[Kısım 2]
Harry’nin sözleri ilk başta anlaşılmadı; James Moody’le fısıldaşırken Harry’nin onları duymuş olma ihtimalini düşünmemişti. James, tam Harry’ye ne demek istediğini soracaktı ki, birdenbire kemerindeki cam kürenin ısınmış olduğunu fark etti. Bir saniye sonra ise, tiz bir uyarı sesi odada yankılanmaya başladı. Dehşete düşen James, kendi Seherbaz küresinin parlak bir kırmızıya döndüğünü ve bip şeklinde bir uyarı sesi çıkardığını fark etti. Başını kaldırıp Moody’ye baktığında, onun da kendi küresini kaldırdığını ve onunkinin de kırmızıya dönmüş, uyarı sesi verdiğini gördü. Diğer dört Seherbaz’ınkiler de aynıydı. James Moody’ye bakakaldı; konuşamayacak kadar şoktaydı. Seherbaz kürelerinin kırmızı renk verip ötmesinin tek bir anlamı vardı: saldırıya uğramışlardı.
James anında Seherbaz ciddiyetine bürünmüş, asasını çıkarmış ve diğer dördüne emirler yağdırmaya başlamıştı.
“Griffin! Stevenson! Siz ikiniz dışarı çıkıp odayı koruyun! Buraya kimse girmeyecek!” diyerek iki Seherbaz’a seslendi. “Ferguson! Smith! Siz ikiniz onunla kalın!” dedi Harry’yi işaret ederek. “Sakın gözünüzü ondan ayırmayın!”
“Emredersiniz, efendim!” diye cevap verdi dört Seherbaz da.
James son bir kez Harry’ye baktı; Harry’nin yüzünde pis bir sırıtış vardı. Başka tek bir söz dahi etmeden, Moody’le birlikte odadan ayrıldı.
James ile Moody hızla odadan çıkıp Bakanlık’taki Atriyum’a doğru yola koyuldular; binadan çıkmak için koşturan insanlarla birlikte, onlar da ezilme tehlikesiyle burun buruna kaldılar. Uyarı sesleri herkese büyük bir panik yaşattığı için korkunç bir kargaşa çıkmıştı. Bakanlık’a saldırma cüreti gösterecek tek bir güç vardı ve herkes de onun kim olduğunu biliyordu. Voldemort oğlunu geri almaya gelmişti.
İnsanların tek düşünebildiği, Karanlık Lord’un yoluna çıkmadan oradan bir an önce toz olmaktı. Ancak, bir sorun vardı ki, tüm çıkışlar yalnızca Atriyum’da bulunuyordu ve görülen o ki, asıl tehlikenin olduğu yer de orasıydı. Hâl böyle olunca, cadı ve büyücüler bir o yana bir bu yana koşturuyor, Karanlık Lord ve onun Ölüm Yiyen’lerinden alabildiğine uzağa kaçmaya çalışıyorlardı.
Seherbaz’ların büyük bir kısmı, insan selinin tersi yönünde ilerlemeye çabalıyordu. Tehdidin kendisiyle savaşmak için Atriyum’a ulaşmaları gerekiyordu. Ancak, bu neredeyse imkânsız bir hâl almıştı; çünkü büyücü halkı, çok büyük bir korku ve panik içerisinde olduğu için hiçbir emre kulak asmıyordu. Her ne kadar Seherbaz’lar onlara nereye gitmeleri ve ne yapmaları gerektiğini bağırarak söyleseler de, onları görmezden geliyorlardı. En sonunda, Seherbaz’lar kalabalığı iterek yollarından uzaklaştırmaya çalıştılar. James ve Remus, bir avuç Seherbaz’la birlikte, kalabalığı yarmayı başarmış, Atriyum’a doğru koşmaya başlamışlardı.
Çığlıkların ve bağırışların arasında Remus, “bu çok saçma!” diye bağırdı James’e. “Voldemort Bakanlık’a saldırıyor olamaz! Bu mümkün değil!”
“Ben aynı fikirde değilim!” diye bağırdı Dawlish, öten alarma ve etrafına işaret ederek.
James son sürat Atriyum’a doğru koşmaya devam etti; Bakanlık’a saldıran her kim olursa olsun onu durdurmalıydı. Aklının bir köşesi Remus’a katılıyordu. Güpegündüz Bakanlık’a saldırmak Voldemort için neredeyse bir intihardı; bu saatte tüm Seherbaz’lar Bakanlık’taydılar. Gel gelelim, Harry’nin ‘o burada’ dediği sakin ve kendinden emin sözleri ve ardından ise sırıtan ifadesi aklına geldikçe, kendi düşünceleriyle çelişiyordu. James koşan adımlarını daha da hızlandırdı. Voldemort’u durduracaktı. Bu sefer oğlunu ondan almasına izin vermeyecekti. Bir daha asla.
Aralarında Atriyum’a ilk ulaşan James oldu; asası elinde savaşmaya hazırdı. Ancak, gördüklerinin karşısında donakalmış, tüm soluğu kesilmişti. Atriyum bomboştu; görünürde tek bir kişi bile yoktu. Ancak, havada, dev Atriyum’un neredeyse tamamını dolduracak büyüklükte, ağzından yılan çıkan dumanlı yeşil bir kafatası vardı. Karanlık İşaret tehditkâr bir şekilde havada süzülüyor; ölümün ve acının bu korkunç sembolü, Atriyum’un altın rengi simgelerle süslenmiş parlak çivit mavisi tavanıyla kocaman bir tezat oluşturuyordu.
“Ne haltlar dönüyor burada?” diye feryadı kopardı Dawlish, Karanlık İşaret’e bakakalmış bir halde.
“Gardınızı alın! Her yerde olabilirler!” diye talimat verdi Moody.
Ancak, James Voldemort’un burada olmadığını zaten biliyordu. Büyük ihtimalle, Ölüm Yiyen’leri de burada değillerdi. Burada olsalardı, Atriyum’da olur, öldürebildikleri kadar çok insanı öldürürlerdi. Anlaşılan, insanlar, az önce ansızın havada beliren Karanlık İşaret’i gördükleri için panikle Ölüm Yiyen’lerden kaçmaya başlamışlardı; ama aslında ortada Ölüm Yiyen falan yoktu. Asıl soru şuydu; Karanlık İşaret’i kim, neden yapmıştı?
James’in sorulmamış sorusuna cevap olarak ani bir ses koca salonda yankılandı. Oraya varmayı başarmış on iki Seherbaz da asalarını kaldırmış, gardlarını almışlardı. Atriyum’un her bir köşesine ve bölümüne yayılarak sesin nereden geldiğini bulmaya çalıştılar.
Kingsley, altın heykellerin bulunduğu büyük fıskiyeyi kontrol etmeye gitti ve aniden diğerlerine seslendi. Kingsley’nin bağırması üzerine, diğerleriyle birlikte ona doğru koşan James, alarmların ötmesine sebep olan kişiyi gördü.
