“Umurumda bile değil! Hak etti o bunu! Ne halt yediğini zannediyordu bu? Öldüreceğim onu!”
Sirius, onu tutan üç Seherbaz’dan kurtulmaya çalışarak Blake’e doğru yeniden hamle etti.
“Black! Otur şuraya! Kendine hâkim olmak zorundasın!” diye bağırdı Kingsley, Sirius’u zor kullanarak bir sandalyeye fırlatırken.
Sirius istemediği halde oturdu; ama gözlerini, köşede bir yerde oturmuş, Bakanlık Şifacı’larından biri tarafından muayene edilen kahverengi saçlı Seherbaz’dan bir an olsun ayırmıyordu.
“İyileşeceksin,” dedi şişman Şifacı kadın, adamın alnındaki kesiği iyileştirmeyi bitirdiğinde. Ardından, odadan bir an önce çıkma hevesiyle yürüyüp gitti. Ortam oldukça gergindi.
“Şimdi, bana tam olarak neler olduğunu anlatın,” dedi Kingsley, her zamanki kalın sesiyle.
“Neden bunu o köşedeki geri zekalıya sormuyorsun?” diye bağırdı Sirius. Blake’e öfkesi inanılmaz boyuttaydı. O herif yüzünden, Harry yine ellerinden uçup gitmişti. Oysaki eve geliyordu. Harry ile eve gitmek üzere olduklarını her aklına getirdiğinde, adama olan öfkesi katlanarak artıyordu.
“Senin orada ne işin vardı, söyle!” diye bağırdı Sirius, ondan düpedüz dayak yemiş olmasının şokunu yaşıyor görünen Blake’e. Sirius onu öyle bir dövmüştü ki, bir gözü morarmış, dudağı patlamış ve alnında derin bir yara açılmıştı.
“Bakan’ın emri üzerine oradaydım. Kılıcı getirmen için gidip sana eşlik etmemizi söyledi. Yardıma ihtiyaç duyduğunu neden düşündü, bilmiyorum, ama anlaşılan Kılıç çok pahalı ve değerli bir şey. Bakan’a bir an önce getirilmesi emredildi,” diye bağırdı Blake, Sirius’a cevap olarak.
“Ve sen de harika bir iş başardın,” dedi Sirius, sıkılan dişlerinin arasından.
Blake ona öfkeli bir bakış atmakla yetindi ve sanki başı kırılıp omzuna düşecekmiş gibi kafasını tutmaya devam etti.
“Bana vurmaya hakkın yoktu!” dedi, bir sürelik sessizliğin ardından. Ama daha söyler söylemez de pişman oldu; Sirius etrafındaki üç Seherbaz’ı da atlatmayı başararak dümdüz ona doğru uçmuştu. Blake’i cüppesinin yakalarından tuttuğu gibi deli gibi sarstı.
“Hakkım yok, öyle mi? Peki sen Harry’ye düpedüz yalan söyleme hakkını nereden buldun? Aklından ne geçiyordu?”
Blake korkudan sinerek Sirius’un elinden kurtulmak için çırpındı. Kingsley yeniden Sirius’u tutup ondan uzaklaştırarak iki adamı da sakinleştirmeye çalıştı.
“O sefil suratını saklasan iyi edersin, Blake! James’in bunu öğrendiğinde sana neler yapacağını bir düşün!” diye tısladı Sirius, titreyen adama karşı ve kendisini Kingsley’nin tutuşundan kurtararak odadan çıkıp gitti.
Ancak, tam odadan çıkmıştı ki, az daha birine çarpıyordu.
“Dikkat etsene!” diye bağırdı Sirius, adama.
“Hey! Bu ne öfke, Patiayak?”
Sirius başını kaldırdı ve James’in yüzünde tuhaf bir bakışla ona baktığını gördü.
“Ne bu halin?” diye sordu James; Sirius, karşısında onu bulmanın yarattığı ilk şoku atlatmaya çalışıyordu. Daha bir şey söyleyememişti ki, James konuşmaya devam etti.
“Seni, Blake’e ağzının payını verirken duydum,” dedi James, yüzünde bir sırıtışla.
“Gene ne yaptı bu geri zekalı?”
Sirius, elbette, James’e her şeyi anlatmayı planlıyordu, ama ona her şeyi şu anda burada söylemeyi hiç beklemiyordu. James’e baktı; ona olanları söylemekten biraz korkuyordu. James bugün her zaman olduğundan biraz daha iyi görünüyordu.
“Çatalak, belki de ofisime gitsek daha iyi olur. Böyle bir şeyi koridorun ortasında konuşmak istemiyorum,” dedi Sirius, gözlerini James’ten kaçırmaya çalışarak.
