazık ki, Hafıza Büyüsü’ne müdahale etmeyeceğim, en azından şimdilik.”

James afallamış bir halde ona baktı. “Ne demek istiyorsun?” diye sordu. “Frank ile Alice’i burada böyle bir hayatın içinde bırakamayız.”

“Son iki yıldır böyle bir hayatın içindeler zaten,” dedi Dumbledore. “Burada güvendeler. Şimdi onları geri götürürsem, Harry’yi de büyük bir riske atmış olurum.”

James’in kısılmış gözleri bir anda büyüdü. “Nasıl yani?” diye sordu.

“Harry hâlâ Voldemort’un yanında,” dedi Dumbledore. “Şimdi Frank ile Alice’i geri götürürsek, onların hayatta kaldığı haberi, ne kadar saklamaya çalışsak da, Voldemort’a gider. Onu kandırdığını fark ederse Harry’ye neler yapabileceğini bir düşün. Harry’yi öldürebilir bile.” Dumbledore başını iki yana salladı. “Böyle bir riski göze alamayız. Harry’yi geri kazanmayı başarırsak, Frank ile Alice’i de geri getirebiliriz. O vakte kadar onları burada bırakmak daha güvenli.” Mavi gözleri sırayla üç adamın da üzerinden geçti. “Hiçbiriniz bundan kimseye bahsetmeyeceksiniz. Bu bilginin dışarı sızma tehlikesini göze alamayız. Bakanlık’ın içinde çok sayıda casus var, bunu hepimiz biliyoruz. Bakanlık’ın Frank ile Alice’i öğrenmesi demek, Voldemort’un öğrenmesi demek.”

James arkadaşlarını kendi dünyalarına, oğulları Neville’e götürmek istiyordu, ama önceliği Harry idi. Harry’nin hayatını riske atamazdı. Dumbledore haklıydı. Voldemort kim bilir Harry’ye neler yapardı.

Uzaklarda bir yerde bir kapı gürültüyle kapandı ve James dönüp tam zamanında Harry’yi yürüyüp uzaklaşırken gördü. Bir iki saniye sonra, Harry, gecenin içinde hafif bir ‘pop’ sesiyle ortadan kaybolmuştu.

“Kahretsin!” dedi James; oğlunu bir kez daha kaybettiği için kalbi kırılmıştı.

“Şansımızı yeniden deneyeceğiz,” dedi Dumbledore. “Sonuçta, artık Harry’nin Frank ile buluşmak için buraya geldiğini biliyoruz.”

James dönüp binaya baktı. “Onu neden tekrar ziyarete geldiğini gidip öğrenelim, o zaman,” dedi. “Hadi!”

Dördü birden binaya doğru yürüdüler. İçeri girmeden önce, Dumbledore asasını James’e doğrultarak onun görüntüsünü değiştirdi. Ona sarı kıvırcık saçlar vermiş, burnunun şeklini ve gözlerinin rengini değiştirmişti.

“Böylece, Frank, senin ‘Alex’ ile olan benzerliğini fark edip şüphelenmeyecek,” diye açıkladı. Ardından, sakalını küçültüp rengini kahverengi ile değiştirerek kendi görünümünü de değiştirdi.

James kendini hazırladı. Frank Longbottom en iyi arkadaşlarından biriydi. Onun ‘ölüm’ü James’i mahvetmişti. Şimdi ise onu yeniden görecek, onunla yeniden konuşacaktı; bu da, onu heyecanlandırdığı kadar açıklayamayacağı derecede gergin de hissettiriyordu. Derin bir nefes aldı ve kapıyı iterek açtı.

* * *

Kulübe girer girmez, dört büyücü de, Frank’i, bir grup adama mobilya parçalarını odanın karşısına taşımalarını söylerken buldu. Kendinde olmadığını düşündüğü arkadaşını görmek, birçok farklı duygunun James’i sarıp yutmasına sebep olmuştu.

Frank kapıda duran dört adamı fark ederek onlara doğru döndü. “Pardon, beyler.” Başını iki yana sallayarak onlara doğru yürürken iki elini de kaldırıp salladı. “Kulüp iki günden önce açılmayacak. O zaman bekleriz.”

James duygusallıktan boğazının düğümlendiğini fark etti. O öylece durup bakarken, Remus konuştu.

“Pardon,” dedi, sesini alabildiğine güçlü tutmaya çalışarak, “biz açık olup olmadığınızdan emin olmak istemiştik.” Gözleriyle etrafı taradı. “Güzel mekân, bu arada. Size bir servete mal olmuş olmalı.”

Frank güldü; sesi, donakalmış bir halde orada öylece dikilen dört büyücüye de aşina oldukları o rahatlatıcı hissi vermişti. Eski arkadaşlarına öylece bakakaldılar.

“Bu mekân mı?” diye sordu Frank. “Yalnızca kısa bir süreliğine kiraladım. Ben dolaşmayı seviyorum. Farklı farklı yerlere gidiyorum. Londra çok büyük, her bir yeri görülmeye değer.” Omuzlarını silkti. “Önceki patron da böyle yaşardı. Ben de onun geleneğini sürdürüyorum.”

“Önceki patron mu? Yani, işi başkasından devraldığınızı mı söylüyorsunuz?” diye sordu Sirius.

“Evet,” diye cevapladı Frank. “Tüm bunlar John Allen’a aitti; iyi ve kibar bir adamdı. Bana hep oğluymuşum gibi davrandı. Kulübü artık oradan oraya taşıyamayacak kadar yaşlanmıştı, o yüzden bu işi onun yerine ben yapmaya başladım. Öldüğünde ise her şeyini bana bıraktı. Kendi ailesi yoktu.”

Dördü de olan biteni anlamaya başlamıştı.

“Little John,” diye mırıldandı James. “İnsanlar sizin onun oğlu olduğunuzu zannediyor.”

Frank omuz silkti. “Bildiğiniz gibi, aynı isme sahibiz. İnsanların ne istiyorlarsa onu düşünmelerine izin verdim. Beni rahatsız etmiyor.”

James gülümsememek için kendini tutmak zorunda kaldı. İşte bu, Frank idi; kimin ne düşündüğünü, ne yaptığını zerre umursamayacak kadar kendi ile barışık biriydi.

“Sakıncası yoksa, beyler, bu yeri baştan sona yeniden kurmam gerek ve bunun için de fazla vaktim yok.” Yüzünde bir gülümsemeyle kapıyı gösterdi. “Cuma gecesi yeniden gelin. Sakın kaçırmayın. Çok eğlenceli bir gösteri olacak!” deyip göz kırptı.

“Alex de çıkacak mı?” diye sordu James. Kendine engel olamamıştı. Harry’yi yeniden ne zaman görebileceğini bilmek istiyordu.

Frank’in yüzündeki gülümseme kaybolmuştu. “Kim soruyor?” diye sordu; tüm sıcaklığı bir anda uçup gitmişti. “Alex’i nereden tanıyorsunuz?”

“Onu kişisel olarak tanımıyoruz,” diyerek hemen araya girdi Dumbledore. “Ama arkadaşlardan onunla ilgili çok şey duyduk. Sizin kulübe geldiğini söylediler. Biz sadece açılış gecende onun da yer alıp almayacağını merak etmiştik.”

Frank’in ifadesi biraz yumuşadı. “Alex olmayacak,” dedi sertçe, kollarını göğsünde birleştirerek. “Onun başka işleri var, o yüzden bir süre buraya gelmez.”

