[Kısım 2]
Kapının çalınma sesi odada yankılandı, ama Harry duymazdan geldi. Nasıl olsa kim gelirse gelsin, ona gitmesini söylese bile içeri girecekti. Çalınma sesinin hemen ardından kapının açılma sesi duyuldu. Harry, bu kez hangi Yoldaşlık üyesinin geldiğini görmek için göz ucuyla kapıya baktı. Onun yerine, Poppy Pomfrey’in gülümseyen yüzünü görünce şaştı kaldı.
“Poppy?”
Şifacı içeri girerken sıcacık gülümsedi; elinde plastik bir çanta taşıyordu.
“İyi günler, Harry,” diye selam verdi, ona doğru yürürken. “Nasıl hissediyorsun?”
“Burada ne yapıyorsun?” diye sordu Harry.
“Seni görmeye geldim,” diye yanıtladı Poppy. Elindeki çantayı komodine bıraktı. “Karargâhı ziyaret etmek için Dumbledore’la irtibata geçmek istiyordum,” diyerek odanın köşesine ilerledi ve masanın yanındaki sandalyeyi çekip Harry’nin yanına oturmak için yatağa yaklaştırdı. “Ben Yoldaşlık üyesi değilim, o yüzden Dumbledore’un beni buraya getirmesi için birini göndermesini beklemek zorundaydım.” Sözlerine devam etmeden önce bir an duraksadı. “Derken, dün gece annen beni görmeye geldi ve bugün de beni buraya o getirdi. Sağlığın hakkındaki gelişmelerden beni haberdar etti.” Harry’ye sert bir biçimde baktı. “Neden bir şeyler yemiyorsun?” diye sordu, doğrudan.
Harry ona gülümsedi.
“İştahımı evde unuttum galiba,” diye cevapladı. “Gidip almam gerekecek.”
“Harry,” diye söze başladı Poppy, yavaşça. “Lütfen, çocukluk yapma.”
Harry bakışlarını yere indirdi ve cevap vermedi. Poppy ise uzanıp çantasını açmaya koyuldu. İçinden beyaz, plastik bir kap çıkardı. Aniden odayı dolduran koku, Harry’nin ağzının suyunu akıttı ve midesi gürültüyle guruldadı. Poppy, metal bir kaşık çıkarıp dikdörtgen kabın üstüne koydu.
“İşte, sana bir şeyler getirdim.” Kabı Harry’ye uzattı. “Ev yapımı çorba.”
Harry kutuyu aldı ve dokunduğunda çorbanın hâlâ sıcak olduğunu fark etti.
“Ev yapımı mı?” diye sordu.
“Evet, kendi ellerimle yaptım,” dedi Poppy; konuşurken Harry’ye bakmıyordu.
Harry’nin gözleri kısıldı.
“Gerçekten mi?” diye sordu. “Hangi çorba bu?”
Poppy, birden şaşırmış göründü.
“Ne dedin?”
“Ne çorbası bu?” diye tekrar sordu Harry.
“Sebze… sebze çorbası,” dedi, hiç de ikna edici olmayan bir ses tonuyla.
Harry, kabın kapağını açtı ve içine baktı. Bakışları Poppy’ye yöneldiğinde gülümsüyordu.
“Mercimek çorbası bu,” dedi.
Poppy iç çekip gözlerini kapattı.
“Tamam, itiraf ediyorum, ben yapmadım,” deyip gülümseyerek Harry’ye baktı. “Ben çorba yapamıyorum, hiçbir zaman istediğim gibi olmuyor. Buraya gelirken yolda gördüğüm bir Muggle kafesinden aldım,” diye itiraf etti. “Ne çorbası olduğunu sormadım. ‘Günün Çorbası’ndan aldığım gibi, bir an önce buraya gelip seni görebilmek için Lily ile buluştum.”
Harry plastik kaba baktı ve sonra tek kaşını kaldırarak Poppy’ye döndü.
“Kabı evden getirdim ve kafedeki hanıma çorbayı bunun içine koymasını söyledim,” diye açıkladı.
