Harry, sessiz adımlarla eve doğru yöneldi. Kendine ait özel alanında idman yaparak beş saat geçirmişti ve artık yorgunluktan ölüyordu. Riddle Malikânesi’ne doğru yorgun argın yürüdü. Gökyüzüne bakındı, alacakaranlık çoktan çökmüştü; yani, Ölüm Yiyen toplantısı muhtemelen bitmişti. Harry, önlem olsun diye gümüş maskesini elinden bırakmadı; ihtiyacı olabilirdi.
Esnemesini bastırdı, çok yorgundu. Normalde idmana bu kadar vakit harcamazdı, ama son zamanlarda yapmayı tek istediği şey bu olmuştu. İçinde hapsolmuş hayal kırıklığı duygusunun dışa vurulması gerektiğini biliyordu; bu ise tek çıkış yoluydu: idmanlar ve yerine getirdiği görevler.
Harry, idman alanını büyük malikâneden ayıran ağaçlık kısmın olduğu yerden yürümeye devam etti. Arkasından gelen yaprak hışırtısını ve belli belirsiz ayak seslerini duyduğunda ise, az bir yolu kalmıştı. Harry yürümeyi kesmedi ama tetikteydi de. Asası, cüppesinin yeninde gizlenmişti. Takip edildiğini anladığına dair hiçbir şey belli etmeden yürümeye devam etti. Arkasından gelen ayak sesleri ise, daha gürültülü bir hal aldı.
Her şey bir anda gerçekleşti.
Süratle maskesini takıp asasına uzandı. Yerinde geriye döndü ve arkasından sinsice yaklaşan kişinin kim olduğuna bakmadan onu yakaladı. Eliyle, kim olduğunu bile bilmediği bu kişiyi boynundan yakalamıştı. Asasını boğazına doğru dayamadan önce bedeni en yakın ağaca sertçe sabitledi.
“Ah! Fazla paranoyakça değil mi, Harry?”
Harry, yakaladığı kişinin sarışın bir oğlan olduğunu görünce şaşırdı; ağaca yapışmış halde acı içinde inliyordu. Maskesinin arkasından sırıttı ve oğlanı bırakarak maskesini çıkarmaya yeltendi. Artık ihtiyacı yoktu.
“Draco, neden arkamdan sinsice yaklaşıyordun?” diye sordu Harry, arkadaşına.
O sırada, Draco Malfoy kafasının arkasını ovuyordu ve Harry’ye sinirli bir bakış attı.
“Sinsice yaklaşmıyordum! Gizlice yaklaşıyordum, hepsi bu,” diye cevapladı Draco.
Harry yanıt olarak sırıttı.
“Babama yakalanmaktan mı korktun?” diye sordu Harry.
Konu, Draco Malfoy olduğunda Lord Voldemort’un sabırlı davranmadığı herkesçe bilinen bir şeydi. Çocuğu, Harry’yi derslerinden ve çalışmalarından alıkoymakla suçluyordu.
Draco temkinli bir şekilde etrafına bakındı.
“İşte, tam da bu yüzden, sen benim evime gelmelisin,” dedi fısıldayarak.
Harry, cevap olarak kıs kıs güldü. Birlikte malikâneye doğru yürümeye başladılar. Draco şimdi çok daha rahattı. Harry ile birlikte olmak demek, güvende olmak demekti. Harry onun yanındayken Lord Voldemort’la yüz yüze gelmekten bile çekinmiyordu. Ama yalnız başına olsaydı, o zaman eve geri dönememe gibi bir olasılığı vardı.
Riddle Malikânesi’ne, o etkileyici kaleye yaklaştıklarında, Harry gümüş maskesini çıkarıp takarak yüzünü gizledi. Draco aşina olduğu bu hareketi izlerken bir şey demedi. İki çocuk da kapılara yaklaştı ve Harry, girişte konumlanmış iki Ölüm Yiyen’e eliyle işaret etti. Adamlar, dizlerinin üzerine çöküp alınlarını toprağa vurarak Karanlık Prens’lerini selamladılar.