Havuzun içinde oradan oraya dolanıp duran ve baştan ayağa sırılsıklam olan bir kadın vardı. Kanayan elinden bir asa sarkıyordu. Havuzun içinde dolanıyor, dizleri havuzun alçak duvarına çarptıkça diğer tarafa yürüyor, sonra yine çarpıp geri yürümeye devam ediyordu. Yüzünde dalgın bir ifade vardı ve mavi gözleri rahatsız edici bir şekilde boş bakıyordu. Çenesindeki morluk ile tek gözünün şişmiş olması, kadının kısa bir süre önce dayak yediğinin bir göstergesiydi.
Kingsley havuza girerek, hırpalanmış ve yaralanmış kadına doğru yavaş yavaş yürüdü. Ona ulaştığında nazikçe onu omuzlarından tuttu ve asayı gevşek parmaklarından yavaşça çekti.
“Morsmordre,” diye mırıldandı cadı. Kingsley’e bakıyor, ama onu görmüyordu. “Morsmordre,” diyerek büyüyü sürekli tekrarlıyordu.
“Imperius lanetine uğramış,” diye homurdandı Moody, daha çok kendi kendine. Ölüm Yiyen’lerin elinde işkence görmüş olan kadına bakarken başını iki yana salladı. “Adi korkaklar!” diye patladı.
Kingsley çelimsiz görünen kadını kucaklayıp havuzdan dışarı çıkardı; Dawlish ile Remus da, ona yardım ettiler.
“Anlayamıyorum,” diye kendi kendine mırıldandı James.
Başlarının üzerinde süzülen Karanlık İşaret’e dönüp baktı. Ölüm Yiyen’ler bir kadını kullanmıştı; önce ona işkence edip ardından ise Imperius laneti yapmışlar ve Karanlık İşaret’i yaratması için onu Bakanlık’a göndermişlerdi. Bu yüzden alarmlar ötmeye başlamış, Affedilmezler’den biri gibi olan Morsmordre büyüsü alarmları tetiklemiş olmalıydı. Peki, ama neden bunca zahmete girmişlerdi? Onları panikletmek için mi? Yok, olamazdı. Tekrar dönüp havada süzülen ağzından yılan çıkan yeşil kafatası baktı. Karanlık İşaret genellikle Ölüm Yiyen’ler ya da Voldemort birini öldürdüğünde ya da ölüme sebebiyet verdiklerinde ortaya çıkardı. Gözleriyle Atriyum’u ve diğer Seherbaz’ları taradı. Bu bir uyarı mıydı?
Ani bir patlama Atriyum’u salladı ve uzaklarda korkunç çığlıklar duyuldu. James ve diğerleri, patlamanın meydana geldiği yöne doğru dönerek merdivenlere ve asansörlere doğru koştular.
Yedinci kata vardıklarında dumanlarla ve çığlıklarla karşılaştılar. Alevler yükseliyor, git gide daha büyük bir kaosa yol açıyordu. Siyah bir toz bulutunun ardından, James Sirius’u gördü; korkudan ödü patlamış cadı ve büyücülerin güvenliğini sağlamaya çalışıyordu.
Arkadaşının yanına ulaştığında, “neler oldu?” diye sordu James; bir taraftan da, Sirius’un kollarında taşıdığı yaralı bir kadını ondan alırken.
“Bilmiyorum!” diye bağırdı Sirius, diğerlerine yetişmeye çalışırken. “Ani bir patlama oldu ve koridoru bir anda alevler sardı!”
James yanıldığını anlamıştı. Ölüm Yiyen’ler buradaydı. Yalnızca kılık değiştirmişlerdi.
“Binayı boşaltmalıyız!” dedi James. “Herkesi Atriyum’a götür. Sol taraftaki şömineler kilitli, oradan Bakanlık’a kimse giremez; ama sağ taraftakiler açık. Alabildiğin kadar insanı alıp şöminelere götür ve onları bir an önce buradan çıkar!”
Sirius başıyla onaylayıp diğer Seherbaz’lara da eylem planını aktardı. James de, daha fazla insana ulaşarak onların Atriyum’a götürülmesinde liderlik etti; yaralılara yardım ederken, bir anda, Sihir Bakanlığı’nda olan ve kendi hayatından daha çok önem verdiği birinin varlığını hatırladı.
“Ah, Tanrım! Lily!” diye kendi kendine fısıldadı.
Aniden merdivenlere yönelerek karısına ulaşmak için son sürat koşmaya başladı; bir taraftan da, başına bir şey gelmemiş olması için dua ediyordu.
James kendi ofisinin bulunduğu ikinci kata doğru ilerlerken, alev almış tek katın yedinci kat olmadığını içinde git gide artan bir dehşetle fark etti. Geçtiği tüm katlar alevler içindeydi; panik ve korkuyla çığlık atan insanlar bir çıkış yolu bulmaya çalışıyorlardı. Ölüm Yiyen’lerin Bakanlık’ta oldukları artık şüphe götürmezdi ve belli ki, her biri, aynı anda tüm katlarda yangın çıkarmıştı. Ateşe veremedikleri tek yer ise, dokuzuncu kat ile tabii ki, Atriyum’du.
James de, tıpkı diğerleri gibi, yangını söndürmeye çalışmıştı; fakat yangın sihri geri püskürtüyor, müdahale ettikçe alevler daha da büyüyordu. Bu yüzden, yapılacak en iyi işin binayı tahliye etmek olduğunu biliyordu.
James ikinci kata vardı ve ofisine giden koridoru geçmeye çalıştı; ancak titreyen alevler yolu kapatmış, bir duvar oluşturmuştu.
“Lily! Lily!” diye bağırdı James; başına bir şey geldiği düşüncesiyle panik halindeydi. Bugün gelmek için ısrar ettiğinde onu dinlememeliydi. Onu evde bırakarak güvende olmasını sağlamalıydı. “Lily! Lily!” diye bas bas bağırdı.
“James?”
Karısının sesini duyunca James yerinde döndü; dumandan şırıl şırıl akan gözleri onu hiçbir yerde göremiyordu.
“Lily?”
Aniden, kızıl saçlı kadın muazzam kalabalığın içinden ona doğru koştu; James’e ulaşır ulaşmaz kollarına atladı.
“Oh, Tanrıya şükür!” diye bağırdı, kocasına sarılmış bir halde kalakalmıştı. “Tanrıya şükür, iyisin!” derken hıçkırarak ağlıyordu.
“Sen iyi misin?” diye sordu James, yarası var mı diye kontrol ederken.
“Ben iyiyim!” diye cevapladı Lily.
“Hadi, buradan çıkmamız gerek!”
Başka hiçbir söz söylemeden, James Lily’nin elinden tuttuğu gibi, oradan çıkmak için dumanların seyrek olduğu tarafa yöneldi. Düzenli aralıklarla püsküren kırmızı kıvılcımların arasında, onlarla birlikte gelen kalabalıkla birlikte dışarı çıktılar.
James Lily’yi sekizinci kata, Atriyum’a götürdü ve insanların, sırayla, şöminelerden ve hatta ziyaretçiler için kullanılan telefon kulübesinden binanın dışına çıktıklarını görünce rahatladı. Lily, bir anda tavanda süzülmekte olan Karanlık İşaret’i fark etti.