Harry, kıkırdamadan edemedi.
“Her şeyi önceden planlamışsın gibi görünüyor,” dedi. “Ne çorbası olduğunu da sorsaydın, hiçbir şeyi belli etmemiş olurdun.”
Poppy mahcup bir şekilde gülümsedi.
“Özür dilerim, Harry; tek istediğim, yemek yemendi. Çorbayı kendi ellerimle yaptığımı söylersem, şansımın daha yaver gideceğini düşündüm.”
Harry kapağı tamamen açtı ve yemeğin lezzetli kokusu tüm odayı doldurdu. Kaşığı çorbaya daldırıp Poppy’ye baktı. O da gülümseyerek Harry’yi yemeye teşvik etti.
“Madem bu kadar zahmet ettin,” diye şakalaştı Harry.
Koca bir kaşık aldı ve bir haftadan fazla süredir yemediği gerçek yemeğin tadını çıkardı.
Harry çorbayı içmeye başlayınca, Poppy de onu zevkle izledi; çocuğun yemeğe odaklanışından ne kadar acıktığı belli oluyordu.
“Çantada iki tane de poğaça olacaktı,” dedi Poppy, bir anda hatırlayarak.
Harry sırıttı.
“Onlar da ev yapımı mı?”
“Evet, aynı çorba gibi,” diyerek güldü Poppy.
Sarılı poğaçaları çıkarıp Harry’ye uzattı; o da zevkle kabul etti. Plastik poşetteki son şey olan ufak bir şişe portakal suyunu da çıkarıp Harry’nin yanına koydu.
“Güzel miydi?” diye sordu, Harry boş kabı masaya koyarken.
“Hani, bir haftadır bir şey yememişsindir ve sonra ortalama bir şey yersin ama tadı muhteşem gelir ya?”
“Evet,” diye yavaşça cevapladı Poppy.
“Aynen öyleydi,” dedi Harry.
Poppy başını onaylamazcasına iki yana salladı.
“O zaman, cevap ver, Harry, neden hiçbir şey yemedin?” diye tekrar sordu Poppy.
Harry, bir elinden diğerine geçirerek portakal suyunun şişesiyle oynuyordu.
“Söyledim ya,” diye cevapladı.
“Asıl sebebini soruyorum, Harry,” diye ısrar etti Poppy. “Kendini aç bırakmanın bir işe yaramayacağını bilecek kadar akıllısın. O yüzden neden böyle yapıyorsun?”
Harry, bir an duraksayarak Poppy’ye baktı. Moody’nin ona ne yaptığını ve onu nasıl tehdit ettiğini anlatmaktan bir zarar gelmezdi. Harry derin bir nefes aldı ve Moody’yle görüşmesinden Poppy’ye bahsetti.
Poppy merdivenlerden aşağı inerken, James ve Lily başlarını kaldırıp ona baktılar. Potter’ların ikisi de aceleyle ona yaklaşıp onu mutfağa yönlendirdiler. Poppy’ye oturması için ısrar etseler de kadın reddetti.
“Hayır, teşekkür ederim,” dedi ters bir şekilde; yüz ifadesinden bile ne kadar sinirli olduğu anlaşılıyordu.
“Ne oldu Poppy?” diye sordu Lily.
“Neden yemek yemediğini öğrendim,” diye belirtti Poppy, burnundan solurken. “Seherbaz Moody’nin ondan bilgi almak amacıyla sözünü tutup yemeğine Veritaserum katmasından korkuyormuş.”
“Ne?” diye haykırdı Lily ve James, hep bir ağızdan.