Draco açıkça sırıtıp iki adamı da rahatsız ve aşağılayıcı pozisyonlarında daha fazla tutmak için bilerek yavaşlarken Harry adamlara bakmadı bile.
“Draco!” diye homurdandı Harry, hızlı olmasını işaret ederken.
Kapılar kapanır kapanmaz, Harry giriş salonunu hızlı adımlarla aşıp geniş yılan portresine doğru ilerledi. Büyülü sözleri tısladı ve kalenin Harry’ye ayrılmış kısmına geçmelerini sağlayacak portre açıldı.
Harry önemli biri olduğunu her zaman biliyordu, ancak içindeki keşfetme dürtüsünden bir türlü vazgeçemiyordu. Yedi yaşındayken yaşadığı bir olay, Harry’ye kendisini saklaması gerektiğini zor yoldan öğretmişti. Bu yüzden babası, kalenin bir kanadını tamamen Harry’ye vermişti. Harry, çocukken etrafındaki şeyleri keşfederek saatler harcardı ve Draco yanı başındayken, birlikte sonu gelmez maceralara atılırlardı.
Geçitten tırmandıkları ve portrenin kapısı arkalarından kapandığı anda, Harry maskesini çıkardı.
“Ee, ne zaman döndün?” diye sordu Harry, koridor boyunca yürüyüp onun odasına doğru giderlerken.
“Yaz tatili haftalar önce başladı, ama babam bir süre uzak durmamın iyi olacağını düşündü. Senin meşgul olduğunu söyledi, yani birkaç hafta boyunca sıkıntıdan ölüp öylece oturmam gerekti,” diye yanıtladı Draco.
“Görevlerim vardı,” dedi Harry sadece.
Draco onu inceledi.
“Keşke görevlerden birine seninle gelebilsem,” diyerek iç çekti.
Harry kahkaha atıp Draco’ya tuhaf bir bakış attı.
“Sen? Meydanda? Böyle bir şeyi görmek isterdim!” dedi Harry, arkadaşının yüzünde beliren kuşkulu ifadenin tadını çıkararak.
“Neden olmasın ki? Ben iyi bir düellocuyum!” dedi Draco, vakur bir sesle.
“Muhtemelen, rakibine saçının bozulup bozulmadığını sorup dururdun,” diyerek güldü Harry.
Draco, Harry’ye ters ters baktı.
“İyi görünmek suç değil ya! Gerçi sen ne anlarsın! O fırça gibi saçını en son ne zaman taradın?” diye sordu Draco.
Harry öylece omuz silkip elini saçından geçirdi.
“Herkes senin kadar bakımına dikkat etmiyor, Draco.”
Draco ağzından tükürükler saçarak söylenirken, Harry de karşılığında kıs kıs güldü.
Harry’nin bileğinin bir hareketiyle açtığı maundan yapılmış ağır kapıların olduğu bir yere vardılar. Harry’nin yatak odası olan bu dev alan, onun ihtiyacı olabilecek her şeyi içeriyordu. Yatağı dört kişinin uyuyabileceği kadar büyüktü ve sekiz kapılı gardırobu bütün bir duvarı kaplıyordu. Oda pahalı mobilyalarla döşenmişti ve boydan boya uzanan kitaplığın bir kısmı, Britanya’nın başka hiçbir yerinde bulunmayan türde kitaplarla doluydu.
Draco, kanepeye doğru ilerledi ve kendini bırakıp ayaklarını rahatça uzattı. Harry, gümüş maskesini ve pelerinini sandalyelerden birinin üzerine koyarken, Draco’nun bu hareketine aldırış ediyor gibi görünmüyordu. Dev gardırobuna doğru yürüdü ve asasız bir büyüyle dolabın kapaklarını açtı. Giydiği koyu yeşil cüppesini değiştirmek için eline lacivert bir cüppe aldı.
“Babam dün senden bahsediyordu,” dedi Draco, Harry’nin kanepesine uzanmış bir şekilde. “Senin Lacetate lanetini öve öve bitiremedi.”
