James şu son birkaç gündür nasıl olup da hayatta kalmayı başardığını bilmiyordu. Vaktinin büyük bir çoğunluğunu Harry’nin Düşünseli’nde geçiriyor, yanında Lily ile, hatta bir kez de Sirius ile birlikte, anılarını izliyordu. Gördükleri anılar birbirinden kopuk ilerliyor, yalnızca Harry’nin bildiği bir sebeple rastgele sıralanıyordu. Harry’ye verilmiş hiçbir özel emir yoktu; en azından James’in gördüğü kadarıyla henüz yoktu. Düşünseli, Harry’nin yedi yaşında olduğu bir hatıradan, on üç yaşlarında olduğu başka bir hatıraya atlayıp duruyordu. Harry’nin büyüme evrelerini adım adım takip etmek biraz zordu; her anıda hangi yaşta olduğunu çoğunlukla tahmin etmek zorunda kalıyorlardı.
Gel gelelim, James’in asıl canını yakan, Harry ile Voldemort’un zamanla büyüyen ilişkilerine tanık olmaktı. Her anıyla birlikte, James Voldemort’un hal ve hareketlerinin git gide daha ‘babavari’ olduğunu fark etmişti.
Bazı anılarda, Harry ile Voldemort saçmalık derecesinde uzun bir masada oturup kahvaltı yapıyor, Voldemort genç Harry’ye tabağındaki yemeği bitirmesini ve bardağındaki sütün hepsini içmesini tembihliyordu. Bundan başka, Voldemort’un şahsi odasında geçen anılar vardı: Harry’nin surat asıp oturduğu ve Voldemort’un en sonunda iç çekerek onun isteklerine boyun eğdiği anılar. James anıları bizzat izlemiyor olsaydı, bunların hiçbirine inanmazdı. Anılarda göze çarpan bir diğer şey ise, Harry’nin babasından onay almaya ne kadar önem verdiğiydi. Voldemort’un onayladığını gösteren tek bir baş hareketi bile Harry’nin yüzünün mutlulukla parlamasına yol açıyor, James’i ise kederlere boğuyordu.
Sonra, dersler başlamıştı. James ile Lily, Harry’nin sahip olduğu engin bilgilerin ve dudak ısırtacak kadar başarılı düello yeteneklerinin, Voldemort’un ona verdiği sıkı bir eğitimden kaynaklı olduğunu zaten tahmin ediyorlardı. Karşılaştıkları birkaç parça anı, James’in haklı olduğunu anlamasını sağlamıştı. Harry’nin, daha çok küçük bir yaşta, –James beş ya da altı diye tahmin ediyordu– oldukça sıkı ve sert bir çalışma programı vardı. Sabahın ilk ışığında kalkıyor, Voldemort’la kahvaltısını yapıyor ve hemen ardından, malikânenin bir bölümüne kurulmuş ‘sınıf’ına gidiyordu. Harry’nin üç tane Profesörü vardı: Bellatrix Lestrange, Lucius Malfoy ve tabii ki, Lord Voldemort’un ta kendisi. Dersler, öğle yemeği arası ve günbatımına kadar çok kısa molalar dışında, bütün gününü alıyor gibi görünüyordu. Dersten sonraları ise Harry, Voldemort’a akşam yemeğinde eşlik ediyor ve yeniden gecenin geç saatlerine kadar çalışmayı sürdürmesi için çalışma odasına gönderiliyordu. Harry çok yorulduğu zamanlarda, ayaklarının üzerinde zar zor durabiliyordu; gitmesine izin verildiğinde ise dosdoğru odasına gidiyor, banyosunu yaptıktan sonra üstünü değiştirip uyuyordu. Sert bir düzeni vardı, ama Harry yine de üstesinden gayet iyi geliyor gibi görünüyordu.
Ancak, James ile Lily, bir anıda, Harry’nin yalnızca çalıştığını ve asla oyun oynamadığını fark etmişlerdi. Şimdikinden biraz daha genç olan Harry’yi pencereden gizlice malikâneye sızarken izlemişlerdi. Kendini pencereden içeri itmeyi başardığında, meşaleler bir anda aydınlanarak Harry’yi şaşkına uğratmıştı. Lucius Malfoy, yüzünde hiçbir ifade olmaksızın, kapıda dikiliyordu.
“Saatin kaç olduğundan haberin var mı?” diye sordu Lucius, her zamanki gibi ağır ağır konuşarak.
Harry yüzünde afacan bir sırıtışla elini saçlarından geçirdi.
“Geç mi oldu?”
Lucius ince kaşlarından birini kaldırarak Harry’ye dik dik baktı.
“Evet, geç oldu,” dedi, “aslına bakarsan, çok geç.”
Harry omuzlarını silkerek kapıya doğru yürüdü.
“Peki.”
Lucius eldivenli elini kaldırarak Harry’yi durdurdu.
“Peki mi?” diye sordu. “Tüm söyleyeceğin bu mu?”
“Başka bir şey mi bekliyorsun?” diye sordu Harry.
Lucius buz kesmiş gibi görünüyordu.
“Tanrı aşkına, çocuk,” diye mırıldandı, “saatin ne kadar geç olduğunun farkında mısın? Neredeyse sabahın dördü oldu ve sen bütün gece malikânede yoktun.”
“Ee, yani?”
“Yani mi?” Lucius omuzlarını dikleştirdi. “Yani, neredeydin?”
“Seni ilgilendirmez,” diye cevapladı Harry.
“Ah, bence ilgilendirir,” dedi Lucius. “Karanlık Lord burada değilken, seni benim gözetimime bıraktı-”
“Ben kendi kendimi gözetebilirim, sağ ol,” dedi Harry, iğneleyici bir tonla ve geçip gitmek için yürüdü; ancak, Lucius onu yeniden durdurdu.
“Nereye gittin?”
“Dışarı,” diye yanıtladı Harry.
“Ya, dışarı demek.” Bella kapıda belirmişti; kaşlarını çatarak, “sahi, biz oraya neden hiç bakmadık?”
“Sizin ikinizin bugün neyi var böyle?” diye sordu Harry. “Osuruktan nem kapan aptal çiftler gibi davranıyorsunuz.”
“Sen ise tam bir şımarık velet gibi davranıyorsun!” diye patladı Bella, ona doğru yürüyerek. “Efendimizin malikânede olmaması, bütün geceyi dışarıda geçirebileceğin anlamına gelmiyor!”
Harry dik dik Bella’ya bakıyordu.
“İstediğimi yaparım.”
“Harry, daha on üç yaşındasın,” dedi Lucius, “on üç! Bu saatte malikânenin dışında kalamazsın.”
“Kim demiş?” diyerek meydan okudu Harry. “Beni sen mi durduracaksın, Lucius?” Harry ona doğru bir adım yaklaşırken, sesinde bariz bir tehdit vardı.
James sırıtmaktan kendini alamadı.
