Eğer kendi çocuklarınıza kendi kafanızdakileri uygulamaya çalışırsanız, ya size boyun eğerler ya da isyan ederler. Cygnus ve Druella Black için üç kızları da bu duruma farklı tepki vermişti. Biri boyun eğdi, biri isyan etti ve biri arada bir yerde kaldı. Üç kadının da hayatları aşk tarafından tanımlanmış olarak sona erdi: Bu aşk çok çarpık olsa bile… Evet Bellatrix, sana bakıyoruz.
Black kız kardeşlerin hikâyesine Pottermore üzerinden bir göz atalım ve yürüdükleri dramatik ama bir o kadar da farklı yollarda onlara eşlik edelim.
Kızlar büyürken hayatları genel olarak rahattı. Black Ailesi zengin sayılırdı, sonuçta Kutsal Yirmi Sekiz arasındaydılar: Yani, tam anlamıyla safkan büyücü aileleri. Fakat çocuk olarak evdeki yaşantılarının ne kadar pastoral olduğunu ancak tahmin edebiliriz.
Sirius Harry’ye aile ağacını anlatırken Black sülalesindeki bazı üyelerin farklı eğilimleri olduğunu söylemişti. Bir kuzeni Muggle avlamayı yasal hale getirmeye çalışmıştı. Sülalenin, kendi fikirlerine katılmayan üyelerini dışlama biçimi pek sıcakkanlı olmadıklarını gösterirken, ideallerin aslında kan bağından daha önemli olduğunu açığa çıkarmıştır – her ne kadar bu idealler kanla ilgili olsa da.
Fakat kız kardeşler, en azından çocuk olarak ortak bir şeyi paylaşıyorlardı: Hepsi Slytherin‘e yerleşmişti. Fakat Hogwarts’tan sonra hikâyeleri çok farklı yönlere saptı.
Bellatrix, en büyük kız kardeş, ebeveynlerinin safkan takıntısını köküne kadar benimsemişti. Kız kardeşler arasında Bellatrix, ailesine en bağlı olanıydı. Sonuç olarak da düzeltilemeyecek kadar yoldan çıkan da o oldu. Bellatrix katılabileceği en erken zamanda Ölüm Yiyenlere katılmıştı. Kendisi hakkında çok bilgimiz olmayan Rodolphus Lestrange ile evlendi – aşk yüzünden değil, safkanlığı korumak için-. Fakat bildiğimiz tek bir şey var. Rodolphus, Frank ve Alice Longbottom‘a işkence eden Bellatrix’e cani bir zevkle katılmıştı.
Ne olursa olsun Bellatrix’in kesin olarak sevdiği tek kişi Lord Voldemort‘tu. Dahası Harry onu Düşünseli’nde gördüğünde, Bellatrix’in Voldemort için duyduğu sınır tanımaz tapınma yüzünden dehşete düşmüştü. Bellatrix Voldemort’a karşı şefkatle konuşuyordu ve Hogwarts Savaşı sonunda onunla kalan son Ölüm Yiyen’di. Bu, tek taraflı ve yiyip bitiren bir aşktı. Bu aşk, duygulara karşılık vermekten aciz bir adama karşıydı ve Bellatrix’i amansız bir yıkılışa sürüklüyordu. Bellatrix ailesinin değerlerine kalpten tutundu – ve sonuç olarak en karanlık yolu seçti.
Eğer Bellatrix Voldemort’tan başka birine sevgi besleyebildiyse bu kişi ancak genç kızkardeşi olabilirdi (İkinci Büyücü Savaşı’nın en yoğun olduğu zamanlarda bile birbirlerine Cissy ve Bella diye sesleniyorlardı. Hiç şüphesiz ki çocukken birbirlerine verdikleri isimledi.). Narcissa, üçlünün en genci, Hogwarts’tan mezun olduktan sonra saygıdeğer bir evlilik yaptı ve başka bir safkan aileye gelin gitti. Kocası Lucius Malfoy bir Ölüm Yiyen’di. Narcissa’yı büyücülük dünyasının daha karanlık tarafına çekmişti – fakat belirtelim Narcissa hiçbir zaman bir Ölüm Yiyen olmadı.
Narcissa her ne kadar en sıcakkanlı karakter olmasa da (Harry sık sık ‘burnunun altında bir gübre’ olduğunu söylese de) oğlu Draco için sınır tanımayan bir annelik sevgisiyle güvenli bir sığınak olmuştu. Sonuçta, Draco‘nun Durmstrang yerine Hogwarts’a gitmesini ve böylece eve daha yakın olmasını isteyen Narcissa’ydı, Lord Voldemort’a boyun eğmeyerek yalan söylemesini sağlayan ve Voldemort’un düşüşüne sebep olan da aynı sevgiydi. Ailesinin üstün olduğunu düşünürken bu ego içerisinde tamamen kaybolup vicdansız biri olmadı. Narcissa her zaman kendi oğluna sadık kalmıştı. Bu sayede Soylu ve En Kadim Black Ailesi’nde orta yolda yürüdü.
Tabi ki bir de Andromeda var. Ortanca kız kardeş. Andromeda diğer iki kız kardeşten kendi yöntemiyle uzak kaldı: Ted Tonks ile evlendi, ki kendisi bariz bir ‘bulanık‘ olan Muggle-doğumlu bir büyücüydü. Ted ona Dromeda derdi, belki de bu onun çocukluk ismiydi, ya da Andromeda’nın yeni evini işaret eden yeni bir isimdi. Andromeda bir kan haini olarak yıldırım hızıyla evlatlıktan reddedildi, o günden sonra da kız kardeşlerini bir daha görmedi. Bellatrix bunu Voldemort’a da söylemişti; Narcissa ve kendisinin ‘o Bulanıkla evlendikten sonra onu asla aramadıklarını’ belirtmişti. Buna rağmen, Andromeda büyük kız kardeşi Bellatrix’e esrarengiz bir şekilde benzemesinin yükü altındaydı. Dahası, Harry Andromeda’yı ilk gördüğünde onu Bellatrix sanmıştı ve refleks olarak asasını ona yöneltmişti. (Kuşkusuz Andromeda’ya büyük ayıp olmuştu.)
Kız kardeşlerinden çok daha nazik biri olmasına rağmen, en derin yaraları taşıyan Andromeda’ydı. Sahip olduğu neredeyse her şeyi İkinci Büyücü Savaşı’nda kaybetti. Kapkaçırcılar, Ölüm Yiyenler tarafından kontrol edilen Sihir Bakanlığı’ndan kaçan Ted’i öldürdü. Kalpleri kıracak kadar yakın bir süre sonra, Bellatrix, kendi kız kardeşi, Andromeda’nın kızı Nymphadora Tonks‘u öldürdü. Torunu Teddy’yi yetiştirmek Andromeda’ya kalmıştı. Bebeğin hayatta kalan neredeyse son aile üyesiydi. Kız kardeşlerinin sahip olmadığı gerçek bir güç ve cesaret örneğiyle Teddy’yi yanına aldı.
Neredeyse tamamen aynı yetiştirilme tarzıyla büyüyen bu üç kadının bu kadar farklı hayatlar sürmesi imkânsız gibi. Fakat Black Aile Ağacı farklı yönlere doğru esrarengiz şekillerde kıvrılır ve büyür. Bunu hepiniz biliyorsunuz!
Sizler bu üç kız kardeş, safkan saplantısı ve Black Ailesi hakkında neler düşünüyorsunuz? Yorumlarınızı bizimle paylaşmayı unutmayın!