“Lacerate laneti,” diye düzeltti Harry.
Draco, Harry’ye yarı gücenmiş bir bakış attı.
“Her neyse!” dedi Draco. “Anneme anlatıyordu. Yemin ederim, benim orada olduğumu fark etmedi bile!”
“Belki de, bu büyüyü onun üzerinde denemelisin. O zaman seni fark ederdi,” diye cevap verdi Harry, sırıtarak.
“Ya, ne demezsin!” diye homurdandı Draco, ama yine de, dudaklarında ufak bir gülümseme belirmişti.
Harry, elbise dolabının kapağını kapattı ve aynada kendi görüntüsünü yakaladı. Kendi yansımasını izlerken bir an öylece durdu. Görünüşüne hiçbir zaman önem vermezdi, o yüzden, neyse ki, doğal hâli iyi görünüyordu. Gerçi son zamanlarda hep yorgundu. Yüzünü daha iyi görebilmek için gözünün önüne gelen saçlarını geriye itti. Sıra dışı görünen yara izine ışık vurunca, iz apaçık ortaya çıkmıştı. Harry, parmaklarını yavaşça yara izinin üzerinde gezdirdi. Görünüşünde hoşuna giden tek kısım burasıydı. Onun dışında, dağınık siyah saçlarından, parlak yeşil gözlerinden ve diğer tüm özelliklerinden olabildiğince nefret ediyordu. Babasının dış görünüşünü değiştirmesine izin vermesini diledi yeniden, ancak ona ne kadar yalvarırsa yalvarsın, Voldemort Harry’nin asıl yüzünü değiştirmemesinde ısrarcıydı.
Harry, gözlerini ovalayıp iç çekerek aynadan uzaklaştı. Odada bulunan özel banyosuna yöneldi; idmandan sonra yıkanıp üzerini değiştirecekti. Draco ise, Harry’nin karanlık sanatlarla ilgili kitaplarından birine gömülmüş, Harry’le ilgilenmiyordu.
Harry, üzerine temiz bir cüppe geçirmeden önce hızlıca duşunu aldı. Uzun ve esnek bir vücudu olmasının yanında, yoğun fiziksel antrenmanları, kollarının ve göğsünün kaslanıp güçlenmesine yaramıştı. Vücudunu bu şekle sokmak için çok çalışmıştı; sonu gelmeyen egzersizleri ve idmanları, şekilli bir vücuda ve sağlam bir kafaya sahip olmasını sağlamıştı ve Harry bununla gurur duymadan edemiyordu.
Banyodan çıkıp odaya döndüğünde, Draco’nun kitaba ne kadar dalmış olduğunu fark etti. Ona doğru yürüdü ve kitabı sarışın çocuğun parmaklarından çekti.
“Ya!” diye çıkıştı Draco.
“Buraya kitap okumaya mı geldin?” diye sordu Harry, kitabı parmağının bir hareketiyle kitaplığa göndererek.
Draco iç çekti.
“İyi kitaptı,” dedi, yerinde doğrulurken.
“Öyle tabii, benim kitabım sonuçta,” diye sırıttı Harry.
“Sanki sen yazdın, aptal!” diye güldü Draco.
“Hayır, ama onu okumayı ben seçtim. Tabii ki, iyi bir kitap olacak,” diye cevap verdi Harry.
Draco, çocukluklarından beri sahip oldukları satranç takımını çekmeceden çıkarıp Harry ile aralarında duran masaya serdi.
“Bence yeni bir satranç takımına ihtiyacımız var,” dedi Draco, burnunu eski püskü ve yıpranmış görünen takımdan kaldırarak.
Harry kafasını iki yana salladı.
“Ben seviyorum,” diye cevapladı. “Yıllardır bizde duruyor.”
“Aynen öyle!” diye haykırdı Draco. “Bu şey, parçalara ayrılıyor.”
Harry omuz silkti.
“Sorun değil. İşe yarıyor ya, önemli olan o.”
Draco, Harry’ye bakıp sırıttı.