“Malfoy fena morarmışa benziyor,” diye mırıldandı Lily’ye.
“Bunda mutlu olunacak bir şey yok,” dedi Lily, canı sıkkın bir halde.
“Tabii ki, hayır, Prens,” dedi Lucius, geri adım atarak, “ama Efendimiz benim sorumluluğuma-”
“Ölüm Yiyen’leri verdi,” dedi Harry, onun sözünü tamamlayarak. “Sen Ölüm Yiyen’lerden sorumlusun, benden değil. Ben yalnızca babama hesap veririm. Yani, ancak babam bana nerede olduğumu sorarsa söylerim, ama sana bir şey söylemek zorunda falan değilim. Nereye gittiğim de, ne yaptığım da beni ilgilendirir ve eve de istediğim saatte gelirim.” Bakışlarını Lucius’tan Bella’ya çevirdi. “Ve ikinizin de beni durdurmaya çalıştığını görmek isterdim.”
“Aferin, Harry!” dedi James.
“James!” Lily ona şokla bakıyordu.
“Ölüm Yiyen’lerin karşısında dimdik duruyor,” diye açıkladı James.
“Sabahın dördüne kadar dışarıda kaldığı için telaşlanan Ölüm Yiyen’lerin,” diye vurguladı Lily.
James ağırlığını bir ayağından diğerine verdi.
“Evet, tamam, ama Malfoy bunu hak etti.”
Lily yalnızca başını ikiye salladı ve anıyı izlemeye geri döndü.
Ne James ne de Lily, Harry’nin yakın çevreden Ölüm Yiyen’lerle bu şekilde konuştuğunu görmeyi beklemiyorlardı. Ancak, Harry’nin anılarında gördükleri üzere, Harry sahiden de Lord Voldemort dışında hiç kimseye hesap vermek zorunda değildi.
“Abartıyorsun.”
Draco başını iki yana salladı.
“Abartmıyorum,” dedi. “Herkes Müdür’e cephe almış durumda.”
Harry sırıttı; yeşil gözleri zevkle parıldıyordu.
“Gerçekten mi?”
“Hogwarts’ın tamamı Müdür’e sırt döndü,” dedi Draco. “Her öğrenci, ahmak Gryffindor’lar bile Dumbledore’u kötülüyor. Portrelerin söylediğine göre, Müdür öfkeli ebeveynlerden günde en az bir düzine Çığırtkan alıyormuş; hepsi de Karanlık Prens’i Hogwarts’a getirerek öğrencilerin hayatını nasıl tehlikeye attığını sorup duruyormuş.”
Harry kıkırdadı; keyfi oldukça yerine gelmişti.
“Bu… bu harika bir haber.”
Draco da sırıttı; ama sırıtışı pek uzun sürmemiş, yüzünden hızla silinip gitmişti. Harry’ye bakarken oturduğu yerde huzursuzca kıpırdandı. Dumbledore’un düştüğü utanç sarmalını dinlerken Harry’nin keyfi oldukça yerindeydi; Draco onun bu keyfini bozmak istediğinden pek de emin değildi. Ama tatilden hemen önce Neville’in Hogwarts’ı fırtına gibi terk ettiği o günden beri, kendini hep Dumbledore’un söylediklerini düşünürken buluyordu. Dumbledore Harry’nin Seçilmiş Kişi olduğunu söyleyerek çok büyük bir yalan söylemişti. Draco bunu Harry’le konuşmak için yanıp tutuşuyor, Dumbledore’un herkesin önünde sunduğu gerekçeyi ona anlatmak istiyordu. Boğazını temizledi.
“Bir şey daha var,” diye başladı, Harry’nin koltuğunda rahatsızca kıpırdanarak. “Sana Longbottom’ın sinir krizi geçirip okulu terk ettiğinden bahsetmiştim.” Dudaklarını yalayarak devam etti. “Ayrıca, Longbottom, Hogwarts’tan ayrılmadan önce, Dumbledore’a seni neden oraya getirdiğini sordu.”
Harry başıyla onayladı; şimdi, daha sakin görünüyordu.
“Haklı bir soru.”
“Evet,” dedi Draco. “Dumbledore sebebini ona söyledi, aslında herkese söyledi.”
Harry yüzünde soru soran bir ifadeyle yerinde doğruldu.
“Ne söyledi?”
“Bazı palavralar sıktı işte…” Draco bocaladı. “Senin… Seçilmiş Kişi olduğunu söyledi.”
Harry şaşırmış görünüyordu, ama bu Draco’nun tahmin ettiğinden farklı bir şaşırmaydı. Draco, Harry’nin öfkeden delirip ortalığı dağıtmasını beklemişti. Gel gelelim, Harry öfkeli olmaktan çok, canı sıkılmış görünüyordu.
“Şimdi anlaşıldı,” diye mırıldandı. “Bu saçmalığa elinden geldiğince çok insanı inandıracak.”
“Bekle, bunu sen biliyor muydun?” diye sordu Draco, şaşkın bir halde.
“Babama sırt dönmem için beni aptal yerine koymaya çalışmıştı,” diye açıkladı Harry. “Bana benim Seçilmiş Kişi olduğumu söyledi ve babamın beni öldürmek için evden kaçırdığını söyledi. O zaman, bunun beni yolumdan döndürmek için çaresiz bir girişim olduğunu düşünmüştüm,” dedi ve başını iki yana sallayarak, “bu saçmalığı diğer herkese yaymaya çalışacağı hiç aklıma gelmemişti,” diye ekledi.
“Gerçekten iyi yutturdu,” dedi Draco, “performansı görülmeye değerdi. Hani seni tanımıyor olsam, ona inanırdım.”
Harry homurdandı.
“Albus Dumbledore, kendi insanlarını bile kandıran bir yalancı.”
Draco duraksadı; Potter’lar hakkında bir şey söyleyip söylememesi gerektiğini yeniden düşünüyordu. Bundan birkaç yıl önce, Büyük Salon’da birinci sınıfların seçme törenini izlerken, ‘Damien Jack Potter’ ismini ilk kez o zaman duymuştu. Öyle büyük bir şok yaşamıştı ki, dikkatini başka hiçbir şeye verememişti. Büyük Şölen’in geri kalanında, gözlerini, Gryffindor masasında Ron-lavuk-Weasley’nin koruyucu kanatları altında oturan küçük, siyah saçlı ve ela gözlü çocuğa dikmekten başka bir şey yapamamıştı. Draco Harry ile konuşmak için nasıl yanıp tutuştuğunu hatırlıyordu. En yakın arkadaşının biyolojik bir kardeşi olduğunu duyunca nasıl şok olacağını biliyordu.
Ancak, o dönem babasına gönderdiği mektupta Damien’dan bahsetmiş, babası da ona kesin bir dille ‘bunu-sakın-kimseyle-konuşma’ mesajı göndermişti. O yılın Noel tatilinde eve döndüğünde ise babası onu kenara çekmiş, Damien Potter’dan Harry’ye katiyen bahsetmemesini söylemişti. Emir oldukça netti ve Draco o uyarıyı hâlâ unutmuyordu.