“Ah Tanrım!” dedi korkunç görüntüye bakarken soluğu kesilerek.
James, onun elini çekiştirerek şömineye doğru koştu.
“Bakma ona,” dedi.
James, uçuç tozu almak için Lily’yi sıraya soktu; Lily buradan bir an önce çıkmalıydı. Onunla birlikte bekledi; Lily’nin onu yalnız bırakmamak için gitmek istemeyeceğinden çok korkuyordu. Lily tir tir titrerken onun elini hiç bırakmıyordu. Tam, şöminede gitme sırası ona geldiğinde Lily aniden kocasına döndü.
“James, Harry nasıl?” diye sordu. “İyi mi? Onu da çıkardın mı?”
James’in bir anda dünya başına yıkıldı; Lily’yi bulmak için uğraştığı o on dakikalık kısa sürede, Harry’yi neredeyse unutmuştu. O da buradaydı ve üstelik zincirlenmiş olduğu için yangından kaçma gibi bir şansı da yoktu.
“Ah hayır, Harry!” diye kendi kendine fısıldadı.
James’in sözleri üzerine Lily’nin gözleri büyüdü.
“Onu hâlâ almadın mı?” diye sordu, korku içinde. “James, ona yardım etmen gerek! Onu çıkarman gerek!”
“Çıkaracağım!” diye söz verdi James. Lily’yi boş kalan şöminenin içine doğru ittirdi. “Onu alacağım ve güvende olmasını sağlayacağım. Eve git ve beni bekle, olur mu?”
“Lütfen, James, onun yanına git hemen! Yardımına ihtiyacı var! Lütfen!” Lily kendini kaybetmişti. “Ona sakın bir şey olmasına izin verme, lütfen!” James’in cüppesini yakalamış, ona oğluna yardım etmesi için yalvarıyordu.
“Eve git, Lily. Eve git. Onu alacağım, söz veriyorum,” diye söyledi James, cüppesini onun ellerinden kurtarmayı başarırken.
Lily, hâlâ James’e gidip Harry’yi bulmasını söylerken, gönülsüzce, yeşil alevlerin arasında kayboldu. O gider gitmez, James yerinde döndüğü gibi koridor boyunca koşmaya başladı. Harry’yi bir an önce buradan çıkarmalıydı.
Harry sandalyesinde oturuyor, onu gözetmek için geride bırakılan iki Seherbaz yokmuş gibi davranıyordu. Yara izi korkunç bir şekilde zonkluyor, acıdan biraz midesi bulanıyordu. Elinden geldiğince acıyı engellemeye, başka şeyler düşünmeye çalışıyordu: mesela, kaçmak gibi.
Odanın dışından gelen korkunç bir patlama sesiyle düşüncelerinden çıktı. Sandalyesinin altında yer kayıyor gibiydi ve Harry oturduğu yerde yere kapaklandı. Elleri bağlı olduğu için yere sertçe düşmüş, kafasını çarpmıştı. Acıyla inledi; zaten başı ağrıyordu, başka bir ağrıya daha ihtiyacı yoktu.
Ferguson ve Smith hızla gelip Harry’yi ayağa kaldırdılar. Smith kapıyı açmaya giderken, Harry kendine gelmeye çalışıyordu. Havayı bir anda dolduran siyah duman ile odaya giren sıcak hava, üçünü de öksürtmeye ve nefeslerini kesmeye yetti.
“Yangın mı?” diye sordu Ferguson, inanamayarak. “Şaka mı bu?”
“Hadi, buradan çıkmamız gerek!” dedi Smith.
Ferguson ve Smith, her biri Harry’nin bir kolunu tutarak, onu odanın karşısına, kapıya doğru sürüklediler. Odadan çıkar çıkmaz, kapıda nöbet tutan iki Seherbaz’ın yerde yatan bedenleriyle karşılaştılar; belli ki, ölmüşlerdi.
İki Seherbaz da ölen meslektaşlarına korkuyla bakakaldılar ve dönüp koridor boyunca koşmaya başladılar; merdivenlere ulaşmaya çalışıyorlardı. Harry, ayak bileklerinin bağlı olduğu zincir yeterince uzun olmadığı için onlara ayak uyduramıyor, yalnızca küçük adımlar atabiliyordu. Ayağında bu zincirlerle onlarla birlikte koşamazdı.
“Şunları çıkarmanız gerek,” dedi Harry Smith’e, onların hızına yetişmeye çabalarken.
“Olmaz! Onlar kalıyor!” dedi Smith.
“Bunlarla koşamıyorum!” diye isyan etti Harry.
“Ne kötü,” diye cevap verdi Smith ve parmaklarını Harry’nin koluna geçirerek hızını artırdı.
İki Seherbaz, merdivenlere doğru koşarken çocuğu da tam manasıyla yanlarında sürüklüyorlardı. Siyah duman gözlerini kör etmişti, nereye gittiklerini göremiyorlardı; ama bir ellerinde asaları, diğer ellerinde Harry ile ilerlemeye devam ettiler.
Nereden geldiği belli olmayan bir ışık huzmesi, Seherbaz Smith’i arkasından vurdu. Adam yüz üstü yere çakıldı ve bir daha kıpırdamadı.
“Smith! Smith! Henry!” diye seslendi Ferguson, ancak Smith’ten cevap yoktu.
Arkadaşının ölü olup olmadığını kontrol edecek zaman olmadığı için, Ferguson Harry’yi yanında sürükleyerek ilerlemeye devam etti. Smith’e yapılan saldırının geldiği yöne doğru, panik içinde, büyü üstüne büyü gönderiyordu.
Harry yeniden tökezleyip neredeyse düşecek gibi olduğunda hâlâ kapıya ulaşmaya çalışıyorlardı.
“Lanet olsun!” diye tısladı Harry; ayak bilekleri acıyla zonkluyordu. “Şunları çıkarman gerek!” diye gürledi Seherbaz’a.
Ferguson başını iki yana salladı.
“Hayır!”
Harry’yi çekmeye çalıştı, fakat bu sefer Harry izin vermedi. Olduğu yerde inatla duruyordu.
“Kelepçeler beni yavaşlatıyor!” dedi Harry. “Şunları çıkar ki, buradan çıkabilelim!” Ferguson başını iki yana sallamaya başladı. “Diğer Seherbaz gibi yakalanmak istemiyorsun herhalde, değil mi?” diye sordu Harry.
Ferguson bocaladı; çocuğun haklı olabileceğini fark etmişti. Kelepçeleri çıkarırsa, daha hızlı ilerleyebilirlerdi.
“Pekâlâ, ama yalnızca ayak bileğindekileri çıkaracağım!” dedi Ferguson merhametle; kelepçeleri çözmek için dizlerinin üzerine çöktü.
“Tamam,” diye kabul etti Harry.
Fergusan büyüyle kilidi açarak metal kelepçeleri çıkardı. Harry’nin el bileklerinden ayak bileklerine uzanan zincir, şimdi el bileklerinden sallanıyordu. Ferguson ayağa kalkarak zinciri de yok etti ve Harry’yi yalnızca elleri bağlı şekilde bıraktı. Çocuğa güvenmiyordu; zincirleri ona saldırmak için kullanabilirdi.