“Belli ki, beni asla yenemeyeceğini bildiğin için yeni bir takım almak istemiyorsun.”
Harry de ona sırıttı.
“Ya sırf ben izin verdiğim için yeniyorsan?”
Draco homurdandı.
“Evet, tabii! Yenmeme izin veriyormuş! Altı yaşından beri mi?” diye bağırdı Draco.
“Teknik olarak, o zamanlar nasıl oynayacağımızı bilmiyorduk,” diye belirtti Harry.
“Ve yine de senin kıçını tekmeliyordum!” diye cevapladı Draco, kendini beğenmiş bir edayla.
Bir ışık parladı ve Draco, ileri doğru savrularak yüzünü masaya çarptı. İnleyerek kalkıp Harry’nin eğleniyormuş gibi duran yüzüne baktı. Kendisini savuranın Harry olmadığını fark etti, çünkü saldırı arkasından gelmişti. Hızlıca ve korku dolu bir şekilde arkasına dönen Draco, babasının kapıda dikildiğini gördü.
“Dilini tutmayı ne zaman öğreneceksin, Draco!” diye azarladı Lucius, uzun adımlarla oğluna doğru yaklaşırken. “Senin şu saygısız dilin sonunu getirecek!”
Draco, soluk yanakları kızarmış, kafası öne eğilmiş bir şekilde duruyordu. Harry’nin önünde azarlanmaktan nefret ederdi.
“Özür dilerim, baba. Söylediklerimde ciddi değildim,” dedi.
“Bu şekilde konuştuğunu duyan kişi, – Karanlık Lord değil de – ben olduğum için şanslısın!” diye söylenmeye devam etti Lucius.
Draco’nun yüzünü korku kapladı ve istemsizce titredi. Durum babasının dediği gibi olmuş olsaydı, şimdiye ölmüştü.
Harry, Lucius’u kapıda görünce şaşırmamıştı. Parola olmadan ona ayrılmış kanada girebilecek sadece iki Ölüm Yiyen vardı ve bunlardan birisi de Lucius Malfoy’du.
“Lucius,” dedi Harry. “Draco ile aramızda nasıl konuştuğumuz bizi ilgilendirir. Büyük bir meseleymiş gibi davranma.”
Lucius bir şey söylemedi, ama bakışlarını oğluna çevirdi.
“Dışarıda beni bekle. Eve kadar sana eşlik edeceğim.”
“Ama ben daha yeni geldim,” diye başladı Draco.
“Ve şimdi de eve dönüyorsun,” diye karşılık verdi Lucius.
Draco tartışmayı uzatmadı. Harry’ye bir bakış atarak kapıya yöneldi.
“Tamam, baba.”
Draco, Harry’nin odasından çıkıp babasını beklemek üzere Riddle Malikânesi’nin giriş salonuna doğru yürümeye başladı.
Draco çıktığı gibi, Lucius Harry’ye döndü.
“Onu cesaretlendirmemelisin,” dedi. “Sana saygı duyması, senden korkması gerektiğini öğrenmeli.”
Harry, kollarını göğsünde birleştirip sırıtarak arkasına yaslandı.
“Onun benden korkmasını istemiyorum. O iş için Ölüm Yiyen’ler var zaten.”
Lucius’un dudağı seğirdi, ama genelde şakalaştıkları bu konuya şu anda gülümsemek istemiyordu.
“Her neyse, eğer onun seninle böyle iğrenç bir şekilde konuşmasına izin verirsen, sana saygı duymayacaktır!”
“Lucius, sakin ol,” dedi Harry, ayağa kalkarak. “Dediğim gibi, birbirimizle konuşma tarzımız bizi ilgilendirir. Dâhil olmanı gerektirecek bir durum yok.” Harry satranç takımını topladı ve her zamanki yerine koydu. Draco’ya yenilmek için başka bir günü bekleyebilirdi. “Toplantının iyi gittiğini varsayıyorum?” diye sordu.