‘Karanlık Lord sana emir gönderdi. Damien Potter’dan da, Potter’ların herhangi birinde de Harry’ye asla bahsetmeyeceksin. Onlar hakkında konuşmak Harry’yi üzüyor ve eğer Prens ile Potter’lar hakkında konuştuğun ortaya çıkarsa, bundan sonra konuşacak bir dilin olmaz. Anlaşıldı mı?’
Tam da bu yüzden, Draco Hogwarts’ta Damien Potter’ı gördüğünden Harry’ye hiç bahsetmemişti. Ondan bir yıl sonra, Lily Potter Hogwarts’a yeni İksir Profesörü olarak geldiğinde, Draco kaybedecek korkusuyla dilini tutmuş, Harry’ye bundan da hiç bahsetmemişti.
Ancak, bugün, önceden yapılan uyarılara rağmen, Draco Harry ile ilk defa Potter’lar hakkında konuşuyordu. Çünkü bugün Draco bunca zaman merak ettiği her şeyi artık bilmek istiyordu.
“Potter… senin gidişine çok üzülmüş görünüyor.”
Harry başını kaldırıp Draco’ya baktı ve ardından, omuzlarını silkti.
“Tahmin etmiştim,” dedi. “Damien bana çok bağlı, ne kadar denesem de-”
“Hayır,” diyerek araya girdi Draco, “ben küçük Potter’dan bahsetmiyorum.”
Harry’nin bir anlığına kafası karıştı ve sonra anladığını belirten bir ifade yüzünü gölgeledi. Dudakları nefretini gösteren bir gülümsemeyle kıvrıldı.
“Öyle mi? Hâlâ rol yapıyor, demek.”
“Sadece o değil,” dedi Draco. “Profesör Potter da gittiğinden beri gözü yaşlı dolaşıyor.”
Harry oturduğu yerde huzursuzca kıpırdandı; keyfinden artık eser kalmamıştı.
“Sağlam rol sergiliyorlar.”
“Öyle, kesinlikle,” diyerek onayladı Draco, her ikisinin de ağlamaktan kızarmış gözlerini ve solgun yüzlerini gözünün önüne getirerek. “Gerçekten iyi oyuncular. Ama biraz fazla iyi değil mi?”
Harry’nin kaşları çatıldı.
“Ne demek istiyorsun?”
Draco derin derin iç geçirdi.
“Biliyorum, onların nasıl insanlar olduğunu bana söylemiştin…” Draco bocaladı. “…sana karşı nasıl acımasız olduklarını.” Başını iki yana sallayarak devam etti: “Ama… sanki… onlarda başka bir şey var. Büyük Salon’da onları gördüğümde, duydukları hüzün çok hakiki görünüyordu.”
“Tabii ki, hüzünleri hakiki gözükecek,” dedi Harry. “Babama ulaşma şanslarını kaybettiler,” diye açıkladı. “Tanrı bilir, Bakanlık’la birlikte ne planlar yapmışlardı. Ama ben gidince, ellerinde muhtemelen hiçbir şey kalmadı. Bu yüzden de üzülecekler, tabii ki.”
“Hayır,” dedi Draco, başını yavaşça iki yana sallayarak, “hayır, bundan daha başka bir şey var. Bu daha çok… senin arkandan… yas tutuyorlarmış gibi.”
Harry’nin gözleri kısıldı.
“Neden bahsediyorsun?”
“Her ikisi de tüm gece ağlamış gibi görünüyorlardı. Gece uyumadıklarını net bir şekilde söyleyebilirim ve… ve salonda otururkenki o halleri… Onlar… hayatları mahvolmuş ve onlar için çok değerli bir şeyi kaybetmiş gibi görünüyorlardı.”
“Çünkü babama ulaşma şansını kaybettiler,” diye açıkladı Harry.
“Hayır, Harry, çünkü seni kaybettiler,” diyerek onun sözlerini düzeltti Draco.
Harry’nin gözleri kısıldı.
“Gerçeği sen de biliyorsun,” dedi, usulca. “Sana bana neler yaptıklarını, bana nasıl davrandıklarını anlatmıştım.”
“Biliyorum, o yüzden de hiç mantıklı gelmiyor ya,” dedi Draco. “Seni kaybettikleri için o kadar… o kadar yıkılmamaları gerekirdi, ama öyle görünüyorlar.”
“Bu bir oyun,” dedi Harry, ısrarla.
“Eğer bu bir oyunsa, her ikisi de gerçekten ödül almaya layık oyunculuklar sergiliyor.”
“Sen tam olarak ne demeye çalışıyorsun?” diye sordu Harry; bakışları keskinleşmiş, yumrukları sıkılmıştı. “Çıkar baklayı ağzından!”
“Bilmiyorum,” diye yanıtladı Draco, dürüstçe. “Sadece… kafam karışıyor. Gerçeği biliyorum, bana olanları sen anlattın ve sana da inanıyorum çünkü inanmamam için hiçbir sebep yok.” Harry’nin öfkeli bakışlarına bakarak devam etti: “Ama benim Potter’larda gördüğüm, senin anlattığın hikâyeyle uyuşmuyor. Üzgün görüneceklerdi zaten, tamam, bunu kabul ediyorum, ama yalnızca üzgün görünmüyorlar işte. Tam manasıyla hayatları başlarına yıkılmış gibi görünüyorlar.”
Harry sessizleşti. Buna söyleyecek bir şey bulamıyordu. Hem de hiçbir şey.
Grimmauld Meydanı’nda James masada oturuyordu. Akşam yemeği bitmişti; Lily ile Remus masayı topluyor, Sirius ile kendisi de bugün Düşünseli’nde tanık oldukları anıların düşüncesinde kaybolmuş bir halde oturuyorlardı. Yarın Lily ile Damien Hogwarts’a dönüyorlardı. Sirius onlara eşlik edecek, Remus ile James de Bakanlık’a dönecekti. Harry gittiğine göre, artık Seherbaz’lar gibi, onların da Hogwarts’ta kalması için hiçbir sebep kalmamıştı. O yüzden, bu gece, Dumbledore Düşünseli’ni yanında götürmeden önce, daha fazla anı görmek için son şanslarıydı.
Sirius, şahit olduğu anıların şoku içerisinde, başını iki yana salladı.
“Onlar… arkadaşlar,” dedi, soluğunu tutarak, “hem de çok yakın arkadaşlar.” Gözleri, James’in gözleriyle buluştu. “Moody… Moody haklıydı.”
James gözlüklerini yukarı kaldırarak gözlerini ovdu.
“Ona bunu söyleme,” dedi, oldukça ciddi bir halde, “yoksa bir daha asla susmaz.”