“Ah, peki. Madem öyle diyorsun,” dedi James; bir şeylerin ters gittiğini anlamıştı. Sirius’un bir Seherbaz’a el kaldırması, özellikle de Blake gibi bir Seherbaz’a, zaten ortada büyük bir mesele olduğunu gösteriyordu.
Sirius, James’i sağ salim ofisine götürüp oturttuğu anda, ona her şeyi anlatmaya başladı. Harry’yi eve getirmeye ne kadar yaklaştığını, Harry’nin ne kadar bitap göründüğünü ve eve gelmesini söylediğinde neredeyse rahatlamış göründüğünü anlattı. James oturduğu yerde, Sirius’un ona anlattığı her şeyi dinledi. Elleri sımsıkı yumruk halini almıştı. Dişlerini o kadar çok sıkıyordu ki, çenesi ağrımaya başlamıştı. Sirius, Harry’yi onunla gelmeye ikna ettikten sonra Blake’in durumu nasıl baltaladığını açıkladı. Tam da beklenildiği gibi, James ayağa fırladığı gibi, Blake’in ofisine doğru yol aldı. O herifi parçalarına ayıracaktı.
Ancak, James ofise ulaştığında, ona, Blake’in eve gittiğini ve birkaç gün daha işe gelmesinin beklenmediği söylendi. James, öfkeden kudurmuş bir halde, ofisten fırtına gibi çıktı. Bu olanlarla nasıl başa çıkacağını bilmiyordu. Sanki her şey James’in aleyhine işliyor gibiydi. O dertli haliyle Bakanlık’ı terk edip o günün gece geç saatlerine kadar ortalıkta görünmedi. Godric’s Hollow’a döndüğünde ise, hayatında ilk defa, Lily ile konuşmayı da reddetti. Kendini odasına kilitleyip ertesi güne kadar dışarı çıkmadı.
Lily, Sirius ve Remus onu ne kadar rahatlatmak için uğraşsalar da, James hiçbirini dinlemiyordu. Kalbini yaralayan şey, Harry’nin eve getirilememiş olması değildi. Asıl yarası, oğlunun eve gelmek isteyip gelememiş olmasındandı.
Harry, artık, diğer dört ‘çalışma arkadaşı’ ile öncekinden çok daha fazla vakit geçiriyordu. Şimdiye kadar, Hortkuluk’ların dördünü yok etmişlerdi. Şimdi ise, beşi birden son Hortkuluk’un ne olabileceğini bulmak için yeniden çalışmaya gömülmüştü. Harry Hogwarts’tan döner dönmez, Kılıcı yok etmişti. Şimdi ise, son Hortkuluk’un ne olabileceğini bulmaya çalışıyordu. Bir tanesinin, Riley’nin defterine çizdiği siyah günce olduğunu biliyorlardı, ama sonuncusunun ne olduğunu bulmak diğerlerinden çok daha zordu.
Hogwarts’ın dört kurucusuna ait dört Hortkuluk’un izini sürmek nispeten kolaydı; ama şimdi, siyah güncenin nerede tutulduğuna dair en ufak bir fikirleri dahi yoktu. Harry, siyah güncenin yerini bulmaya girişmeden önce, son Hortkuluk’un ne olduğunu bulmaya çalışıyordu.
“Hiç umut yok! Şimdi ne yapacağız? Hortkuluk olarak neyi seçtiğini tahmin edebilmemizin imkânı yok,” dedi Ron; elini masaya vurarak masadaki kitapları yere düşürdü.
“Düşünerek bulmaya çalışacağız. Elimizden daha fazlası gelmez,” dedi Ginny, içinde karanlık büyüler barındıran tehlikeli ve yasak nesnelerin tümünün listelendiği kitabı eline alarak.
“Bence, Yoldaşlık’ı yeniden dinlemenin vakti geldi. Profesör Dumbledore da son Hortkuluk’un ne olduğunu bulmaya çalışıyordur. Belki, bu bizi belli bir noktaya taşır,” dedi Hermione, Harry’ye çaktırmadan bakarak.
Harry, Yoldaşlık’ın pek yardımı dokunacağını sanmıyordu. Her şey bir yana, diğer dört Hortkuluk’un neler olduğunu öğrenmişlerdi ve Harry’nin arkasından gelmeye devam ediyorlardı. Harry’nin asıl canını sıkan şey, Voldemort’un dört Hortkuluk’u yok edildikten sonra, diğer iki Hortkuluk’unu çok daha iyi saklamış olma ihtimaliydi. Harry, yara izindeki ağrıların şiddetlenmesinden, Voldemort’un korkunç bir öfke halinde olduğunu biliyordu. Ağrıları artık öyle bir hal almıştı ki, baş etmesi çok ama çok daha zordu. Ağrı Giderici İksir’ler de eskisi gibi işe yaramıyordu ve Harry onları almaya devam etmemesi gerektiğini de biliyordu. Ancak, şimdi, Harry’nin başka bir seçeneği yoktu. Yara iziyle ilgili ne yapması gerektiğini, altı Hortkuluk’un da hepsini yok ettikten sonra, bulurdu.
