Godric’s Hollow ağzına kadar Seherbaz’lar ve Yoldaşlık üyeleriyle doluydu. James’in Patronus’u karargâha ulaşıp Harry ile ilgili mesajı bildirir bildirmez, herkes süratle harekete geçip evde toplanmıştı. Lily ile Damien da kalabalığın içinde bulunuyor, ailecek özel olarak konuşabilmek için James’in boş bir anını kovalıyorlardı. James bu vakti ancak Dumbledore eve vardığında yakalayabildi; sonunda arkadaşlarının ve Yoldaşlık üyelerinin bitmek bilmez sorularından uzaklaşabilmişti. Dumbledore Yoldaşlık’ın geri kalanıyla ilgilenirken, üç Potter da odanın diğer bir köşesine çekildiler.
“Anlamıyorum,” dedi Lily; yüzünden art arda hem mutluluk hem de endişe ifadeleri geçiyordu. “Harry cevapları bulmak için geldiyse, neden gitti?”
“Bence, ben buraya yanımda Tonks ve Sturgis ile gelince onu korkuttum,” dedi James, kendini suçlu hissederek.
“Buraya geldiğine inanamıyorum,” dedi Lily, başını iki yana sallayarak. “Buraya cevapları aramak için döndü.”
James yavaşça başını sallayıp onayladı. “Ama karşılığında, bomboş bir evle karşılaştı.”
Damien babasına doğru yaklaştı. “Baba?” Onun koluna dokundu.
James Damien’a bakıp yüzüne bir gülümseme yerleştirmeye çalıştı, ama kesinlikle başaramamıştı. “Burada olmalıydım,” dedi. “Burada olsaydım, Harry’nin gitmesine izin vermezdim.”
Dumbledore son talimatlarını da verirken, Lily başını çevirip ona baktı. Ardından, yeniden James’e döndü. “Harry yeniden gelecek,” dedi usulca, kocasına. “Bir kere geldiyse, bir daha gelecektir. Ama bu sefer, hepimiz burada olacağız.” James’in elini sımsıkı kavradı. “Godric’s Hollow’dan bir daha ayrılmayacağız. Kim ne derse desin.” Dumbledore ve diğerlerine anlamlı bir bakış attı. “Koruma duvarlarını güçlendirip yapmamız gerekenleri yapacağız, ama buradan hiçbir yere kımıldamayacağız,” dedi Lily. “Oğlumuz bize dönene kadar burada bekleyeceğiz.”
Lord Voldemort planlarını kılı kırk yararak yapan bir büyücü olarak kendisiyle gurur duyardı. İster düşmanlarına karşı saldırıya geçmek için olsun, ister adamlarının emniyetini sağlamak için olsun, harekete geçmeden önce bütün eylemlerini daima etraflıca düşünüp planlardı. Asla aceleyle davranmazdı ki, bunu yapmak aptalların işiydi – Lord Voldemort ise kesinlikle aptal değildi. Ancak, şu anda, odasında adamlarına sırtını dönmüş bir halde dururken, pek de öyle hissetmiyordu. Bunu nasıl olup da öngörememişti? Yıllardır titizlikle uğraşıp planladığı her şey nasıl bu kadar yanlış gidebilmişti?
Voldemort gerekli gördüğü tüm adımları atmıştı. Yapması gereken her şeyi yapmış, çocuğun kalbini derin parçalara ayırdıktan sonra titizlikle onarmış, ondan mükemmel bir silah yaratmıştı. Peki ya sonuç? İstediğini almış, Harry hesaplanan güce kavuşmuştu. Artık hazırdı ve Voldemort’un isteklerini yerine getirmeye gönüllüydü. Ancak, Voldemort’un planlamadığı, hiçbir zaman niyetlenmediği bir şey de olmuştu – Voldemort Harry’nin babası olmuş, Harry de onun oğlu olmuştu.
Yalanlarla oluşturduğu bu yolda ilerlerken, hileyle dolu yıllar içinde, ne zaman olduğunu bilmediği bir zamanda, Voldemort çocuğu önemsemeye, gerçek anlamda umursamaya başlamıştı. Tam da bu yüzden, bugün, Harry’nin yaptıkları Voldemort’u tahmin edemeyeceği kadar derinden sarsmıştı. Lucius’un zihninden çekip aldığı anılar, sonsuza kadar onu terk etmeyecek gibi görünüyordu; kelimenin tam anlamıyla oğlu olarak benimsediği Harry’nin, emanet ettiği Hortkuluk’u yok edişini görmek, hiçbir zaman unutamayacağı bir şeydi.
Voldemort derin bir nefes alıp arkasına döndü; kırmızı, acımasız gözleri odayı taradıktan sonra Lucius’un üzerinde durdu. Lucius’un saçları hâlâ kir pas içinde, üstü başı dağınık, bilekleri ise yaralı ve kan revan içindeydi. Bella, yanında bir grup Ölüm Yiyen ile mağaraya vardığında, Lucius sonunda ellerini bağlayan demir zincirlerden kurtulmayı başarmıştı. Voldemort, çok güvendiği Ölüm Yiyen’ini önünde başı öne eğik bir halde görünce, yeniden sinirlendi. Ama kendini tuttu. Zaten Lucius’a uzun dakikalar boyunca işkence etmiş, ama bu bile öfkesini yatıştırmaya yetmemişti.
“Çıkın,” diye tısladı, adamlarına, “ve bana onu canlı getirin.”
Ölüm Yiyen’ler başlarını öne eğdiler. Açıklama duymaya ihtiyaçları yoktu. Hepsi aynı anda tek bir söz söylediler: “Peki, Efendimiz.”
Hepsi sırayla odayı boşaltmaya koyuldular. Odada aralarından yalnızca iki kişi kalmıştı: tir tir titreyen Lucius Malfoy ile kasvetli ve ciddi görünen Bellatrix Lastrange. Son Ölüm Yiyen de odadan çıkıp kapıyı arkasından kapatınca, Bella tereddütle Karanlık Lord’a doğru yaklaştı.
“Efendim,” diye başladı. “Teşekkür ederim. Harry’ye bir şans daha verdiğiniz için teşekkür ederim. Söz veriyorum ki, size bir daha karşı gelmeyecek-”
“Evet,” dedi Voldemort, onun sözünü keserek; sesi öfkeli çıkıyordu. “Karşı gelmeyecek. Bunun için gerekeni yapacağım.”
“Efendim,” dedi Lucius, kulak tırmalayıcı bir sesle; Voldemort’un İşkence Laneti’ne maruz kaldığında o kadar çok bağırmıştı ki, sesi hâlâ kısık çıkıyordu. “Binlerce kez özür dilerim, ama Harry’nin size ait olan şeyi yok ederek yaptığı saygısızlığın cezası ne olacak?”
Voldemort dönüp Lucius’a baktı; kırmızı gözleri öfkeden alev alev yanıyordu. Lucius hemen başını öne eğdi.
“Harry konusunda endişelenme, Lucius,” dedi Voldemort. “Harry’yi geri aldığımda onunla ve işlediği suçla ayrı ayrı ilgileneceğim. Sen kendi halini düşün!” Ona doğru yaklaştı. “Bana takip edildiğini nasıl olup da anlamadığının hesabını ver! Benim yakın çevre Ölüm Yiyen’im, güvendiğim çok az insandan biri, varisimin onu yakından takip ettiğini nasıl fark etmez ve beni böyle bir başarısızlığa uğratır?”
“Lord’um,” dedi Lucius, kelimenin içinde kaybolarak. Başını önünde eğik tutmaya devam edip gözlerini yerden ayırmıyordu. Karanlık Lord’un onu delip geçen soğuk bakışlarını tüm benliğinde hissediyordu.
“Nefes almaya devam etmek istiyorsan, Harry’yi bulup bana geri getireceksin,” diye emretti Voldemort.
“Evet, Lord’um,” dedi Lucius, hemen.
“Anlaman lazım, Lucius,” dedi Voldemort, ona tepeden bakarak. “Uzun yıllar çok büyük bir emek verdim, ama Harry öylece yürüyüp gitti. Ben bu savaşı kazanacağım ve bunu da Harry ile birlikte yapacağım.”
Lucius kendini tutamadı. Başını kaldırıp yüzünde şaşkın bir ifadeyle Voldemort’a baktı.
“Bul onu,” dedi Voldemort, gözlerini Lucius’tan ayırmadan. “Ona Hafıza Büyüsü yapabilmem için onu bana getir. Yaptığın hatayı düzeltmek için tek bir şansın var, Lucius. Aksi takdirde, bu hata yüzünden her şeyini kaybedersin.”
Lucius ağır ağır yutkundu ve başıyla onayladı. “Nasıl isterseniz, Lord’um.”
Harry’nin Voldemort’a karşı koymasının üzerinden beş gün geçmişti. Dumbledore’un, Yoldaşlık üyelerinin tamamına, Harry’yi Ölüm Yiyen’ler ve Bakanlık Seherbaz’larından önce bulup güvenle getirmeleri için talimat vermesinin üzerinden de beş gün geçmişti. James ile Lily de, beş gün önce, Harry’nin onlara yeniden geleceğine yürekten inanarak, onlara karşı gelen herkesi görmezden gelmiş, Godric’s Hollow’daki hayatlarına geri dönmüşlerdi. Bu stresli ve uzun geçen beş günün ardından, Harry’den hiçbir iz yoktu. Sanki dünyalarından öylece yok olup gitmiş gibiydi.
James ile Lily koruma duvarlarını güçlendirmişlerdi. Yeni güvenlik önlemleri almışlardı. Ellerinden gelen her şeyi yapmış, ama Kan Büyüsü’ne dokunmamışlardı. Her gün sessiz endişeler içinde geçiyor, üç Potter’ın da gözü bir an olsun çalmasını bekledikleri kapıdan ayrılmıyordu.
Bir haftanın ardından, James artık ne yapacağını bilmez bir durumdaydı. En yakın arkadaşlarının varlığı bile onu neşelendirmeye yetmiyordu.
“Bir de şu tarafından bak,” dedi Sirius. “En azından, Harry artık o canavarın yanında değil. En azından, gerçeği biliyor.”
James’in karşısında oturan Remus ekledi: “Harry artık Voldemort’un ona yalan söylediğini biliyor. Canını sizin yakmadığınızı biliyor.”
James söylenenleri onaylarcasına başını yavaşça salladı. “Evet, Harry artık gerçeği biliyor,” dedi. “Tüm hayatının koca bir yalandan ibaret olduğunu biliyor. Dışarıda bir yerlerde muhtemelen bir başına, ne yapacağını bilmez bir halde, gönlü kırık, hayatının her bir anını sorgulayarak yaşıyor.” Başını kaldırıp arkadaşlarına baktı. “Söyleyin bana, bunun neresi iyi?”
Remus da Sirius da ne söyleyeceklerini bilmez bir halde koltuklarına gömüldüler.
“Eve gelmedi,” dedi James, “her şeyi öğrendiği halde. Voldemort’u terk ettiği halde, Harry hâlâ eve gelmedi.” Gözlerini Sirius’un gözlerine dikti. “Bir sebebi olmalı.”
“James…” diye başladı Sirius, ama söyleyecek hiçbir şey bulamadı.
Telefon aniden çalarak Sirius’u yerinden zıplattı. “Merlin!” diye bağırdı Sirius, göğsünü tutarak. “Lily, neden bu evde şu kalp-krizi-geçirten-makineyi ısrarla kullanmaya devam ediyorsun?
“O yalnızca bir telefon, Patiayak,” dedi Lily, mutfaktan. “James, şuna benim için bakar mısın?” diye seslendi.
James ona huzursuz bir bakış attı. “Neden ki? Biliyorsun, şu aptal şeyi kullanan tek kişi kardeşin. Ayrıca, konuşmak isteyeceği son kişi de benim.”
James ile Lily’nin evlerinde Muggle telefonu bulundurmalarının tek sebebi, Petunia idi. Çünkü Petunia onlarla büyü yoluyla iletişim kurmayacağına yemin etmişti. Lily, Petunia ile konuşmak ister ya da Petunia ona ulaşmak isterse diye, bu telefonu almışlardı. Lily’nin de kabul ettiği üzere Petunia tam bir karın ağrısıydı, ama gel gelelim onun tek kardeşiydi.
“Ellerim ıslak,” diye seslendi Lily, “ya gelip bulaşıkları devral ya da telefonu aç.”
James iç geçirerek telefonu açmak için ayağa kalktı. “Alo, Potter’ların evi,” dedi.
Cevap yoktu. Telefonun diğer ucunda birinin olduğu kesindi, çünkü James telefonda uzaklardan gelen bir trafik sesinin olduğunu duyabiliyordu.
“Alo? Alo?” diye tekrar seslendi James. “Alo, orada kimse var mı?”
“Kim?” diye sordu Lily, ellerini bir havluyla kurulayarak mutfaktan çıkarken.
“Bilmiyorum, cevap yok,” diye yanıtladı James.
Damien, başını elinde tuttuğu Quidditch dergisine gömmüş bir halde, odaya girdi. Durup babasına baktı.
“Petunia Teyze ile neden sen konuşuyorsun?” diye sordu.
“Konuşmuyorum,” dedi James. “Alo?” diye seslendi, telefona. “Orada kimse var mı?” diye yeniden sordu, bıkkınlıkla.
Tam kapatmak üzereydi ki, telefonun diğer ucunda birinin konuştuğunu duydu. Bu, hiçbir zaman bu şekilde duyacağını düşünmediği bir sözdü.
“Baba.”
James’in neredeyse kalbi duracaktı. Ses kulağa oldukça kısık ve ıstırap dolu geliyordu. James telefon kulağına yapışmış bir halde öylece kalakalmıştı; kalbi göğsünde deli gibi çarpıyordu.
“Harry?” diye fısıldadı, sesini yüksek tutmayı başaramayarak. Birkaç saniyelik sessizliğin ardından, Harry cevapladı.
“Evet, benim.”
Oğlunun sesini duyunca, James’in dizleri titredi. Ayakta durmak için ciddi bir mücadele veriyordu. Onun tepkisini gören Sirius, Remus, Lily ve Damien hızla yanına koşup etrafını sardılar. Ancak, James Harry dışında hiçbir şeyin farkında değil gibiydi. Harry’nin sesi çok yorgun ve bitap geliyordu. James, ona o kadar çok şey söylemek istiyordu ki… Nerede olduğunu, nasıl olduğunu sormak istiyordu, ama zayıf çıkan sesi yalnızca tek bir soru sormayı başarabilmişti. “İyi misin?”
Harry’nin cevap vermesi biraz zaman aldı. “Ben… ben iyiyim. Ben… sadece şey demek istemiştim… Özür dilerim.”
James bir anlığına kaskatı kesildi. Özür mü? İyi ama ne için? Harry neden özür diliyordu? Onun hiçbir hatası yoktu ki. Yıllar önce Peter tarafından kaçırılması onun suçu değildi. Bu, Peter gibi birine güvendiği için James’in suçuydu.
“Sana bir şans tanımalıydım,” diye devam etti Harry. “Ben… ben seni dinlemeliydim. Özür dilerim. Ben… sana yaptığım… her şey için özür dilerim.”
James şimdi anlamıştı. Harry, Sirius’un görünümüne bürünüp onu öldürmeye çalıştığı, tepede geçirdikleri o günden bahsediyordu. Açık söylemek gerekirse, James’in o olayı düşünecek hiç vakti olmamıştı. O günden sonra o kadar çok şey olmuştu ki… Harry’nin Düşünseli’nde gördükleri, onun Voldemort’a dönüşü, ‘Alex’i ararken Longbottom’ların yaşadığını öğrenmesi, tüm bunlar, Harry’nin ona saldırdığını neredeyse unutturmuştu.
“Bekle,” dedi James. “Bu… bu yüzden mi gelmiyorsun?” diye sordu. James, Harry’nin onlara dönmesine suçluluk duygusunun engel olduğunu hiç düşünmemişti. “Harry, dinle beni,” diye başladı James, telefona daha da sıkı yapışarak, “özür dilemene hiç gerek yok. Seni suçlamıyorum. Gerçeği bilmiyordun.”
Harry cevap vermedi, ama nefes seslerinden, James onun ruhen çöktüğünü anlayabiliyordu.
“Neredesin, Harry?” diye sordu James, gözyaşlarına hâkim olmaya çalışarak. “Nerede olduğunu söyle, gelip seni alayım.”
“Hayır,” diye karşı çıktı Harry, usulca.
“Harry, lütfen,” dedi James, çaresizce. “Nasıl bir tehlikenin içinde olduğunu bilmiyorsun. Sana yardım etmeme izin vermelisin.”
“Bana yardım edemezsin,” dedi Harry. Sesi şimdi çok daha güçlü çıkıyordu, ama James yine de sesindeki kırılganlığı seçebiliyordu. “Başının daha fazla belaya girmesini istemiyorum. Eve gelemem ve hepinizin beni yalnız bırakmanızı istiyorum. İşe yaramaz. Eve gelirsem, Bakanlık devreye girip senden beni onlara teslim etmeni ister.”
“Peki, sence ben buna izin verir miyim?” diye sordu James, kuşkuyla.
“Başka bir seçeneğin yok. Yapmazsan, seni de Azkaban’a gönderirler,” dedi Harry. “Bu işe karışmamalısın. Damien’ın sana ihtiyacı var. A-annemin sana ihtiyacı var.”
Harry’nin Lily’ye ‘anne’ demesi üzerine, James’in kalbi tekledi.
“Harry…” diye başladı James, ama Harry onun sözünü kesti.
“Seni aradım, çünkü özür dilemem gerekiyordu. Başka bir yolu olsaydı, çoktan evde olurdum. Ama Hogwarts’tan kaçarak elimdeki şansı da kaybettim. Kimse bana başka bir şans tanımayacak. Onlara ne söylersen söyle.”
“Bu doğru değil,” dedi James, hemen. “Başka bir şansın daha olacak, ben bunun olmasını kesinlikle sağlayacağım! Lütfen, Harry, bana sadece nerede olduğunu söyle. Gelip-”
“Hayır,” dedi Harry, inatla.
“Harry,” diye yalvardı James; gözyaşları yüzünden artık sesi çatallaşmıştı. “Dışarıda güvende değilsin. Herkes seni arıyor. Ölüm Yiyen’ler ve Seherbaz’larla başa çıkamazsın.” James çaresizlik içinde Harry’yi ikna etmeye çalışıyordu. “Onlardan saklanamazsın, lütfen, yardım etmeme izin ver.”
“Merak etme, baba. Ben saklanmakta çok iyiyim,” dedi Harry ve James, Harry’nin yüzünde hüzünlü bir gülümsemenin belirdiğini hayal etti.