“Ama James,” dedi Sirius, ona doğru eğilerek, “Harry bir Malfoy’la arkadaş! Lucius Malfoy’un oğluyla!” Ellerini havaya kaldırarak, “bunu görmezden nasıl geliriz? Hogwarts’ta tüm o zaman boyunca…” Yeniden James’e döndü. “Onu genç Malfoy’un yanında hiç görmedin mi? Onları bakışırken bile yakalamadın mı?”
James başını iki yana salladı.
“Hayır,” diye cevapladı. “Harry, bırak Draco Malfoy’u, Hogwarts’ta kimseyi tanıdığına dair tek bir açık bile vermedi.”
Sirius da başını salladı.
“Yani, Moody haklıydı. Harry’nin Slytherin binasında bir arkadaşı vardı; babası Ölüm Yiyen olan biri.”
James iç çekerek elini saçlarından geçirdi. Paranoyak Moody’nin haklı olduğunu kabul etmeyecekti.
En azından dile getirmeyecekti.
Odada toplanan kalabalık, Efendilerinin önünde tedirgin bir halde duruyordu. Kalabalığın aksine, odaya tuhaf bir sessizlik hâkimdi. Odadaki tek ses, Lord Voldemort’un sandalyesinin yanında kıvrılmış duran dev yılan Nagini’nin hafif tıslamalarıydı. Odadaki adamlar, korkunç kafasını kaldırıp onlara bakan yılanı yüzlerinde apaçık bir korkuyla izliyorlardı. Yılan yeniden tısladı ve sesi tüm odada yankılandı. Harry eğleniyormuşçasına gülümseyerek başını çevirip Nagini’ye baktı. Ağzını açarak ona tıslamayla cevap verdi; ondan çıkan ses, Nagini’nin çıkardığı sesten ne hikmetse daha korkutucuydu.
Lord Voldemort oturduğu yerde doğruldu.
“Susun, ikiniz de,” dedi alçak sesle, oğlu ile Nagini’ye hitaben. “Bunu unutsan iyi edersin, Harry,” diye ekledi, biraz daha yüksek bir sesle, “Ölüm Yiyen’lerin hiçbirini ona yem etmeyeceksin,” dedi ve sırıtarak ekledi: “en azından şimdilik.”
Kalabalığın içinden bir titreme geçti.
Voldemort ayağa kalktı ve iki adım ilerledi; kırmızı gözleri Ölüm Yiyen kalabalığını tarıyordu.
“Bugün Büyücülük Dünyası’ndan hiç kimsenin unutamayacağı bir günün başlangıcı,” diye anons etti. “Bugün benden bir mesaj götüreceksiniz.” Harry’ye dönerek gülümsedi. “O hain sevici Bulanıklara hiçbir yerin güvenli olmadığını göstereceksin. Yaşamaya devam ediyorlarsa, bunun ben izin verdiğim için olduğunu bilecekler.” Voldemort’un gözleri kötülükle parıldıyordu. “Bugün, Ölüm Yiyen’lerim, sizler onları en zayıf noktalarından vuracaksınız.”
Tren rayın üzerinde kayarcasına ilerliyor, içinde yüzlerce Hogwarts öğrencisini taşıyordu. Kompartımanlardan birinde, Damien morali bozuk bir halde oturuyor, yanında Ron, Hermione ve Ginny onu rahatlatmaya çalışıyorlardı. Gel gelelim, hepsinin bildiği bir gerçek vardı: Damien için Hogwarts’a dönmek demek, Harry yüzünden daha fazla hakarete maruz kalacak demekti.
“Konuşacak başka bir şey bulurlar,” dedi Hermione, onu yatıştırmaya çalışarak, “dişini sık, Damy, yakında düzelecektir.”
“Evet,” dedi Damien, “yakında herkes konuşacak başka bir şey bulur.” Başını kaldırıp ona baktı. “Ama bu işlerin yoluna gireceği anlamına gelmiyor. Ağabeyim hâlâ Voldemort’un elinde, annem ile babamdan yapmadıkları bir şey yüzünden hâlâ nefret ediyor ve ailem hâlâ parçalanmış bir durumda.”
Ron ile Ginny birbirlerine baktılar; onu rahatlatmak için söyleyecek hiçbir şey bulamıyorlardı. Hermione de yılmış görünüyordu.
“Mrs Potter nasıl?” diye sordu Ginny, “o şeyden sonra… biliyorsun işte…”
“Voldemort’un saldırısından sonra iyi olup olmadığını mı soruyorsun?” diye sordu Damien, ona. “Evet, iyiymiş gibi davranıyor. Aynı babam gibi, o da iyi olduğunu söyleyip duruyor.” Damien başını iki yana salladı. “Ama iyi değiller. Geceleri uyumuyorlar, doğru düzgün yemek yemiyorlar, annem her an ağlayacakmış gibi duruyor, babam ise…” Damien bocaladı. “babam ise hayatı mahvolmuş gibi görünüyor.”
Hermione ayağa kalkarak Damien’ın yanına oturdu; kolunu genç çocuğun omzuna sardı.
“Üzgünüm, Damy,” dedi, yumuşak bir sesle.
“Evet,” diye fısıldadı Damien, “ben de öyle.”
Tren aniden tiz bir ses çıkardı ve sarsılarak durdu. Damien ile Ron kompartıman kapısını açarak karmaşanın içine girdiler. Öğrencilerin çoğu koridorlarda koşturuyor, Güvenlik Seherbaz’larına ne olduğunu soruyorlardı. Seherbaz’ların kendileri de şoka girmiş gibi görünüyordu ve çocukları hızla kompartımanlarına geri göndererek içeride kalmalarını emrettiler. Damien kalabalığın içinde annesinin yüzünü gördü; Lily Damien’a bağırarak kompartımana geri dönmesini ve oradan çıkmamasını söyledi. Damien kompartımana geri girerek, diğer çocuklarla birlikte, tüm bağırtıların ve karmaşanın arasında öylece oturdu.
Öğrenciler, yüzlerini camlara yapıştırıp dışarıda neler olup bittiğini görmeye çalışıyorlardı ve sonunda sorunun ne olduğunu anladılar. Rayların üzerine bir ağaç düşmüş, yolu kapatmıştı.
“İyi de, bu çözmesi o kadar zor bir şey olmasa gerek,” dedi Ron, pencereden geri çekilirken. “Tüm yapmaları gereken, ağacı uçurarak yoldan çekmek.”
“Ron, sen daha, bırak koca bir ağacı, süpürgeni bile uçuramıyorsun,” dedi Ginny.
Ron dik dik kardeşine baktı.
“Kes sesini! Onu ben uçurabilirim, demedim,” dedi. “Seherbaz’lar ağacı uçurarak raylardan kaldırabilir, dedim.”
“Yani, muhtemelen onlar da öyle yapacak,” diye araya girdi Hermione.
“Ama bunun için tüm Seherbaz’lara ve hatta birkaç Profesör’e de ihtiyaç olacaktır,” dedi Ginny, düşünceli bir halde pencereden dışarı bakarken. “Ancak o zaman bu kadar büyük bir ağacı kaldıracak kadar güçlü bir büyü yapabilirler.”