“Harry, Seherbaz Moody’nin ona bitki çayı içirmeye çalıştığını söyledi,” dedi Poppy, “şu senin yaptığın çayı,” diye de ekledi, Lily’ye hitaben. “Moody çayın içine Veritaserum katmış. Harry çayı içmeyi reddedince de, doğruluk iksirini yemeklerinden birinin içine koymakla tehdit etmiş. Veritaserum da kokusuz ve tatsız olduğundan, Harry hangi yemeğin içine Veritaserum konduğunu bilemezdi; o yüzden de, o da güvenli olduğunu düşündüğü tek şeyi yapmış; yani, yemek yemekten tamamen kaçınmış. Ona götürdüğüm yemeği yedi, çünkü Muggle kafesinden aldığımı söyledim, o yüzden yemeği yemenin güvenli olacağını biliyordu.”
James gerginliğini belli edercesine elini saçlarından geçirdi.
“Moody’nin böyle bir şey yaptığına inanamıyorum!” dedi. “Şerefsiz herif!” diye tısladı. “Ne halt yediğini sanıyor ki!”
“Biliyorum, bu zor ve karışık bir konu,” dedi Poppy, ikisine de hitap ederek. “Ama Harry’ye yaklaşırken çok dikkatli olmalısınız. Zaten etrafının düşmanlar tarafından çevrelenmiş olduğunu düşünüyor; bir de, yanlış şekilde davranarak bunu alevlendirmeyin.”
“Biz asla yanlış bir şekilde davranmayız!” dedi Lily. “Biz Moody’nin onu sorguya çekmesine hayatta izin vermeyiz! Moody’nin, Harry’nin içeceğine bir şey kattıktan sonra tüm bunların yanına kâr kalacağını düşünmesine inanamıyorum.” Lily kendini çok fena suçlu hissediyordu. Çayı yapan oydu ve Harry’ye götürmek üzereyken yolda Moody’yle karşılaşmış, çayı Harry’ye onun götürmesine müsaade etmişti. Sözde, Harry’nin odasında başka gizli silah olup olmadığını kontrol edecekti. Lily ise pes etmiş ve Moody’nin içeceği götürmesine izin vermişti; çünkü onun, odada başka silah olmadığından emin olana kadar durmayacağını biliyordu. Moody’nin içeceğe bir şey katıp oğlunu sorgulamaya çalışacağı hiç aklına gelmemişti.
“Harry’yle konuşun,” diye tavsiyede bulundu Poppy. “İkinizin de onun yanında olduğunu ve onu güvende tutacağınızı bilmesi gerek.” Bedenini dikleştirdi ve dudakları, Minerva McGonagall’ı aratmayacak şekilde, ince bir çizgi halini aldı. “Ayrıca, sizin yerinizde ben olsaydım, Seherbaz Moody’yle de konuşurdum.”
“Ah, bu konuda endişen olmasın,” dedi Lily, öfkeyle bakarken. “Onunla konuşacağız zaten! Harry’nin yiyeceklerinin de yanından dahi geçemeyecek!”
Sirius, renksiz iksirden üç şişe daha taşıyarak misafir odasına girdi.
“Bunları, ikinci kattaki duvar halısının arkasında stoklanmış bir halde buldum,” dedi, elindeki iksirleri masada yığın halinde birikmiş diğer iksirlerin yanına bırakırken.
“Lanet olsun,” dedi Remus, masadaki kırk kadar cam şişenin bir kısmını incelerken. “Moody cidden delirmiş.”
“Ben bunu size yıllardır söylüyorum,” diye söylendi Sirius.
James, peşinden Lily’yle birlikte odaya girdi. İkisinin de ellerinde ikişer tane cam şişe vardı. Onları da bir yığın iksir şişesinin bulunduğu masaya eklediler.
“Sanırım, hepsi bu kadar,” dedi James, nefes nefese. “Of, büyü yapmayı özledim!”
Kilit büyüsü yüzünden, dördünün de, karargâhta gizlenmiş Veritaserum şişelerini Muggle usulü araması gerekmişti. Black Malikânesi gibi devasa bir evde, ufacık şişeleri büyü kullanmadan aramak hiç de kolay bir iş değildi.
“İlk iki katı üç kere aradık,” dedi Remus. “Tamamen temizlendi.” Yorgun bir şekilde kafasını iki yana salladı. “Veritaserum’un birazcık da olsa bir kokusu olsaydı, ben ve Patiayak koklayarak bulurduk.”