Çocuklar Harry’ye Yoldaşlık’ın elinde ne kadar bilgi varsa toplayacaklarını söyleyerek toplantıyı bitirdiler. Tek yapmaları gereken, kristal küreyi yeniden kullanıp toplantının sonunda da almak olacaktı.
Harry, Yoldaşlık’tan hiçbir şey çıkmayacağına emindi. Ama elinde başka bir seçenek olmadığından, onların elindeki bilgileri kullanmayı kabul etmişti. Şu anda, yatağının üzerinde oturmuş, Voldemort’un Hortkuluk’larını saklayabileceği muhtemel yerlerin listesini çıkarmaya çalışıyordu. Güncenin, Voldemort’un büyükbabası Marvolo Gaunt’a ait olan güncenin aynısı olduğunu biliyordu.
Bazıları, Voldemort’un, büyükbabasının güncesini duygusal sebeplerden dolayı seçtiğini düşünebilirdi; ancak, Harry bunun hiç de öyle olmadığını biliyordu. Voldemort kesinlikle duygusal bir adam değildi. Günceyi, muhtemelen, büyükbabasından kalan yegâne eşya olduğu için seçmişti. Ayrıca, Gaunt ailesi Slytherin soyunun son temsilcileriydi. Bu durumda, Voldemort’un kendisi de Salazar Slytherin’in yaşayan tek torunu oluyordu. Harry’yi de soy zincirine katmak için işaretlemişti, ama Harry onun gibi doğrudan bir Slytherin değildi.
Harry hafifçe yara izine dokunup parmağını şimşek biçimli yara izinin üzerinde gezdirdi. İki saat kadar önce başlayan ataktan kalma yanma hissi sürüyordu. Böylesi bir atak uzun zamandır yaşamamıştı. Burnu bu atak yüzünden yine kanamıştı. Voldemort’un çok kötü haberler aldığı ortadaydı.
Voldemort kendisine yara izinin Riddle Malikânesi’ne geldiği ilk gece ona bağışladığı güç akışının bir sonucu oluştuğunu söylemişti. Harry artık yara izinin ona bağışlanan bir nimet olmadığını, tersine korkunç bir lanet olduğunu biliyordu. Bu iz, Voldemort ile onu birbirine bağlıyordu. Ona daima acıdan başka hiçbir şey vermiyordu. Harry kendini toparlamaya çalıştı. Şimdi, ona söylenen yalanları düşünmenin sırası değildi. Odaklanmak zorundaydı. Geriye kalan son iki Hortkuluk’u bulmak zorundaydı.
Kapının vurulmasıyla, Harry hızla başını kaldırdı. Ayağa kalkarak cebinden asasını çıkardı. Kapıya doğru sessiz adımlarla yürüdü ve kapıyı açmak için hazırlandı. Kimseyi beklemiyordu. Çocukların, Harry onları çağırmadığı sürece buraya gelmemeleri gerekiyordu. Aklına Nott ile arkadaşlarının ona nasıl saldırdığı gelince, asasını daha da sıkı kavradı. Kapıyı çok hafifçe araladı ve kapının aralığından canlı kızıl saçlar gördü. Kapıyı ardına kadar açarak dördünün içeriye girmesine izin verdi.
Harry kapıyı çarparak kapattı ve dönüp çocuklara yüzünde sert bir ifadeyle baktı.
“Siz benimle oyun mu oynuyorsunuz? Size, ben sizi aramadığım müddetçe, benim yanıma gelmeyeceğinizi söylemedim mi? Ne halt ettiğinizi zannediyorsunuz?” dedi Harry, canı sıkkın bir halde.
Çocuklar, hiçbir şey söylemeden, sadece dönüp birbirlerine baktılar. İşte o anda, Harry onlarda bir farklılık olduğunu sezmişti. Hepsinin yüzü biraz solgun görünüyordu ve bir şey yüzünden endişeli gibiydiler.
“Ne? Ne oldu?” diye sordu Harry; ses tonu önemli ölçüde yumuşamıştı.
Ginny ilk konuşan oldu.
“Sana bu şekilde gelmemizin doğru olmadığını biliyoruz, ama sana neler olduğunu anlatmamız gerektiğine karar verdik. Haberi gazeteden öğrenmenden ise bizden öğrenmen daha iyi olur.”
“Neden bahsediyorsun? Ne haberi?” diye sordu Harry. Dördünün ona bakan ifadeleri yüzünden paniklemeye başlamıştı. İçinde, her an patlayacak bir felaketin sezgisini taşıyor gibiydi.
Ginny Damien’a baktı ve Damien Harry’ye doğru bir adım yaklaştı.
“Gizlice Yoldaşlık toplantısını dinliyorduk. Bu sefer Uzayan Kulaklık’ları kapının altından göndermeyi başarmıştık. Moody orada olmadığı için yakalanma tehlikemiz de yoktu. Toplantı daha önceden planlanmadığı için, kimsenin kapıya tılsım yerleştirme fırsatı olmadı, sanırım. Üstelik heyecanlı bir telaş içindeydiler. Sonra, bunun sebebini öğrendik: Yoldaşlık Voldemort’un yakın çevre Ölüm Yiyen’lerinden birini yakalamış.”
Damien duraksadı; daha fazla devam etmesi gerektiğinden emin değil gibi görünüyordu. Harry içini bir huzursuzluğun kapladığını hissetti. Yoldaşlık’ın yakaladığı kişi kimdi?
“Damy, lütfen… söyle bana, kimi yakaladılar?” Harry’nin içinde, yakalanan kişinin kim olduğuna dair güçlü bir his vardı. Doğru olmamasını umuyordu.
Damien, konuşmadan önce, Harry’ye kaygı dolu bir bakış attı.
“Bellatrix Lestrange.”
Harry hiçbir şey söylemedi. Damien’ın az önce ne söylediğini hazmetmeye çalışarak orada öylece hareketsiz durdu. Yoldaşlık Bella’yı yakalamıştı! Onu yakalamışlardı ve artık her an Ruh Emici’lerin eline teslim edebilirlerdi. Bella’nın başına konan ceza da, Harry ile aynıydı. Yargılanması için duruşmaya çıkarılmayacaktı. Bella gibi birinin Öpücük’ten kaçma ihtimalini asla göze alamazlardı. Harry’nin bugün geçirdiği atağın sebebi de, bu olmalıydı. Voldemort Bella’nın yakalanmasına fena halde öfkelenmiş olmalıydı. O yalnızca yakın çevreden önemli bir üye değil, aynı zamanda Voldemort’un kalbinde küçük de olsa yer edinmiş bir Ölüm Yiyen idi. Hatta Voldemort’un gerçekten önemsediği yegâne insan olduğu bile söylenebilirdi.
“Onu iki saat kadar önce yakalamışlar. Bakanlık’ta tutuluyormuş,” diyordu Damien, ama Harry onu pek dinleyemiyordu. Kulaklarında başlayan çınlamadan kimseyi duyacak halde değil gibiydi.
“Onu… onu nasıl yakalamışlar?” diye sordu Harry; bunu neden merak ettiğini kendi de bilmiyordu.
“Onu yakalayan, Profesör Dumbledore’muş. Köylerden birinde çıkarılan bir isyan sırasında yakalamış. Ayrıca, bir şey daha var, Harry. Profesör Dumbledore’un onun izini sürüyor olmasının bir sebebi varmış. Sebebi… Hortkuluk’lardan birinin onda olmasıymış,” dedi Damien, yavaşça.
Harry ona yüzünde bir şaşkınlıkla baktı. Şu anda, Hortkuluk’larla ilgili bir şey duymayı hiç beklemiyordu.
“Nasıl olmuş bilmiyorum, ama Profesör Dumbledore Hortkuluk’lardan birinin Bella’da olduğunu öğrenmiş. Hortkuluk’un ne olduğunu hâlâ bilmiyoruz. Oradan hemen ayrılmak zorunda kaldık, ama Hortkuluk’un şimdi Bakanlık’ın gözetiminde olduğunu söylerken onu duyduk.”
Harry’nin zihninden ardı ardına düşünceler geçiyordu. Bella yanında bir Hortkuluk taşıyordu. Bir isyan sırasında, nasıl olup da Bella böyle bir şeyi yanında taşımış olabilirdi? Hiç mantıklı değildi.
Ve ansızın, Harry Hortkuluk’un ne olduğunu anladı. Nasıl olup da onun bir Hortkuluk olduğunu bunca zaman anlamamıştı.
“Yüzük! Black ailesinin yüzüğü! Onun kullandığı tek aksesuar o. Yüzük, safkan kanı taşıyan Black ailesine ait ve ailenin çoğu da Voldemort’a kendini adamış sadık destekçiler,” dedi Harry. Aslında bunları birine söylemiyor, daha çok sesli bir şekilde kendi kendine düşünüyordu.
“Tabii ya! Black aile yüzüğü bir Hortkuluk,” dedi Harry; başını kaldırıp Damien’a baktı.
“Ve şimdi de, Bakanlık’ın elinde. Muhtemelen, çok yakında yok ederler,” diye ekledi Hermione.
“Bella’yı Azkaban’a ne zaman götürüyorlar? Dumbledore bununla ilgili bir şey söyledi mi?” diye sordu Harry.
Tekrar, çocuklar hiçbir şey söylemeden dönüp birbirlerine baktılar. Bunun, Harry’ye söylemek istemedikleri bir bilgi olduğu açıktı.
“Ne?” diye sordu Harry, onların bu tavırlarına sinirlenerek.
“Şey, ee, şöyle ki… onu Azkaban’a göndermeyecekler. Kaçma riskini göze almak istemiyorlar. Onun yerine… Ruh Emici’leri Bakanlık’a getirecekler. Öpücük bu gece gerçekleştirilecek,” dedi Ron, Harry’nin gözlerine bakmamaya özen göstererek.
Harry yüzüne yumruk yemiş gibi hissetti. Bu gece mi? Bella’nın bu gece ruhu emilecekti. Harry ne yapacağını bilmiyordu. Başı dönüyordu.
Harry, Bella’nın da, en az Voldemort kadar ona yalan söylediğini ve onu kandırdığını biliyordu; ama yine de, onu düşünmeden edemiyordu. Harry biliyordu; Bella, eline fırsat geçse, onu Voldemort’a teslim eder, hafızasının silinerek eski kullanıldığı hayatına geri döndürülmesini sağlardı. Ama tüm bunlara rağmen, Harry geride durup onun yok edilmesine seyirci kalamazdı.
Harry, başka hiçbir şey söylemeden, arkasına dönüp kapıdan dışarı fırladı. Diğerleri de hızla harekete geçerek onun peşinden gittiler.
“Harry! Nereye gidiyorsun?” diye bağırdı Damien, Harry’nin kolunu yakalamaya çalışarak; ama Harry onun tutuşundan kurtularak dış kapıya doğru ilerledi.
“Harry! Nereye gidiyorsun?” diye tekrarladı Damien; Harry’nin kolunu yakaladığı gibi, onunla yüz yüze geldi.
“Bırak, Damien,” dedi Harry, sakin bir şekilde; ama Damien onu iki eliyle de tutmaya devam etti.
“Hayır, Harry! Oraya gitmeyi aklından bile geçirme. Bakanlık’ın içinde! Ona yardım edemezsin,” diye ağabeyine durumun ciddiyetini açıklamaya çalıştı, ama Harry kendini onun tutuşundan kurtararak öfkeyle ona baktı.
“Geride durup onun yok edilişini izlemeyeceğim!”
“Harry, lütfen mantıklı ol. Ne yapabilirsin ki? Bakanlık’a öylece yürüyerek girip sonra da elini kolunu sallayarak dışarı çıkamazsın. Kendini tehlikeye atmaktan başka hiçbir işe yaramaz bu!” dedi Ginny; o da Harry’nin koluna yapışmış, intihar girişimini engellemeye çalışıyordu.
“Evet, yani, Bellatrix’ten bahsediyoruz. O da sana en az V-Voldemort kadar ihanet etti. Artık ona olan sadakatini kırmalısın,” diye ekledi Ron. Voldemort’un adını söylemiş olmasından dolayı hissettiği rahatsızlık, ifadesinden anlaşılıyordu. Harry, yeşil gözlerinde acı bir ifadeyle, Ron’a döndü.
“Sizden anlamanızı beklemiyorum, ben de kendimi tam anlamıyla anlamıyorum zaten. Ama bildiğim tek bir şey var; o da, Bella’nın Öpücüğü almasını kaldıramayacak oluşum. Eğer ona –hiç değilse bu seferlik– yardım etmezsem, bununla yaşayamam.”
Harry’nin bu sözleri, diğerlerini sakinleştirmişti. Hermione Harry’ye baktı ve sonra, dönüp Damien’la göz göze geldi.
“Pekâlâ, Harry, madem bunu yapmaya bu kadar kararlısın, durma git. Ama şunu bil ki, hiçbir plan yapmadan, Bakanlık’a öylece girip onu kurtaramazsın. Öncelikle, oturup ne yapacağını planlaman gerekir,” dedi Hermione, gergin bir sesle.
“Hermione! Harry’ye bir Ölüm Yiyen’i kaçırması için yardım edemeyiz! Bunun bedeli, Azkaban’da müebbet!” diye feryadı kopardı Ron.
“Biz ona yardım etmeyeceğiz. Biz, sadece, Harry’nin oradan sağ salim çıkmasını sağlayacağız,” diye açıkladı Hermione.
“Sorun yok, Hermione. Ben ne yapacağımı gayet iyi biliyorum,” dedi Harry ve Damien’a döndü. Genç çocuk yutkundu; Harry’nin ona bakışından tam olarak neyi ima ettiğini anlamıştı.
Bella rutubetli ve soğuk hücresinde titreyerek oturuyordu. Duvara zincirlenmişti ve son bir saattir kendini serbest bırakmak için umutsuzca çırpınıyordu. Nasıl yakalandığını düşündükçe kendine kızıyordu. O aptal Seherbaz’a İşkence Laneti yaparken, bir dakika sonra, kendini ayakları yerden kesilirken ve doğrudan Dumbledore’un kollarına doğru uçarken bulmuştu. Dumbledore, o daha gözünü bile kırpamadan, tüm vücudunu Beden Kilitleme Laneti’yle bağlamıştı.
Ancak, asıl canını sıkan şey bu değildi; Ruh Emici’lerle yüz yüze gelmek için neredeyse can atıyor, Karanlık Lord’a olan sadakatini herkese duyurmak istiyordu. Ne de olsa, Karanlık Lord’a katılan tüm Ölüm Yiyen’lerin göze aldığı bir riskti bu. Hayır, onun asıl canını sıkan şey, Bakanlık’ın yüzüğü biliyor olmasıydı. Onun bir Hortkuluk olduğunu biliyorlardı. İyi ama nasıl? Ona asıl soğuk terler döktüren şey buydu. Efendisini fena halde başarısızlığa uğratmıştı. Efendisi bu kadar önemli bir şeyde ona güvenmişti; o ise onu güvenle saklamayı başaramamıştı.
Bella yaşadığı ıstırapla irkilerek biraz geri çekildi; zincirle bağlı eli ters döndü. O kahrolası Seherbaz yüzüğü alabilmek için parmaklarını kırmıştı. Bella onun hakkından gelmesini bilirdi, ama kırılan parmakları yüzünden hiçbir şey yapamamış, yüzük elden gitmişti. İçindeki panik duygusuyla baş etmeye çalışıyordu; o yüzden, hücresinin kapısının açıldığını ve içeri sessizce birinin girdiğini bile fark etmedi. Ancak ‘Lumos’ diye fısıldandığını duyduğunda, dikkati dağılıp başını kaldırdı.
Başını kaldırıp baktığında, görmeyi hiç beklemediği bir yüz gördü. Gelen kişiye kaşlarını çatarak baktı ve adını lanetliymişçesine tükürürcesine söyledi.
“Black! Ne istiyorsun?”
Sirius elindeki asanın ışığını indirip kuzenine baktı. Bir zamanlar tanıdığı ve sevdiği birinin, özellikle de Bella gibi birinin, bu şekilde tutulduğunu ve acı çektiğini görmek yürek sızlatıyordu. Sirius onunla aynı göz seviyesine gelmek için tozlu zemine oturdu. Bella ise dik dik ona bakıyordu.
“‘Oh olsun’ demek için mi geldin? ‘Sana söylemiştim’ mi diyeceksin? Sen de en az diğerleri kadar zavallısın!” diye bağırdı Bella, duygularını kontrol altında tutmayı başaramayarak.
Sirius hiçbir şey söylemedi; onun yerine asasını onun bağlı olan ellerine doğrulttu.
“Ne yapıyorsun? Beni yalnız bırak, Black!” diye tısladı Bella ve ona karşı sırtını dönmeye çalıştı; ancak, onu tutan zincirler pek fazla hareket etmesine izin vermiyordu.
Sirius asasını Bella’nın kırık parmaklarına doğrulttu ve bir iyileştirme büyüsü fısıldadı. Bella, elinde ve parmaklarında, önce keskin bir acı hissetti; ardından ise acı dinip içini sıcak bir his doldurdu. İstemeden de olsa, gözlerini kapatmış, rahat bir nefes almıştı. Son bir saattir elinin acısı onu öldürecek gibiydi. Siyah gözlerini açtı ve Sirius’a baktı. Ona yardım etmişti. Bella Sirius’un onun canını yakmaya geldiğini sanmıştı; ikisi de savaşın zıt taraflarındaydılar ve ondan da başka bir şey bekleyemezdi.
“Bell,” diye fısıldadı Sirius.
Bella irkildi. Ona böyle seslenen kimse kalmamıştı artık. Onun adı Bellatrix ya da Bella idi. ‘Bell’ ismi, daha çocukken, yalnızca Sirius’un taktığı bir isimdi.
“Bell, bana bak. Lütfen, bana bak.” Sirius’un fısıldayarak söylediği sözler Bella’yı gafil avlamış, başını kaldırıp kuzeninin mavi gözlerine bakmıştı.
“Ben hiçbir zaman böyle olmasını istemedim, Bell. Biliyorsun. Sana defalarca onu terk etmeni, bana dönmeni söyledim. Ama senin aklın fikrin onun peşinden gitmekti. Ama henüz geç değil, Bella. Onu terk et. Af dile ve Bakanlık’a onunla ilgili bildiğin her şeyi anlatacağını söyle. Bana sana merhamet göstereceklerine dair söz verdiler; Öpücük almaktan kurtulacaksın! Lütfen, Bell, kurtulmak için son bir şansın var, iyi düşün!”
Sirius, ona, Bakanlık’ın ona verdiği son şansı değerlendirmesi için yalvarıyordu. Dumbledore ile Sirius, Bakan’ı sürekli rahatsız ederek Bella’ya bir şans vermeye ikna etmişlerdi. Ama Sirius ne kadar dil dökerse döksün, Bella’nın bu seçeneği kabul etmeyeceğini biliyordu. Bella, dudaklarında deli gibi bir sırıtışla, başını iki yana salladı.
“Onu asla terk etmem! O benim Efendim ve daima da öyle kalacak. Sana acıyorum, Sirius. Onu hiçbir zaman anlamadın. O Potter’ların etkisinde kaldın! Senin aklını Bulanık’lar ve Muggle’larla ilgili saçma sapan şeylerle doldurdular. Sen soylu bir aileden geliyordun! Black ailesinden! Ve sen ne yaptın? Tüm bunları bir kenara itip kendilerini bile kurtaramayacak kadar zayıf olan o zavallılara yardım ettin. Benim ise kimsenin yardımına ihtiyacım yok, Black! Efendim için ölümü memnuniyetle kabul edip ona olan gerçek sadakatimi göstereceğim!”
Sirius, aklını kaçırmış kuzenine öylece bakmanın dışında bir şey yapamadı. O artık geri döndürülemeyecek kadar uzaklaşmıştı ve Sirius ona yardım edebilmek için hiçbir şey yapamazdı. Yavaş yavaş ayağa kalktı. Bella, yardımını açıkça reddettiğine göre, kurtarılamaz durumdaydı; ama yine de, elinden bir şey gelmediği halde, ona ihtiyacı olduğu böyle bir zamanda yardım edemediği için onu yüzüstü bırakmış gibi hissediyordu.
Sirius, gözyaşlarına hâkim olmaya çalışarak, kuzenine son bir bakış daha attı. Ondan uzaklaşarak hücreden ayrıldı; buradan koşarak uzaklaşmak, Ruh Emici’ler onun ruhunu emmek için buraya geldiğinde burada olmamak istiyordu.
Bella da ağlamamak için kendini zor tutuyordu. Sebebi, Sirius’un ona yardım etmesini istediğinden değildi, hayır. Voldemort’a sadık kalmakta oldukça kararlı ve inatçıydı. Üzülüyordu, çünkü aslında ölmek istemiyordu. Ölümünün ne kadar yakın olduğuna dair şüphesi yoktu; Bakanlık’ın kalbinde tutulduğu için Voldemort ona yardım edemezdi. Zaten Bella da Efendisinin kendisini riske atmasını istemezdi; ama bir yanı, çaresizce Öpücükten kurtarılmayı bekliyordu. Ruhunun emilerek çıkarılması, kolaylıkla kabul edilecek bir şey değildi.
Kapıya yaklaşmakta olan ayak sesleri duydu ve bir iki saniye sonra, hücrenin kapısı açıldı. Bu sefer gelen kişi, Bella’nın görmeyi beklediği, ama onu gördüğüne hiç de sevinmediği biriydi.
“Gitme zamanı, Bellatrix,” dedi Fudge, durduğu yerde asasını ona doğrulturken.
Zincirler aniden çözülüp yere düştü ve Bella yavaş yavaş ayağa kalktı. Her ne kadar zayıf, titreyen bacaklarının ağırlığını taşıyabileceğini sanmasa da, ayakta durmayı başarıp kapıya doğru ilerledi. Bakan’ın yalnız olduğunu görünce şaşırdı; ona eşlik eden hiçbir Seherbaz yoktu. Ruh Emici’lerin de hiçbir yerde görünmediğini fark edince daha da şaşırdı. Neler oluyordu?
“Sakın bir şey yapmaya kalkışma, pişman olursun!” dedi Bakan Fudge, önce bir bileğini, ardından da diğer bileğini kelepçelerken. Kafası karışan Bella’yı sürükleyerek hücreden çıkardı ve aşağı inen merdivenlere doğru götürdü.
Bella bir şey söyleyemeyecek kadar afallamıştı; o yüzden, onu sessizce takip etti. Ruh Emici’lerle yüzleşmek için cesaretini toplamaya çalışarak düşüncelerinde kaybolmuştu. Üstlerinde bir yerden aceleyle hareket eden ayak seslerini ve yükselen sesleri duyduğunda, bir şeylerin ters gittiği gerçeğini anlamıştı.
“Gitmiş! “ diye bağırdı boğuk bir ses, yukarılarda bir yerlerden. Fudge adımlarını durdurmuş, gelen sesleri dinliyordu.
“Ne demek gitmiş? Onu hücreden kim çıkardı?” diye haykırdı başka bir ses; Bella bu sesin ona çok tanıdık geldiğini fark etmişti.
“Ee… şey… siz çıkardınız, Bakanım,” dedi ilk ses, tereddütlü bir halde.
Bella süratle başını çevirip yanında duran Fudge’a baktı. O ise hâlâ gelen sesleri dinliyordu.
“Sen neden bahsediyorsun? Buraya getirildiğinden beri onu bir kez bile görmedim!” dedi, Bakan’ın sesi gürleyerek.
“Ama… ama efendim, sizi kendi gözlerimle gördüm. Birkaç dakika önce geldiniz ve onu alıp götürdünüz,” dedi ilk ses, viyaklar gibi.
Bella’nın yanında duran Bakan hemen başını ona doğru çevirdi.
“Gitmeliyiz, hadi!”
İkisi birden koridor boyunca koşmaya başlayıp koridorun diğer ucundaki kapıları parçalarcasına açtılar. Küçük bir kapının yanında durup gerginlikten ve korkudan nefes nefese kalmış bir halde duvara yaslanıp durdular.
“Sen… sen kimsin?” diye sordu Bella; ancak, sahte Bakan daha cevap vermeden önce, cevap kendiliğinden gelmişti.
Bella, Fudge’ın yuvarlak yüzü küçülerek zayıflarken onu izledi. Saçlarının yerini dağınık siyah saçlar aldı ve Bakan’ın mavi gözleri, o tanıdık zümrüt yeşili renge dönüştü.
Sahte Bakan ona büyük gelen cüppesini üzerinden çıkarıp içine giydiği siyah Muggle kıyafetleriyle karşısında dururken, Bella onu soluğunu tutarak izledi. Önündeki çocuk, hemen onun kelepçelerini çıkarıp attı.
“H-Harry?” dedi Bella; Harry’nin karşısında durduğu gerçeğine hâlâ inanamıyor gibiydi. Yüzünü görmeyeli aylar olmuştu.
Kuzgun karası saçlı çocuk ona baktı, ama bir şey söylemedi.
Onun elini tuttu ve birlikte dar kapıdan girerek koşmaya başladılar; ta ki, önlerine iki yol ayrımı çıkana kadar. Harry bir iki saniye bekleyip Bella’yı tutarak sağdaki yoldan koşmaya devam etti. Şimdi, önlerinde küçük bir asansör vardı. Oldukça eski ve emniyetsiz görünüyordu, ama bu, dışarı çıkmanın tek yoluydu.
Harry ile Bella kendilerini eski püskü asansöre attılar ve Harry, Ron’un ona söylediği, onları binanın gizli odasına götürecek şifreyi girdi. Ron’un haklı olmasını umuyordu.
Bella Harry ile yeniden konuşmaya çalıştı, ama Harry onu duymazdan geldi; kalbi göğsünde deli gibi çarpıyordu. Bir an önce buradan çıkmalıydı. Tek yapması gereken, küçük odaya girip oradan binanın dışına çıkmaktı. Bunu zamanında başarması gerekiyordu.
Asansör durur durmaz, Harry ile Bella hızla odaya girip çıkış kapısına doğru ilerlediler. Burası onları binanın arka kısmına götürecekti. Şimdi, yapmaları gereken tek şey, acil çıkış kapılarını kullanıp binayı terk etmekti.
Ancak, daha kapıya ulaşamamışlardı ki, kapı uçarcasına açıldı ve Harry ile Bella adımlarının ortasında donakaldı. Önlerine, kapıyı kapatan ve asasını onlara doğrultan biri duruyordu. Bu kişi, Sirius Black idi.
Çeviren: Tuba Toraman
Yorumlara bak
.
Mükemmel hızlıcı çıkıyor . Çok güzel
Harika çok beklemiyoruz sonunda . Bölüm harikaydı.
Maviunicorn778 komutanım sizden önce geldim dıııt dıııttt! Sadist Çatlaklar’a hiç uğramaz oldunuz? Ordan iletişim kuramayınca burada nöbet tutmaya başladım eheheheh. Komutanım bir sorun yok dimi dıt dıııt!
Çok güzeldi
Lumos! Not: Bu Yorum Spoiler içerir. Açıkçası Sirius'un Bella'yı ordan kurtarmak için yalvarması ve Bella'nın reddetmesi ve Harry'nin Bella'yı kurtarması ama en önemlisi Sirius'un ona Bell demesi güzel bir detay olmuş. Mükemmel bir hayran hikayesi. Bu arada Sirius ona yalvarırken Sirius'un öldüğü yer geldi aklıma o GIF'ten. Bella kötü biriydi bu doğruydu ama içinde bir iyilik vardı. Kötü olması içindeki mutluluğun olmaması değil, çok çok az olmasıydı. Açıkçası Bella benim en sevdiğim kötü karakter. Bella'ya bu hikayede daha fazla yer verildiği için mutluyum. Ama asla Grindelwald'u desteklemeyi bırakmam. Nox!
Sirisun her hareketine düşüyorum...