“Ne zaman döneceğini biliyor musunuz?” diye sordu James; sesindeki hayal kırıklığını gizleyememişti.

Frank’in kısılmış gözleri, James’in üzerinde durdu ve hiç ayrılmadı.

“Alex ile derdin ne?” diye sordu. “Ondan ne istiyorsun?”

“Hiçbir şey,” diye cevapladı James. “Biz sadece onu dövüşürken izlemek istemiştik.”

Frank bakışlarını James’e dikmeye devam edip onu baştan ayağı şöyle bir süzdü.

“Hepsi bu olsa iyi olur,” diye uyardı. “Alex genç olabilir, ama kendisinden üç kat büyük adamları da dövebilecek kabiliyete sahip. İnanın bana, kendi gözlerimle gördüm.” Durduğu yerde sırtını iyice dikleştirdi. “Onun yoluna çıkmamakla akıllılık edersiniz.”

“Biz sadece onun nasıl dövüştüğünü merak ediyorduk,” dedi Remus, “hepsi bu.”

Frank hızla başını salladı. “Alex dövüşmeye geldiğinde, duyarsınız zaten.” Yüzüne zorla bir gülümseme yerleştirirken gözleri parlıyordu. “O çocuk tam bir kasırga. Gözünüzden kaçması zor olur.”

James zoraki gülümsedi. Harry bir kasırgaydı, evet. Tanıştığı her insanda, geçtiği her yolda, kimsenin onu unutamayacağı izler bırakıyordu.

* * *

Alex’i arama çalışmaları şimdilik askıya alınmıştı. Frank Harry’nin bir süre gelmeyeceğini açıkça söylemişti; o yüzden, James ve diğerlerinin daha fazla Muggle Dünyası’nda dolaşmalarını gerektirecek bir sebep yoktu. James’in endişeleri üzerine, Dumbledore Frank’ten ve onun dövüş kulübünden gözünü ayırmayacağı konusunda ona garanti vermişti. Little John başka bir yere taşınacak olsa, Dumbledore’un bundan haberi olacaktı.

Gel gelelim, haftalar geçti ve Dumbledore’un ilgilenmesi gereken başka önemli bir problemi vardı: Hogwarts Cadılık ve Büyücülük Okulu’nun kapanma zamanı gelmişti. Mektuplar ailelere ulaştırılmış, sandıklar toplanmıştı. Herkes büyülü tavanın altında son yemeklerini yemek için Büyük Salon’da toplanıyordu. Yani, Müdür’ün kendisi dışında herkes.

James, öğrencilere Kings Cross’a kadar olan yolculuklarında eşlik etmek için, peşinde bir Seherbaz ordusuyla okula gelmişti. Diğer Seherbaz’lar sessizce kahvaltılarını yaparken, o Büyük Salon’dan ayrılıp Müdür’ün odasının yolunu tuttu. Kapıyı vurup içeri girdiğinde, beyaz sakallı büyücüyü masasında otururken buldu; başı birleştirdiği ellerinin arasına düşmüştü. James Dumbledore’u tanımasa, onun dua ettiğini düşünebilirdi.

“Dumbledore?” diye seslendi, içeri yürüyerek. “İyi misin?”

Dumbledore yavaşça başını kaldırıp baktı; yüzü hüzünle gölgelenmişti. James içinde git gide büyüyen bir suçluluk hissine kapıldı. Sonuçta, okulun kapanmasından sorumlu olan kişi, onun oğluydu.

James aniden, “özür dilerim,” derken buldu kendini. “Ne kadar zor olduğunu biliyorum. Hogwarts her zaman hepimizden çok, özellikle senin için büyük bir anlam taşıyordu.”

Dumbledore koltuğunda geriye yaslanırken başını iki yana salladı; elleri kucağına düştü ve yorgunlukla iç geçirdi.

“Hogwarts’ın kapanıyor olmasından dolayı üzgün değilim,” dedi. “Son zamanlarda olan olayların ışığında, kapatılmasının doğru bir karar olduğunu düşünüyorum. Hatta çocukları öyle bir riskin içine attığımı hayal dahi edemiyorum.”

“O zaman, neden bu kadar üzgünsün?” diye sordu James.

Dumbledore başını eğip masasına baktı ve James de onun bakışlarını takip etti. Masanın üzerinde, bazıları açık, bazıları mühürlü mektup yığınları duruyordu.

“Onları bu kadar ciddiye alma,” dedi James; güçlü ve muhteşem Albus Dumbledore’un birkaç öfke dolu mektuptan bu kadar etkilenmiş olmasına şaşırmıştı. “Endişeli ailelerden başka ne beklenir ki?”

Karanlık Prens’in gerçek kimliği halka duyurulduğundan beri, Dumbledore her gün açıklama yapmasını bekleyen velilerden bir yığın mektup alıyordu. Hepsinin tek bilmek istediği, Dumbledore’un bir katili okuluna, masum çocukların arasına yerleştirme sebebiydi.

Dumbledore, önünde duran mektup yığınının en tepesinde duran parşömeni eline alıp James’e uzattı. “Bu mektup, bir veliye ait değil,” dedi. “Okumaya başlamadan önce oturmanı öneririm,” diye ekledi.

James ona doğru ilerleyip mektubu aldı ve kendini Dumbledore’un karşısındaki sandalyeye bıraktı. Mektuba bakarken gözleri git gide büyüyor ve hayretten ağzı bir karış açık kalıyordu. Dumbledore haklıydı. Bu mektup, endişeli bir veliden değil, bir Ölüm Yiyen’den geliyordu.

Sayın Albus Dumbledore,

Beni Jason Riley olarak biliyorsunuz. Ben Lord Voldemort’un yakın çevre Ölüm Yiyen’lerinden biriyim. Okumaya devam etmek istemezseniz, sizi anlarım, ama size söyleyeceklerimin ne kadar değerli olduğunu düşünürsek, okumanızı öneririm.

Size neden yazdığımı merak ediyor olmalısınız. Ne yazık ki, başka çarem kalmadı. Bu mektup elinize ulaştıysa, artık hayatta olmadığımdan emin olabilirsiniz. Bu mektubun, altı aydan uzun bir süre kira paramı ödemediğim takdirde, size gönderilmesi planlandı.

Hizmet ettiğim yıllar içerisinde, Lord Voldemort’un en büyük sırrına tesadüfen vakıf oldum. Karanlık Lord’un bu savaşı kazanıp Büyücülük Dünyası’nı yönetme isteği, onun ikinci emeli. Asıl emeli ise, ölümsüz olmak. Korkarım, Karanlık Lord bu isteğini Hortkuluk’lar yaratarak çoktan elde etti.

Bildiğim kadarıyla, yarattığı Hortkuluk’lar yedi tane. Hortkuluk’lardan biri onunla birlikte, diğer altısı ise nesnelerin içine yerleştirilmiş. Bu Hortkuluk’lar yok edilmediği sürece, Lord Voldemort da öldürülemeyecektir.

Bu Hortkuluk’lardan iki tanesinin neye benzediğini biliyorum. Bulduğum Hortkuluk’ları ve geri kalanını taşıyan nesnelerin de neler olabileceğine dair düşüncelerimi ilişikte sundum.

Savaşın karşı tarafında olan biri olarak, bu bilgileri sana neden verdiğimi merak ediyor olmalısın. Büyük ihtimalle ölümüme sebep olacak kişiden intikam almak için, bunu, son şansım olarak düşünebilirsin. Karanlık Lord’a meydan okuyabilecek tek kişi sensin.