“Harry, yapma böyle. Lütfen!” diye yalvardı James.
“Hoşça kal, baba. Kendini daha fazla benim yüzümden tehlikeye atma.”
“Harry. HAYIR! Yapma…” derken telefonun kapandığını belirten klik sesi, James’i susturdu.
James ahizeyi elinden düşürdü.
“James? Ne oldu?” diye sordu Lily. “Harry ne dedi? O nerede? Ne durumda, James?”
“Çatalak?” diye seslendi Sirius, onu tutarak.
James başını kaldırıp karşısında beti benzi atmış halde görünen dörtlüye baktı. Harry ile yaptığı konuşmayı tekrar tekrar anlatması neredeyse yirmi dakikasını aldı. Konuşmanın sonunda, hepsi gözyaşları içerisindeydi.
“Bir başına saklanamaz!” dedi Lily. “Nereye gider? Nerede uyur? Yemek olmadan nasıl hayatta kalır?” Başını iki yana sallayıp duruyor, gözlerinden yaşlar boşalıyordu. “Hayır! Harry bu şekilde hayatta kalamaz! Onu bulmak zorundasın, James. Onu bulmak zorundayız!” diye bağırdı, histerikli bir halde.
“Bulacağız,” dedi Remus, onu rahatlatmaya çalışarak. “Bulacağız.”
“En azından, bir şey biliyoruz,” dedi Sirius, düşünceli bir halde. “Harry bizim dünyamızda değil. Muggle Dünyası’nda. O yüzden, seninle iletişime geçmek için Muggle telefonu kullandı. İletişim sistemlerimizin sıkı sıkıya gözlendiğini biliyor, o yüzden bu riski göze almadı. Muggle Dünyası’nda.”
“Ama Harry o telefonu kullanabilmek için parayı nereden buldu?” diye sordu Damien.
Üç adam aynı anda birbirlerine baktılar. Hiçbir şey söylemediler, ama üçü de aynı şeyi düşünüyordu. ‘Alex’i aramaya yeniden çıkmanın vakti gelmişti.
Kapının vurulmasıyla, ‘little’ John şaşkın görünüyordu. Karısı Fiona da en az onun kadar şaşırmıştı. Gecenin bu saati kapılarına kimse gelmezdi. John bu sağanak yağışta dışarıda birinin olmasına da şaşırmıştı. Ayağa kalkarak kapıya doğru yürüdü. Karşısında, Alex’i, yorgun argın ve baştan ayağa ıslanmış bir halde buldu.
“Alex?” dedi John, kaşlarını çatarak. “Ne yapıyorsun? Bu yağmurda hasta olacaksın.” Çocuğu hızla içeri aldı.
Alex baştan ayağa tir tir titriyordu. “Üzgünüm,” dedi, “aslında habersiz uğramaktan hiç hoşlanmam.”
John bir havlu kaparken kıkırdadı. “Gelmeden önce bize nasıl uyarı göndermezsin?” diye şaka yaptı, havluyu ona uzatırken. Genelde, Alex bu soruya arsızca cevabı yapıştırırdı, ama bugün elinde havluyla sessiz kalmayı tercih etti.
John’un kaşları çatıldı. “İyi misin, Alex?” diye sordu. “Bir sorun mu var?”
John her zaman Alex’in havalı ve aklı başında oluşundan etkilenmişti. Çocuğun tek bir dövüşte dahi gergin olduğunu görmemişti. Alex’in her daim kendine güvenen bir havası vardı ki, bu da, sıra dövüşmeye geldiğinde, onun doğuştan gelen bu yeteneğiyle oldukça uyuşuyordu.
Ancak, bugün, John Alex’teki farklılığı sezinlemişti. Kendine güveni yerle bir olmuş gibiydi. Zümrüt yeşili gözleri kan çanağına dönmüş, yüzü solmuş ve zayıflamıştı. Nasıl oluyorsa, bu, onu çok daha genç, çok daha sıkıntılı ve çok daha hassas gösteriyordu.
“Ah Tanrım, Alex,” dedi Fiona, başını iki yana sallayarak. “Şu ayakkabıları çıkarmalısın. Sana başka bir çift vereyim.”
“Hayır,” diyerek onu durdurdu Alex. “İyiyim ben, merak etme,” dedi. “Sizinle konuşmam gerek.” John’a döndü. “İkinizle de.”
John ile Fiona oturup karşılarında huzursuzca yerini alan Alex’i seyrettiler.
“Sorun ne, Alex?” diye sordu John, yeniden.
Alex hemen cevap vermedi. Başını öne düşürüp henüz kullanmadığı havluyla oynadı.
John gözlerini ondan ayırmıyordu. ‘Bu bizim tanıdığımız çocuk mu?’ diye geçirdi içinden.
“Size… bir şey söylemem gerekiyor,” diye başladı Alex, başını yerden kaldırmadan. “Ben sadece… nasıl başlayacağımı bilmiyorum.”
Fiona’dan abartılı bir iç çekiş yükseldi. “Yoksa aşkımız bitiyor mu?” diye sordu, aşırı şaşkın bir yüz ifadesiyle.
Fiona kendi kendine kıkırdarken, John da gülümsedi. Ancak, Alex başını kaldırıp onlara bakınca, ikisinin de gülümsemesi yüzlerinde soldu.
“Alex.” Fiona uzanıp onun dizine dokundu. “Ne oldu?”
Alex başını iki yana salladı; yüzünde acı çekiyormuş gibi bir ifade vardı. Derin bir nefes aldı.
“Size söylemem gereken bir şey var,” diye başladı, “ama… ama lütfen… bir şey söylemeden önce, sonuna kadar dinleyin, olur mu?”
Fiona elini geri çekip başıyla onayladı. “Ne söyleyeceksin?”
Alex bir süre bekledikten sonra gözlerini kapattı. “Nasıl tanıştığımızı hatırlıyor musunuz?”
John şaşırmıştı. Karısına baktığında, kendi ifadesini aynada görür gibi hissetti.
“Tabii ki, hatırlıyoruz,” dedi Fiona. “Biri hayatını kurtardığında, kolay unutmazsın.”
Alex bir şey söylemedi. John ile Fiona zihnini okuyabiliyor olsalardı, içinde birbirine geçmiş duyguların karmaşasını görebilirlerdi. Aslında hayatlarını kurtardığı doğruydu, ama işte olay hiç de onların hatırladığı gibi değildi.
John ile Fiona, Frank ve Alice Longbottom olduklarını hatırlamıyorlardı. Yaklaşık üç yıl önce, Ölüm Yiyen’lerin evlerini basıp onlara işkence ettikleri o geceyi hatırlamıyorlardı. Maskeli çocuğun gelip Voldemort’un adamlarını durdurarak onlara dışarıda beklemelerini söylediğini hatırlamıyorlardı. Çocuk maskesini çıkardığında, karşı karşıya kaldıkları yüzün tıpkı genç bir James Potter’a benzediğini gördükleri anda yaşadıkları büyük şoku da hatırlamıyorlardı. Hatırlasalardı, çocuğun önce böbürlene böbürlene onları Voldemort için öldüreceğini söylediğini, ardından ise asasını Alice’e doğrulttuğunda aniden durduğunu da hatırlayacaklardı. Çocuk, tuhaf bir biçimde fikrini değiştirmiş ve yüzük şeklindeki Düşünseli’ni açarak Frank ile Alice’i zorla içine sokup oraya hapsetmişti.
Onlar bunların hiçbirini hatırlamıyorlardı, çünkü John ile Fiona bir Hafıza Büyüsü’nün etkisi altındaydılar; bu büyüyü onlara yapan kişi de, Alex takma ismiyle tanıyıp sevdikleri çocuk olan Harry Potter’dan başkası değildi.
John ile Fiona’nın hatırladıkları ise, yaklaşık üç yıl önce, korkunç bir araba kazası geçirdikleriydi. Fena halde yaralanmışlardı ve Alex isminde nazik bir yabancı tam zamanında gelip onları hastaneye yetiştirmemiş olsaydı, öleceklerdi. John ile Fiona yeniden kendilerine geldiklerinde, ikisi de başlarına aldıkları darbeler yüzünden hafıza kayıpları yaşadıklarını öğrenmişlerdi. Hatta Fiona, Nigel’a hamile olduğunu bile bilmiyordu.
Kafaları karışık bir halde uyandıklarında, karşılarında gördükleri ilk kişi Alex olmuştu. Alex onları John Allen ile tanıştırmış, bu adam ise onları kanatları altına almıştı. Şimdi yaşadıkları hayatı John Allen’a ve en yakın dostları Alex’e borçluydular.
Alex derin bir nefes aldı. “John, Fiona,” diye başladı.
Nigel’ın ağlama sesi onu böldü.
“Affedersin, Alex,” dedi Fiona. “Hemen dönerim,” diye ekleyerek aceleyle uzaklaştı.
“Ne söylüyordun?” diye sordu John.
“Sana bunu söylemem gerek,” dedi Alex, rahatsız görünerek, “ve bunu dile getirmek de, hatta sanırım duymak da hiç kolay olmayacak.” Bir süre bocaladıktan sonra gözlerini kapattı. “Ve sonrasında benden fazlasıyla nefret edeceksin, ama… ama bunu ben hak ettim.”
“Alex?” John kaşlarını çattı. “Bu da ne demek oluyor? Senden neden nefret edeyim ki?”
Alex ona baktı; gözlerini kaçırmamaya çalışıyordu. “John,” diye başladı, “ben…”
“Özür dilerim,” dedi Fiona, kucağında uykulu ve huysuz görünen Nigel ile geri dönerek, “ama bende durmuyor. Babasını istiyor.”
John iki yaşındaki oğlunu alıp kucağına yerleştirdi. Fiona da kocasının yanına oturdu.
“Özür dilerim, Alex,” dedi Fiona. “Ne diyordun?”
Alex gözlerini Nigel’a dikmişti; küçük çocuk babasının kollarında yarı yarıya uykudaydı. Tam o anda, John ile Fiona’ya gerçek kimliklerini söyleyerek Nigel’ı riske attığı gerçeği kafasına dank etti. Hafızalarını geri kazandıktan sonra, Frank ve Alice Longbottom’ın her iki dünyada da saklanabilecekleri hiçbir yeri kalmayacaktı. Büyücülük Dünyası’na geri dönerlerse, Vodemort onların peşine düşerdi. Önceden baba dediği adamın duyduğu öfkeyi yara izinde hâlâ hissedebiliyordu. Voldemort aşırı öfkeliydi ve öfkesini başkalarından çıkarmaktan daha çok isteyeceği hiçbir şey olamazdı. Longbottom’ların hemen üzerine saldırır ve bu iki yaşında ufak çocuğu da onlardan ayırmazdı.
“Alex? Alex?”
Fiona’nın seslenmesi üzerine, Alex başını kaldırıp ona baktı.
“Ne söyleyecektin?” diye sordu.
Alex gözlerini kırpıştırdı. Bir kez daha Nigel’a baktıktan sonra, John ile Fiona’ya gerçeği söyleme fikrinden vazgeçti.
“Ben… diyecektim ki… birkaç dövüşe çıkmam gerek,” dedi Alex.
John şaşırmış görünüyordu. “İyi de, bazı özel işlerin olduğunu ve birkaç ay dövüşmeyeceğini söylemiştin.”
“Durumlar değişti,” dedi Alex. “Dövüşe çıkmam gerek ve… ve… galibiyet ödüllerini de almaya ihtiyacım var.”
John rahatlamıştı. “Bu muydu yani? Bu kadar gerilmenin sebebi bu muydu? Kendi kazandığın paraya ihtiyacın var diye mi?”
Fiona başını iki yana salladı. “Aşk olsun, Alex, beni çok endişelendirdin.”
“Sana daha önce de söyledim. O ödüller sana ait,” dedi John. “Onları sen kazanıyorsan, sen almalısın. Kendi paranı istemek için bize nasıl tanıştığımızı ya da bizim için neler yaptığını hatırlatmana gerek yok.”
Alex bir şey söylemedi. John artık uyumuş olan Nigel’ı Fiona’ya verdi ve ayağa kalktı. Çekmecelerden birine gidip içinden küçük bir defter çıkardı. Alex’e doğru gelip defteri ona uzattı. “Al, bunlar senin.”
Alex küçük defteri alıp sayfalarını açtı. İçindeki kâğıdın üzerinde sayılar yazıyordu. Alex yüzünde şaşkın bir ifadeyle başını kaldırıp ona baktı.
“Kazandıklarını senin için bir yerde biriktiriyordum,” diye açıkladı John. “Biliyorum, bana paraya ihtiyacın olmadığını ve bunların hepsini bize bıraktığını söylemiştin, ama bunlar senin payın. Elbet bir gün paraya ihtiyacın olacağı bir günün geleceğini biliyordum. O yüzden senin için ayrı bir hesap açtırdım. Bundan sonraki dövüşlerde de, kendi payını alacaksın.” Gülümsedi. “Ben kara günler için para biriktirmek gerektiğini her zaman söylerim. Kara gün bu durumda sen oluyorsun, tabii.”
Alex John’un yaptığı kötü espriye gülümsedi. Deftere basılan tutara baktı. Dikkatli harcarsa, bu ona uzun bir süre yeterdi.
“Buraya sahiden de bunu konuşmaya mı geldin?” diye sordu John. “Kendi paranı istemek için biraz fazla gergin görünüyordun. Payını isteyeceksin diye mi senden nefret edeceğimi düşündün?” John başını iki yana salladı. “Eğer tek yumruğunla çene kırabildiğini bilmeseydim, bu kadar aptal olduğun için yüzüne bir tane yapıştırırdım.”
Alex tek bir kelime dahi etmedi; bu, John’un çocuk için daha fazla endişelenmesine neden olmuştu.
“Canını sıkan bir şey mi var?” diye sordu. “Yanlış adamlara bulaşıp başını belaya sokmadın, değil mi?”
Alex başını iki yana sallamadan önce bir süre duraksadı.
“Bir şey yok, John. Endişelenmene gerek yok.” Gözlerini elindeki deftere indirip onu cebine yerleştirdi. “Şimdi gitmem gerek, ama yakında yeniden görüşeceğiz.”
“Kalıp bir şeyler ye,” dedi Fiona.
Alex başını ‘hayır’ dercesine salladı. “Belki başka bir zaman.”
“En azından, yağmurun durmasını bekleseydin,” dedi John. “Dışarıda fırtına var.”
“Bana bir şey yapmaz,” dedi Alex. “Bu fırtınayla başa çıkabilirim.”
Harry karavandan hızla ayrılarak kendini şiddetli yağmurun altına bıraktı. John kapıda durmuş, giderken onu izliyor, sezgileri ona bir şeylerin ters gittiğini söylüyordu. Alex’in fazla stresli olduğu ortadaydı. Dövüşlerden kazandığı paraya ihtiyaç duyacak kadar ne tür bir işe bulaşmıştı? Daha önce hiç paraya ihtiyaç duymamıştı. Alex ne söylerse söylesin, onda bir şeylerin fena halde ters gittiği apaçık ortadaydı. John kendi kendine bir söz verdi: bu genç arkadaşına yardım edebilmek için neler döndüğünü bulacaktı.
“Sen aklını kaçırmışsın!” diye bağırdı Draco.
“Nedenmiş?” diye sordu Harry, onun aksine gayet sakin bir sesle, “zaten her şeyimi kaybettim.”
“Ama hayatını kaybetmedin, orası kesin!” dedi Draco. “Benimle geliyorsun. Bu gece gidiyoruz.”
“Sebep?” diye sordu Harry. “Voldemort nereye gidersem gideyim beni bulur. Ülkeyi terk etmek çözüm değil.”
“O zaman, ne yapacaksın?” diye sordu Draco. “Hayatın boyunca burada mı saklanacaksın?” İçinde bulundukları küçük karanlık mağarayı işaret etti. Burası, çocukluklarında oynamayı sevdikleri yerlerden biriydi. “Karanlık Lord’un hep bir adım önünde olmaya mı çalışacaksın? Peki, ne zamana kadar? Birileri seni haklayana kadar mı? Bu bir Ölüm Yiyen olmasa bile, Seherbaz’ın teki olabilir.” Draco oturmakta olan Harry’nin yanına gelip diz çöktü. “Harry, gözlerini açmak zorundasın. Burada kalırsan, ölürsün. Ölüm Yiyen’lerin hepsi dışarıda seni arıyorlar.”
Harry sırıttı. “Aramalarını biraz daha yakından yapsalar keşke.”
“Bu yeri daha aramamış olmaları, buraya da gelmeyecekleri anlamına gelmiyor,” dedi Draco. “Uzaklara gidip bir süre gözden kaybolmalısın.”
Harry Draco’ya baktı; yeşil gözlerini karşısındaki gri gözlere dikmişti.
“Ne zamana kadar?” diye sordu. “Ne zamana kadar ‘gözden kaybolmam’ gerek? Savaş sona erene kadar mı? Voldemort kazanıp Büyücülük Dünyası’nı ele geçirdikten sonra mı? Ha, Draco? Ne zamana kadar saklanmam gerek?” Başını iki yana sallayıp gözlerini kaçırdı. “Benim bu durumdan kurtuluşum yok. Hayatım bitti – ailemden koparıldıktan sonra benim hayatım yerle bir edildi. Voldemort benden her şeyimi aldı: çocukluğumu, annemi, babamı, ailemi, geleceğimi, hayatımı, her şeyimi!” Gözleri öfkeyle yanıyordu. “Ben de onun her şeyini söküp alacağım. Benim için önemli olan ne varsa, hepsini benden aldı. Şimdi ise, ben onun elinden en değer verdiği şeyi alacağım!”
“Neyi?” diye sordu Draco, usulca.
Harry sırıttı. “Ölümsüzlüğünü.”
Çeviren: Tuba Toraman
Yorumlara bak
vay bee cidden heyecanlı şeyler olmaya başladı bu seriye bayılıyorum belki inanmassınız ama odamın heryerine karalık Harry nin resmini astım o kadar seviyorum :) yeni bölüm için pazartesiye kadar bekleyemeyeceğim .
Severek okuyoruz devam bölümlerini sabırsızlıkla bekliyorum
Fantastik Canavarlar sitesi lütfen sesimizi duyun!!! Bu seriyi haftada 3 gün yayınlayabilir misiniz? 😊 Siriusla beni sevindirmiş olursunuz. Zaten haftada bir gün İnternet izni var😞. Neyse Azkaban dan selamlar 👋
Patiayak'a selam söyle. Onu çooook özledik.
Hayrola Azkaban'da internet mi var????