Lucius, Harry’ye başta şaşırmış bir şekilde baktı; ama sonra gri gözleri Harry’nin yara izine yöneldi ve anlayarak gülümsedi. Tabii ki, Harry Karanlık Lord’un sinirli mi yoksa mutlu mu olduğunu yara izinin acıyıp acımamasından anlıyordu.
“Evet, iyi geçti,” diye cevapladı Lucius. “Ölüm Yiyen’ler onlara verilen tüm görevleri başarıyla yerine getirdi.”
“Hmm, demek ki, arada sırada mucizeler de olabiliyormuş,” diyerek sırıttı Harry.
Lucius, Harry’nin muzipliğine gülümsemeden edemedi. Harry’yi, Lord Voldemort’a getirildiği günden beri tanıyordu ve yıllar içerisinde, bu kuzgun karası saçlı gence, içinde git gide artan bir şefkat beslemişti. Harry’ye, huysuz davranışlarından ötürü, Karanlık Prens adını veren kendisiydi.
“Onların başarısı senin ilerlemene kıyasla hiçbir şey,” dedi Lucius, gururla parlayarak. “Tek bir seferde Lacerate lanetini öğrenebilmek, duyulmuş şey değil.”
“Yaptığım şeylerin çoğu, duyulmamış şeyler zaten,” diye cevapladı Harry.
“Bu laneti yaptığını görmeyi çok isterim,” dedi Lucius, itinayla.
Harry, Lucius’a bakmadan önce iç çekti. Bu konuyu onunla defalarca konuşmuştu.
“Sana söyledim. Yalnız çalışmayı seviyorum,” dedi Harry.
“Biliyorum ve kararına saygı duyuyorum. Yine de, seni düello yaparken görmeyi çok istiyorum. Unutulmaz bir an olurdu,” dedi Lucius.
Harry tek kaşını kaldırdı.
“Göremezsin. Unut bunu,” diye cevapladı Harry, konuşmayı kısa keserek.
Lucius, bu konu hakkında daha fazla bir şey söylemedi. Harry’yle tartışmaması gerektiğini biliyordu. Harry’nin odasının kapısı tekrar açıldı ve Draco’nun geldiğini düşünen Lucius’un kaşları çatıldı, dudakları kıvrıldı ve tam Draco’ya giriş salonunda beklemesini söylemek için dönmüştü ki, gelenin Draco olmadığını görmesiyle ifadesi değişti. Lord Voldemort, gözleri Lucius’a sabitlenmiş hâlde kapı pervazında duruyordu.
Tek kelime etmeden, soylu Malfoy, dizlerinin üstüne çöktü ve Lord’unu eğilerek selamladı.
Harry canı sıkılmış bir şekilde onu izledi. İnsanların başkalarının önünde eğilmesinden hiç hoşlanmıyordu. Daha küçücük bir çocukken, Bella ve Lucius’un önünde eğilişlerini hatırladı. Onları bu yaptığından vazgeçirmek çok zamanını almıştı.
“Bizi yalnız bırak,” dedi Voldemort, odaya girerken.
Lucius anında ayağa kalktı ve arkasına bakmadan odayı terk etti.
Kapı arkasından kapandığında, Voldemort Harry’ye döndü; kırmızı gözleri, oğlunu görür görmez yumuşadı.
“Bakıyorum da, Lucius’un veledi geri dönmüş,” dedi Voldemort, Harry’ye yaklaşırken. “Onu giriş salonunda beklerken gördüm. Ona, kendi evinde kalmasını söylediğini sanıyorum. Onu sık sık senin etrafında görmek istemiyorum.”
“Bana kötü örnek olacağından mı korkuyorsun?” diye sordu Harry, sırıtarak.
Voldemort eğleniyormuş gibi görünmüyordu.
“Dikkatinin dağılmasını istemiyorum.”
Harry iç çekti.
“Draco ile derdin ne?” diye sordu.
“Onunla ilgili bir derdim yok. Seninle saygısızca konuşmasından hoşlanmıyorum.”