“En yakın arkadaşlarımızın iki köpek olması, bu sefer işe yaramadı,” dedi Lily.
“Sağ ol, Lils!” Sirius, Lily’ye yalandan gücenmiş gibi baktı, ama Lily onu görmezden geldi.
“Biz de, üçüncü ve dördüncü katla birlikte arka bahçeyi aradık,” diye bildirdi James. “Oralar da temizlendi.”
“Ve bunları yapmak sadece dört saatimizi aldı,” diyerek gülümsedi Remus. “Her şeyi göz önünde bulundurursak, pek de fena sayılmaz.”
“Moody’nin evin her yerine Veritaserum saklamasına sebep olan ne?” diye sordu Sirius.
“Huyu öyle. Birden fazla mekâna çeşitli iksir şişeleri saklıyor; böylece zulalarından birisi keşfedilirse, hâlâ birçoğu güvende oluyor,” diye cevapladı James.
“Buradakileri biraz fazla abartmış!” diye söylendi Sirius.
Kırk küsur cam şişesinden sadece on tanesi iksir dolabındaydı. Gerisi malikânenin çeşitli yerlerine gizlenmişti.
“Gidip onu çağırayım mı?” diye sordu Lily, James’e.
“Evet, bence hazırız,” diyerek gülümsedi James.
Lily de karşılığında gülümseyip kapıya doğru hızla ilerledi. Yalnızca on dakika sonra, arkasında Harry ile birlikte geri geldi; ancak Harry, aşağı kata çağırılmasından pek de memnun görünmüyordu. Kapıdan girdiği gibi, gözleri masadaki Veritaserum yığınına takıldı. Gözleri James’inkilerle buluştu ve ona dik dik baktı.
“Bu ne?” diye sordu, sinir olmuş bir şekilde.
James sakin kalmaya ve Harry’nin konuşma şeklinin onu etkilemesine izin vermemeye çalıştı.
“Moody’nin sana ne yapmaya çalıştığını Poppy bize anlattı.”
Harry’nin bakışları, masadaki doğruluk iksiri yığını ile James arasında gidip geldi.
“Yani?” diye sordu.
“Moody’nin yaptığının kabul edilir bir şey olmadığını bilmeni istiyorum.” James; Harry’nin yüzünü ele geçiren şok ifadesini görebiliyordu. Harry’nin böyle bir şey denmesini beklemediği açıktı. James sözlerine devam etti: “Kendi başına hareket etti ve sana Veritaserum içirmeye çalıştığını kimseye söylemedi. Seni tehdit etmesi hiç hoş değildi, Harry; bu konuyu Moody’yle konuşacağım.”
Harry omuzlarını silkti.
“Ne halt yapmak istiyorsan yap. Bana neden söylüyorsun?”
Lily, kullandığı kelimeden dolayı Harry’yi tam azarlayacaktı ki, Remus tam zamanında Lily’nin elini tutup sıktı. Kafasını iki yana sallayarak onu durdurdu; şimdi, Harry’yi azarlamanın sırası değildi.
“Yalnız olmadığını bilmeni istiyorum,” diye açıkladı James. “Sana kimse bu şekilde davranamaz. Böyle bir şeye müsamaha göstermem.”
Harry’nin James’e kızgınlıkla bakan ifadesi sertleşti.
Sirius ve James, masa örtüsünü köşelerinden katlayarak şişeleri örtünün ortasına topladılar. James örtüyü dört köşesinden tutup kaldırdığında, şişeler birbirine çarparak şıngırdadı.
“Karargâhtaki bütün Veritaserum şişeleri, burada,” dedi James, Harry’ye. Örtüyü yere bıraktı. Harry ise kafası karışmış bir halde onu izliyordu. Aniden, James bir ayağını kaldırıp örtünün üstüne bastı ve şişeleri kırdı. Cam şişelerin her birinin ezildiğinden emin olana kadar, bunu yapmaya devam etti. Dönüp baktığında, Harry’nin gözlerinde bir şaşkınlık ifadesinin belirdiğini fark etti. “Artık karargâhta başka Veritaserum kalmadı,” dedi Harry’ye gülümseyerek. “Bundan sonra, yiyecek ve içeceklerinin içinde iksir olup olmadığını dert etmene gerek yok.”