Harry ona gülümsedi.
“Teşekkürler!” diyerek sırıttı.
Ferguson daha gözünü kırpamadan, Harry’nin yumruğuyla yere serildi. Elleri kelepçeli olsa bile, Harry kolaylıkla ona saldırabilmişti. Ferguson, aniden gelen fiziksel saldırıdan kendine gelmeye çalışıyordu, fakat daha yerden kalkamadan Harry onun üzerine çıkarak onu saçından yakalamıştı. Başına güçlü tek bir darbe indirdi. Seherbaz’ın başı küt diye zemine vurdu ve bilincini kaybederken Ferguson’ın gözleri yuvalarında arkaya doğru döndü.
Seherbaz’ın devrilmesiyle, Harry onun gevşek parmaklarından asasını çekip aldı. Bileğindeki kelepçelerin kilidini açtı ve onları da diğer kelepçelerin olduğu yere fırlattı. Kelso kelepçelerinden de kurtularak ayağa kalkmadan önce, onları da Ferguson’ın göğsünün üzerine attı. Gözleriyle koridoru tarayarak etrafta başka Seherbaz olup olmadığına baktı ve dumanlar koridoru tamamen kaplamadan harekete geçti.
Lucius Malfoy panik içindeydi. Yarım saatten fazla bir süredir aynı koridoru kontrol ediyordu, ama Karanlık Prens’ten hâlâ bir iz yoktu. Çocuğun, yangın çıktığı anda, neler döndüğünü anlamış olmasını umuyordu; ama belki de kaçamamıştı. Yangın çıkarıp Karanlık İşaret’i yaratarak dikkat dağıtmaya çalışmışlar, böylece Harry’ye zaman kazandırarak kaçması için bir fırsat oluşturmuşlardı; ama ya Harry’nin başında onu gözetleyen çok sayıda Seherbaz varsa… Lucius, bir mendille terleyen yüzünü sildi; çocuğun güvenliğinden endişe ediyordu. Eğer onu kurtaramazlarsa… Voldemort’un onlara, her birine neler yapacağının düşüncesiyle tir tir titredi.
Başka bir köşeyi dönerek duman kaplı koridor boyunca hızla ilerledi. Ölümcül dumanı içine çekmemek için mendili sıkıca burnuna bastırdı. Kapısı açık odaları hızla geçip etrafta kimsenin olup olmadığını anlamak için bir ses duymayı bekledi. Ancak, giriş katı ıssız görünüyordu.
Tam geldiği yolu geri gitmek için dönmüştü ki, bir el onu tuttuğu gibi omuzlarından yakaladı. Lucius dönerken eli asasındaydı, ama asasını çekmemişti; çünkü karşısında o tanıdık yeşil gözler ona bakıyordu. Harry hızla onu gölgelerin içinde bir köşeye çekerken, Lucius kocaman bir oh çekti.
“İyi vakit geçiriyor musun?” diye sızlandı Harry.
Lucius gülümsedi; bu sesi yeniden duymak güzel bir histi.
“Kaçman için biraz zamana ihtiyacın olacağını düşündük,” diye açıkladı.
Harry ona gözlerini kısarak baktı.
“Bana ve yeteneklerime biraz olsun inancın var demek,” diye mızmızlandı, şaka yapar gibi.
“Hiç de değil, Prens. Biz senin ne kadar yetenekli olduğunu zaten biliyoruz,” diye cevap verdi Lucius. “Şimdi, dikkatlice dinle, fazla vaktimiz yok,” diye açıklamaya girişti Lucius. “Efendimiz Bakanlık’ın dışında seni bekliyor.”
Harry’nin kaşları hayretle kalktı.
“O sahiden burada mı?”
“Yara izinde hissetmedin mi?” diye sordu Lucius. “Efendimiz, senin yakınlarında olduğunu bilmeni istedi.”
“Hissettim,” diye cevapladı Harry, karıncalanan alnına dokunarak. “Ama bu riski alacağına inanmadım doğrusu. Seherbaz’lara, korkudan ödleri patlasın diye, babamın burada olduğunu söyledim; ama gerçekten geldiğini düşünmemiştim.”
“Efendimiz Bakanlık’a gelmek istedi, ama senin ve onun için daha güvenli olacağını düşünerek dışarda kalması için onu ikna etmeyi başardık,” dedi Lucius.
“Dışarıda bile olmaması gerekir! Çok tehlikeli,” dedi Harry endişeyle.
“Bir ekip onunla birlikte,” diye güvence verdi Lucius. “Bakanlık’tan çıkıp yanına gitmelisin. Binadan ayrılmak için ziyaretçi çıkışını kullan. Dışarı çıkınca da sola dön ve sokağın bitimine kadar başını yerde tut. Sonra karşıya geç, Gibson Sokağı’na gir ve Muggle barını geç. Barı geçtikten sonra yan yola geç. O yol seni Kelso Hanı’na götürecek. Yolun köşesindeki postaneyi geçince Efendimiz ile ekibin seni orada beklediğini göreceksin.” Lucius, cebinden kumaşa sarılmış küçük bir şey çıkardı ve Harry’ye uzattı. “Olur ya, Efendimize zamanında ulaşamazsan bunu kullan.”
Harry kumaşı kaldırarak ince bir zinciri olan küçük bir cep saati gördü.
“Anahtar mı?” diye sordu Harry.
“Evet, eğer bir problem çıkar ve Efendimize ya da Ölüm Yiyen’lere ulaşamazsan, bu seni eve götürecek,” diye açıkladı Lucius. “Buradaki yasağı kıramadık, üzerinde çalışmak için hiç vaktimiz olmadı; o yüzden, Anahtar’ın çalışması için buradan çıktıktan sonra üç kilometrelik bir alanı geçmen gerek. Cisimlenme-karşıtı büyü ise, sekiz kilometrelik bir alanı kapsıyor ki, bu da hiç iyi değil.”
Harry, Anahtar’ı alarak cebine yerleştirdi.
“Tamam,” dedi.
“Hadi, acele et. Atriyum’a kadar sana eşlik edeceğim,” dedi Lucius, asasını çıkararak.
Harry onunla birlikte yürümeye başladı, ama aniden durdu.
“Dur, neredeyse unutuyordum,” dedi Harry ve başka hiçbir şey söylemeden dönüp geldiği yola geri döndü.
“Nereye gidiyorsun?” diye sordu Lucius.
“Eşyalarımı almam gerek,” diye açıkladı Harry, koridor boyunca koşarken.
“Harry!” diye bağırdı Lucius, çileden çıkmış bir halde. “Bırak gitsin!”
“Çok kısa sürecek,” diye cevapladı Harry.
“Yakalanacaksın!” diye tısladı Lucius.
“Merak etme!” dedi Harry, köşede gözden kaybolurken.
Lucius, arkasından koşmadan önce, alçak sesle bir şeyler homurdandı.