“Neyse ki, Seherbaz’lar bizimle birlikte,” dedi Ron. “Düşünsenize, ya elimizde sadece bir avuç Profesör olsaydı?”
“Bazıları, bunun Bakanlık’ın kaynaklarını boşa kullanmak olduğunu savunuyor,” dedi Hermione, “’Bakan Fudge’a Elli Soru’ kitabında okumuştum. Hogwarts Ekspresi’nde Seherbaz bulundurulmasının zaman ve kaynak kaybı olduğu yazıyordu. Hem trenin saldırıya uğrama ihtimali nedir ki?”
Yan taraflarındaki kompartımandan gelen bir çığlık sesi, treni baştan uca sarstı. Hermione, Ginny ve Damien Ron’un yanına pencereye yapıştılar ve inanamayan gözlerle dışarıya baktılar. Sayıları en az kırk ila elli arasındaydı. Beyaz maskeler takmış, kara cüppeli adamlar trene doğru yürüyorlardı. Trende ise, olsa olsa on ya da yirmi kadar Seherbaz vardı.
“Görünen o ki,” diye fısıldadı Hermione, “sebepsiz değilmiş.”
“Ölüm Yiyen’ler!” dedi Ron, soluğunu tutarak. “Bu nasıl-? Ölüm Yiyen’ler mi? Bu gerçek olamaz!”
Damien’ın yanında Ginny aniden dikleşti. Ellerini cama yapıştırarak gözlerini kocaman açmış bir halde dışarı bakıyordu.
“Damien,” diye mırıldandı, korkulu bir sesle.
Damien onu gördüğünde, kalbi duracakmış gibi hissetti. En önde biri duruyor, diğerlerinin aksine yüzünü gizleyen bir maske takmıyordu. Harry, arkasında bir Ölüm Yiyen ordusuyla, içinde korkmuş çocukların olduğu Hogwarts Ekspresi’ne doğru cesur adımlarla geliyordu.
Sirius bu işte başka bir iş olduğunu anlamıştı. Tren ani bir duruşla sarsılınca, içine kötü bir şeyin olacağına dair tuhaf bir his doğmuştu. Sirius ile Moody, pencereden dışarı bakan çocukların tüyleri diken diken eden çığlıklarını duydukları anda, trenden inerek dışarı çıktılar. Ölüm Yiyen’lerin Harry’nin önderliğiyle trene yaklaşmakta olduğunu gördüler.
Sirius hiç vakit kaybetmeden öğrencilere kompartımanlarında kalmalarını ve pencerelerden uzak durmalarını söyledi. Lily, hemen, öğrencileri sakinleştirmeye çalışan Seherbaz’ların yardımına koştu. Pencereden dışarı baktığında ise, trene doğru gelen acımasız katillere kimin önderlik ettiğini gördü.
Lily durdu; Harry’ye inanamayan gözlerle bakıyordu. Korkunç bir panikle Sirius’a döndü. Şimdi ne yapacaklardı? Sirius hem Hogwarts öğrencilerini, hem de Harry’yi aynı zamanda koruyamazdı. Diğer Seherbaz’lar, Ölüm Yiyen’lerin geri kalanına yapacakları gibi, Harry’yi de indirmeye çalışacaklardı.
“Sirius?” diye seslendi Lily, yalvarırcasına.
Sirius başını hafifçe sallayarak ona Harry’yi koruyacağının mesajını verdi. Vaftiz oğluna kimsenin zarar vermesine izin vermeyecekti.
Harry, kapana kısılmış trenin önüne gelip durdu. Babasının adamları da kırmızı trenin etrafını sarmış, asalarını saldırıya hazır bir şekilde kaldırmışlardı. Hepsinin gözlerinde aç bir ifade vardı. Harry onlara döndü.
“Emirlerimi unutmayın! Trene hiç kimse binmeyecek! Eğer çocuklardan biri dışarı çıkarsa, onları sadece Sersemletin! Anlaşıldı mı?”
Ölüm Yiyen’lerden bir ‘anlaşıldı, Karanlık Prens’ cevabı geldi.
Harry’nin gözleri adamların üzerinde dolaştı.
“Aranızdan biri çocuklardan birini öldürecek olursa, ben de karşılığında onu öldürürüm. Buraya Seherbaz’lar için geldik. Bakanlık’ın onları koruyamadığını göstermek için buradayız. Babamın gerçek koruyucu olduğunu göstereceğiz. Anlaşıldı mı?”
Etrafındaki Ölüm Yiyen’lerden anladıklarını belirten sesler yükseldi ve Harry yerinde dönüp kırmızı trene baktı. Bugünkü saldırının kurallarını onlara Riddle Malikânesi’nde zaten anlatmıştı. Ama son bir uyarı daha yapmak istemişti. Harry derin bir nefes alıp gözlerini trene dikti. Öğrencilerin trende kalmasını umuyordu. Böylece hiçbirinin zarar görme ihtimali olmayacaktı.
“Bizden saklanmanızın yolu yok, Seherbaz’lar! Trenden inin ya da biz içeri geliriz!” diye bağırdı Harry.
Bu boşa salladığı bir tehditti. Hiçbiri trene girmeyecekti. Ama Seherbaz’lar bunu bilmiyordu, tabii ki.
Trenin kapısı açıldı ve on iki Seherbaz aceleyle trenden çıktılar. Harry’nin yeşil gözleri, Moody ile Sirius’u gördüğünde, sabırsızlıkla parıldadı. Moody’nin burada olacağını kendi kaynaklarından öğrenmişti; ama Sirius’un da burada olduğu gerçeği, Harry’nin kalp atışlarını hızlandırmıştı. Nihayet, her ikisini birden indirebilecekti.
Harry adamlara son emrini fısıldadı:
“Moody ile Black benim.”
Seherbaz’ların hayatta kalma şansları yoktu. Ölüm Yiyen’lerin sayısı onlardan çok çok üstündü ve bunu onlar da biliyordu. Lily trenin içinde duruyor, çaresizce James’e mesaj göndermeye çalışıyordu. İki taraflı aynasını her zaman yanında taşırdı; bu aynalardan birer tane Sirius ile James’te vardı. Hogwarts’ta başları belaya girdiğinde, türlü engellere rağmen, bununla iletişim kuruyorlardı. James Seherbaz olduğundan beri, uzun görevler yüzünden Lily’yi sık sık yalnız bırakıyordu. O yüzden, Sirius kendi aynasını James ile iletişimde kalması için Lily’ye vermişti. Bu, Lily’nin Sirius’tan aldığı ilk ve tek mükemmel hediyeydi.
Öğrenciler panik içindeydiler; Profesör’ler ile yedinci sınıftan öğrenciler onları yerlerinde tutmaya çalışarak nafile bir çaba gösteriyorlardı. Seherbaz’lardan gelen talimata rağmen, çoğu öğrenci pencerelere yapışmış bir halde dışarıda olup bitenleri görmeye çalışıyordu.