Harry, önce kırılmış şişelere, ardından ise tekrar James’e baktı.
“Hepsinin bunlar olduğunu nereden bileceğim?” diye sordu, şüpheyle. “Kenara bir şişe ayırmış olabilirsiniz.”
“Sanırım, bana güvenmekten ve sözlerime inanmaktan başka bir yolu yok,” diye yanıtladı James.
“Sana güvenmek mi?” diye sordu Harry. Ters ters bakarak, “İşte, bu imkânsız, Potter,” dedi.
Harry başka bir şey demeden odadan çıkarak kendi odasına yöneldi. James, diğerlerinin bakışlarıyla karşılaşmamak için arkasını dönmedi; onların da, en az kendisi kadar şaşırmış ve incinmiş olduklarını biliyordu.
O akşam, Yoldaşlık üyelerinden birkaçı, o ya da bu konuda Dumbledore’la konuşmak için karargâha gelmişti. Moody’nin gelmemesi, James’in sinirlerini bozmuştu. Dumbledore ile konuşmuş, Moody’nin Harry’ye ne yapmaya çalıştığını anlatmıştı. Dumbledore, Moody ile konuşup böyle bir şeyin tekrar yaşanmasını engelleyeceği konusunda James ve Lily’ye güvence vermişti. Buna rağmen, James Moody ile kendisi konuşmaya yeminliydi: Harry’nin onlara olan güvensizliğini daha da kötüleştirdiği için ona haddini bizzat bildirecekti.
Akşam yemeğinden hemen önce, Arthur ve Molly Weasley karargâha geldi. Molly, Kovuk’ta hazırladığı birkaç çeşit yemekle birlikte, Lily’ye yardım etmeye koyuldu. İki kadın birlikte mutfağa geçerlerken, Muggle tarzı yemek pişirmek hakkında konuşuyorlardı; kilit büyüsü, en azından, onlara, yemek hazırlamak için ne kadar büyü kullandıkları konusunda bir fikir vermişti.
Arthur, James’in ne kadar depresif göründüğünü fark ederek yanına oturdu.
“Harry’yle baş edebiliyor musun?” diye sordu Arthur.
James kafasını iki yana salladı.
“Baş edemiyorum,” dedi, dürüstçe. “İşler zaten kötüydü, şimdi daha da kötüye gidiyor.” Başını kaldırıp kızıl saçlı adama baktı. “Bana güvenmiyor.”
Arthur kafasını aşağı yukarı salladı.
“Anlaşılabilir bir durum,” dedi. “Seni tanımıyor bile, nasıl güvensin ki?”
“Biliyorum, yine de…” James, elini saçlarından geçirdi. “Bana güvenmesini istiyorum, hiç kimsenin ona zarar vermesine izin vermeyeceğimi bilsin istiyorum, ama beni reddedişi çok canımı yakıyor.”
Arthur, anlayışla kafasını aşağı yukarı salladı.
“Biliyorum, James. Charlie’nin, Ejderha terbiyecisi olmak için Romanya’ya gideceğini söylediği zamanı hatırlıyorum da; o kadar tehlikeli bir meslek edinmesini istemediğimi söylediğimde, bunun kendi hayatı olduğunu ve ben nasıl hissedersem hissedeyim, istediğini yapacağını söylemişti.” Hatırladığı hatırayla kafasını iki yana salladı. “O kelimelerin nasıl canımı yaktığını hâlâ unutamıyorum.”
James Arthur’a baktı; şuan fark ettiği üzere, yalnızca Yoldaşlık üyesi bir arkadaşıyla konuşmuyordu. Karşısında, onun gibi oğulları olan başka bir baba vardı.
“Sorunum ne, bilmiyorum,” diye lafa başladı James. “Aklımı kaçırıyormuşum gibi hissediyorum. Konu Harry olunca doğru düzgün düşünemiyorum. Odasını değiştirmek için onun yanına gittiğimde, odaya girdim ama onu göremedim. Odayı ve banyoyu kontrol etmeden, karargâhtan çıkamayacağını bildiğim halde, bir şekilde kaçmayı başardığını düşünüp panikledim.” Kendini suçlayan gözlerle Arthur’a baktı. “Ben böyle davranmam, Arthur! Paniklemek huyum değildir! Yirmi yıldır Seherbazlık yapıyorum. Bir yer nasıl aranır, gizlenmiş yerler nasıl bulunur, mekân nasıl çevrelenir iyi biliyorum; ama neden konu Harry olunca tam bir aptal gibi davranıyorum?”
“Gayet basit: Çünkü o senin oğlun,” diye sakince cevapladı Arthur. “Mesele çocuklarımız olunca kimse Seherbaz gibi düşünmez, James. Tek düşünebildiğimiz onların güvenliğidir, başka bir şey değil.” Anlayışlı gözlerle James’e baktı. “Onu kaybetmenin acısını bir kere yaşadın zaten. Geçtiğimiz on beş seneyi onun öldürüldüğünü düşünerek geçirdin; o yüzden, ona karşı biraz fazla korumacı olduğun için seni kimse suçlayamaz.”
James, derin derin iç çekerek başıyla onayladı.
“İşlerin biraz daha kolay olmasını isterdim, anlarsın ya işte, Harry’yle.” Kafasını iki yana salladı. “Harry’ye tekrar kavuşacağımızı rüyamda görsem inanmazdım,” diye itiraf etti. “Şimdi burada olmasına rağmen, bizimleymiş gibi hissetmiyorum. Tam gözümün önünde duruyor, ama ona dokunamıyor, ona ulaşamıyorum.”
“Zamana bırak, James,” dedi Arthur; teselli etmek için elini onun omzuna koydu. “Seni uzaklaştırması gayet doğal.”
“Biliyorum,” diyerek kafasını aşağı yukarı salladı James. “Bunun şaşırtıcı bir davranış biçimi olmadığını biliyorum, ama sanki daha fazlası varmış gibi hissediyorum; sanki Harry’nin bana böyle davranmasının başka bir sebebi varmış gibi.”
“Ne gibi?” diye sordu Arthur, kaşlarını çatarak.
“Anlatamıyorum, ama bazen böyle hissediyorum,” dedi James. “Remus ve Sirius abarttığımı düşünüyorlar. Anlamıyorlar; belki de, çocukları olmadığındandır. Tam olarak neden bahsettiğimi anlamıyorlar.”
“Neymiş o, peki?” diye sordu Arthur.
James derin bir nefes aldı.
“Sanki Harry benden nefret ediyormuş gibi hissediyorum. Ama bu, Seherbaz olduğumuz için hepimizden nefret ettiği gibi değil ve o bir… şey olduğu için değil, anlarsın ya.” James, yerinde huzursuzca kıpırdandı, ama konuşmasına devam etmek için kendini zorladı. “Özellikle bana karşı içinde şiddetli bir öfke besliyor gibi.”
“Neden böyle hissediyorsun?” diye sordu Arthur.
“Açıklayamıyorum, ama onunla konuşurken böyle hissediyorum.”
“Senden nefret ettiğini hiç sana söyledi mi?” diye sordu Arthur.
“Hayır,” diye cevapladı James. “Hayır, hiç o kelimeleri kullanmadı ama bana karşı fazlasıyla saldırgan. Dediğim her şeye, ne kadar kibar olursam olayım, karşılık verip kavga çıkarıyor. Söylediğim her şeyi çarpıtıp beni aptal gibi gösteriyor.”
Arthur, yüzünde bir rahatlama ifadesiyle gülümsedi.
“Ha, o mu?” deyip eliyle savuşturdu. “O normal, James.”