Harry, duruşma için bekletildiği odaya geri döndü. Kapıda ölü yatan iki bedenin üstünden atlayarak içeri koştu. Metal kapıya doğru ilerdi ve kapıyı açtı. Kanalın ağzı belli belirsiz görünüyordu; kanalın içi, zifiri karanlıktı. Kanaldan gelen soğuk bir esinti tüm vücudunu sarmış, ürpermesine neden olmuştu.
Harry, Ferguson’ın asasını çıkardı ve hangi büyünün etkili olacağını düşünürken asayı elinde tuttu. Tünelin ucuna asasını doğrulttu ve usulca ‘Accio’ diye mırıldandı; büyülü sözleri söylemesinin yanında, içinde kendi eşyalarının bulunduğu plastik torbanın görüntüsünü de zihninde canlandırıyordu. ‘Accio’ büyüsüyle birlikte, asasız büyüsü de aynı anda ortaya çıkıp tünelin içinde kayboldular.
Harry hışırdama benzeri sesler duydu; anlaşılan, torba yukarı çıkmak için zorlanıyordu. Torba, tünelin ağzına, Harry’nin uzanan ellerine doğru çıkmaya başlamıştı. Harry, ağzı kulaklarına vararak, torbayı kaptığı gibi yırtarcasına açtı ve içindekileri masaya döktü. İlk eline aldığı, siyah gümüş yüzüğüydü. Yüzüğü parmağına takıp silahlarını toplamaya başladı. Yalnızca birkaç keskin aletle ninja yıldızlarını aldı. Hepsini koyacak kadar cebi yoktu. Son olarak, gümüş maskesini de alıp odadan çıkmak için harekete geçti.
Kapıda bekleyen Lucius’a ulaşmak için neredeyse koşuyordu.
“Ah Tanrım!” dedi Lucius, azarlayıcı bir tonla. “Şunlarsız yapamaz mısın?” diye sordu.
“Hayır,” diye cevapladı Harry, “bunların hediye olduğunu unuttun mu?” Hançerlerden birini kaldırdı.
“Eminim, Efendimiz yenilerini alırdı,” dedi Lucius.
Harry’ye dışarıya kadar eşlik etmek için döndü ve kendi kendine Harry’nin çocuksu haline gülümsedi. Harry’nin, babasının ona aldığı hediyelere bu kadar değer vermesini ve onları geri almak için yakalanma riskini göze almasını içten içe gülünç buluyordu.
Lucius tam köşeyi dönüyordu ki, biri onun üzerine atladı ve elindeki asayı almak için boğuşmaya başladı. Saldırıyı engellemek için hızlı hareket etmişti ve adamı, asasının bir hareketiyle, karşı duvara fırlattı. Korkmuş gözlerle adama bakakaldı. Lucius, önünde yere serilmiş Seherbaz Liam Ferguson’ı tanımıştı. Genç bir Seherbaz’dı ve saygıdeğer bir ailenin safkan bir üyesiydi. Lucius, yapmak üzere olduğu şey için kendini neredeyse üzgün hissetti.
Asasını kaldırdı ve öldüren lanet ağzından tam çıkıyordu ki, Harry elinden asasını alıp onu durdurdu. Lucius ona hayret dolu gözlerle baktı. Harry yerde yatan korkmuş adama baktıktan sonra, gözlerini Lucius’unkilere dikti.
“Onu öldürme,” dedi Harry. “Benim daha iyi bir fikrim var.”
James, dumanla kaplı koridorda, Harry’yi dört Seherbaz’ın koruduğu odaya doğru son sürat ilerledi. Çok şiddetli öksürüyor, boğulur gibi oluyordu. Ağzında dumanın tadını alabiliyordu. Onca paniğin arasında, kendine Kabarcık-Kafa Büyüsü yapmayı akıl edememişti.
Yolda gelirken Sirius ile Moody’ye rastlamış, iki adam da onunla gelmeye karar vermişti. James, uzaktan, kapının aralık olduğunu ve kapının dışında Griffin ile Stevenson’ın yatan bedenlerini fark etti. İçinde git gide büyüyen hastalıklı bir hisle, kapıya doğru koştu ve odanın boş olduğunu gördü.
“Ah hayır! Ah Tanrım, hayır!” James’in gözleri telaşla bir uçtan diğer uca odayı tarıyordu. Harry gitmişti.
Yerde duran yırtık torba ile masanın üzerinde bulunan bıçakları fark etti. Hızla bir tanesini alıp inceledi. Yerine koyduğu gibi de odadan dışarı fırladı. Başta Harry’nin başına kötü bir şey gelme ihtimalinden endişeleniyordu, ama şimdi ise tamamen başka bir sebepten korkuyordu. Harry’nin dışarı çıkması bir yana, Harry artık yeniden silahlanmıştı.
James kapıdan çıkar çıkmaz, Moody’nin aksi sesinin ona seslendiğini duydu. Ona doğru hızla ilerledi. Moody ile Sirius’un, yerde yatan bedenlerin yanında diz çökmüş olduklarını gördü. James yaklaştıkça yatan kişinin kim olduğunu da anlamıştı. Henry Smith, Harry’nin yanında bıraktığı üçüncü Seherbaz, yerde ölü bir şekilde yatıyordu.
“Koridorun ilerisinde yerde zincirler var,” dedi Moody, James’e.
“Silahlarını almış,” diye Moody ile Sirius’a söylerken buldu kendini James. “Silahlı.”
Moody ile Sirius ayağa fırladılar. Moody kendi cam küresini çıkararak tüm Seherbaz’lara mesaj gönderdi.
“Alarma geçin! Karanlık Prens kaçmış! Silahlı ve tehlikeli; tedbirli olun! Tekrar ediyorum, Karanlık Prens kaçmış! Silahlı! Gerekirse zor kullanın!”
Başını kaldırıp James’e baktı ama uzun sürmedi. Kaçak mahkûmu aramak için dönüp hızla merdivenlere doğru koşmaya başladı.
Seherbaz’lar panik içindeydiler. Karanlık Prens, Bakanlık binasında elini kolunu sallayarak dolaşıyordu ve üstelik silahlıydı. Kaçmadan önce onu bulup yakalamak zorundaydılar. James, Moody ve Sirius merdivenlerde bir grup Seherbaz’la karşılaşmıştı ve her biri hep bir ağızdan şimdi ne yapacaklarını tartışmaya başlamıştı.
“Onu görürseniz, önce saldırın; sonrasını düşünürüz!” diye talimat verdi Dawlish.
“Hayır, onu yalnızca silahsızlandırın!” diye itiraz etti James. “Şiddete gerek yok!”
“Gerek mi yok, Potter? Onu koruyan dört Seherbaz’ın da her birini katletti!” diye çıkıştı Moody.
“Ne? Ne yaptı? Onu koruyanlar kimdi?” diye sordu, ismi Jenson olan genç bir Seherbaz.
“Onları öldürdüğüne dair elinde bir kanıt yok!” diye karşılığında bağırdı James. “Etrafta dolaşan Ölüm Yiyen’ler yapmış olabilir!”