Dilerim, bir gün onu yok edersin.

Jason Riley

James mektuptan başını kaldırdı. “Hortkuluk’lar,” dedi, korkudan soluyarak, “yedi tane, hem de?”

Dumbledore yüzünde vakur bir ifadeyle başını sallayıp onayladı. “Voldemort’un böyle bir şey yapacağından her zaman korkuyordum,” dedi. “Ama bir Hortkuluk yaratmak bile bu kadar korkunçken, bunu yedi kez yapacağı aklımın ucundan dahi geçmemişti.”

James, içinde git gide büyüyen bir korkuyla, elini saçlarından geçirdi. “Hortkuluk’ları bulmamız gerek,” dedi, “onu yok etmenin tek yolu bu.”

“İkisini biliyoruz,” dedi Dumbledore, James’e bir günce uzatarak. “Diğer dördüne gelirsek? Her şey olabilir.”

James günceyi alarak hemen açtı. Riley’nin kargacık burgacık yazısıyla Hortkuluk’ların neler olabileceği üzerine sayfalarca notlar aldığını gördü. Bulduğu Hortkuluk’ların neye benzediklerini gösteren çizimleri görünce hafifçe sayfaya vurdu.

Bir tanesi, siyah düz bir kitaptı. Hiçbir özelliği yoktu. Dünyada bunun gibi binlerce yalın, siyah kapaklı kitap vardı. Bu gidişle, Yoldaşlık, Büyücülük Dünyası’nda bulunan her siyah kapaklı kitabı, ayırt etmeksizin, Hortkuluk’u yok etmek uğruna yakmak zorunda kalacaktı.

Diğer çizim, yılan şeklinde olan gümüş renkli bir kolyeydi; birbirine dolanmış bedeninden farklı yönlere bakan iki kafa çıkıyordu. Yılanın gözleri yanardöner parlak bir yeşildi. James bu tuhaf kolye çizimine bakarken kalp atışlarının hızlandığını fark etti. Bu kolyeyi daha önce gördüğüne dair tuhaf bir hisse kapılmıştı.

“Hortkuluk’ların neler olduğunu öğrensek bile,” dedi Dumbledore, “bu onları bulup yok edebileceğimiz anlamına gelmiyor. Hortkuluk’lar karanlık büyünün en güçlüleri arasındadır. Birini yok etmeye yetecek enerji bile, çoğu kapasitenin üzerindedir ve önümüzde yedi tane-”

Kapının vurulması üzerine, Dumbledore sustu. James sandalyesinde dönüp baktığında, Damien’ın içeri yürüdüğünü gördü.

“Affedersiniz, Profesör,” dedi Damien, “ama herkes babamı arıyor.”

“Burada olduğumu nereden bildin?” diye sordu James.

Damien hiçbir şey söylemedi; bakışları hızla Dumbledore’a kaymıştı. James onu nasıl bulduğunu anladı.

“Hatırlat bana, karargâha gider gitmez, o haritaya el koyacağım,” dedi James.

Damien hafifçe omzunu silkti. “İstiyorsan alabilirsin,” dedi, “nasılsa artık ihtiyacım olmayacak gibi görünüyor.”

James kalbinin teklediğini hissetti. Arkadaşları ile Hogwarts’ı keşfetmek için yaptıkları harita artık kullanılmayacaktı. Harita, Hogwarts’ı daha fazla keşfetmeye yaramayacaksa, başka ne işe yarardı ki?

“Şimdi iniyorum,” dedi James. Dumbledore’a dönerek, “bu konuyu bu geceki toplantıda konuşuruz, değil mi?” diye sordu alçak sesle, Riley’nin mektubunu kaldırarak.

Dumbledore başıyla onayladı. “Yoldaşlık bu akşam bilgilendirilecek.”

James mektubu masaya bırakıp ayağa kalktı. Dönüp gitmeden önce, günceye çizilmiş yılan biçimli kolyeye son bir bakış attı. Damien birkaç adım daha gelerek masaya yaklaşmış, gözü masada açık duran günceye takılmıştı.

“Bu, Harry’nin kolyesinin çizimi,” dedi, şaşırarak. “Buna ne için bakıyorsunuz?”

James, gözleri kocaman açılmış bir halde, öylece kalakaldı. Arkasında ise, Dumbledore oturduğu yerde doğrulmuştu.

“Sen ne diyorsun, Damy?” diye sordu James.

Damien iyice yaklaşıp günceye daha da yakından baktı. “Bu çizim,” dedi, “Harry’nin taktığı kolyenin çizimi.”

Dumbledore hızla koltuğundan kalkarak masanın çevresinden dolandı.

“Mr Potter,” dedi, “Harry’nin boynunda gördüğün kolyenin bu kolye olduğundan emin misin?” diye sordu, çizimi göstererek.

Damien başıyla onayladı. “Evet.”

“Emin misin?” diye sordu James.

Damien’ın gözleri kısıldı. “Bu son derece eşsiz bir kolye,” dedi, biraz canı sıkılmış bir halde. “Karıştırmam mümkün değil.”

James yüzünde bir şok ifadesiyle dönüp Dumbledore’a baktı. Harry’nin, Hogwarts’ta olduğu tüm o süre boyunca, üzerinde bir Hortkuluk taşıdığına inanamıyordu. Harry, Dumbledore’un himayesi altında, Bakanlık’ın burnunun dibinde, yanında Voldemort’un ruhundan bir parça taşıyordu ve kimse bunu fark etmemişti. James, Harry’nin cüretkârlığına sahiden hayret ediyordu.

Dumbledore’un yüzüne ufak bir gülümseme yerleşti.

“Sanırım, şimdi Harry’yi bulmak için başka bir sebebimiz daha var,” dedi.

James gülümsemedi. Aslında, kalbi bir anda taş gibi ağırlaşmıştı. Harry’nin en son ihtiyacı olan şey, Bakanlık ve Yoldaşlık’ın peşine takılması için başka bir sebebinin daha olmasıydı.

* * *

“Ciddi olamazsın!” dedi Draco, gri gözleri kocaman açılmış bir şekilde. Satranç oyunu ortalarında unutulmuş bir halde duruyordu. “Küçük Potter’ı dinlemeyeceksin herhalde!”

“Ona bir söz verdim,” dedi Harry. “Onu arayacağımı söyledim.”

“İyi de kimi?” diye sordu Draco, can sıkkınlığıyla. “Peter Pettigrew diye biri olmadığını sen de biliyorsun.”

Harry sessizliğe büründü. Biliyordu; Peter Pettigrew isminde bir Ölüm Yiyen’in olmadığına yürekten inanıyordu. Ama gel gelelim, ne kadar mücadele de etse, ret de etse, kendini bunu düşünmemeye de zorlasa, Lily Potter’ın odasında çökmüş bir halde oturmuş, hıçkıra hıçkıra ağladığı o sahneyi aklından çıkaramıyordu. Peter Pettigrew için söylediği o nefret dolu sözleri unutamıyor, düşündükçe de kafası karışıyordu.

“Harry?” diye seslendi Draco, Harry’yi daldığı düşüncelerinden çekip alarak.