“Neresi normal?” diye sordu James, şaşırmış bir halde.
“Gayet normal bir ergen tavrı o,” diye açıkladı Arthur. “Hemen sinirlenmesi, sana karşı saldırgan tavırları, kavgaya tutuşması, bunların hepsi ergen çocuklarda görülen davranışlar.”
“Damien hiç de öyle değil!” dedi James.
“Damien yalnızca on iki yaşında,” diye belirtti Arthur.
“Hadi ama, ekim ayında on üçüne girecek!” dedi James. “Sadece iki ay kaldı.”
“İnan bana, Damien on üçüne bastığında ondaki farkı da göreceksin,” dedi Arthur.
“Gerçekten mi?” diye sordu James.
“Bill’in on üçüne girdiğinde çok değiştiğini fark etmiştim,” dedi Arthur. “On üç olduğu anda, sanki bir düğmeye basılmış gibiydi. Daha küstah oldu, saçma sapan şeyler hakkında tartışmalar başlatır oldu. Her zaman son sözü söyleyen o olmalıydı; ağzında yalnızca bir şeyler geveliyor olsa bile,” diyerek kıkırdadı, oğlunun hatırasıyla kafasını iki yana sallarken. “Merlin, çok kötüydü!”
“Sadece Bill mi seninleyken böyleydi?” diye sordu James, merakla; bu durumun, Bill’in en büyükleri olmasıyla bir alakası olup olmadığını merak ediyordu.
“Hayır, Charlie de öyleydi. On beşine bastığında, tam bir ayaklı kâbusa dönüşmüştü.” Arthur güldü. “Her şey onun istediği gibi olsun isterdi ve öyle olmayınca da ona çocuk gibi davranıyorum diye bana bağırırdı. Tartışmalarımız, her zaman, onun benden nefret ettiğini haykırmasıyla sonlanırdı.” Arthur’un suratı biraz düşmüştü ve gözleri James’inkilerle buluştu. “Çocuklarının senden nefret ettiğini söylemesi her zaman can yakar,” dedi. “Ama gerçekten kast etmediklerini bilmen gerekir. Onlar senden nefret ettiğini söylediğinde, sen de onları hâlâ sevdiğini onlara hatırlatmalısın.”
“Charlie ve Bill’in seninle o şekilde konuştuğunu bilmiyordum,” dedi James, şaşırmış bir halde. “O ikisi, gördüğüm en kibar çocuklar.”
“Ah, her zaman öyle değil,” diyerek gülümsedi Arthur. “Sadece ergenlik zamanlarında öyleydi ve bazı şeylerde söz sahibi olamadıkları zamanlarda. Onlar için de tuhaf bir zaman, oğlanların genç adamlara dönüşmesi yani. Daha büyükmüş gibi davranmak istiyorlar, ama sorumluluk da almıyorlar. İşte bu noktada kavga başlıyor. On sekiz olduklarında ise sakinleşip normal hallerine dönüyorlar.”
James en küçük oğlunu düşündü; Damien’ın ondan nefret ettiğini haykırmasını hayal dahi edemiyordu.
“Yani, on üçünden on sekizine kadar Damy benden nefret mi edecek?” diye sordu James.
“Hayır, sadece öyle olduğunu söyleyecek,” diyerek gülümsedi Arthur. “Tıpkı, Harry’nin şuan sana hissettirdiği gibi.”
James iç çekerek elini saçlarından geçirdi.
“Harika, dört gözle bekliyorum,” dedi, alaycı bir şekilde.
“Zamana bırakmaya çalış,” diye tavsiyede bulundu Arthur. “Harry’ye karşı sabırlı ol; böylelikle bir şeylerin değişmeye başladığını göreceksin.”
James başıyla onayladı; bir şeylerin değişmeye başladığını sahiden görmeyi diliyordu. Harry’nin bu soğuk tavırlarına daha fazla katlanabileceğini düşünmüyordu, özellikle Damien da ona katılacaksa.
Çeviren: Dilara Uysal