“Ölüm Yiyen’ler başka kimseyi öldürmedi!” diye dikkat çekti Moody. “Tek öldürülenler, onu koruması için yanına bıraktıkların!”
“Moody, kes sesini!” diye bağırdı Sirius.
“Onu niye savunuyorsun?” diye sordu Dawlish, James’e şaşkınlıkla.
“Kimse kimseyi savunmuyor,” diye hızla araya girdi Remus. “Hepimizin söylediği şey…”
Aniden, yukarıda bir yerlerden bir patırtı sesi geldi. Sekiz Seherbaz da öylece durdu ve ardından her biri son sürat üst kata doğru merdivenleri çıkmaya başladı. Ellerinde asaları hazır bir halde kapıları havaya uçurdular; ancak, hiç kimse yoktu. Alevler neredeyse sönmüş olduğu için katın bu kısmı dumandan temizlenmişti ve bu sayede etraflarını görebiliyorlardı.
“Biri kesinlikle buradaymış,” diye fısıldadı Remus; kurt adam duyuları devredeydi.
Sekiz Seherbaz’ın her biri etrafı incelemek için farklı noktalara dağıldılar. James, koridordaki dönemece doğru yavaş adımlarla ilerlerken kendini ani bir saldırıyla Harry’yi almaya hazırlıyordu; tabii eğer buradaysa.
Aniden köşede beliren bir cisim James’e çarparak onun yere düşmesine neden oldu. Cisim, üzerinden zıpladığı gibi hızla kapılara doğru koşmaya başlamıştı.
“İşte orada!” diye bağırdı Jenson ve ardından çok sayıda ışık, koşan cisme doğru uçtu.
James güç bela ayağa kalkarak siyah saçlı çocuğun görüntüsünü yakaladı; yüzünde gümüş maskesi vardı ve açık kapılara doğru koşup arkasında gözden kayboldu.
James de, diğer Seherbaz’lar gibi, çocuğun arkasından koştu. Koşan çocuğun arkasından büyü üstüne büyü yollanıyor, ama hiçbiri isabet etmiyordu. Maskeli şekil, sekiz Seherbaz’ı da dördüncü kata yönlendirdi ve uzun dönemeçli koridor boyunca durmadan koştu.
“Sersemlet!” diye bağırdı Dawlish, hedefini alıp şansını deneyerek.
Büyü, hedefi tam arkasından vurdu ve çocuk yüz üstü yere kapaklandı. James ve Moody, ona ulaşan ilk Sehebaz’lardı. James çocuğa yaklaştıkça bir şeylerin ters gittiğini fark etti. Moody, bilinçsizce yatan kişiyi arkasından tutup çevirdi ve anlaşılan, James’le aynı şeyi fark etmiş olacak ki, öylece kalakaldı. Maskeli kişi, Harry’den daha uzun ve daha şişmandı. Moody tek hamleyle gümüş maskeyi çıkardı ve Ferguson’ın baygın yüzüne şaşkınlıkla bakakaldılar.
“Ah, kahretsin!” diye küfretti Dawlish, gelip sahneyi gördüğünde. “Lanet olsun!”
“Çözül!” Remus, sersemletilmiş Seherbaz’ı kendine getirdi.
Ferguson uyanırken inledi. Oturmaya çalışmadan önce meslektaşlarına şöyle bir baktı. Elini başının arkasına götürdü ve acıdan yine inledi.
“Liam, sana ne oldu? Karanlık Prens nerede?” diye sordu Dawlish.
Ferguson gözlerini birkaç kez kırptı; kendini toparlamaya çalışıyordu.
“Ben… bilmiyorum. Hatırladığım… en son şey, onu dışarı çıkarmaya çalıştığım. Yangın… yangın vardı ve Smith… Smith biri tarafından saldırıya uğrayıp öldürüldü; bir Ölüm Yiyen’di sanırım. O, Karanlık Prens, bana kelepçelerini çıkarmamı söyledi çünkü onlarla koşamıyordu ve… ve ben de onları çıkardım. Sonra bana yumruk attı ve kafamı yere çarpmamla beni yere yığdı. Şimdi ise uyandım.”
Moody kafasını salladı; daha fazlasının olduğuna emindi.
“Hafıza büyüsüne maruz kalmış,” dedi Moody, “üstelik o maskeyi takıp kaçması için de Imperius büyüsü yapılmış.”
Moody’nin sözleri üzerine, Ferguson’ın yüzü yeşile döndü. Diğerlerine dönüp Moody’nin sözlerinin doğru olup olmadığını sessizce sorar gibi baktı. Sonra, Moody’nin elindeki gümüş maskeyi fark etti.
James ise, aniden başka bir şeyi fark etmişti.
“Ferguson, resmi cüppen nerede?”
Ferguson başını eğip üzerindeki koyu renk tişörtle pantolona baktı; cüppesinin kayıp olduğunu daha şimdi fark etmişti. Başını kaldırıp James’e bön bön bakarak başını iki yana salladı.
“Ben… ben… ben…”
James’in gözleri, arkadaşlarının kaygılı gözleriyle buluştu.
“Kahretsin!” diye küfretti Sirius; James ve diğerleriyle birlikte koşmaya başladı.
Harry, insan kalabalığının arasında sakince yürüyor, Bakanlık’tan çıkmaya çalışıyordu. Mavi renkli resmi cüppenin kukuletasını başına geçirmiş, cüppenin bir kısmıyla burnunu kapatmış, yüzünün büyük bir kısmını rahatlıkla gizleyerek kendini zehirli dumandan korumaya çalışıyor gibi davranıyordu. Bir kolunu ise Lucius sarmış, yangından yaralanmış ve ‘sarsılmış’ gibi yaparak mükemmel bir performans sergiliyordu. Harry, Lucius’a şöminelere kadar eşlik ediyordu; böylece Lucius oradan uzaklaşabilecekti.
Harry de Lucius’la birlikte uçuç tozu kullanarak kaçabilirdi, fakat Seherbaz gibi giyindiği için uçuç tozunu kullanırsa dikkat çekebilirdi; o yüzden orijinal plana sadık kalmayı tercih etti. Ayrıca, kaçmasına yardım etmekle suçlanırsa diye, Lucius’un itibarını tehlikeye atmak istemiyordu. Böylece, Lucius’a Atriyum’a kadar yardım eden Seherbaz giyimli kişinin Karanlık Prens olduğunu kimse bilmeyecekti. Kimse fark etmeden ziyaretçi çıkışından usulca tüyebilirdi.
Harry Lucius’u sıraya bırakırken, Lucius ona alçak sesle bir şeyler fısıldadı.
“Birazdan evde görüşürüz.”
Lucius çok kısa bir an ona baktı ve dudaklarının kenarları hafif bir gülüşle kıvrıldı; ardındansa yüzünü çevirdi. Harry ondan uzaklaşarak rahatlıkla Seherbaz’larla dolu alana geçti; Atriyum’daki Seherbazlar, Bakanlık’ı ateşe veren Ölüm Yiyen’ler birine saldırmasınlar diye, nöbet tutuyorlardı.