Damien kendini hasta gibi hissediyordu. Harry bunu nasıl yapabilirdi? Harry Karanlık Prens’in ta kendisiydi, evet, ama çocuklara zarar vermediğini söylemişti. Damien, Harry ile ilk tanışmasını hatırladı; Harry’nin ona tam olarak ‘ben çocuklara zarar vermem,’ dediğini hatırlıyordu. Peki ama, o zaman neden şimdi buradaydı?
Şuanki durum, Damien için işkence gibiydi. Saldırıyı Harry kazanırsa, tren ele geçirilecek ve Tanrı bilir, kaç öğrenci öldürülecekti. Damien’ın da ciddi anlamda yaralanma ihtimali vardı. Diğer taraftan ise, eğer bir mucize olur da, Seherbaz’lar kazanırsa, bu sefer Harry yakalanmasa da öldürülecekti. Hatta Bakanlık’ın onu Ruh Emici Öpücüğüne maruz bırakacağı düşünülecek olursa, yakalanması daha da kötü olacaktı.
Damien kompartıman kapısının açıldığını duydu ve Draco Malfoy’u karşısında görünce neye uğradığını şaşırdı. Draco anlamlı bir şekilde Damien’a bakıyordu, ama ilk konuşan, Ron olmuştu.
“Burada ne yapıyorsun, Malfoy?” diye bağırdı. “Çık dışarı!”
Draco onu duymazdan gelerek Damien’la konuştu.
“Seninle konuşmam gerek,” dedi, sadece.
Damien Malfoy’un ne kadar sakin olduğunu fark etmişti. En azından, uğradıkları saldırı onu rahatsız etmiyor gibi görünüyordu.
Ron Draco’ya defolup gitmesi için bağırırken, Damien ayağa kalktı ve ona doğru yürüdü. Ron ile kızlar ona delirmiş gibi bakıyorlardı.
“Damy?” diye seslendi Ginny.
“Hemen dönerim,” dedi Damien.
Draco Damien’ı erkekler tuvaletine doğru götürdü. Damien durarak Draco’ya tuhaf bir bakış attı, ama Slytherin ise sadece elini kaldırıp Damien’a sessiz olmasını işaret etti. Draco tuvaletin kapısını açtı ve iki birinci sınıf öğrencisini içeride korkudan titreyerek büzüşmüş bir halde buldular. Draco onlara bakıp sırıttı.
“Bir trene saldırı gerçekleştiğinde, ilk bakılan yerin tuvaletler olduğunu bilmiyor musunuz?”
İki çocuk da korkuyla çığlığı basıp koşarak uzaklaştılar. Damien Draco’ya tiksintiyle karışık bir hayret ifadesiyle bakıyordu. Draco ise yalnızca omuzlarını silkip Slytherin armalı cüppesini gösterdi; ‘başka ne söylememi beklerdin?’ der gibiydi. Damien başını iki yana sallayarak tuvalete girdi. Draco da arkasından girip kapıyı kilitledi.
“Pekala, benimle neden konuşmak istiyorsun? Ayrıca, neden bir tuvalette?” diye sordu Damien.
Draco sırıtarak kapıya yaslandı.
“Sana bir mesajım var,” dedi, sadece.
Damien’ın gözleri büyüdü. Mesajın kimden olduğunu biliyordu; çünkü yalnızca tek bir kişiden olabilirdi, ama yine de sordu.
“Kimden?”
Draco ona bıkkınlık belirten bir ifadeyle baktı.
“Ninenden. Kimden olacak?” diye söylendi. “Harry’den. Trenin içinde kalmanı söyledi. Ne olursa olsun, asla trenden ayrılma.”
Damien aval aval Draco’ya baktı.
“Trende mi kalayım? Harry’nin söylediği, trende kalmam mı?” Başını iki yana salladı. “Beni ne zannediyor? Aptal mı?”
Draco omuz silkti.
“Aslında, evet.”
“Harry bunu neden söylesin ki?” diye sordu Damien, Draco’yu duymazdan gelerek. “Birazdan trene saldıracaklar, nasılsa. Seherbaz’ları gördün, fazla dayanamazlar! Harry bir şey söyleyecek olsa, bana buradan alabildiğine uzağa kaçmamı söylerdi.”
Damien burnundan soluyordu. Draco ona yalan söylüyordu. Trenin içinde kalmalarını söyleyerek, Damien’ı ve diğer herkesi tehlikenin ortasına sürüklemeye çalışıyordu. Gel gelelim, Draco yüzünde bir sırıtışla ve sakin bir ses tonuyla cevap verdi.
“Harry kimseye kaçmasını söylemezdi. O her zaman ‘kal ve savaş’ diyen tiplerden olmuştur. Pek Slytherince değil, ama sen anladın.” Vücudunu dikleştirerek devam etti: “Ben sana Harry’nin mesajını ilettim, onu dinleyip dinlememek sana kalmış. Ama Harry sana içeride kalmanı söylüyorsa, gerçekten de içeri kalmalısın.”
Draco sürgülü kapıyı açarak çıkarken, Damien konuştu.
“Neden? Neden trende kalmamı istiyor?” diye sordu, alçak sesle. “Harry ile Ölüm Yiyen’ler önünde sonunda trene girmiş olacaklar.”
Draco arkasına dönerek ona küçümseyici bir bakış attı.
“Güven bana, Potter, Harry trene girmek isteseydi, çoktan burada olurdu.”
Harry Seherbaz’lara yiyecekmiş gibi bakıyordu. Onlarla düello etmeyeli uzun zaman olmuştu. Yeşil gözleri Sirius Black’in gözlerine kitlenmişti ve Harry o gözlerde korkuyu görebiliyordu. Kendi kendine gülümsedi.
Asasını sımsıkı tuttu ve ilk atağa geçenin Seherbaz’lar olmasını bekledi. Beklenildiği üzere, Moody’nin öne çıkıp sinyali vermesiyle, asalardan çıkan ışıklar her bir yöne uçuşmaya başladı. Ölüm Yiyen’ler etrafa yayılarak Seherbaz’lar ile şiddetle düello etmeye başladılar.
İki kırmızı ışık ona doğru gelirken, Harry hazırdı. Tüm vücut kalkanını oluşturdu. İçinde durduğu yanardöner mavi baloncuk ona gönderilen büyüleri engelledi. Harry kalkanını indirdi ve ona büyüleri gönderen Seherbaz’lara bakıp sırıttı.
“Sıra bende,” diye tısladı ve Seherbaz’ların üzerine şimşek gibi gürleyerek giden bir büyü yolladı.
Kahverengi saçlı Seherbaz havaya uçarak trenin kenarına çarpıp yere yığıldı.
Seherbaz’lar her yönden onlara doğru gelen lanet yağmurunu engellemek için ellerinden gelen gayreti gösteriyorlardı. Ama sayıları oldukça fazlaydı. Sirius üç Ölüm Yiyen ile aynı anda savaşıyordu. Bir yanı, tüm bu çabanın boşuna olduğunu biliyordu. Seherbaz’lar kaybediyorlardı. Savaştan sağ çıkmalarına imkân yoktu. Moody üç Ölüm Yiyen’i birden Sersemletmeyi başardıktan sonra, düşen Seherbaz’lardan birine yardım etmek için koşuyordu. Ancak, yolu Harry’nin önüne çıkmasıyla kesilmişti. Moody, karşısında dikilen kuzgun karası saçlı çocuğa baktı.
“Senin hakkında yanılmamışım!” diye gürledi. “Albus seni asla kurtarmaya çalışmamalıydı. Sen Azkaban’a aitsin!”
Harry, öfkeden kuduran Seherbaz’a bakarken sırıttı ve asasını kaldırarak doğrudan kalbini hedef aldı.
“Albus’un yapmaması gereken çok şey oldu. Onlardan biri de, seni benim yanıma yaklaştırmaktı.”
Moody daha harekete geçemeden, Harry Moody’yi kesici bir lanetle vurdu. Seherbaz tam göğsünden vuruldu ve acıyla göğsünü tutarak birkaç adım geriledi. Moody asasını doğrultsa da, Harry’nin süratle gelen Silahsızlandırma Büyüsü onu vurdu. Moody, asasının Harry’ye geçmesi karşısında bakakaldı.
“Sorun ne, Seherbaz Moody?” diye sordu Harry. “Elimde asam varken benimle savaşamıyor musun? Yoksa sen sadece savunmasız on altı yaşında bir çocukla savaşacak kabiliyette misin? Dur, ben senin işini kolaylaştırayım bari.”
Harry elindeki iki asayı da kenara fırlattı. Moody, birbirine uymayan bakışları gölgelenirken, afallamış bir halde Harry’ye bakıyordu. Harry onu eliyle çağırdı ve Moody vücudunu dikleştirdi. Çocukla fiziksel bir kavgaya girip girmemesi gerektiği konusunda bocalıyor gibiydi, ama onunla savaşma fırsatını da geri tepecek değildi.
Moody hızla ona doğru koşarak Harry’ye bir yumruk indirmeye çalıştı, ama Harry yana kaymayı başarmıştı; Moody arkasına dönüp ona saldırdığında Harry gülüyordu. Moody midesine bir yumruk yedi ve iki büklüm oldu. Ardından Harry’nin yüzüne attığı yumrukla yere serildi. Ama Harry bu sefer de onu cüppesinin yakalarından tutup ayağa kaldırdı.
Moody yeniden dengesini bulduktan sonra, yumruğunu salladı. Ama Harry yana doğru eğilerek, onun vuruşundan kaçtı; eliyle Moody’yi bileğinden yakaladı ve korkunç bir hızla kolunu büktü. Moody acıyla bağırmamak için kendini tuttu. Harry ona bir yumruk daha indirerek, yaralı Seherbaz’ın yere devrilmesine sebep oldu.
Moody kolunu tutmuş bir halde yerde yatarken, müthiş bir hızla asasını çağırıp Harry’ye doğrulttu. Ama Harry’nin elinde aynı hızla ikinci bir asa belirmişti.
“Hilekârlık, ha, Seherbaz Moody?” diye alay etti Harry, “Albus Dumbledore olsa buna ne derdi?”
Elini çevirmesiyle, Moody’nin elinde acı verici çıbanlar belirdi. Ama yine de, Moody asasını elinden düşürmüyordu. Harry’yi lanetlemeye çalıştı, ama Harry’nin mavi kalkanı laneti olduğu gibi yuttu. Harry, keskin bakışlarını dikmiş bir halde, ona doğru koştu. Ağzından tıslayarak çıkan başka bir büyüyle, Moody’nin eli ters döndü ve kırılan kemiğin sesi etraflarında yankılandı.
Moody çığlığı bastı ve asası gevşeyen ellerinden kayıp yere düştü. Harry sırıtarak Moody’nin göğsünü hedef aldı. Seherbaz’ın aniden nefesi kesildi; kırık eliyle beceriksizce göğsünü tuttu. Gözleri, kocaman açılmış bir halde, Harry’nin gözlerine dikilmişti; sihirli gözü ise panik içinde yuvasında dönüp duruyordu.
“Güzel bir his değil, değil mi?” diye sordu Harry, “canının kalbinden sıkarak çıkarılması?” Asasını çevirerek Moody’nin nefessizlikten iyice tıkanmasına yol açtı; yüzü artık kireç rengine dönmüştü. “Bakalım, bana uyguladığın işkenceye sen ne kadar dayanacaksın?”
Büyüsü durmak bilmedi ve Moody artık yattığı yerde kıvranmaya başladı; acı tüm vücudunu ele geçirirken, iki eliyle de göğsünü kavramıştı. Harry’nin büyüyü kaldırmaya niyeti yoktu, ta ki Moody’nin son nefesini verdiğini görene kadar. Ancak, bir şeyin ona vurarak onu yere sermesiyle büyüsü de son bulmuştu. Moody, elleri hâlâ göğsünün üzerinde, yerde öylece hareketsiz kaldı.
Harry hızla dönerek Moody’nin yanında duran Sirius’u gördü. Tüm benliğiyle nefret ettiği adama bakarken, öfke gözünü kör etmişti.
“Öldürmek istediğim insanları kurtarıp durmaktan vazgeç, Black,” dedi, tükürürcesine, yeniden ayağa kalkarak.
Sirius da karşısında dikiliyor, asasını Harry’ye doğrultuyordu.
“İstesem bile, vazgeçebileceğimi sanmıyorum.”
Sirius Harry’yi alıp Anahtar’la buradan uzaklaştırabilmeyi çok isterdi. Harry şimdi yeniden karşısındayken, onu Seherbaz’lardan biri saldırmadan kurtarmak istiyordu.
“Galiba bir hata yaptım, ilk önce senin icabına bakmalıydım!” dedi Harry ve hızlı bir hareketle Sirius’u geriye uçurdu.
Harry Sirius’a saldırırken, Damien trenden çaresizce olanları izliyordu. Ağabeyi ile amcası arasında olan bu savaşın ikisinden biri ölmeden durdurulması için bir an önce yardım gelmesini diliyordu. Her ikisinin de ölümü, Damien için, aynı eşitlikte bir yıkım olurdu.
Sirius ihtiyatla ayağa kalktı ve tam o anda, Harry’nin ikinci saldırısıyla yeniden havaya uçuruldu. Üçüncü saldırıda, Sirius kalkanını kaldırmayı başarmıştı. Harry’nin büyüsü o kadar güçlüydü ki, Sirius’un kalkanını neredeyse delecek gibiydi.
Sirius Harry’yi Sersemletmeyi denedi, ama çocuk büyünün yolundan kolaylıkla kaçmıştı.
“Harry, lütfen…” diye konuşmayı denedi Sirius, “dinle beni. Çocukken başına gelenlerin gerçek olduğunu düşündüğünü biliyorum.” Kendini Harry’nin saldırısından korumak adına kalkanını kaldırmak için bir süre sustu. “Lütfen, açıklamama izin…” Sirius cümlesini tamamlayamadı, çünkü bu sefer Harry’nin büyüsü onu kalkanını kaldıramadan önce vurmuştu.
“Ben, sadece, daha fazla alçalabileceğini düşünmemiştim, Black!” dedi Harry, öfkeden kudurmuş bir halde. “Bella’nın kılığına girdiğin o küçük numaran yetmiyormuş gibi, şimdi de kalkmış bana işkence edilmesine neden yardım ettiğini açıklayacağını söylüyorsun!”
“Harry, ben…”
Harry’nin büyüsü Sirius’un bacağını vurdu ve Sirius yere düşerek acı içinde bağırdı; bacak kemikleri kırılmıştı. İkinci bir büyü daha onu vurdu ve bu sefer asayı tutan kolu hedef alınmıştı. Kolu en az iki yerinden kırılırken, Sirius yine çığlığı bastı.
Sirius, gözü yaşlarla dolmuş bir halde, başını kaldırıp Harry’ye baktı.
“H-Harry… lütfen… doğru değil… biz yapmadık…” Sirius’un sözleri, Harry’nin gönderdiği İşkence Laneti ile kesildi.
İnanılmaz bir acı, bedenini ele geçirince Sirius ağzından çıkan çığlıklara engel olamadı. Vücudunun tamamı dayanılmaz acılarla sarsılıyordu. Lanet kaldırıldığında, Sirius lanetin neden bu kadar çabuk kaldırıldığını fark edemeyecek kadar soluk soluğa kalmıştı. Gözlerini açıp baktığında, soluğunun göğsünde sıkışıp kaldığını hissetti. Damien, Sirius’un önüne kalkan olmuş bir vaziyette, Harry’nin önünde dikiliyordu. Harry’nin asası hâlâ elinde duruyordu, ama ucu şimdi yere dönüktü. Sirius ayağa kalmaya çalıştı, ama kırılan kemiklerinin acısı onu yerde kalmaya zorluyordu.
“Damy, trene geri dön,” diye tısladı Harry, Damien’a.
“Hayır, durman gerek, Harry!” diyerek ona karşı çıktı Damien; sesi, gözyaşları ve panik duygusuyla çatallaşmıştı.
Damien Harry’nin karşısında cesurca dikilmeye devam etti; eline asasını bile almamıştı. Harry’nin canını yakmak gibi bir ihtimal onun için söz konusu dahi olamazdı. Onun Sirius’a İşkence Laneti uyguladığını görmüş ve akli melekelerini tamamen yitirmişti. Ron ya da bir başkası onu durduramadan, kendini trenden aşağı atmıştı.
“Damien! Çekil aradan!” dedi Harry; sesi, bu sefer daha gür çıkmıştı.
“Yapma!” diye yalvardı Damien. “Siri Amca hiçbir şey yapmadı. Annem ile babam da öyle. Lütfen, dur artık.”
Damien, Harry’nin öfkesini dizginlemekte ne kadar zorlandığını görebiliyordu. Hatta asasını sımsıkı tutmaktan parmak boğumlarının bembeyaz oluşunu bile görebiliyordu.
“Damien… çekil…” dedi Sirius, güç bela. Harry’nin Damien’ın müdahalesine ne kadar tahammül edeceğini kestiremiyordu. Damien’ın yaralanması riskini göze alamazdı.
“Damy, çekil!” diye bağırdı Harry.
Harry’nin asasından çıkan mavi bir ışık Damien’ı vurarak çocuğu acımasızca Sirius’tan uzağa fırlattı. Sirius çektiği ıstırabı tamamen unutarak ayağa fırladı. Harry’nin Damien’a saldırmış olmasına inanamıyordu. Ancak, Sirius bunun nedenini birkaç saniye sonra fark etmişti. Yalnızca birkaç saniye önce, yeşil bir ışık parlayarak gelip az önce Damien’ın olduğu yeri vurdu. Harry, asasını, bu sefer, az önce Damien’a Öldüren Laneti gönderen Ölüm Yiyen’e doğrulttu. Mor bir ışık Harry’nin asasından fırlayarak Ölüm Yiyen’i göğsünden vurdu.
“Size sadece Sersemletin, dedim!” diye kükredi Harry, Ölüm Yiyen’i havaya uçururken. Maskeli adam sertçe yere düştü, ama Harry hızla Damien’a koştu. Birkaç saniye sonra düşen çocuğun yanındaydı.
“Damien!”
Harry çocuğu yerden alarak ayağa kaldırdı. Damien’ın başı biraz dönüyor gibiydi, ama en azından acı çekmiyordu.
“Sana trende kalmanı söylemiştim!” diye bağırdı Harry. “Lanet olsun, Damien, sen hiç laf dinlemez misin?”
Harry, şoktan afallamış çocuğu tuttuğu gibi, trene doğru sürükledi. Kapıyı patlatırcasına açıp içerideki çocukların korkudan ödünü patlattı. Damien’ı trenin içine iterken, on üç yaşındaki çocuğun yalvarışlarını duymuyordu bile. Harry trenin kapısını kapatarak büyüyle kilitledi. Damien arkadaşları tarafından sarılarak içeri çekildi, ama onların tutuşlarından kendini kurtarmaya çalışıp pencereye yapıştı. Harry’nin, ona saldıran Ölüm Yiyen’e fırtına gibi gidişini seyretti. Ölüm Yiyen’in açıklama yapmasına fırsat vermeden, Harry asasıyla havayı yardı. Asasından çıkan yeşil ışığın Ölüm Yiyen’i göğsünden vurduğunu gören Damien nefesini tuttu. Ölüm Yiyen’in gevşek bedeni yere düştü ve bir daha da kıpırdamadı.
Birdenbire, havada çok sayıda pop sesi belirmiş, kırk kadar Seherbaz savaş alanına Cisimlenmişti. Harry etrafında dönerek yeni gelenleri gördü ve küfretti. Sinyali vermesiyle, tüm Ölüm Yiyen’ler anında Buharlaşmaya başladılar. Görevlerini başarıyla gerçekleştirmişlerdi. Geride, bir yığın yaralı veya ölü Seherbaz bırakmışlardı. Harry, bir an için, James Potter’ın yerde yatan Sirius Black’e doğru koştuğunu gördü. Yeşil gözleri James’in gözleriyle buluştu. Attığı son bir kızgın bakışın ardından, Harry de, Ölüm Yiyen’lerin geri kalanı gibi, savaş alanından Buharlaşarak gözden kayboldu.
Çeviren: Tuba Toraman