Lord Voldemort, Draco Malfoy’un Harry’yle konuşma şeklini bilecek kadar muhabbetlerine kulak misafiri olmuştu. Harry’ye nasıl sataştığını ve onunla nasıl uğraştığını biliyordu. Draco Malfoy’un tüm uzuvlarının hâlâ yerinde olması, Voldemort’un kendini tutmasının ve Harry’nin duruma müdahale etmesinin bir sonucuydu.
“Bu, Draco’yla benim aramda olan bir şey,” dedi Harry, az evvel Lucius’a söylediklerini tekrar ederek. Konuyu değiştirmek istediği için toplantıyı sordu. “Lucius, toplantının iyi geçtiğini söyledi.”
Voldemort, Harry’nin penceresine doğru ilerledi ve gözlerini, uçsuz bucaksız gibi görünen ıssız arazi manzarasına dikti.
“Tatmin ediciydi,” diye cevapladı. “Toplantı sırasında sen ne yaptın?” diye sordu; hâlâ pencereden dışarı bakıyordu.
“Antrenman,” diye cevapladı Harry.
Voldemort, Harry’ye yakından bakmak için arkasına döndü.
“Bu günlerde çok fazla antrenman yapıyorsun,” diye yorumda bulundu.
Harry omuzlarını silkti.
“Hazırlıklı olmanın zararı dokunmaz.”
Voldemort konuşmadı ama Harry’de bir şey fark ederek gözlerini ondan ayırmıyordu; Bella ve Lucius gibilerinin dikkatinden kaçan bir şey. Harry’nin ne kadar yorgun olduğunu, kısmen solmuş, sağlıksız yüzünü ve gözlerinin altında oluşmaya başlamış koyulukları fark etti.
“Normalde bu kadar çok çalışmana itiraz ederdim,” dedi Voldemort, pencereden uzaklaşıp Harry’yle doğrudan yüz yüze gelerek. “Ama görünüşe göre ayrıyeten antrenmana ihtiyacın var.” Gözleri Harry’ninkilere kenetlendi ve sözlerinin onun çekinmesine yol açtığını gördü. “Senin hedefini ıskaladığın pek görülmüş şey değil. Sanıyorum ki, James Potter’ı hayatta bırakmayı amaçladın?”
Bu isim, Harry’de, sadece Voldemort’un fark edebileceği belli belirsiz bir titremeye yol açtı.
“Neden böyle bir şey sanasın?” diye sordu Harry; sesi sakin ama kızgındı.
“Onu öldürememiş olman anlaşılabilir bir şey,” diye başladı Voldemort, bir adım daha yaklaşarak. “Ne de olsa, o senin baban.”
Öfke bedenini ele geçirmeden önce Harry’nin gözleri büyüdü.
“Sözünü geri al!” diye tısladı Harry.
Karşılığında, Voldemort gülümsedi.
“Harry…”
“Sözünü geri al!” diye tekrarladı Harry. “Ben onun oğlu değilim. Ben senin oğlunum, sadece senin! Ben bir Potter değilim, hiçbir zaman da olmadım.”
Voldemort, Harry’nin Potter’a karşı içinde merhamet beslemeyeceğini biliyordu. Böyle bir şeyi Harry’nin tepki vereceğini bildiği için söylemişti. Ve aldığı tepki oldukça tatmin ediciydi.
Voldemort, Harry’ye yaklaştı ve elini omzuna yerleştirdi.
“Biliyorum. Sen her zaman benim oğlum olacaksın. Hiç kimse bunu değiştiremez,” dedi, temkinli bir şekilde.
Bu basit sözler, Harry’nin sakinleşmesine yetmişti.
“Bilerek hayatta kalmasını sağlamadım,” diye başladı Harry, babasına açıklama gereği duyarak. “Odaklanamıyordum. Onu orada görmeyi beklemiyordum ve kabul etmeliyim ki, hazırlıksız yakalandım.”
“Onu tekrar görebileceğini biliyor olman gerekirdi. Er ya da geç olacaktı,” diye cevapladı Voldemort.
Harry kafasını salladı.
“Biliyorum.”
Voldemort, Harry’nin omzuna hafifçe vurarak ona bakmasını sağladı.
“Boş ver gitsin, oğlum. Bir daha Potter’ı gördüğünde, bu onun son günü olacak.”
Harry tekrar kafasını salladı, ama bu sefer bir duygu seli gözlerinden taşıyordu.
“Öyle olacak,” diyerek babasının sözlerine katıldı.
Voldemort, gözleri sessiz bir zaferle parlayarak gülümsedi.
“Sana bir şey vermek istiyorum, görevlerine odaklanmanda yardımcı olsun diye.”
Harry, bir şey söylemeden sorgularcasına kafasını yana eğdi.
Voldemort cüppesinin iç cebine uzandı ve küçük bir kutu çıkardı. Harry’ye bakmak için gözlerini kutudan ayırmadan önce, elinde kutuyla kısa bir süre öylece durdu. Kutuyu Harry’ye uzattı.
Harry uzatılan kutuyu alıp açtı. Kutunun içinde gümüş bir kolye vardı; birbirine dolanmış bir bedenden iki başın çıktığı bir yılan şeklindeydi. Yılanın gözleri, hipnoz edici güzellikte parlak bir yeşildi. Harry soru soran gözlerle babasına baktı.
“Bu, bir zamanlar, büyük büyük atan Salazar Slytherin’e aitti. Senin
Harry’nin yüz ifadesi değişti. Şimdi, kolyeye çocuksu bir hayranlıkla bakıyordu. Kutuyu kavrayışı da değişmişti; çok temkinli bir şekilde tutuyordu.
“Bunu neden bana veriyorsun?” diye sordu Harry.
“Sen benim oğlumsun, sağ kolumsun,” diye cevapladı Voldemort. “Ben Horkuluk’umun sende olmasını uygun görüyorum; görevlerinde odaklanmana yardımcı olsun, kim olduğunu ve benim için ne ifade ettiğini her zaman hatırla diye.”
Harry kutunun içine uzandı ve güzel kolyeyi çıkardı. Zinciri başından geçirip boynuna taktı. Babasının Hortkuluk’u şimdi göğsünde, kalbine yakın bir yerde duruyordu.
Harry, gözlerini babasından ayırmadan konuştu:
“Kim olduğumu hiçbir zaman unutamam,” diye cevapladı. “Her zaman senin oğlun olacağım. Hatırlatılmasına ihtiyacım yok.” Kolyeye tekrar bakıp babasına gülümsedi. “Yine de, teşekkür ederim, baba. Buna gözüm gibi bakacağım, söz veriyorum.” Aniden, Harry’nin aklını bir şey kurcalamaya başladı ve yüzünü endişe kapladı. “Görevlerim! Ya görevlerimden biri sırasında bir şey olur da kolye zarar görürse? Ya…”
“Merak etme, kolye birçok büyüyle efsunlandı, Kırılmazlık büyüsü de dâhil. Takmaya başladıktan sonra onu sadece sen ya da ben çıkarabiliriz. Ve ne olursa olsun, bunu senden hiç kimse alamaz,” diye Harry’yi temin etti Voldemort.
Harry’nin endişeli ifadesinin yerini rahatlamış bir gülümseme aldı. Kolyeyi, cüppesinin içine soktu.
“Bunu bana verdiğini Bella’ya söyleme. Asla kendine gelebileceğini sanmıyorum,” dedi Harry, pis pis sırıtarak.
“Onda da bir tane olmadığını nereden biliyorsun?” diye sordu Voldemort; o da sırıtıyordu.
Harry’nin gülümsemesi yüzünde soldu.
“Ne? Benden önce ona mı verdin?”
Voldemort güldü –sadece Harry’nin yapmayı başarabildiği bir şeydi bu– ve kapıya yöneldi.
“Belki de,” diyerek takıldı ona.
“Baba? Bu hiç adil değil. Ben senin oğlunum!”
Harry, yemeğe inene kadar, durmadan Voldemort’a neşeyle sataşarak peşi sıra koşturdu.
* * *
Çeviren: Dilara Uysal