Harry arkasına baktı ve telefon kulübesini gördü; içi boş bir halde onu bekliyordu. Telefon kulübesine ulaşması, yalnızca birkaç saniye sürmüştü. Kimse fark etmeden içeri süzüldü. Kulübe yavaşça çıkmaya başladı; Harry, kendini, nefesini tutmuş bir halde, bu salak şeyin daha hızlı gitmesini dilerken buldu.
Kulübenin gözden kaybolmasıyla, Lucius kendinden emin bir şekilde uzun adımlarla şömineye doğru yürüdü. İşi tamamlanmıştı. Harry, Bakanlık’ın dışındaydı. Elinde tuttuğu bir avuç uçuç tozunu savurmadan hemen önce, James’in, arkasında Sirius ve Dawlish ile Atriyum’da koştuğunu gördü. James’in gözlerinin çıldırmışçasına salonu tarayışını izledi. Lucius, tam evinin adını söyleyecekken bir an için durdu. James’in bakışlarının onunla buluşmasını bekledi ve ona pis pis gülümsedi. James’in gözlerindeki çaresiz bakışların tadını çıkararak yeşil alevlerin arasında gözden kayboldu.
Telefon kulübesi tangırdayarak durdu ve Harry rahatlamış bir halde nefesini bıraktı. Hızla kulübenin kapısını iterek dışarı çıktı. Tam da Lucius’un dediği gibi, sola döndü ve yolun sonuna doğru aceleyle yürüdü. Sokak sessizdi ve duvarlarında grafitileri ile pejmürde ve kirli görünüyordu. Etrafta tek bir Muggle bile görünmüyordu. Hızla karşıya geçip ıssız sokak boyunca koştu. Sokağın tabelasında Gibson Sokağı ismini gördü ve süratle ilerleyerek Lucius’un bahsettiği barı aramaya koyuldu.
James, yanında Sirius ve Dawlish ile telefon kulübesinden hızla çıktığında, Harry ara bir sokağa giriyordu. Takip edildiğinin farkında değildi; çerçöple dolu yerde bir şeylere basıp takılmamaya çalışarak aranlık ve kirli yolda süratle ilerliyordu. Kelso Hanı’nın bulunduğu sokağa çıktı. Harry hızla sokak boyunca ilerlerken aynı zamanda sokağın ne kadar ölü göründüğünü düşünüyordu. Londra’nın herhangi bir sokağını ıssız bulmak, bir mucizeydi. İki sokağı ıssız bulmak ise, işin içinde büyü olduğunu akla getiriyordu. Harry, kimsenin –ne bir Muggle’ın ne de bir büyücünün– onun kaçtığını görmemesi için babasının gerekli düzenlemeleri yaptığını kafasında canlandırdı. Sokak boyunca koştu ve köşeyi döndü.
Bloğun sonuna kadar durmadan koşarken sol tarafında da bir dizi dükkânın dizilmiş olduğunu gördü. Lucius’un söylediği gibi, bloğun köşesinde bir postane vardı. Onun karşısında bulunan sokakta ise, uzun, siyah renkte, sivri uçlu metal parmaklıklarla her yeri çepeçevre sarılı özel bir bahçe vardı. Bahçede bulunan ağaçların dalları parmaklıkların üzerinden sarkıyor, sokağa gölge düşürüyordu. Tam köşede, ağaçların gölgesinde duran siyah saçlı ve şiş göz kapaklı bir kadın duruyordu.
Harry, sonunda, üzerindeki resmi cüppenin kukuletasını kaldırarak Bella’ya doğru koşmaya başladı. Bella’nın Harry’yi gördüğü anda gözleri parladı. Harry’ye gülümsüyor ama bulunduğu noktadan kıpırdamıyordu. Harry, onun dudaklarının kısacık bir anlığına oynadığını gördü; birkaç söz mırıldanmıştı ve aniden babası belirdi; anlaşılan, Bella’nın arkasındaki gölgelikten çıkıyordu. Harry, babasını görünce iç ferahlığıyla gülümsemekten kendini alamadı. Onu bir daha göremeyeceğinden çok korkmuştu. Hızla sokağı geçip, kısmen gölgeliğin altında gizlenmeye devam eden Voldemort ile Bella’ya doğru ilerledi.
Yalnız, babasının ifadesindeki bir değişiklik, bir şeylerin ters gittiği yönünde Harry’yi uyardı. Ayrıca, yara izinde bir yanma da hissetmişti. Harry, babasının bakışlarını takip ederek başını çevirdi ve arkasına baktı. İşte o anda, başından beri onu takip eden, başlarında James’in bulunduğu on kişilik Seherbaz grubunu gördü.
Harry’nin eli cebinde kayboldu ve bir saniye gibi kısa bir sürede bıçaklarını çıkarıp fırlattı. Elinden fırlattığı iki bıçak, uçarak iki Seherbaz’ı tam göğsünden vurdu. Adamlar, acı içinde feryat ederek yere yığıldılar.
Harry döndü ve koşmaya başladı. Elinden gelen en hızlı şekilde Voldemort’a doğru koşuyordu. Bella asasını çıkarıp Harry’nin başının üzerinden hedef aldı.
“Crucio!” diye bağırdı; işkence lanetini, asasını Harry’ye doğrultmuş olan Dawlish’e doğru gönderdi.
Voldemort asasını çıkardı ve aniden gelen siyah bir bulut tüm etrafını sararak çevresinde bir duvar oluşturdu ve ardından bulut, Harry’ye doğru yayılmaya başladı. Ölüm Yiyen’ler, siyah bulutun dışında Cisimlenip Karanlık Lord’un etrafını sararak onu korumaya aldılar.
Harry koşmaya devam ediyordu; babasının adamlarının onu korumak için etrafında belirdiğini fark ettiğinde dahi yavaşlamadı. Babasına kavuşana kadar durmayacaktı.
James, Ölüm Yiyen’lerin ona doğru ardı ardına gönderdiği lanet selinden kenara kaçarak kurtuldu. Saldırılardan kendini korumak için yola çıkmak zorunda kalmıştı. Park halindeki bir arabanın arkasına sığınarak soluklandı. Başını çevirip arkadaşlarına baktı ve yeni bir Seherbaz timinin oluştuğunu ve köşelerdeki sokaklardan çıkıp gelenlerle birlikte sayılarının yirminin üzerine çıktığını görünce rahatladı. Harry telefon kulübesiyle çıktıktan sonra, kendisi de hızla Bakanlık’tan çıkarken, Atriyum’daki tüm Seherbaz’lara bağırıp peşinden gelmelerini söylemişti.
Seherbaz’lar ile Ölüm Yiyen’ler arasında şiddetli bir çatışma başlamıştı; büyüler ve lanetler her bir yanda uçuşuyordu. Bir Ölüm Yiyen, James’in sığındığı arabayı parçalara ayırdı ve araba patlayarak alevler içinde kaldı. James ise, tam zamanında, bulunduğu yerden kaçmayı başarmıştı. Bir taraftan kendini korumaya çalışırken, diğer taraftan da Harry’yi gözlüyordu; mucize eseri daha tek bir büyüyle bile vurulmamıştı. Hâlâ Voldemort’a gitmeye, ona doğru koşmaya çalışıyordu; ama aniden patlak veren çatışma onu şaşırtmıştı; ona doğru uçan ölümcül büyülerin arasında ilerlemeye, onları püskürtmeye çalışıyordu. Harry üç kez durmuş, Seherbaz’lara kesici aletler fırlatarak onları kollarından ya da göğüslerinden yaralamıştı.