“Damien’a Peter’ı arayacağıma dair söz verdim,” dedi Harry. “Onu bulamadığımda, Damien annesi ile babasının yalancı olduklarını kabul etmek zorunda kalacak.” ‘Ayrıca, görülmemiş oyunculukları olduğunu da,’ diye ekledi, kafasının içinde, Lily’nin ondan bahsederken hıçkıra hıçkıra ağladığı anları hatırlayarak.

Draco kaşlarını çatmış, ona hiç de mutlu olmadığını belirten bakışlar atıyordu. “İyi. O zaman, neden gidip doğrudan Karanlık Lord’a sormuyorsun?”

Harry duraksayıp elini saçlarının arasından geçirdi. “Babamı bu işe karıştırmak istemiyorum. Hogwarts Ekspresi’ndeki saldırıdan beri, bana biraz… şüpheyle bakıyor.”

Draco homurdandı. “Potter gibi bir veledi kurtaracaksın diye onun adamlarını öldürdün! Ne bekliyordun ki?”

Harry ona bir bakış attı, ama cevap vermedi.

“Peki,” dedi Draco, Harry’den gözlerini ayırmadan, “ne yapacaksın?”

Kapının vurulma sesi duyuldu.

“Ne yapmam gerekiyorsa onu,” diye fısıldadı Harry, asasını sallayıp kapıyı açmadan önce.

Beklediği gibi, gelen Lucius’tu; Lucius, Draco’yu Harry’nin yanında gördüğü zamanlarda yüzüne hep takındığı o kendini beğenmiş gülümsemesiyle içeri yürüdü. Elinde bir çanta taşıyordu.

“Siz çocuklar, oyunu bitirdiniz mi?” diye sordu, başıyla aralarında duran satranç tahtasını göstererek.

Harry ona gülümsedi. “Şaka yapıyorsun herhalde? Bizim oyunumuz hiç bitmez.”

Draco yüzünde pis bir sırıtışla arkasına dönüp babasına baktı. “Çünkü Harry hiçbir zaman yenilgiyi kabullenmiyor, ne kadar açık arayla ben kazanmış olsam da.”

Lucius kıkırdadı. “Yenilgiyi kabul edecek biri olsaydı, Karanlık Prens olmazdı.” Çantasına uzanıp içinden bir şişe çıkardı. “Sana bir hediye, Prens.”

Harry ayağa kalkıp Ateşviskisi şişesini aldı; Lucius ne zaman kuzeye yolculuğa gitse, yanında mutlaka onun için bu özel yapım Ateşviskisi’nden getirirdi.

“Kabul töreni nasıl geçti?” diye sordu Harry, köşedeki masaya doğru ilerlerken. Masanın arkasında duran rafa uzanıp üç bardak çıkardı.

“Çok iyi,” diye cevapladı Lucius, ona katılmak için yanına gelerek. Draco da arkasından onu izledi. “Efendimiz bilhassa yeni müritlerinden çok etkilendi.”

“Evet, ona hiç şüphem yok,” dedi Harry, yara izini kaşıyarak. Kehribar rengi sıvıyı üç küçük şişeye doldurdu ve bir tanesini eline aldı. “Onun bu heyecan dolu anlarını daha fazla kaldırabileceğimi sanmıyorum.” İçkisinden bir yudum aldı.

Lucius diğer iki bardağı alıp birini de oğluna uzattı. Bu esnada, gözleri Harry’den bir an olsun ayrılmamıştı. “Burun kanamaların devam ediyor mu?” diye sordu, endişeli bir halde.

Harry başını iki yana salladı. “Babam o Yatıştırıcı İlaç’ları kafasına diktiğinden beri, kanamam yok.” Harry sızlayan ağrısını ovarken pis pis sırıttı. “Ama ilacın etkileri ne kadar işe yarasa da, ağrılarım hâlâ biraz… şiddetli oluyor.”

Lucius endişeli görünüyordu. “Bundan Efendimize bahsetmeni öneririm.”

Harry eliyle havayı dövdü. “Sorun yok. Babama koşup bunu yetiştirmeye hiç gerek yok,” dedi, uyarırcasına. “Yoksa kolyeyi çıkarmamda ısrar edecek.” Eli boynunda asılı gümüş zincire gitti.

Lucius mutlu görünmüyordu. “Eğer sıkıntıya düşersen-”

Sıkıntıya düştüğüm falan yok,” dedi Harry, onun sözünü keserek. “Halledemediğim bir şey değil.” İçkisinden bir yudum daha aldı. “Ayrıca, ihtiyacım olan oyalanmayı bana sağlayacak, terör estireceğim yeni müritler var.”

Lucius’un endişeli ifadesinin yerini bir gülümseme aldı; Harry’ye bakıp başını iki yana salladı.

“Ölüm Yiyen’ler senin oyuncağın olmak için burada değiller, biliyorsun, değil mi?” diye sordu.

“Bu tamamen onların iyiliği için,” diyerek alay etti Harry. “Hem zaten, ilgimi uzun süre üzerlerinde tutacak kadar ilginç de değiller.”

“Yapma, Prens,” dedi Lucius. “Karanlık Lord kendisine katılacak Ölüm Yiyen’leri büyük bir titizlikle seçer. Biraz hatırları vardır diye düşünüyorum.”

“Konu Ölüm Yiyen seçmeye geldiğinde, babamın özellikle aradığı pek bir şey yok,” dedi Harry, yüzünde bir sırıtışla. Gözlerini Lucius’tan ayırmıyordu. “Babamın onlarda tek umursadığı şey, pettigrew.”

Lucius, elinde tuttuğu içkiyi bile unutarak, orada öylece donakaldı. Yüzünden renk çekilmiş, Harry’ye bakan gri gözleri gölgelenmişti.

“Ne dedin sen?” diye sordu; sesi fısıltıdan daha yüksek çıkmamıştı.

Harry onun tepkisini fark etmemiş gibi yaptı.

“Dedim ki, babamın Ölüm Yiyen’lerinde tek umursadığı şey, pedigre,” dedi, “yani, safkan olmaları, anladın mı?”

Lucius rahatlamış görünüyordu. Yüzüne zoraki bir gülümseme yerleştirip başını salladı.

“Evet, tabii,” dedi, “başka türlü onları kabul edemez.” Başına dikmek için bardağını kaldırdı.

Harry de bardağını kaldırdı, ama tek bir damla dahi içmedi. Gözlerini, Draco’nun şimdi her zamankinden daha solgun görünen yüzüne çevirdi; onun da gri gözleri babasına kitlenmişti. Harry içinde git gide büyüyen panik hissini bastırmaya çalışıyordu. Lucius’un Pettigrew ismine öyle bir tepki vermemiş olması gerekiyordu, ama vermişti. Harry’nin dili sürçmüş gibi yapıp ona attığı yeme düşmemeliydi, ama düşmüştü. Harry pek emin olmasa da, Lucius’un alnında biriken terleri görmüş ve bunun üzerine, kalbi delicesine atmaya başlamıştı.

Lucius Malfoy

* * *

O gecenin ilerleyen saatlerinde, Draco Harry’nin odasındaki şöminede belirmişti. Kendini odaya atar atmaz, Harry’ye doğru koştu.

“Babam burada,” dedi, gergin bakışlarla. “Karanlık Lord ile görüşecek.”

Harry yüzünü ekşitti. “Acaba, konu ne?”

Draco başını iki yana sallayarak Harry’nin yanından geçip yürüdü. “Pettigrew diye biri var,” dedi, dönüp Harry’ye bakarak. “Ama bu, Potter’ların doğruyu söylediği anlamına gelmiyor.”

“Elbette, gelmiyor,” diye cevapladı Harry, hemen; sözleri sert çıkmıştı. “Neler olduğunu hatırlıyorum. İstedikleri kadar yalan uydursunlar, ben bunlara kanmayacağım.” Durdu; derin nefes alıp vererek kendini sakinleştirmeye çalıştı. “Potter’lar, Pettigrew adında bir Ölüm Yiyen olduğunu biliyor olmalılar. O yüzden bu ismi kullandılar.” Elini saçlarından geçirdi. “Olayı anlamaya çalışıyorum, ama aklıma tek bir şey dışında hiçbir şey gelmiyor: şu Pettigrew denen adam, babama bir konuda yanlış yapmış olmalı. Belki, ona ihanet etmiştir; hem bu da, Bakanlık ile Yoldaşlık’ın onu nasıl bildiğini açıklar. Belki de, o yüzden, Lucius öyle şaşkın bir tepki vermiştir.”

“Öyle bir tepki verdi, çünkü artık Efendimiz için çalışmayan bir Ölüm Yiyen’i senin bilmeni beklemiyordu,” dedi Draco, sesinde bir rahatlamayla. “Mantıklı geldi.”

Harry eliyle boynunu ovaladı. “Ama bu, Lucius’un hızla geri dönüp bunu babama yetiştirme telaşını açıklamıyor.”

“Biliyorum,” dedi Draco, “ben de bu yüzden bunları getirdim.” Cebine uzanarak içinden iki ten renkli cisim çıkardı.

“Bunlar da ne?” diye sordu Harry, daha da yaklaşarak.

“Bunlar, senin bana verdiğin şaka kutusunda vardı,” dedi Draco. “O Gryffindor’lu ahmakların tüm ürünlerini satın aldığın için, bunlar da aralarındaydı.” Uzayan Kulaklık’ları uzattı. “Onları dinlememiz gerek.”

Harry Draco ile göz göze geldi ve başını salladı.

“Evet,” dedi. “Hadi, gidip dinleyelim.”

* * *

Harry ile Draco, Riddle Malikânesi’nin gizli geçitlerinden birini geçmeye koyuldular. Bu geçit, onları doğrudan Voldemort’un odasındaki duvarın arkasına götürdü. Yıllar boyu, bu gizli geçidi, çocukluk meraklarının üstün geldiği zamanlarda, Voldemort’un yaptığı toplantıları gizli gizli dinlemek için sayısız kez kullanmışlardı. Ancak, bugün, Harry her zaman yaptığı gibi, kapıyı aralamadı. Weasley ikizlerinin iyi bir iş çıkardıklarına güvenmediği için, Uzayan Kulaklık’lara kendi elleriyle gizlilik büyüleri uyguladı ve iki cismi gizli kapının altındaki boşluktan içeri yolladı. İkisi de cisimlerin diğer ucundaki Kulaklık’ları kulaklarına dayar dayamaz, duvarın öte yanında hararetli bir konuşmanın yapıldığını duydular.

“Aşırı tepki gösteriyorsun,” diyordu Bella. “Harry’nin bilmesinin imkânı yok.”

“Tabii ki, yok!” diye ters ters konuştu Lucius. “Zaten Pettigrew ile ilgili gerçeği bilse, Harry’nin hiçbir şey yapmadan sakin sakin duracağını mı zannediyorsun? Kellemizi uçururdu!”

Harry’nin kalbi tekledi. Lucius o sözleriyle ne demek istiyordu? Ondan saklanan gerçek de neyin nesiydi? Ve daha da önemlisi, Lucius onun gazabından neden korkuyordu?

“Ee ne demek istiyorsun, o zaman?” diye sordu Bella; ses tonu bıkkın çıkıyordu. “Harry gerçeği bilmiyor, ama şüpheleniyor mu?”

“Evet,” dedi Lucius. “Hem bu o kadar da ihtimal dışı değil,” dedi. “Dört aydır Potter’lar ile birlikteydi! Belki, aklını karıştırmayı başarmışlardır.”

“Saçma!” diye tısladı Bella. “Harry’nin sadakati tehlikede değil.”

“Henüz değil,” dedi Lucius, “ama gerçeği öğrenecek olursa-”

“Yeter!” Voldemort’un emri üzerine odaya sessizlik çöktü ve Harry yara izinin acıyla sızladığını hissetti. Birkaç dakikalık sessizlikten sonra, Voldemort soğuk, acımasız sesiyle konuşmaya başladı. “O fareyi daha fazla hayatta tutmanın, belli ki, artık kimseye bir faydası yok.”

Çocuklar birbirlerini göremeyecek kadar karanlıkta duruyorlardı, ama Harry Draco’nun titrediğini hissedebiliyordu.

“Lucius, yarın sabah ilk iş harekete geçeceksin.”

“Peki, Lord’um,” dedi Lucius; sesinden göreve hazır olduğu anlaşılıyordu.

“Bella,” dedi Voldemort; sesi son derece soğuk çıkıyordu. “Yarın sabah kahvaltıdan önce oğlumla bir görüşme ayarla. Hogwarts’ta tam olarak neler olduğunu bizzat görmemin vakti geldi.”

“Peki, Lord’um,” dedi Bella.

Harry ile Draco, Uzayan Kulaklık’ları toplayarak kapıdan çekilip süratle dar geçidi geçtiler. Harry’nin odasına dönene kadar ikisi de tek bir kelime dahi söylememişti. Odaya girer girmez, Harry kitaplığına koşup orada bir şey aramaya koyuldu.

“Bu çok kötü oldu,” dedi Draco; sarı saçları önüne düşmüş bir halde odada volta atıp duruyordu. “Karanlık Lord Lahyoo Jisteen ile ne yaptığını görürse…” derken sesi kısıldı; gözlerini sımsıkı kapatıp iki eliyle de yüzünü sıvazladı. “Lanet olsun, sana benim yardım ettiğimi de görecek!” dedi. “Bittim ben. Sen de bittin. Merlin, her şey bitti.” Harry’nin deli gibi raflarda bir şey aradığını görünce durdu. “Ne yapıyorsun?” diye öfkeyle tısladı. “Şimdi bir şey aramanın sırası mı?”

Harry elinde tuttuğu küçük bir şeyle raftan geri çekildi. “Bunu,” dedi, soluk soluğa. Dönüp hızla Draco’nun yanına geldi. “Bunu babanın asasında bulunan başlığın içine yerleştir,” dedi, ufacık cam küreyi Draco’nun eline tutuşturarak. “Asadaki yılanın gözüne sığar.”

Draco elindeki şeyden başını kaldırıp Harry’ye baktı. “Bu ne?”

“Bunu bana babam vermişti,” diye açıkladı Harry. “Bu, mükemmel bir iz sürücü; daha iyisi yok.”

Draco’nun gözleri büyüdü. “Harry,” dedi, isyan ederek, “şuan yanlış şeyden endişeleniyorsun. Karanlık Lord senin Hogwarts anılarına girecek. Hogwarts’a sızdığını ve o taşı Potter’a verdiğini görecek.”

“Bunu sırası gelince düşünürüm,” dedi Harry, hissettiğinden daha cesur bir sesle. “Çok geç olmadan, bu Pettigrew’ın kim olduğunu öğrenmem gerek.”

“Zaten çok geç!” diye bağırdı Draco. “Babanı onun ölüm emrini verirken duymadın mı?”

“Duydum,” dedi Harry. Gözleri kararlılığını gösteriyor ve oldukça sert bakıyordu. “Ama Pettigrew, ölmeden önce, benden saklanan gerçek neyse onu bana söyleyecek.”

* * *

Ertesi sabah, Harry yatağından büyük bir korkuyla uyandı. Şimdi, her an, Bella odasına gelip babasının onu aşağıda beklediğini söyleyebilirdi. Harry, babası anılarına nüfuz ettiğinde, sırlarını ondan nasıl olup da saklayacağını bilmiyordu. Harry’nin içinde bir öfke patlaması yaşandı; yumruklarını sıktı. Babasının ona Zihnefend uygulamasından nefret ediyordu. Hatta o kadar nefret ediyordu ki, babası sonunda bunu yapmayı bırakmış, onun yerine, her şeyi Harry’nin ağzından dinleyeceğine söz vermişti.

Harry hızla elini yüzünü yıkayıp üzerini giyindi. Asasının bir hareketiyle, iz sürücünün Malfoy Malikânesi’nde olduğunu gördü. Bu iki anlama geliyordu: ya Lucius henüz malikâneden ayrılmamıştı, ya da Draco Lucius’un yılan başlı asasına iz sürücüyü yerleştirmeyi başaramamıştı. İkincisinin olmamasını umuyordu.

Bella’nın gelmesini beklerken, havada duran ve iz sürücünün yerini belirten noktayı izleyerek, birkaç dakika gergin bir şekilde bekledi. Sonra, beklemekten usandı. Asasını cebine tıkıp malikânenin içinde ilerleyerek yemeğe indi. Bella’yı orada onu beklerken bulunca şaşırdı. Genellikle, yemek saatlerini babası Voldemort’la yalnız geçirirdi.

“Günaydın, Harry,” dedi Bella. “Bugün kahvaltıya geç indin.”

Harry masaya doğru yürüyüp her zamanki yerine oturdu. “Uyuyakaldım,” diye yalan söyledi. “Babam nerede?”

“Şafak vaktinden kısa bir süre önce, bir çağrı aldı,” diye cevapladı Bella. “Sanırım, kurtadamlar sonunda Efendimizin şartlarını kabul etmişler.”

Harry’nin üzerinden bir rahatlama geçti. Babası burada olmadığına göre, onu henüz sorgulayamayacaktı. Babası döndüğünde, belki, keyfi yerinde olur, onu sorguya çekmeyi unuturdu. Hem bu Harry’ye bir plan hazırlaması için yeterli zamanı da vermiş olurdu.

“Hadi, ye, Harry,” dedi Bella, Harry’ye. Ona endişeli bir bakış attı. “Önünde uzun bir gün olacak.”

* * *

Kahvaltısı biter bitmez, Harry vakit kaybetmeden odasına döndü. Bu sefer iz sürücüyü kontrol ettiğinde, iz sürücünün Malfoy Malikânesi’nden çıkmakta olduğunu gördü. Başka bir yeri işaret etmesini izlerken, içinden Draco’ya teşekkür etti. Bu yerin koordinatları ona oldukça yabancıydı. Koordinatları ezberlediği gibi, hızla odadan çıkıp ön kapıdan sıvıştı. Buharlaşma noktasına doğru koşarken durup eğilerek onu selamlayan Ölüm Yiyen’leri görmezden geldi. Harry Buharlaşarak, sık ağaçlıklı bir ormanın ortasına Cisimlendi.

Etrafında Lucius’dan bir iz aradı. Ağaçların arasından ilerleyerek uzaklarda bir yerde, Lucius’u, ormanın daha da içlerine doğru yol alırken gördü. Harry, elinden geldiği kadar sessiz bir şekilde, peşinden gitti. Lucius’u bir mağaranın ağzına gelinceye kadar takip etti; Lucius’un durup asasını kaldırdığını gördü. Büyülü sözleri mırıldanmasıyla, tuhaf kırmızı bir ışık mağaranın girişini kapladı ve sonra kayboldu. Harry mağaranın içeri kimse girip çıkmasın diye korunduğunu fark etti. Belli ki, Lucius içeri girebilmek için büyüyü kaldırmıştı.

Lucius’un mağaraya girmesiyle, Harry de harekete geçti. Onun Lumos büyüsü, soğuk karanlık mağarayı aydınlatan tek ışıktı. Harry gözlerini ondan ayırmadan, onu karanlığın daha da içlerine doğru takip etti. Mağaranın içinde ilerlediği anda, Harry’nin burnuna keskin bir çürümüş et kokusu geldi. Kusmamak için kendine hâkim olması gerekti. Koluyla burnunu kapatarak kendini ilerlemeye zorladı.

Işığın aniden sönmesiyle, Harry kendini zifiri karanlığın ortasında buldu. Adımlarını durdurarak, herhangi bir ses yakalayabilmek için kulaklarını dört açtı. Lucius’un fısıltıyla başka bir büyü daha yaptığını duydu. Kayanın mağara duvarlarına sürtme sesi tüm mağarada yankılandı. Harry, Lucius’un büyüsünün dev bir kayayı, başka bir giriş yolunu açmak için, havaya kaldırdığını fark etti.

Lucius ikinci kez Lumos diye mırıldanıp mağaranın içlerine doğru ilerlemeye devam etti. Harry de arkasından onu takip edip dar eğimli girişin içinden geçti. Gel gelelim, karşılaştığı görüntü karşısında neredeyse bağıracaktı. Küçük, sıkışık alan hayvan dışkısıyla dolu gibi görünüyor ve fena halde kokuyordu. Koku o kadar güçlüydü ki, Harry gözlerinin yaşardığını hissetti. Kokunun berbatlığı yüzünden boğulur gibi tıkandı. Nefes alamıyor gibiydi.

Burnunu bir mendille kapatan Lucius, hücrenin bir köşesinde duran bir paçavra yığınının önüne gelince durdu. Asasından çıkan ışığı daha da yaklaştırınca, Harry paçavra yığını zannettiği şeyin aslında bir insan olduğunu fark etti. Küçük beden ışıktan ürkerek yattığı yerde kıvrılıp top halini aldı; bir taraftan da, insan olduğunu belirten sesler çıkarıyor, hafifçe inliyordu.

“Nihayet vakit geldi, Pettigrew,” diye konuştu Lucius, usulca; sesi küçük alanda yankılanıyordu. “Yalvarışların sonunda amacına ulaştı. Acınası hayatına son vermenin zamanı geldi.” Lucius asasını kaldırarak paçavra gibi görünen yığının tepesini, muhtemelen başının olması gereken yeri hedef aldı. “Avad-”

“Sersemlet!” Harry’nin büyüsü, Lucius’u hazırlıksız yakalayıp soğuk zemine fırlattı.

Harry kendi asasını aydınlatarak daha da yaklaştı. Pettigrew’ın ne yaptığını, böyle bir yere hapsedilmesine neden olacak ne günah işlediği öğrenmeliydi; Merlin bilir, kaç zamandır buradaydı? Yerde yüz üstü yatan Lucius’un yanından geçerken kendini biraz suçlu hissediyordu. Buradan ayrılmadan önce, onu uyandıracak, verilen emri yeri getirmesine izin verecekti. Harry, Lucius’un, ona doğrudan verilen emri yerine getiremediği için cezalandırılmasını istemiyordu.

Harry Pettigrew’a yaklaştıkça, adamın kendi kendine bir şeyler fısıldadığını fark etti. Bu işkenceye maruz kalmış adamın Lucius’un orada olduğunu fark ettiğinden ya da ölmek üzere olduğunu anladığından bile emin değildi. Harry’nin asasından çıkan ışık yüzüne vurunca, Pettigrew acı çekermişçesine inledi. Harry adamın oldukça pis ve neredeyse kelleşmiş olduğunu fark etti; kafasında neredeyse hiç saç kalmamıştı ve çok uzun bir süredir gün ışığına çıkmamış ve yıllardır suyun yanından bile geçmemiş gibi görünüyordu. Oldukça zayıf ve güçsüz görünüyor, fısıldayan sesinin kısıklığına bakılırsa, çok uzun zamandır sesini kullanmıyordu.

Harry, tir tir titreyen adamın yüzüne doğrudan ışık tutmamak için bir Aydınlatma Büyüsü yaptı. Mağara aydınlanır aydınlanmaz, Pettigrew insanın kanını donduracak cinsten bir inilti koparıp gözlerini kapatmaya çalıştı. Adamın bu zavallı hali, Harry’nin yüreğini dağladı. Gerçi, diğer taraftan da, bu Ölüm Yiyen’in, babası tarafından böyle cezalandırıldığına göre, oldukça kötü bir şey yapmış olduğunu düşünüyordu. Lord Voldemort affedebilecek ya da unutabilecek türde bir insan değildi ve verdiği cezalar da çoğunlukla oldukça sert olurdu; ancak, Harry daha önce böyle bir şeyi hiç görmemişti.

“Pettigrew,” dedi Harry, koku yüzünden zoraki konuşarak. “O sen misin?”

Adam yavaşça benzi sararmış yüzünü kaldırıp Harry’ye baktı. Çukurlaşmış gözleri bir anda büyüdü ve şoka girerek boğulur gibi bir ses çıkardı.

“J-J-James?” diye sordu. “James… sen… sen misin?”

Harry hiçbir şey söylemedi. Pettigrew zayıf bedeniyle Harry’ye doğru süründü.

“James! James, sensin!” diye bağırdı, cılız bir coşkuyla. “G-Geleceğini biliyordum. Bi-biliyordum.” Yüz ifadesi kedere gömülmüştü. Eksik dişlerini ortaya çıkaracak şekilde ağzını açtı. “Ö-Özür dilerim. Ben çok çok ö-özür dilerim,” dedi, hıçkıra hıçkıra ağlayarak. “Ben… ben… ben bunu yapmayı hiç istemedim. Sana i-ihanet etmek istemedim, ama K-Karanlık L-Lord… beni rahat bırakmazdı. Seni ve… ve Lily’yi öl-öldüreceğini söyledi. H-Harry’yi istiyordu. Bir se-seçeneğim ol-olduğunu sö-söylemişti. Harry’yi ona getirirsem… si-sizin ca-canınızı bağışlayacaktı.” Kendini sürüyerek oturmaya çalıştı, ama başaramadı. Tekrar zemine düştü. “Ben… ben senin gibi, Sirius gibi değilim. Remus gibi de g-güçlü değilim. Ona… ona karşı çıkamadım. Karanlık Lord… bana… güç vereceğini söyledi. Beni… beni daha güçlü biri… haline getireceğini söyledi. Özür dilerim, James. Harry… Harry’yi ben aldım, onu Lord Voldemort’a ben götürdüm.”

Harry, Pettigrew’ın ağzından çıkanları dinlerken, tamamen sessizliğe gömülmüş, kaskatı kesilmişti. Kalp atışları o kadar hızlanmıştı ki, göğsü sızlamaya başlamıştı. Aklından durmadan yalnızca tek bir düşünce geçiyordu: doğru değildi. Bu doğru olamazdı.

Harry küçük, çelimsiz ve zayıf görünen adamdan gözünü alamıyordu. Bu adam delirmişti. Bu yerde o kadar uzun zamandır kilitliydi ki, aklını kaybetmişti, anlaşılan. Bir kere, James’le konuştuğunu zannediyordu. Harry buraya gelmekle hata yaptığını fark etti. Potter muhtemelen Pettigrew’ın aklını yitirdiğini biliyordu ve Harry’yi de buraya kafasının karışması için göndermişti. Evet, öyleydi. Tek açıklaması, bu olabilirdi. Harry oradan çıkmak için döndü. Lucius’u uyandırıp bu kafayı yemiş pis herifin icabına bakmasına izin verecekti.

“Harry’yi öldüreceğini, Seçilmiş Kişi’yi öldüreceğini söylemişti.”

Harry yarı yolda durarak Pettigrew’a döndü. “Ne dedin sen?” diye sordu.

“Karanlık Lord,” diyerek devam etti Pettigrew, Harry’nin varlığından habersiz bir şekilde. “O… o dedi ki… Harry ölürse, yenilmez olacakmış. Harry’yi öldüreceğini düşünmüştüm. Doğru olmadığını biliyorum, ama yine de… yine de onu kaçırdım. Daha… daha on beş aylık… küçücük bir bebek olduğunu biliyordum. Canı yanmayacaktı. Sonu hızlı… ve acısız olacaktı. Karanlık Lord’un Harry’yi öldüreceğini… sanmıştım, ama… ama o fikrini değiştirdi. James… James, o Harry’yi öldürmedi. Onu öldürmedi. Daha… daha da kötü bir şey yaptı… çok… çok… çok daha kötü bir şey. James, lütfen… lütfen… beni affet!”

Pettigrew’ın sözleri hıçkırıkları arasında boğuluyordu.

Harry vücudundan tüm kan çekilmiş gibi hissediyordu. Aklının en derinlerde, Dumbledore’un sözleri kulaklarında çınlıyordu.

‘Sen doğmadan önce, Lord Voldemort’u alt edecek biriyle ilgili bir kehanette bulunuldu… Sendeki yara izi, sadece lanetli bir yara izi değil. Bu, sana Karanlık Lord tarafından verilen ve onun seni dengi olarak işaretlediği bir iz… Ailenden neden alındığını hiç merak etmedin mi? Sebebi buydu. Sebebi Kehanetti, seninle ve Voldemort’la ilgili yapılan kehanet.’

“Hayır!” diye bağırdı Harry, Dumbledore’un sözlerini zihninden uzaklaştırmaya çalışarak. “Hayır, bu… bu tam bir saçmalık! Kehanet’in benimle hiçbir ilgisi yok! Yalan söylüyorsun! Hepsi yalan!”

Pettigrew hafifçe sallandı; sıska yüzünü Harry’ye doğru kaldırıp gözlerini kocaman açtı.

“Yalan,” dedi. “Yalan… evet, ona hep yalan söyledi. Hep yalan. Harry’nin canını yaktı, onun… canını… çok çok kötü yaktı, ama sonra… sonra, Harry’ye, onun canını yakan senmişsin gibi gösterdi.” Pettigrew bitkin bir halde başını iki yana salladı. “Ama… ama merak etme, James, merak etme. Ben Harry’ye her şeyi söyledim. Harry artık gerçeği biliyor. Yaptığım yanlışı düzeltmeye karar verdim. Ben… Harry’nin o adamı… o Ölüm Yiyen’i… öldürdüğünü görünce, ona her şeyi söyledim. Lord Voldemort Harry’nin işkenceyi izlemesini istedi ve sonra… sonra, Harry’ye onu öldürmesini söyledi.” Yüzü keder ve ıstırapla doldu. “O Harry’nin ilk cinayetiydi. Korkuyordu, ama… ama yine de, onu öldürdü. Harry o adamı öldürdü. Ben gördüm. Ben fareydim. Gördüm. Her şeyi gördüm.”

“Sen ne saçmalıyorsun?” diye bağırdı Harry. “Fare mi? Neden… neden bahsettiğini anlamıyorum! Ben seninle hiç tanışmadım.”

Ancak, Pettigrew, Harry sanki araya girmemiş gibi, konuşmaya devam etti.

“Harry’yi görmek için içeri sızdım. Karanlık Lord… onu… onu görmeme asla izin vermiyordu. Bana Harry’yi görmeyi de, onunla konuşmayı da yasaklamıştı, ama ben ona karşı geldim. Ben Harry’nin bir… bir katil olmasını hiç istememiştim, hem de hiç. Harry’ye her şeyi anlattım. İlk başta, bana inanmadı, ama sonra… sonra, ona gerçek anıları bizzat gösterdim. Harry… Harry ağlamaya başladı. Artık Lord Voldemort’un yanında olmak istemiyordu. Eve dönmek istiyordu. Onu eve getirecektim, ama… ama… ben…”

Peter Pettigrew’ın Harry’ye diktiği gözlerindeki ifade bir anda değişti. Bir an için, gözlerindeki delilik perdesi kalkmış ve karşısında duranın, James değil de, Harry olduğunu fark etmiş gibiydi. Ufak adam, hiçbir uyarı göstermeksizin, aniden Harry’nin üzerine atladı ve onu elinden yakaladı. Bir anda, Harry’nin zihni anılardan oluşan bir girdabın içinde kayboldu.

Harry, kendini ufacık bir bebek olarak gördü; Sirius’un kucağında oturmuş, onun saçını çekiştirip duruyordu. Sirius bundan hiç rahatsız olmuşa benzemiyordu. Yüzünü gözünü tuhaf şekillere sokarak Harry’ye gülüyordu. Bir flaş patlamasının ardından, bu sefer, kendisi karyolada uyurken, James ile Lily’nin ona sıcacık gülümseyen yüzlerini gördü. Bir flaş daha… Lily kıkırdayarak küçük Harry’nin yüzüne ve alnına öpücükler konduruyordu. Bir flaş daha… bir yaşındaki Harry oturma odasında oyuncak bir süpürgeye biniyor, James de onun arkasından koşturuyordu. Bir flaşın daha ardından, sırada, bebek Harry’nin battaniyeye sarılmış bir halde Pettigrew’ın kucağında durduğu bir anı vardı. Harry onu zar zor tanıyabilmişti. Pettigrew’ın kumral saçları gürdü ve bedeni de oldukça tombuldu. Harry’yi iyice kavrayıp merdivenlerden aşağı aceleyle indi ve ön kapıdan kendini dışarı attı. Bir flaş daha… Harry, kendini, Bella’nın kucağında kundağa sarılmış bir halde, Lord Voldemort’a bakarken buldu. ‘Avada Kedavra’. Sözcükler Voldemort’un ağzından çıkmıştı ve Harry yeşil ışığın süratle Bella’nın kucağındaki kundağa ilerlediğini gördü. Ancak, Öldüren Lanet’in temsili yeşil ışık aniden yön değiştirerek yere vurmuş, ışığını kaybetmeden önce tüm odayı yeşil renge bürümüştü. Lord Voldemort, şaşkın görünen Bella’ya doğru yürüdü ve kaba bir hareketle bebeğin üzerindeki battaniyeyi çıkardı. Harry soğuk havada titreyen ve ağlamaya başlayan kendi ufacık bedenini gördü.

“Lord’um?” diye seslendi Bella.

“Fikrimi değiştirdim,” dedi Voldemort. “Yaşayacak. Benden aldığı her emri yerine getirmek için eğitilecek. Kaderinde beni öldürmek olan bu çocuk, benim emirlerimle öldürecek. Büyücülük Dünyası’nın kurtarıcısı, onları yok eden kişiye dönüşecek.” Yüzünde soğuk ve acımasız bir ifadeyle gülümsedi. “Bu çocuk, benim ölümsüzlüğümün anahtarı olacak.”

Harry’nin önünde art arda flaşlar patlıyor, gözünün önünden başka anılar da geçmeye devam ediyordu; ancak, anılar onun anlamlandıramayacağı kadar hızlı geçiyordu. Bir anının yavaşlamasıyla, Harry, on yaşından büyük olmayan halini gördü; yanında Pettigrew’la birlikte Riddle Malikânesi’nin merdivenlerinden koşarak iniyordu. Bir flaşın ardından, Pettigrew yerde iki büklüm olmuş, acıdan haykırarak yatıyor, Harry ise Lucius tarafından zapt ediliyordu. Voldemort Harry’nin çırpınan bedenine doğru yürüdü ve parmağını, onu neredeyse sever gibi, şefkatle yanağına değdirdi.

“Merak etme, oğlum, bunların hiçbirini hatırlamayacaksın. Her şey olması gerektiği haline dönecek.”

On yaşındaki Harry başını geriye iterek Voldemort’un dokunuşundan kaçtı ve gözlerinde yaşlarla ters ters ona baktı.

“Bugün anılarımı benden alabilirsin, ama önünde sonunda yakayı ele vereceksin,” dedi Harry. “Gerçeği bir gün yeniden öğreneceğim ve öğrendiğimde de, seni terk etmeme bir daha asla engel olamayacaksın!”

Karanlık Lord gülümsedi. “Öyle bir gün gelirse, için rahat olsun, Harry,” dedi, asasını ona doğrultarak. “O zaman gelirse, seni kendi ellerimle öldüreceğim.” Önce sırıttı, sonra da büyülü sözü fısıldadı: ‘Obliviate!’

Harry yaşadığı şokla, kendini Pettigrew’ın anılarından geri çekti ve yere kapaklandı. O pis zeminde, nefesi kesilmiş bir halde, öylece oturarak az önce gördüklerini hazmetmeye çalıştı.

“Hayır,” dedi, soluk soluğa, “bu… bu imkansız. Bu… bu anılar… gerçek olamaz.” Kendini öne atarak Pettigrew’ın üzerindeki yırtık pırtık kıyafete yapıştı. Adam, gözleri yarı açık bir halde, son nefesini verdi. “Hayır,” diye tısladı Harry. “Yo, yo, yo! Petigrew!” Bedenini sertçe sarstı, ama adam ölmüştü.

Harry onu bırakınca cansız beden yere çöktü. Pettigrew, Harry’yi çok sayıda anıyla geride bırakarak ölmüştü. Tüm bunlar sahiden gerçek miydi, yoksa yavaş yavaş delirmeye bırakılmış bir adamın gördüğü halüsinasyonlardan mı ibaretti, Harry bilmiyordu.

Harry, gözlerini ölü bedenden ayırmadan, ayağa kalktı. Buraya cevaplar almaya gelmişti; ancak, şimdi, cevapları tüm hayatını alt üst edebilecek daha büyük sorularla karşı karşıyaydı. Harry dönerek hücreden fırtına gibi uzaklaştı; öyle ki, Lucius’u uyandırmak için bile durmamıştı.

* * *

Karanlık Prens – İçimdeki Karanlık #46: Gerçek Seni Özgür Kılar okumak için tıkla!

Çeviren: Tuba Toraman

8 Yorum

Bir Yorum Ekle

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir