Karanlık Prens – İçimdeki Karanlık #48: Gölgeler İçinde

Karanlık Prens - İçimdeki Karanlık #48: Gölgeler İçinde

GİRİŞ İÇİN TIKLAYIN.

45. BÖLÜM

46. BÖLÜM

47. BÖLÜM

Lord Voldemort’un o karanlık gece, Harry Potter‘ı öldürmeyip kendi oğlu gibi büyütmeye karar verdiği alternatif bir hayran hikâyesine ne dersiniz?
Karanlık Prens” serisini, Safina Mazhar‘ın kaleminden ve yazarın gözden geçirdiği yeni versiyon üzerinden taze bir çeviriyle sizlerle buluşturuyoruz. Karşınızda İçimdeki Karanlık cildinin kırk sekizinci bölümü!

bölüm 48

Gölgeler İçinde


Bu gece dün geceden daha da kalabalıktı. Ayrıca, gelen insanlar da önceki gecelerden çok daha arsızdı. Bahisler oynanıp kafesin kapıları kilitlenir kilitlenmez, ringte iki çocuk birbirlerine saldırmaya başlamışlardı bile. Kalabalık, kendi tuttukları dövüşçü gelen darbelerden eğilerek kaçtıkça, daha da coşuyordu. Alex rakibinin salladığı diğer yumruktan son anda yana kayarak kurtulmayı başardı. Ardından, yumruğunu ondan daha uzun olan rakibine indirip onu soluksuz bıraktı. Sert bir darbe daha indi ve diğer çocuk yana doğru sendeledi.

Frank Longbottom kalabalığın arasında, kollarını göğsünde birleştirmiş duruyordu. Tabii ki, o kendi isminin bu olduğunu bilmiyordu. Adının John olduğunu ve kendisinin Londra’nın her yerinde dövüş kulüpleri işleten bir Muggle olduğunu zannediyordu. John, o esnada, kendi düzenlediği dövüşü endişeli gözlerle takip ediyordu. Endişesi, diğerinden daha büyük olan Nathan Jones için değildi pek – Tanrı bilir, o çocuğun iri vücudu daha kaç yumruğu kaldırabilirdi. Nathan’ın karşısında dövüştüğü yorulmuş görünen çocuğa inen her yumrukla birlikte, John’un kalbi de tekliyordu.

Alex’te bir sorun vardı. Bunun düşüncesi, John’un kafasında neredeyse bir haftadır yer ediyordu. Alex’i her gördüğünde, çocuğa duyduğu endişe içinde daha da büyüyordu. Alex geçen haftadan beri çıktığı tüm dövüşleri kazansa da, git gide daha fazla yorgun, bitkin ve hayattan bezmiş gibi görünüyordu. Tüm bunların yanında, eski performansı da yoktu. O kendine özgü çekiciliğini, kendine güvenini ve o her zaman rakiplerini çileden çıkaran ve kalabalığı kendine bağlayan gözlerindeki arsız parıltıyı da kaybetmişti. Artık onu dövüşürken izlediğinde, onda gördüğü tek şey saldırganlık, vahşet ve… ıstıraptı.

John, Alex’in yumruk yediğini görünce,  soluğunu tuttu. Kalabalık da nefeslerini tutmuş, küfürler yağdırıyor, misilleme yapması için Alex’i gaza getiriyorlardı. Alex güçlü yumruğunu Nathan’a indirip onu birkaç adım geriye savurdu. John, Alex’in çocuğa yumruk üstüne yumruk indirip onu kanlar içinde bırakışını izledi. Son bir tekmeyle birlikte, Nathan iki büklüm oldu. John, artık, Alex’in her an son bir yumruk darbesi indirip dövüşü sonlandıracağını biliyordu.

Ama gel gelelim, Alex durmuştu.

Havaya kaldırdığı yumruğunu açarak alnına götürdü. Alex bir adım gerileyerek iki büklüm oldu; iki eliyle de alnını tutuyordu. Nathan yeniden ayağa kalkmıştı, ama rakibine kafası karışmış bir halde öylece bakıyordu. Ardından, dev yumruklarını Alex’e indirmeye başlayıp onu yere fırlattı.

John hızla harekete geçti; Nathan’a durması için bağırıyor, kalabalığı yararak ilerlemeye çalışıyordu. Ancak, bu kalabalığın içinde, kimsenin onun söylediklerini duyması mümkün görünmüyordu. İnsanlar Alex’e ‘ayağa kalk!’ diye bağırıp çağırıyorlardı, ama Alex Nathan’ın yumruklarıyla yere çivilenmiş gibiydi. Tüm bu süre boyunca, Alex’in elleri alnından hiç inmiyordu.

John kafesin kapısına ulaşıp beceriksiz ellerle kendi kapattığı kapının kilidini açmaya girişti. Nathan’a durması için yeniden bağırıp  tehditler savursa da, çocuk rakibinin ani zayıflığının tadını çıkarıyordu. John göz ucuyla Alex’in yüzünü gördüğünde, az daha elindeki anahtarları düşürüyordu. Nathan da ona vurmaya devam ederken, çocuğun burnundan kanlar boşalıyordu. Alex’in gözüne yakın bir yerde bir kesik oluşmuş, yüzünün yarısı kanla kaplanmaya başlamıştı.

John sonunda kilidi açmayı başarıp içeri koştu. Nathan’ı boynundan tuttuğu gibi geriye çekip kenara itti ve hemen ardından, Alex’in yanına çömeldi.

Tam o esnada, John Alex’in acıdan boğulur gibi bağırdığını fark etmişti. Bir elini alnına yapıştırmış, parmaklarını derisine geçiriyor, neredeyse çileden çıkmış gibi görünüyordu.

“Ambulans çağırın!” diye bağırdı John, onun arkasından kafese gelenlere; onlar da John’un arkasında durmuş, omzunun üzerinden Alex’i yüzlerinde dehşet ifadeleriyle izliyorlardı. “Doktora ihtiyacı var!”

Alex’in eli aniden John’un koluna yapıştı.

“H-Hayır!” dedi, sıkılmış dişlerinin arasından. “Dok-doktor olmaz.”

“Alex,” diye başladı John, ama Alex’in gözleri geriye doğru devrildi ve bilincini kaybetti.

Alex’in gevşeyen eli alnından düştüğü anda, John, çocuğun alnında şimşek biçimli bir yara izi olduğunu ilk kez fark etmişti.

* * *

Harry gözlerini büyük bir zorlukla açtı. Vücudunun her bir zerresi ağrı içindeydi. Yüzünün bir yanı buz gibiyken, diğer yanı sıcak ve nemliydi. Harry inleyerek elini kaldırdı; parmakları acıyla isyan ederken yüzünü buruşturdu. El yordamıyla yüzünün soğuk kısmını yoklayıp yüzündeki buz torbasını kaldırdı. Sersemlemiş halinden kurtulmaya çalışarak loş ışıkta gözlerini kırpıştırdı. Neredeydi? En son ringde dövüştüğünü hatırlıyordu. O koca hayvan görünümlü çocuğu tam indiriyordu ki… yara izi… yara izi başını yararcasına acımaya başlamıştı.

Harry yaralı parmaklarını kaldırıp yara izine dokundu. Hâlâ sızlıyordu. Hızla elini geri indirdi. Yara izi artık devamlı faaliyetteydi. Eskiden ara ara sızlardı, ama artık bu ağrılar hayatında kalıcı bir yer ediniyordu. Harry ise hâlâ bununla nasıl başa çıkacağını bilmiyordu.

“…sen ve Voldemort birlikte var olduğunuz sürece, yara izinde hissettiğin acı git gide daha da kötüye gidecek…”

Harry Dumbledore’un felaket uyarısını zihninden atmaya çalıştı. Buna kafa yormak, onun sözlerinin ne kadar doğru olabileceğini düşünmek istemiyordu. Yerinde doğrulmaya çalıştı, ama olmamıştı. Ağrıyan bedeni buna izin vermiyordu. Harry gücünü toplayıp kendini yeniden kaldırmaya zorladı, ama bu sefer de çok azını başarmıştı. Pes ederek etrafı incelemeye koyuldu. Küçük odanın neresi olduğunu idrak etmesi uzun sürmemişti. Burası John’un ofisiydi. Onun ofisindeki koltukta uzanıyordu.

“Bu iyiye işaret değil,” diye mırıldandı Harry, bir kez daha doğrulmaya çalışarak.

Bu sefer başarmıştı. Bacaklarını indirip kalkmaya hazırlandı. Daha henüz bir şey yapamamıştı ki, kapı açıldı ve John beti benzi atmış bir yüzle içeri girdi. Harry’yi otururken görünce hızla ona doğru yürüdü.

“Çok şükür, Tanrım!” dedi, soluğunu bırakarak. “Az daha sağlık görevlilerini arayacaktım.”

Harry gülümsedi, ya da en azından denedi. Yüzünün ne kadar yara bere içinde olduğunu hissedebiliyordu. Şuan hızlı etkili bir merhem için neler vermezdi. Şişkinliğini anında giderirdi. Ama elinde, ihtiyaç duyduğu hiçbir iksir olmadığı gibi, bu da yoktu.

“Alex?” John onun önünde dizlerinin üzerine çökmüştü ve hiç olmadığı kadar endişeli görünüyordu. “Beni duyabiliyor musun? Beyin sarsıntın var mı?”

“Ben iyiyim,” diye yanıtladı Harry ve sesinin ne kadar kaba çıktığına şaşırdı. “Ayrıca, beyin sarsıntısı olan kişi, bunu sana söyleyemezdi.”

John kıkırdadı; sinirleri hiç olmadığı kadar gerilmişti.

“Lanet olsun, Alex. Beni gerçekten çok endişelendirdin.” Uzanıp buz torbasını alarak Harry’nin yanağının üzerine koydu. “Bunu şurada tut. Şişkinliğe iyi gelir.”

Harry buz torbasını eline aldı. Birazdan geleceğine emin olduğu soruyu sormasından çekinerek John’u izledi. Yalnızca John’un ifadesinden bile neyin geleceğini anlamıştı.

“Ne oldu sana?”

Harry ne diyeceğini bulmaya çalışırken yüzünü ekşitti. Dövüşü kaybettiğim için kusura bakma. Şu başımdaki lanetli yara izi böyle hep en olmadık zamanlarda coşuyor. Galiba beni yavaş yavaş öldürüyor…

“Alex?” John elini onun koluna koyunca, Harry düşüncelerinden sıyrıldı. “Neydi o? Ne oldu sana öyle?”

Harry buz torbasını yüzünden çekti. “Bilmiyorum,” dedi. “Aniden başımda şiddetli bir ağrı hissettim. Nereden geldiğini bilmiyorum.” Tek bir bakışla, Harry durumu iyice batırdığını fark etti. John’un yüzünden tüm renk çekilmiş gibi görünüyordu.

“Başında ani şiddetli ağrılar beliriyor, öyle mi?” diye sordu. “Bu iyi bir şey olamaz, Alex.”

“Yok canım, daha neler.”

“Ciddiyim.” John başını iki yana salladı. “Buna bir baktırmalısın.”

Harry homurdanmamak için kendini zor tuttu. Evet, tıbbi yardım almayı kendi nasıl olup da düşünememişti? St Mungo ona bir parça iksir verip anında Bakanlık’a postalardı, nasılsa. Ayrıca, Azkaban’da geçireceği bir ömür de baş ağrılarına büyük bir fayda sağlardı, doğrusu.

“Bu ağrılar ne zaman başladı?” diye sordu John.

Harry iç geçirip gözlerini ovuşturdu. “Çok uzun değil,” diye cevapladı. Ayağa kalktı; ama sadece bu basit hareket yüzünden bile başı çatlayınca yüzünü buruşturdu. “Bu konuda endişelenme,” dedi, onunla birlikte kalkan John’a dönerek. “Ben çaresine bakarım.”

John homurdandı. “İşte, bundan son derece şüpheliyim.”

Harry etrafına bakınıp ceketini aradı, sonra ceketin John’un sandalyesinin arkasında asılı olduğunu gördü. İlerleyip ceketini aldı. “Yarın görüşürüz,” dedi, kapıya doğru yürüyerek.

“Akşam yemeğine gelirsen görüşürüz,” dedi John.

Harry durdu; kaşlarını çatarak arkasına döndü. “Ne?”

“Seni ringden alıyorum,” dedi John. “Bundan sonra dövüş yok; ta ki, sen sağlığına iyice kavuşana kadar.”

“Ne?” diye yeniden sordu Harry, afallamış bir halde. “John, bunun genel sağlık durumumla hiçbir ilgisi yok. Bu-”

“Bu ne?” John aniden önünde belirmişti; yüzünden öfke ve can sıkkınlığı okunuyordu. “Devam et, Alex. Açıkla. Sana tam olarak neler oluyor?”

Harry sessiz kaldı. Nasıl açıklayabilirdi ki?

John ona yüzünde sert bir ifadeyle bakıyordu. “Uyuşturucu mu kullanıyorsun?”

Harry irkilerek aval aval John’a baktı. “Ne?”  dedi. “Hayır! Saçmalama-”

“Saçmalamıyorum,” dedi John. “Seni her geçen gün daha da bitkin görüyorum. Ringe çıkmak için haftanın dört, beş günü geliyorsun. Ansızın paraya ihtiyaç duyuyorsun ve bugün de dövüşün ortasında –nasıl derler– kriz gibi bir şey geçiriyor ve ardından ise açık açık doktora görünmeyi reddediyorsun. Hadi, devam et, Alex! Bunun benim korktuğum şey olmadığını söyle!”

Harry gözlerini John’unkilerden ayırmadı. “Uyuşturucu kullanmıyorum, John,” dedi, sakin bir şekilde. “Bana bu konuda güvenmen gerek.”

John gözle görülür bir şekilde rahatladı; neredeyse vücudundan ağırlık kalkmış gibi görünüyordu. “Sana güveniyorum,” dedi, “ve senin de, bana, sana neler olduğunu anlatacak kadar güvenmeni istiyorum.”

“Bir şey yok,” diye ısrarla sözlerini yineledi Harry. “Ben iyiyim, gerçekten. Bu baş ağrıları muhtemelen… şeyden… kendimi çok fazla yormamdan kaynaklanıyor.”

John durduğu yerde dikleşerek dikkatle Harry’yi inceledi. Başıyla onayladı. “Belki de,” dedi. “O yüzden biraz ara vermen senin için iyi olur. Geceleri gelmeye devam edebilirsin, ama yalnızca takılmak için; daha fazla dövüşmeyeceksin.”

“Hayır,” diyerek itiraz etti Harry. “Dövüşmem gerek, John.”

John durdu; kaşları yeniden çatılmıştı. “Para yüzünden mi?” diye sordu. “Çünkü ben sana biraz borç para verebilirim-”

“Bunu para için yapmıyorum,” dedi Harry. Ama aslında bu tamamen doğru sayılmazdı. Londra’da bir Muggle olarak yaşamak pek de ucuz değildi, ama Harry aynı zamanda bu dövüşlere aklını dağıtmak için de geliyordu. “Bu dövüşlere devam etmeliyim.”

“Hayır, edemezsin,” dedi John. “Senin bol bol dinlenmeye ihtiyacın var.”

“Bir dövüş kaybettim diye, kıçıma tekmeyi mi basıyorsun?”

“Öyle olmadığını biliyorsun, Alex.”

“Ne o zaman?”

John bir elini Harry’nin omzuna koyarak gülümsedi.

“Ara vermen gerek,” dedi. “Eve git, Alex. Git ve biraz dinlen.”

Harry hiçbir şey söylemedi. Eve git. Keşke dediği kadar kolay olsaydı…

* * *

Hermione Cincüce Savaşı’nı monoton bir dille anlatmaya devam ederken, Damien iğneleyici birkaç söz mırıldandı. Kovuk’taki mutfak masasında oturan Ron neredeyse uyuyacak gibi görünüyordu. Ginny ise Hermione’nin ağzından çıkan cümleleri not etmek için harıl harıl parşömen kâğıdına bir şeyler çiziktiriyordu.

“Bu gerçekten de bu kadar önemli mi?” diye sordu Ron, en sonunda dayanamayıp.

Hermione cümlesinin tam ortasında durup dik dik ona baktı. “Evet, Ronald, önemli. Hem de çok önemli.”

“Tarih bu-” diye başladı Damien.

“Evet, kesinlikle!” dedi Hermione. “Büyücülük tarihi. Öğrenmemiz gerek-”

“Niye ki?” diye sordu Ron. “Bu trilyar yıl önce olmuş sıkıcı olayları hatırlamayınca, acaba başımıza hangi facia gelecek olabilir?”

Hermione ona kaşlarını çatarak baktı. “Çalışmak istediğini sanıyordum.”

“İstiyorum,” dedi Ron, “ama büyülere, tılsımlara, iksirlere çalışmak istiyorum, bu saçmalığa değil.”

Hermione gürültüyle kitabını kapatıp çantasını toplamaya başladı. “İyi!” dedi, sinirli bir şekilde. “O zaman kendi başına çalış!” Kapıya doğru ilerledi.

“Ya, Hermione, hadi ama,” dedi Ron, oturduğu yerde dönerek. “Nereye gidiyorsun?”

“Eve!” diye bağırdı Hermione.

“Hermione?” Ron mutfaktan çıkarak onun arkasından gitti. “Hey, bekle!”

Damien ile Ginny dönüp birbirlerine baktılar.

“Sanırım bugünkü ev-eğitimi dersimizin sonuna geldik,” dedi Ginny, elindeki tüy kalemi masaya bırakarak.

“Buna ne gerek var, anlamıyorum,” dedi Damien. “Sonuçta, Hogwarts sonsuza kadar kapalı kalamaz. Hermione yalnızca fazla paniğe kapılıyor.”

“Tabii ki, paniğe kapılacak,” diyerek gülümsedi Ginny. “O Hermione Granger. Okulun kapanmasına o delirmeyecek de kim delirecek?”

Damien kıkırdadı. Kitaplarını toplayıp parşömenini katlayarak çantasına koydu ve masanın altında ayaklarını esneterek tembel tembel sandalyesinde yayıldı.

“Peki, sen nasılsın?” diye sordu Ginny. Damien’ın anlamadığını görünce de açıkladı. “Yani, tüm o… Harry… olaylarından bahsediyorum.”

Damien kaşlarını çattı. “Yani, ağabeyimin, Voldemort’u terk ettiği halde, Bakanlık ona Öpücük verecek diye eve gelemiyor oluşuyla nasıl baş ettiğimi mi soruyorsun?” Gözlerini kısarak ekledi: “Evet, Ginny, üstesinden nasıl iyi geliyorum, anlatamam. Sorduğun için sağ ol.”

“Damy,” dedi Ginny, yatıştırıcı bir sesle. “Öyle demek istemediğimi biliyorsun,” dedi. “Sadece iyi olup olmadığını soruyorum.”

Damien bunu biliyordu, ama yine de, can sıkkınlığını gizleyememişti.

“Nasıl iyi olabilirim ki?” diye sordu, sandalyesinde doğrularak. “Annem ile babam Harry’yi aramaktan akıllarını yitirmek üzereler. Bakanlık Harry’nin bir an önce yakalanması için vereceği ödülün miktarını arttırdı ve bu sabah da, Siri Amca’mı, Harry’yi arama çalışmalarına Dumbledore’un da katıldığını söylerken duydum. Dumbledore tüm Yoldaşlık üyelerini onu aramak için görevlendirmiş-”

“Profesör Dumbledore Harry’yi incitmez,” dedi Ginny, hemen. “Yardım etmeye çalışıyor-”

“Ama Harry öyle düşünmeyecek,” dedi Damien.

Ginny bakışlarını masaya düşürerek sessizleşti.

Damien da gözlerini kapatıp güçsüzce iç geçirdi. “Ginny,” diye başladı, “Seherbaz’lar ile Yoldaşlık üyeleri yetmezmiş gibi, şimdi tüm cadı ve büyücüler de Harry’nin peşinde; Ölüm Yiyen’leri katmıyorum bile.” Endişeli bakışlarını ona çevirdi. “Er ya da geç, aralarından birileri onu yakalayacak.” Kalbini sakinleştirmeye çalıştı. “Sence o kişilerin iyi birileri olma ihtimali var mı dersin?”

* * *

Damien, öğleden sonra Kovuk’tan ayrıldığından beri huzursuzdu. Sanki Ginny’le konuşmak tüm endişelerini yeniden gün yüzüne çıkarmış ve onu oldukça sarsmış gibiydi. Babasının eve geldiğinde moralinin daha bozuk olduğunu görmek de durumuna hiç yardımcı olmamıştı.

Akşam yemeği, Sirius’un da masada olmasına rağmen, oldukça sessiz geçiyordu. Damien yemeğinden iki kaşıktan fazlasını alamamıştı. Sonrasında, babası ile Sirius Harry’yi bulmak için ne yapabileceklerini konuşmak üzere oturma odasına çekilirken, Damien da annesine masayı toplamasında yardım ediyordu. Konuşulanları dinlememeye çalışıyordu – bu zamana kadar denedikleri hiçbir plan işe yaramamıştı, bundan sonraki neden yarasındı ki? Üst kata çıkmak için döndü.

“Gitmeden önce,” dedi Lily, “çöpleri de at.”

Damien homurdanmamak için direndi, ama alçak sesle söylenmeden de edememişti: “Neden hep ben atıyorum?”

“Bu senin görevlerinden biri,” diye yanıtladı Lily, Damien’ın homurdanmalarına aldırmadan bulaşığı yıkamaya devam ederek. “Sebebi bu.”

Damien çöpü alarak ağzını bağlayıp arka kapıya çıktı. Arka bahçeye doğru yürüyüp çöpü mavi plastik çöp kutusuna attı. Bir süre açık havada öylece durdu. Güneş batıyor, rüzgâr tadını çıkaramayacak kadar sert esiyordu; ama yine de, Damien kendini orada durmaya zorlayıp temiz havayı içine çekti. Daha fazla kalamayacaktı, çünkü hava fazla soğuktu. Eve geri girmek için arkasına döndü.

Tam o anda, ayağın altında ince bir dalın ezilmesine benzeyen bir çıtırdama sesi duydu. Damien gözlerini bahçe kapısının hemen dışındaki ağaçlara dikti. Orada gölgelerin hâkim olduğu karanlık dışında hiçbir şey yoktu. Arkasına döndü ve kulaklarını dört açarak yavaş adımlarla tekrar yürümeye başladı. Bu sefer hiçbir ses olmadı, ama arkasından bir şeyin geçtiğinden kesinlikle emindi. Bir şeyin varlığını hissediyordu ve tüyleri diken diken olmuştu. Damien arkasına dönerek gözlerini kısıp etrafı taradı, ama hâlâ sıra dışı bir şey görmüyordu.

Damien hızla eve girip ailesine söylemesi gerektiğini biliyordu. Gerçi onlara ne söyleyecekti ki? Tuhaf bir şeyler hissettiğini mi? Hiçbir şey görmemiş, sadece hissetmişti.

“Hey!” diye seslendi. “Kim var orada?”

Gecenin sessizliği dışında hiçbir ses ona cevap vermedi. Damien yeniden etrafını detaylıca taradı ve sonra başını iki yana salladı. Uyuması gerekiyordu. Kafasından bir şeyler uydurmayı bırakması için en azından birkaç saat de olsa uyumalıydı. Tabii, ağabeyinin yakalanıp Ruh Emici’lere teslim edildiğini gördüğü kâbuslardan birini daha görmezse…

Arkasından yükselen yeni bir çıtırtı sesi, Damien’ı durdurdu. Daha arkasını dönemeden önce, bir şey, ya da daha doğrusu biri, onu arkadan yakaladı. Güçlü bir kol onu belinin ortasından kavramış, ellerini de her iki yana hapsetmişti. Diğer el ise, Damien’ın şokla bağırmaması için ağzını kapatıyordu.

Damien o kadar çok korkmuştu ki, kalbi duracak gibiydi. Deli gibi mücadele ediyor, onu sıkıca tutan kollardan kendini kurtarmaya çalışıyordu.

“Sakin ol, sakin ol,” diye fısıldadı, kulağına bir ses. “Dikkatleri üzerimize çekeceksin.”

Damien müthiş bir rahatlama yaşadı, öyle ki az daha dizlerinin üzerine yığılacaktı. Gerçi kendini koyverse de bir şey olmazdı, çünkü ağabeyinin güçlü kolları onu yeterince sıkı kavramıştı. Ağzını kapatan el çekilip tutan kollar da onu bırakınca, Damien hızla dönüp Harry’nin ona gülümseyen yüzüne baktı.

Damien konuşamıyordu. O kadar şaşkın, o kadar mutluydu ki, konuşma yetisini kaybetmiş gibiydi. Kollarını kaldırıp ağabeyine sarıldı; bir tarafı, onun gerçekten orada olduğundan emin olmaya çalışıyordu. Hayatında ilk defa, Harry de onun sarılmasına karşılık verdi.

“Eve geleceğini biliyordum,” dedi Damien, soluğu kesilmiş bir halde. “Biliyordum.” Geri çekilerek ağzı kulaklarına varırcasına gülümsedi. “Bu soğukta dışarıda niye bekliyorsun?” diye sordu. Harry’yi kolundan tutarak çekti. “Hadi içeri girelim, annem ile babam seni görünce-”

Harry kendini geri çekince, durdu.

Damien kaşlarını çattı. “Ne?” diye sordu. “Ne oldu?”

Harry bir şey söylemedi. Bakışlarını Damien’ın arkasında duran şirin eve dikmişti; ardından, yeniden ona baktı. Gözlerindeki ifade huzursuz ve gergindi – vicdan azabı çekiyor gibiydi.

Sonra, Damien’ın kafasına dank etti. “Sen… sen dönmedin, değil mi?”

Harry yine bir şey söylemedi, ama Damien’ın da duymaya ihtiyacı yoktu zaten. Cevabı, Harry’nin gözlerinde görebiliyordu. Bu, yalnızca bir ziyaretten fazlası değildi. Damien Harry’nin elini bırakıp onunla yüz yüze geldi.

“O zaman ne diye geldin?” diye sordu. “Madem kalmak istemiyorsun, neden geldin?”

Harry, onun doğrudan gözlerinin içine bakıyordu.

“Aslında beni görmemen gerekiyordu,” dedi. “Ben sadece,” eve yeniden kaçamak bir bakış attı, “seni görmek istemiştim.”

Bu, Damien’ı daha da fazla sinirlendirmişti.

“Peki, bizim seni görmek istemediğimizi zannediyorsun?” diye bağırdı. “Tanrım, Harry, nasıl bir durumda olduğumuz konusunda hiçbir fikrin yok, değil mi? Annem ile babam seni aramaktan akıllarını kaybetmek üzereler! Her gün her dakika seni bulmak için planlar yapıyor, dışarıda deli gibi seni arıyorlar. Bakanlık başına ödül koyduğundan beri, babam ne uyuyor ne de doğru düzgün bir şey yiyor!” Durdu; kesik kesik nefes alıyor, Harry’nin ona bakan kırgın bakışlarından uzaklaşmak istiyordu. “Seni görmek için, senin iyi olduğunu bilmek için umutsuzca çırpınıyorlar; sen ise onları görmek istemediğini-”

“Onları görmek istemediğimi söylemedim,” diyerek araya girdi Harry. “Öyle bir şey değil.”

“Nasıl bir şey, o zaman?” diye sordu Damien. Harry bir şey söylemedi. Rüzgâr ikisinin de saçlarını uçuşturuyor, soğuk Damien’ın tenine işliyordu. Damien, soğuğu duymazdan gelip Harry’ye daha da yaklaştı. “Lütfen, Harry,” diyerek yalvardı. “İçeri gel. Annemiz ile babamız seni saklayacaklar. Hepimiz seni çok iyi koruyacağız, söz veriyorum.”

Harry buna hafifçe gülümsedi. “Ne yapacaksınız?” diye sordu. “Beni bodruma mı kapatacaksınız?”

Damien boğuk bir kahkaha kopardı. “Bodrumumuz yok,” dedi. “Ama çatı katımız var, gerçi. Orada yaşayabilirsin,” diyerek şakalaştı.

Harry’nin gülümsemesi anında kayboldu. Başını iki yana sallayıp bir adım gerilerken bakışları kararmıştı.

“Yaşayamam,” dedi, alçak sesle.

“Harry, lütfen-”

“Ben de isterdim,” dedi Harry, onun sözünü keserek. “Güven bana, Damien, bundan daha fazla istediğim hiçbir şey yok.” İç geçirip bakışlarını bir kez daha Godric’s Hollow’a çevirdi. “Ama dönersem, başınıza beladan başka hiçbir şey getirmem.”

“Hayır, öyle değil,” diye karşı çıktı Damien.

“Bakanlık bunu öğrenirse, hepinizi beni saklamak suçundan Azkaban’a gönderir.”

“Umurumda bile değil!” diye bağırdı Damien.

“Ama benim umurumda!” diye bağırdı Harry de. “Sizi kendimle birlikte dibe sürüklemeyeceğim. Bunun için kendime söz verdim.”

“Damy?” diye seslendi Lily, evin içinden.

Harry o kadar hızlı hareket etmişti ki, Damien gözlerinin önünde Buharlaştığına yemin edebilirdi. Ama Harry hiçbir yere gitmemiş, yalnızca ağaçların arkasındaki karanlığa gizlenmişti.

Damien, tüm vücudu stresten kaskatı kesilmiş bir halde, dönüp evin kapısında beliren annesine baktı.

“İçeri girmeyi düşünüyor musun?” diye sordu.

Damien sesini sağlam tutabilmek için ciddi bir mücadele verdi.

“E-evet,” diye seslendi. “Ağaçların arasında Snitch’imi gördüm gibi geldi de.”

Lily kaşlarını çatarak başını iki yana salladı.

“Onu çabuk yakala ve içeri gir. Hava çok soğuk.” Uzaklaşarak arkasından kapıyı açık bıraktı.

Damien arkasına dönerek karanlıkta Harry’nin gölgesini aradı. Bir adım daha yaklaşınca, Harry de ona karşılık verdi.

“Ne yapacağımıza sen karar veremezsin, Harry,” dedi Damien. “Senin için savaşmak istersek savaşırız. Babamın geride durup dünyanın seni avlamasını izleyecek hali yok. Annemin de seni korumak için yapmayacağı hiçbir şey yok. O yüzden, kendine istediğin kadar söz ver, bizim sana yardım etmemize engel olamazsın.”

Harry’nin bakışları soğuktu. “Yardımınıza ihtiyacım yok.”

“Hayır, var,” dedi Damien. “Tüm dünya senin canının peşine düşmüşken-”

“İşte tam da bu yüzden, benden uzak durmalısınız.”

“Madem buna inanıyorsun, bugün neden geldin, o zaman?” diye sordu Damien.

Harry cevap vermedi. Gözlerini kaçırdı. Sessizliği Damien’a cevabı vermişti.

“Bu mudur, yani?” diye sordu Damien, öfkeyle. “Sen istediğin zaman bizi gelip görebilirsin, ama bizim seni görme şansımız yok, öyle mi?” Öfkeden yüzü kıpkırmızı olmuştu. Kendini daha önce hiç bu kadar öfkeli hissettiğini hatırlamıyordu. “Ne var, biliyor musun, Harry? Madem biz seni göremiyoruz, senin de o zaman bizi görmeye hakkın yok!”

Harry donakaldı. Yüzündeki şok ve incinmişlik neredeyse elle tutulur gibiydi. Damien, kendi ağzından çıkan sözler yüzünden dehşete düşmüş bir halde, şaşkın şaşkın ona bakıyordu. Öfkeliydi; kendini kaybetmiş, ağzından çıkanı kulağı duymamıştı. Aslında bunu demek istememişti.

Harry sırtını dikleştirerek sertçe başını salladı. “Ne demek istediğini anladım.”

Harry dönüp uzaklaşmaya başlayınca, Damien’ın kalbi duracak gibi oldu.

“Harry, dur!” diye bağırdı Damien, arkasından hızla fırlarken.

“Anlıyorum, gelmem hataydı,” diye seslendi Harry. “Bir daha olmayacak.”

“Hayır, bekle!” Damien yetişip onu kolundan yakalayıp çekti. “Lütfen, dur. Lütfen. Özür dilerim. Onu kastetmemiştim. Sadece çok sinirliydim. Asla öyle demek istemedim.” Damien ağlamak üzereydi. “Gitme, lütfen, gitme.”

Harry kendini kolaylıkla geri çekebilirdi, ama yapmadı. İlk birkaç saniye, iki çocuk da orada tuhaf bir sessizlik içinde öylece durdular. Damien yerinden kımıldamamak için kendini çok zor tutuyordu. Vücudunun her bir zerresi dönüp koşmasını, ailesine Harry’nin burada olduğunu söylemesini istiyordu. Harry’yi kalması için ikna etmenin bir yolunu bulacaklarından emindi. Ama Damien hiçbir yere kımıldamadı. Gözlerini ağabeyinden alamıyordu. Ay ışığının hafif aydınlatmasının altında, Harry’nin nasıl göründüğünü ilk kez fark ediyordu; kan çanağına dönmüş gözlerinin altı siyah halkalarla dolmuş, yüzü solmuş ve zayıflamıştı.

“Berbat görünüyorsun,” dedi Damien.

Harry yarım ağız da olsa sırıtmayı başardı. “Sağ ol be,” dedi.

“Bu aralar nerede kalıyorsun?” diye sordu Damien.

“Orası mühim değil,” diye cevapladı Harry.

“Hayır, çok mühim.”

Harry ona rahatsız bir bakış attı. “Neden?”

“Çünkü haftalardır uyumuyor, günlerdir bir şey yemiyor gibi görünüyorsun.”

Harry elini dağınık saçlarının arasından geçirdi. “İdare ediyorum, Damy.”

Damien bundan fena halde şüphe duyuyordu. Tam tartışmak için ağzını açmıştı ki, annesinin ona seslendiğini duydu.

“Damien?”

“Yakalamak üzereyim, anne!” diye bağırdı Damien. Gözlerini bir an olsun Harry’den ayırmıyordu. “Neredeyse yakaladım,” diye tekrarladı, alçak sesle.

Harry gülümsedi, ama gülümsemesinin ardında neşeden eser yoktu. Dönüp evin açık duran arka kapısına baktı – kapı, annesinin, Damien gibi onu da çağırdığını gösterir gibi davetkâr görünüyordu.

“Babam gerçekten de beni aramaya mı çıkıyor?” diye sordu.

“Her gece,” diye yanıtladı Damien.

“Durmak zorunda.”

“Durmayacak,” dedi Damien. “Seni bulana kadar durmayacak.” Ona daha da yaklaşarak kolunu tuttu. “Anlıyorum, Harry. Burada kalmanın güvenli olmadığını düşünüyorsun, ama en azından annem ile babamızın burada olduğunu bilmelerine izin ver. İçeri gelip onlarla görüş. Senin için nasıl endişelendiklerini tahmin bile edemezsin.”

Harry iç geçirdi; gözlerini kısmış kapıya bakıyordu. Bir an için, Damien daha fazla direnmeyeceğini düşündü. Ama Harry bakışlarını kaçırıp başını iki yana salladı.

“Yapamam.”

“Neden?” diye sordu Damien, kırılgan bir sesle.

“Çünkü onları görürsem, annem ve babam ile konuşursam…” durdu, “onlardan bir daha uzaklaşamam.”

Damien donakaldı. “Bunun neresi kötü?”

Harry ona baktı. “Kötü,” dedi. “Çünkü çok geç olmadan yapmam gereken şeyler var.”

Damien’ın korkudan soluğu kesildi. Harry’nin bunu söyleme şeklinden hiç hoşlanmamıştı, hem de hiç.