Voldemort, birdenbire, asasını havada çevirerek harekete geçti. Rüzgârın ezici gücü, ona yaklaşan Seherbaz’lara çarparak bir anda onları yere serdi. Harry, bir Ölüm Yiyen cesedinin üzerinden atlayarak Voldemort’a giden son eşiği de geçti.
Bunu gören James, kendini bir anda koşarken buldu; Harry’ye Voldemort’tan önce ulaşmak için tüm gücüyle çabalıyordu. Ancak, başaramayacağını biliyordu. Aralarında çok mesafe vardı. Harry, başka bir Affedilmez’i daha yolundan saptırırken artık Voldemort’un neredeyse yakınındaydı.
James, hâlâ koruma alanının içinde olduklarını biliyordu; yani, Harry buharlaşamaz ya da Anahtar kullanarak buradan uzaklaşamazdı. Ancak, Harry Voldemort’a ulaşırsa, onu geri almanın neredeyse imkânsız olacağını da biliyordu.
Öldüren Lanet’lerden biri, Harry’yi neredeyse vuruyordu; lanet hızla gelerek Harry’nin saçlarını sıyırmıştı. Harry, neredeyse vurulacak olmasının şaşkınlığıyla ayağı kayarak tökezledi. Voldemort, şimşek gibi bir hızla Harry’ye ulaşarak onu düşmeden yakaladı.
James aniden durmuş, donakalmıştı; gördüğü manzara karşısında neredeyse kalbi duracaktı. Voldemort’un, Harry’nin yanında, asasından çıkardığı yeşil ışıkla, Harry’yi neredeyse vuracak olan Seherbaz’ı nasıl vurduğunu seyretti.
Voldemort’un koyu kırmızı gözleri Harry’ye döndü.
“Bir sonraki bloğun sonunda, bitmiş olacak!” dedi Voldemort ona.
Harry tereddüt etti, ama Voldemort’un ikinci bir bakışıyla, gönülsüzce de olsa yerinde dönüp sokak boyunca koşmaya başladı. Bella ile birkaç Ölüm Yiyen de, olur da Seherbazlar’dan biri Karanlık Lord’u ve geriye kalan Ölüm Yiyen’leri geçecek olursa diye, Harry’yi korumak için arkasından koştular. James, etrafta kaç tane Ölüm Yiyen olduğunu umursamadan yıllardır öldü bildiği oğlundan vazgeçmeyi reddederek Harry’nin arkasından fırladı. Onu tekrar kaybetmeyecekti. Bir daha asla.
James, Harry’nin arkasından sokak boyunca koştu. Araba arkalarına saklanarak mümkün olduğu ölçüde gözden uzak kalmaya çalıştı. Voldemort’un Harry’ye söylediğiyle neyi kastettiğini anlamıştı. ‘Bir sonraki bloğun sonunda, bitmiş olacak!’ Koruma duvarlarından bahsediyordu. Bir sonraki bloğun sonu, Anahtar-karşıtı korumanın sınır noktası olarak belirlenmişti. Harry o noktayı geçerse, Anahtar yardımıyla kaçabilirdi.
James, artık kalabalık bir sokakta olduğunu umursamadan koşmaya devam etti; tuhaf uzun cüppesi ve şüpheli tavırlarıyla Muggle’ların dikkatini çekiyordu. Ama James’in zerre umurunda değildi. Umurunda olan tek şey oğluydu ve oğluna ulaşmalıydı.
James, Harry’nin aniden duraksadığını görünce, yine bir arabanın arkasına gizlendi. Ölüm Yiyen’ler, James’in görüş mesafesinin dışında birine lanetler yağdırmaya başlamışlardı. James, diğer Seherbaz’ların da onları takip etmiş olduğunu aklına getirdi.
“Harry! Kaç!”
James, Bella’nın çığlığını duyduğu gibi, Harry’nin bir iki adım geriledikten sonra dönerek bloğun sonuna, Anahtar’ı kullanabileceği alana doğru koşmaya başladığını gördü.
Oğlunu bir daha kaybetmek istememenin verdiği büsbütün çaresizlikle, James harekete geçti. Saklandığı yerden fırladığı gibi, Harry’nin arkasından koşarak sokağın karşı tarafından onu takip etti. Eline çoktan asasını almış, Harry’ye doğrultmuştu.
“Harry! Hayır!” diye bağırdı James, ona doğru koşarken; ona ulaşamadan önce Harry’nin koruma sınırını geçmemesi için içinden yalvarıyordu.
Harry, kaldırım taşını da geçerek bloğun sonuna gelmiş, eşiği geçmişti.
James nasıl olduğundan emin değildi, ama elinde tuttuğu asadan fırlayan ışık seli doğrudan Harry’ye doğru uçmuştu. Büyünün onu tam göğsünden vurması üzerine, Harry geriye savrularak arkasındaki Muggle dükkânın cam vitrininden içeri uçtu.
Dükkânda aniden yükselen siren sesi yüksek sesle çalmaya başladı. Kırılan cam, hırsız alarmını devreye sokmuştu.
James dehşete düştü; Harry’ye büyü yapmak asla istememişti. Bella’nın öfkeden kuduran çığlığını duyduğu halde koşmaya devam etti. Yakınındaki Ölüm Yiyen’lerin yolladığı çok güçlü bir lanet ona doğru yağarken karşıya geçmeyi başardı. Kaldırım taşının üzerinden atlayarak camları kırık dükkâna girdi.
Harry’yi yerde yatarken buldu; etrafı cam kırıklarıyla doluydu. Harry sersemlemiş ve kafası karışmış bir halde bakıyordu; yine de, eli cebine ulaşmayı başarmış, oradan bir kumaş parçası çıkarıyordu. James daha ona ulaşamadan, Harry kumaşı çıkardı ve içinden kırık metal ve cam parçaları ile kopmuş bir zincir yere düştü. James’in ilk bakışta gördüğü kadarıyla bu, bir çeşit saate benziyordu; ama şimdi paramparça bir haldeydi. James onun bir Anahtar olduğunu fark etti; ancak, James’in istemsizce yolladığı lanet, Harry’nin cebinde onu parçalarına ayırmıştı.
James, vakit kaybetmeden, Harry’nin yanına gidip onu cüppesinin yakasından sıkıca kavradı. Elini beline götürerek kendi Anahtar’ını çalıştırdı. Harry ile birlikte Muggle dükkânından ayrılmadan önce kısa bir anlığına Bella’nın oraya vardığını gördü. Ancak, onlar Grimmauld Meydanı On İki Numara’nın misafir odasına doğru yola koyulmuşlardı bile.
Çeviren: Tuba Toraman