“Damien!” diye bağırdı Lily; sesinden ne kadar öfkeli ve bezmiş olduğu anlaşılıyordu. “Çabuk içeri gir! Snitch’ine başlatma!”

Harry kolunu Damien’dan kurtardı. “Git,” dedi, alçak sesle.

Damien başını iki yana salladı. “Sensiz olmaz.”

“Git, Damy,” dedi, onu iterek; ama hareketinin arkasında bir kötülük değil, sadece yürüyüp gitmesi için buruk bir cesaretlendirme vardı.

“Yine gelecek misin?” diye sordu Damien.

Harry duraksadı ve sonra, başını iki yana salladı. “Hayır,” dedi; sesinde sahte bir sertlik vardı.

Damien olduğu yerden kımıldamadı. “O zaman, en azından seninle nasıl iletişime geçeceğimi söyle. Gerektiğinde, seni nasıl bulacağımı söyle.”

“Onlara iyi bak, Damy,” dedi Harry, gitmek için dönerek. “Babamı durdurmanın bir yolunu bul.”

Damien ileri atılarak Harry’nin eline yapıştı. “Bunu yapamazsın!” dedi. “Bana, sana ulaşmanın bir yolunu söylemeden hiçbir yere gidemezsin.”

“Bana ulaşmanın bir yolu yok,” dedi Harry.

“Nerede kalıyorsun?” diye ısrarla sordu Damien.

“Damien!” diye bağırdı Lily.

Damien onu duymazdan geldi.

“Bırak, Damien,” dedi Harry.

“Söyle, Harry!” dedi Damien. “Yoksa yemin ediyorum, burada olduğunu onlara söylerim.”

“Durma, söyle!” dedi Harry, öfkeyle. “Onlar çıkana kadar ben nasılsa gitmiş olurum.”

“Bizden kaçmak istemiyorsun, Harry,” dedi Damien. “Öyle olsaydı, ben dışarı çıktığım anda buradan Buharlaşırdın.”

Harry sessizleşti, ama Damien’dan ayırmadığı bakışları karanlık ve öfkeliydi.

“Damien?” Lily artık kapıya gelmişti. “Neredesin?”

Harry’nin gözleri, Damien’ın inatçı gözleriyle buluştu.

“Tek bir haykırış,” diye fısıldadı Damien. “Anında burada olurlar.”

Harry kolunu çekerek elini kurtardı, ama ne yerinden kımıldamış ne de kaçmıştı. Onun yerine, elini cebine sokup içinden bir cep telefonu çıkardı.

“Bunu al,” dedi Harry, telefonu eline tutuşturarak. “Hep yanında tut. Seni arayıp benimle nerede ne zaman bulaşacağını söyleyeceğim.”

Damien Muggle cihazı alıp cebine tıkıştırdı. Gözlerini tek bir saniye dahi ağabeyinden ayırmamıştı. “Ne zaman arayacaksın?” diye sordu.

“Yarın,” dedi Harry; çoktan gölgelerin arasına gizlenmiş, karanlığın güvenli kollarında kaybolmuştu. “Telefonu gizli tut.”

Damien başıyla onayladı. “Tamam.”

“Damien?”

Annesinin sesi artık daha yakından geliyordu. Damien ağabeyinin yok-olurcasına-kaybolduğu noktadan gözlerini ayırmak zorunda kalıp annesine baktı; annesi kaşlarını çatmış ona bakarken bahçeyi yarılamıştı.

“Ne yapıyorsun?” diye sordu, çok daha sinirli bir sesle.

Damien kendini annesine doğru yürümeye zorlarken, arkasına dönüp ağabeyinin hâlâ orada olup olmadığına bakmamak için ciddi bir mücadele veriyordu.

“Özür dilerim,” dedi. “Rüzgâr yüzünden – seni duyamadım.” Sert bir rüzgâr, yalanını destelemek ister gibi, kıyafetlerini ve saçlarını uçuşturdu.

Ama Lily etkilenmiş görünmüyordu. “Kendini hasta etmeden önce, içeri gir.”

Damien eve doğru yürümeye başladı. Harry ile bu soğuk havada ne kadar durduklarını merak etmekten kendini alamadı.

“Snitch’ini buldun mu?” diye sordu Lily, yanında onunla birlikte yürürken.

“Hayır,” dedi Damien. “Snitch olduğunu sanmıştım, ama bakınca başka bir şey olduğunu fark ettim. “

Oğlunun korkmuş görünen ifadesi üzerine, Lily’nin öfkesi biraz yatıştı. Kapıya ulaşınca dönüp Damien’a baktı ve yüzünü avucunun içine aldı. “Ne derler, bilirsin,” dedi, gülümseyerek, “senin olan şey, elbet sana dönmenin bir yolunu bulur.” Yanaklarına hafifçe vurdu ve içeri girdi.

Damien dönüp ağaçların altındaki karanlığa baktı.

“Evet,” dedi, alçak sesle, “ben de öyle olmasını diliyorum.”

* * *

Karanlık Prens – İçimdeki Karanlık #49: Birlikte Geçen Zaman okumak için tıklayın!

Çeviren: Tuba Toraman

15 Yorum

Bir Yorum Ekle

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir