Karanlık Prens – İçimdeki Karanlık #58: Gryffindor Hortkuluk’u

Karanlık Prens

GİRİŞ İÇİN TIKLAYIN.

55. BÖLÜM

56. BÖLÜM

57. BÖLÜM

Lord Voldemort’un o karanlık gece, Harry Potter‘ı öldürmeyip kendi oğlu gibi büyütmeye karar verdiği alternatif bir hayran hikâyesine ne dersiniz?
ÖNEMLİ BİR NOT: Karanlık Prens serisinin ilk cildi İçimdeki Karanlık hikâyesinin yeniden yazılmış bölümleri 57. bölümle sınırlıydı. Yazar bu maceranın yeni versiyonunu uzun süredir yazmadığı için, kalan bölümlerin yeni versiyonunu eskisiyle bağlayarak yayınlama kararı aldık. Bundan böyle bölümler, Tuba Toraman‘ın düzeltisiyle karşınızda olacaktır. Karşınızda İçimdeki Karanlık cildinin elli sekizinci bölümü!

Karanlık Prens - İçimdeki Karanlık #58: Gryffindor Hortkuluk'u

bölüm 58

Gryffindor Hortkuluk’u


Lord Voldemort’un artık her toplantıda kötü haberler alması rutin bir hale gelmişti. Ne zaman Ölüm Yiyen’ler karşısına çıksa, ona daha çok aksilikten başka bir şey getirmez olmuşlardı. Aralarındaki savaş artık çığırından çıkmıştı. Ölüm Yiyen’lerin isyan ve kaos götürdüğü her yerde, karşılarına Seherbaz’lar çıkıyor, onları pusuya düşürmek için bekliyorlardı. Üstelik yeni topladığı Ölüm Yiyen’lerin çoğu yakalanıp Azkaban’a atılmıştı.

Lord Voldemort oturduğu yerde gözlerini yumarak, son toplantıda duyduklarını düşünmemeye çalıştı. Lucius, ona, Harry’nin kurdukları tuzağa düştüğünü ve yanında bir grup çocukla Altın Tüy Kalem’i çalmak için Sihirli Miraslar Galerisi’ne  geldiğini söylemişti. Ancak, bu kez  de Korakilee’lerin aniden ortaya çıkmasıyla Prens’i ellerinden kaçırmışlardı. Lord Voldemort’un, Lucius’a işkence ettikten sonra haberi getiren Ölüm Yiyen’leri de o anki öfkesiyle öldürdüğünü söylemeye gerek bile yoktu. Gel gelelim, Korakilee’lerinin soygunu yapan kişilerin yakasını bırakmayacağını biliyordu. Tüy Kalem yerine geri konmadığına göre, bunun tek bir anlamı vardı: Hortkuluk’u yok edilmişti.

Lord Voldemort, Korakilee’lerle başa çıkabilecek ve Hortkuluk’u yok edebilecek tek bir kişinin olduğunu, onun da kendi Harry’sinden başka kimse olamayacağını biliyordu. Bu sefer içindeki öfkeyi yatıştıramıyordu. Öfkesinin tüm bedenini sarmasına izin verdi. Harry bir Hortkuluk’unu daha yok etmişti. Peki, sonuna kadar gidecek miydi? Anlaşılan, evi, Hortkuluk’ları bulup yok etmek için terk etmişti. Niyeyse, Lord Voldemort bu zamana kadar buna inanmak istememişti. Harry’nin eve döneceğinden emindi. Harry, başka hiçbir yere ait olmadığını anladığında, Lord Voldemort’a dönmek dışında başka bir şansı olmadığını anlayacaktı.

Ancak, şimdi, Lord Voldemort Harry’nin ona karşı bir savaş açtığını kabul etmek zorundaydı. Ölüm Yiyen’lerine, Harry’yi geri getirmeleri konusunda kati emirler vermişti. Başarısız olmaları durumunda onlara ölümlerin en beterini yaşatacağını söylemişti.

Karanlık Lord odasında oturmuş, Harry’nin ihanetiyle nasıl başa çıkacağına dair derin düşüncelerine dalmışken, kapısına vurulan hafif bir tak sesiyle düşünceleri bölündü. Başını kaldırarak asasız bir şekilde kapılarını açtı ve titreyen bir figürün eşikte belirip dizlerinin üzerine çöküşünü izledi.

“L-Lord’um!” diye zayıf bir ses geldi.

Lord Voldemort adamı tanımıştı. Sadık adamlarından biriydi ve birçok eşyanın muhafaza edilmesinden sorumluydu. Genellikle Lord Voldemort’un değerli hazinelerini korumakla yükümlüydü. Lord Voldemort’un bu zamana kadar topladığı çok sayıda sihirli objesi vardı ve her birinin de kendi içinde bir amacı vardı.

“Rise Corbett. Niye geldin? Seni çağırmadım,” dedi Voldemort, bıkkın bir sesle. Şu an kimseyi görmek istemiyordu.

“Ö-özür dilerim, Lord’um, ama size büyük bir talihsizliği bildirmek için geldim.”

Lord Voldemort içten içe inledi. Yine ne olmuştu? Daha fazla kötü haberi kaldırabileceğini sanmıyordu.

“Ne talihsizliği?” diye sordu, karşısında tir tir titreyen adama gözünü dikmiş bakarak.

“Lord’um, Ka-Karanlık P-Prens buradan ayrılmadan bir süre önce, bana gelmişti. Size ait hazinelerden birinin taşınmasını emretti. Ona bunu sizin emrettiğinizi söylemişti. B-Ben aslında, vermek istememiştim, ama onun nasıl ikna edici biri olduğunu iyi bilirsiniz.”

Lord Voldemort gülümsedi. Evet. Harry oldukça ikna edici biriydi. İkna sanatını ona öğreten de, Lord Voldemort’un kendisinden başkası değildi.

“Ne aldı?” diye sordu Lord Voldemort. O zamanlar, Harry’nin ona hâlâ sadık olduğunu biliyordu. Her ne aldıysa, çok da önemli olmasa gerekti.

“Lord’um, a-aldığı şey, Lahyoo Jisteen’dı!”

Lord Voldemort midesinin şokla kasıldığını hissetti. ‘Lahyoo Jisteen! Harry Lahyoo Jisteen’ı almıştı!’ Hızla ayağa kalkarak Corbett’ın titreyen bedeninin tepesine dikildi.

“Bunu bana niye zamanında bildirmedin?” diye tısladı, Ölüm Yiyen’e.

Corbett öfkeli Karanlık Lord’dan geriye doğru irkildi ve sonra kekeleyerek cevap verdi:

“Ben… ben Prens’in sizin emrinizle hareket ettiğini zannediyordum. Ama bugün, Prens’in size ait olan bir şeyi yok ettiğini duyduğumda, Lahyoo Jisteen konusunda bana yalan söylemiş olabileceğini düşündüm.”

Lord Voldemort durduğu yerde gözlerini korkan adama dikmişti. Bu hiç iyi değildi. Lahyoo Jisteen yeri doldurulamaz eşsizlikte bir taştı. O, Dumbledore’a karşı son bir darbe olarak kullanılacaktı. Lord Voldemort asasını Corbett’a doğru kaldırırken, adam dehşetle viyaklayıp ayaklarına kapandı.

“Lütfen! Lütfen, Lord’um, beni affedin! Taşı ona vermek istememiştim, ama Prens bunu asla kabul etmezdi. Özür dilerim! Lütfen, beni affedin!”

Voldemort Zihnefend uyguladı ve Harry’nin taşın acil taşınması gerektiğini söyleyen anıyı izledi. Gerçekten de, bunun Lord Voldemort’un emri olduğunu ve taşı almak için beklediğini söylemişti. Voldemort kendini anıdan koparıp çıkardı; kendini yıllardır olmadığı kadar öfkeli hissediyordu. Sorun, yalnızca Harry’nin taşı çalması değildi; bunu, ona sadık olduğunu söylediği bir zamanda yapmıştı.

Voldemort, Corbett’a, cezasına sonra karar vereceğini söyleyip gitmesini emretti. Sandalyesine oturup yeniden düşüncelerinin içinde kayboldu. Harry neden yalan söyleyip taşı çalmıştı? Harry böyle bir şeyi neden yapardı ki? Hortkuluk’larını ona yalan söylediğini öğrendikten sonra, çok sinirlendiği için yok etmişti. Voldemort bunu anlıyordu. Harry’ye, yapmış oldukları yüzünden, hâlâ korkunç bir öfke duyuyordu, ama en azından böyle davranmasının sebebini anlıyordu. Gel gelelim, Lahyoo Jisteen’ı çalmasının hiçbir mantıklı açıklamasını bulamıyordu. Harry taşı neden istemiş olabilirdi?

Lord Voldemort daha önce şahit olduğu bir anıya odaklandı. O dönem, Harry’nin canı biraz sıkkın görünüyordu. Hatta yerinde duramayan halini hatırladıkça, taşı çalmış olmasının gerginliğini gösteriyor gibiydi. Harry’nin gözlerinde o kaygılı bakışları görmüştü. Ve aniden, Voldemort bir şeyi daha hatırladı. Harry’yi, Hogwarts Ekspresi saldırısında ‘Potter veledi’nin hayatını kurtardığı için sorguladığı günü düşündü. Harry, çocukla arasında hiçbir bağ olmadığını söylerken gergin ve biraz da huzursuz görünüyordu. Mümkün olabilir miydi? Harry taşı bunun intikamını almak için çalmıştı? Hayır, bu hiç Harry’ye uygun değildi. Harry, hoşuna gitsin ya da gitmesin, Voldemort’un söylediği her şeyi reddetmişti.

Lord Voldemort soluğunu bırakıp göğsünde sıkışıp kalmış acıyı serbest bıraktı. Harry ona yalan söylemişti. Harry, Voldemort’a, onun her daim düşündüğü gibi sadık değildi. Harry taşı bir amaç uğruna çalmıştı ve arkasından iş çevirdiğine bakılırsa, bu, Voldemort’un onaylayacağı bir şey değildi. Peki, Harry bu taş ile ne yapmıştı? Voldemort bütün gecesini bu soru üzerine düşünerek geçirmişti.

* * *

Sirius baş ağrısını azaltabilmek umuduyla şakaklarını ovuyordu. Son zamanlarda pek iyi uyumadığı için, şimdi acısını çekiyordu. Dumbledore başka bir Yoldaşlık toplantısının ortasındaydı ve Sirius’un baktığı her yerde yorgun görünen yüzler vardı. James yanında oturuyor, Dumbledore’un ağzından çıkan her sözcüğü dikkatle dinleyen tek kişiymiş gibi görünüyordu. Sirius aslında James’in bir profesörü böyle dinlediğini görse, onunla fena halde uğraşır, onu alay konusu haline getirirdi; ama içinde bulundukları durum komik olmaktan bir hayli uzaktı. Bakanlık, Altın Tüy Kalem’in de, Hufflepuff’ın Kupası gibi, Harry tarafından çalındığına ikna olmuştu. Her ne kadar bu dediği doğru gibi görünse de, Bakan’ın ortaya koyduğu gerekçe gerçeklerden bir hayli uzaktı. Cornelius Fudge’a göre, Harry bu iki iyi korunan nesneyi Voldemort’un emirleri üzerine çalmıştı. Harry’nin Voldemort’un yanından ayrıldığına inanmıyor, Voldemort’un kendi Hortkuluk’larını toplayarak güvence altına aldığını düşünüyordu.

Dumbledore, Bakan’ı durumun öyle olmadığına ikna etmek için uğraştığını, ama Fudge’ın onun Harry ile ilgili söyleyeceği hiçbir şeyi dinlememekte ısrarcı olduğunu söylüyordu. Fudge’a göre, Harry Dumbledore’un yumuşak bir noktasıydı; çünkü onun Seçilmiş Kişi olduğunu düşünüyordu. Elbette, Fudge kehanet saçmalıklarına inanmıyor, bununla ilgili hiçbir şeyi dikkate değer bulmuyordu.

“Korkarım, bugünden itibaren, Harry’nin suç dosyasına iki yeni suçlama daha eklendi: son derece kıymetli iki eserin çalınması suçu,” dedi Dumbledore, odadakilere.

Sirius, James’in gözlerini kapatıp yavaş yavaş soluk alıp verdiğini gördü. Anlaşılan, öfkesine hâkim olmaya çalışıyordu. Çocukluktan beri en yakın arkadaşı olan James’i bu halde görünce, kendisinin de kendi duygularını kontrol etmek için mücadele etmesi gerekti. James’in bunca şey yaşaması hiç de adil değildi. Oğlunu yeniden kaybetmiş olmanın verdiği duygusal travma bir yana, Harry’nin ya Voldemort ya da Bakanlık tarafından yakalanıp cezalandırılacak olmasından da delicesine korkuyordu.

‘Alex’i arama çalışmaları da hiç iyi gitmiyordu. Görünen o ki, Harry uzun zamandır ‘Alex’ kimliğini kullanmıyordu. Toplantının bitmesiyle, Sirius eve gitmek için hemen ayağa kalktı; gidip bir an önce uyumalı ve şu lanet baş ağrısından kurtulmalıydı.

“Sirius! Bir dakika bekle, lütfen, sizinle konuşmam gerek,”  dedi Dumbledore’un sesi, Sirius’u durdurarak. Sirius gönülsüzce arkasına dönüp yerine geri oturdu.

Masada geriye yalnızca Dumbledore, James, Remus ve Sirius kalınca, Dumbledore konuştu.

“Korkarım, size daha kötü bir haber vereceğim,” dedi, ciddiyetle.

Sirius’un kalbi tekler gibi oldu. ‘Daha kötü bir haber mi? Daha kötü başka ne olabilirdi ki?’

“‘John ile Fiona’nın bulunduğu yere, Alex hakkında sorular sormak ve onu son zamanlarda görüp görmediklerini öğrenmek maksadıyla gittim. Ancak, görünen o ki, kayıplar.”

James’in başı, duydukları üzerine, hızla kalkmıştı.

“Kayıp mı? Kayıp ile neyi kastediyorsun? Bu nasıl olabilir ki? Onları her daim gözetlemesi için birini gönderdiğini söylememiş miydin? Öylece nasıl ortadan kaybolurlar?” diye sordu James; sesinden öfke akıyordu.

Dumbledore, yüzünde belirgin bir utançla, başını öne eğip üzgün bir sesle cevap verdi.

“Onları sıkı gözetim altında tutuyordum. Bunun nasıl olduğuyla ilgili hâlâ şüphelerim var. Görünen o ki, ‘John ile Fiona’ başka bir yere taşınmışlar, üstelik Britanya’da da değiller. Aldığım bilgilere göre, yurt dışına çıkmış olabilirler. Onlara reddedemeyecekleri bir teklif sunulmuş ve taşınmışlar.”

Sirius oturduğu yerde kaskatı kesilmiş, haberi sindirmeye çalışıyordu. Onları kaybetmişlerdi. Ellerinde Harry’ye yardım edebilecekleri, belki de Bakanlık’ın onun için verdiği cezayı azaltabilecekleri bir şans vardı ve kaybetmişlerdi. Bundan böyle, Frank ile Alice’i bulmak imkânsız olacaktı. İki kişiyi ellerinde hiçbir ipucu yokken ülkenin içinde bile bulmak bu kadar zorken, şimdi bir de, başka ülkelerde bulmaya çalışmak… İşte, bu mümkün değildi. Ne Muggle olarak ne de büyücü olarak izlerini süremezlerdi.

“Yani, ne demeye çalışıyorsun? Gittiler mi? Oğlumun hayatını kurtarabilecek kadar önemli elimizdeki tek şey de toz olup gitti mi? Buna inanamıyorum!” diye kükredi James.

“James, onları geri getirmenin bir yolunu bulacağım. Her şeyin bir çaresi vardır. Onları bulacağım, sana söz veriyorum,” dedi Dumbledore, yumuşak bir sesle; karşısında duran öfkeli babayı sakinleştirmeye çalışıyordu.

James öfkeyle kükredi ve ayağa fırladığı gibi, masayı ters çevirdi.

“YETER! KES ARTIK! Bana yalan yanlış umutlar vermeyi kes! Elinden hiçbir şey gelmez. En başından beri seni dinlemekle hata ettim. Bana ne demiştin? ‘Hogwarts Harry için en güvenilir yer. Voldemort oraya gelmeye cüret edemez.’ Sonra ne oldu? Onları durduramadın bile. Şimdi de, Frank ile Alice’i kaybettiğini söylüyorsun. Harry’nin onları öldürmediğini nasıl kanıtlayacağız? Harry’nin aslında onların hayatını kurtardığını ve bunca zaman onları güvende tutmaya uğraştığını nasıl açıklayacağız?”

Tüm bu sözlerinin ardından, James sessizliğe bütündü. Yumruklarını sıkmış, deli gibi koşmuş gibi kesik kesik nefes alarak orada öylece duruyordu.

“James, sana içini rahatlatacak ne söylemem gerektiğini gerçekten bilmiyorum…” diye başladı Dumbledore, ama James onun sözünü kesti.

“Rahatlatmak mı? Beni rahatlatmaktan mı bahsediyorsun? Bunu nasıl yapacaksın? Kaderinde ölmekten başka hiçbir şey olamayan daha on altı yaşında evladı olan bir babayı kim rahatlatabilir ki? Benim oğlum muhtemelen on yedinci yaş gününü dahi göremeyecek, Dumbledore! Beni bu konuda kim rahatlatabilir, sen söyle!”

James son sözünü de söyledikten sonra, odayı fırtına gibi geçip arkasından kapıyı sertçe kapattı. Remus ile Sirius ne diyeceklerini gerçekten bilmez bir halde sessizce oturuyorlardı. Sonunda, odadaki rahatsız edici sessizliği Remus bozdu.

“Dumbledore, üzülme. James’in üzerinde çok fazla baskı var. Söylediklerinde ciddi değildi.”

Dumbledore gece mavisi gözlerini ona çevirip hafifçe gülümsedi.

“Hayır, ciddiydi. Ama onu suçlamıyorum. James’e de Harry’ye de yanlışlarım oldu. Ancak, tüm bunları telafi etmek niyetindeyim. Harry’nin başı bu beladan kurtulacak. Yalnızca on yedinci doğum gününü değil, yetmişinci doğum gününü de kutlayacak. Ve tüm bunları kutlarken ailesinin yanında, kendi evinde olacak. Bunun sözünü ben veriyorum.”

* * *

Harry kulağında tiz bir ses duyunca inledi. Kan çanağına dönmüş gözlerini açtı ve dönüp Hermione’ye baktı. Kabarık saçlı, kahverengi gözlü kız gözlerini dikmiş, dikkatle Harry’ye bakıyordu.

“Ne diyorsun?” diye sordu, tekrar.

“Neye ne diyorum?” diye sordu Harry de, sersem gibi.

“Gryffindor Hortkuluk’una katılıyor musun diye soruyorum.”

Harry’nin kafasının karıştığını gören Hermione devam etti:

“Dinlemiyordun, yani? Yine mi uykuya daldın? Tanrı aşkına, Harry. Geceleri hiç uyumuyorsun, değil mi?”

Harry ona yalnızca dik dik bakarak karşılık verdi ve sonra, başını tekrar masaya indirip yüzünü kollarının arasına gömdü. Masanın üzerindeki soğuk cam, yara izindeki yanma hissine iyi geliyordu. Yara izi artık sürekli olarak cayır cayır yanıyor gibiydi. Bazen şiddeti çok fazla oluyordu ve Harry de bilincini kaybedip saatler sonra zonklayan bir baş ağrısıyla uyanıyordu. Harry, durup düşündüğünde, yara izinin en son ne zaman ağrımadığını bile hatırlamadığını fark etti. Tüy Kalemi yok ettiğinden beri nispeten daha kötü bir hale gelmişti.

“Harry?”

Kuzgun karası saçlı çocuk başını geriye atarak yeniden Hermione’ye baktı.

“Sorun ne, Harry? Söylediğimiz hiçbir şeye tepki bile vermiyorsun. Hasta mısın?”

hermione granger liste

Harry gözlerini devirdi; şu aptal kız sonunda bir şeyi doğru anlamıştı.

“Hastasın, değil mi? Gözlerine bakınca bile anlaşılıyor. Neyin var? Başın mı? Grip mi oldun?” diye sordu Hermione, sesinde açıkça bir endişeyle.

“Hayır, grip falan değilim. İyiyim, sadece son zamanlarda pek iyi uyumuyorum, hepsi bu,” diye yalan söyledi Harry.

Oturduğu yerde biraz daha doğruldu ve diğerlerinin de ona endişeyle baktıklarını gördü. Ron ile Ginny gözlerini Harry’ye dikmiş, sessizce Harry’nin hasta olduğu kanaatine varıyorlardı; Damien ise ayağa kalkmış, Harry’ye doğru gelerek ateşini kontrol etmeye koyulmuştu. Damien onun alnını kontrol etmeye yeltenirken, Harry onun elini itti.

“Kes şunu! Size iyiyim dedim. Şu saçmalığı bırakın da, yaptığınız işe geri dönün.”

Damien onu duymazdan gelerek ağabeyinin alnına dokundu. Damien’ın parmakları yara izine dokunduğu anda, Harry acıyla inledi.

“Yara izi dışında, bir şeyi yok gibi görünüyor,” dedi Damien, yüksek sesle.

“Belki de, belki de biraz uzanmalısın. Biraz uyu, istersen,” dedi Ginny usulca. Harry’nin gözlerinin nasıl kıpkırmızı göründüğünün fena halde farkına varmıştı. Resmen kan çanağına dönmüş gibi görünüyorlardı.

Ama Harry onları duymazdan gelerek, eline bir kitap alıp sayfalarını karıştırmaya başladı. Okumuyordu, tabii. Doğrusunu söylemek gerekirse, pek iyi göremiyordu bile. Görüşü bulanıklaşmaya başlamıştı. Bir iki dakika sonra, Harry sonunda yenilgiyi kabul edip oturduğu yerden ayağa kalktı.

Damien Harry’ye ‘ben-sana-söylemiştim’ bakışı atınca, Harry ona “açma ağzını!” dedi.

Harry yatağına uzanıp neredeyse anında uykuya daldı. Dört çocuk da yeniden Harry’nin odasında olduklarına inanamıyordu. Aslında, Harry onları bir daha kaldığı yere getirmemek konusunda oldukça kararlıydı, ama dördü de onu ikna etmeyi başarmışlardı. Bundan böyle, etraflarında olan biteni dikkatlice izleyeceklerine, temkinli olacaklarına ve Harry’nin yanına gelip giderken son derece tedbirli olacaklarına dair söz vermişlerdi.

Neyse ki sonunda tartışmanın galibi Görünmezlik Pelerini olmuştu. Damien ile Ginny pelerinin altına birlikte seyahat edebilecek kadar rahatlıkla sığabiliyorlardı; Ron ile Hermione de kılık değiştirip geleceklerdi. Ron’un her zaman yaşlı bir kadının görünümüne bürünmesi onun için oldukça utanç vericiydi doğrusu. Çünkü bildiği tek Biçim Değiştirme büyüsü buydu. Hermione ise kendini elinde evrak çantası taşıyan, pahalı bir takım elbise giyinen, bıyıklı genç bir adama dönüştürüyordu. Tabii, her ikisi de düzenli olarak görünümlerinde değişiklikler yapıyorlardı. Hermione Ron’a bu konuda yardımcı oluyordu.

Harry onların aldıkları bu tedbirlerden tatmin olsa da, hâlâ üç günde bir yerini değiştirmeye devam ediyordu.

“Sizce iyi mi?” diye fısıldadı Ginny.

“Bilmiyorum. Gerçekten bitkin görünüyor. Sanki sürekli bir şeylerle savaşıyor gibi,” dedi Hermione; kaşları endişeyle çatılmıştı.

“Bence, yara izi için ona yardımcı olabilecek bir şeyler getirmeliyiz. Belli ki, sürekli faaliyette. Sanırım, biraz ağrı giderici ile Rüyasız Uyku İksiri bu işi görür,” dedi Ron, alçak sesle.

Dördü de bu konuda anlaşıp Harry uyanmasın diye çalışmalarına sessizlik içinde devam ettiler.

* * *

İksirler işe yarıyor gibi görünüyordu. Harry iksir aldıktan sonra birkaç saat boyunca yara izinin sakinleştiğini fark etmişti. O birkaç saat içinde, acısı yeniden katlanılmaz haline dönene dek yapması gereken işlerini yapabiliyordu. ‘Buna bir çözüm bulmam gerek,’ diye düşündü Harry, o gün içinde beşinci iksirini içerken. Ağrı Giderici İksir’in bağımlılık yapabileceğini biliyordu ve Harry’nin de şu dönemler isteyeceği son şey, bağımlılık sorunu yaşamasıydı. Parası git gide azalıyordu ve kendini hâlâ dövüşlere çıkabilecek kadar iyi hissetmiyordu.

“Harry, galiba buldum!” dedi Hermione, Harry’yi daldığı düşüncelerinden uyandırarak.

Harry heyecanlı görünen kıza doğru yürüdü. Hermione elinde kalın ve büyük bir kitap tutuyordu.

“Bak, Harry! Kılıç! Gryffindor’un yakut işlemeli kılıcı! Hortkuluk bu olabilir. Tanıma mükemmel uyuyor.”

“Evet, olabilir, ama Seçmen Şapka da var! Yani, o da Gryffindor’a ait, değil mi?” dedi Ron, düşüncelere dalmış bir halde.

“Evet, ama kendi kendine konuşabilen bir şeyden Hortkuluk yarattığını sanmıyorum. Bu hiç de güvenli bir yol olmazdı, değil mi? Yani, onun ruhundan bir parça taşıdığını birine söyleyebilirdi sonuçta,” diye ekledi Ginny.

Harry ihtişamla parıldayan kılıcın kitaptaki siyah beyaz hareketli resmine baktı. Gerçekten de, oldukça gösterişli duruyordu. Hermione haklıydı. Diğer Hortkuluk’larla aynı özelliklere sahipti. Çok gösterişliydi, mutlak bir güce ve sihir tarihine sahip bir nesneydi ve ayrıca, Hogwarts’ın kurucularından birine aitti.

“Pekâlâ, bu güzel şeyin nerede tutulduğunu bilen var mı?” diye sordu Harry, diğerlerine.

Hermione huzursuzca ağırlığını bir ayağından diğerine verdi ve ona bakmadan cevapladı.

“Ee… aslında, evet. O… şeyde… şeyde tutuluyor… Hogwarts’ta.”

* * *

Sirius, kısa çubuğu çekenin neden hep kendisi olduğunu bilmiyordu. Ancak, şu anda durumlar biraz farklı olduğu için bu seferki nedenini biliyordu. Remus dönüşüm sürecinde olduğu için inzivaya çekilmişti. James Dumbledore’a hâlâ kızgın olduğu için onun söylediği bir şeyi yapacak durumda değildi. Dumbledore ise Fudge ile başka bir toplantı yapmakla meşguldü.

‘Neden hiç vazgeçmiyor ki? Fudge nasılsa onu dinlemeyecek,’ diye geçirdi içinden Sirius, kasvetli bir ruh halinde; hareketli merdivenlerden yukarı çıkmaya koyuldu.

Sirius, Hogwarts’a geldiği son günü aklına getirmemeye çalışıyordu. O gün, Harry’nin Voldemort’a kaçtığı gündü. Başını sallayıp uzun siyah saçlarını gözlerinin önünden çekti. Harry’yi kaybetmelerinin ardından James’in, Lily’nin ve Damien’ın tuttuğu yasla o kadar meşguldü ki, olayların onu ne denli etkilediğini düşünmeyi hiçbir zaman bırakamamıştı. Sirius Harry’nin vaftiz babasıydı. Harry, Peter tarafından alınıp götürülmeden önce, Sirius’a çok düşkündü. Özellikle onun uzun saçlarıyla oynamayı çok sever, her iki eliyle de saçlarına yapışır, James ile Lily müdahale edene kadar da bırakmazdı.

Sirius o anıları hatırlayınca gülümsedi. O küçük, kuzgun karası saçlı çocuğun bir gün büyüyüp dünyanın en çok korkulan ikinci büyücüsü olacağını asla tahmin edemezdi. Buna rağmen yine de Harry’nin iyi bir kalbi olduğunu biliyordu. James için yaptıkları buna en iyi örnekti. Babasına sihrini bağışlayabilmek için kendi hayatını riske atmıştı. Peki ya Damien için yaptıkları… Ona o koruyucu taşı verebilmek için yakalanma riskini göze almıştı. Sırf bir taş sayesinde, bugün Damien çoğu tehlikeye karşı nispeten güvendeydi. Sirius düşüncelerine dalmış bir halde yürüyedursun, kendini bir süre sonra İhtiyaç Odası’nı saklayan tuvalin önünde bulmuştu.

Sirius, hâlâ, Dumbledore’un ona bu sabah Gryffindor Hortkuluk’unun ne olduğunu bulduğuna dair söylediklerine inanmıyordu. Dumbledore’dan şüphe duyduğundan değildi. Hayır, Voldemort’un Dumbledore’un burnunun dibine bir Hortkuluk yerleştirdiğine inanmamasındandı. Onca yıl hiç kimse, hatta Dumbledore bile, onun ne olduğunu anlamamış mıydı, yani?

Godric Gryffindor’un kılıcı. Bu kadarı da biraz fazlaydı. Dumbledore onca zaman kılıçta bir şeyin olduğunu nasıl olup da hissetmemişti? Voldemort’un ruhunu hissetmesi gerekmez miydi? Sirius şöyle bir silkelendi. Bu yaşlı Müdür’den bu kadarını da beklemek hiç adil değildi. Hiç olmazsa, Dumbledore bir şeyi bulmak için nereye bakması gerektiğini bilen bir dâhiydi. Ve Voldemort’un Hortkuluk’ları olduğunu daha birkaç ay önce öğrenmişlerdi.

Sirius kılıcı düşünerek ona söylendiği gibi tuvalin önünü üç kez turladı. Ansızın, gözünün önünde bir kapı belirdi. Sirius kapıyı açtı ve bir kez olsun bir işi tam da planlandığı gibi gittiği için içinden Merlin’e şükrederek içeri girdi. Ancak, Sirius içeri girdiği anda, bir şeylerin ters gittiğini fark etmişti.

“Merhaba, Black! Bunu mu arıyordun?”

Harry elinde yakut süslemeli kılıcı tutuyor ve ona yüzünde bir şok ifadesiyle bakan Sirius’a bakıyordu. Harry Black’i kapının önünde volta atarken duymuş, birinin odaya gireceğini anlamıştı.

Ron İhtiyaç Odası’yla ilgili tüm bilgiyi ağabeylerinden almış, Harry de Ron’dan bilmesi gereken her şeyi öğrenmişti. Aslında, Oda’ya Gryffindor’un kılıcını sorarak yalnızca şansını denemişti. Hermione’nin söylediğine göre, kılıç Hogwarts’ta olduğu takdirde, İhtiyaç Odası Harry’ye istediğini verecekti.

Sirius, önünde duran kuzgun karası saçlı çocuğa gözlerini kocaman açmış bir halde bakıyordu. Harry çok farklı görünüyordu. Kilo vermişti ve sanki pek uyku uyumuyor gibi görünüyordu. Zümrüt yeşili gözleri donuk bakıyor, genç yüzünde daha şimdiden stresin izleri görülüyordu.

“Harry,” diye fısıldadı Sirius, odanın daha da içine girerek.

“Bu… Burada ne yapıyorsun? Buraya nasıl girdin?” diye sordu.

Harry Sirius’a yorgun bir bakış attı. Dudakları da hafif bir gülümsemeyle kıvrılmıştı.

“Bu yerden bir türlü uzaklaşamıyorum. Sen de biliyorsun ki, Hogwarts’a bir giren bir daha çıkamıyor,” dedi Harry, alaycı bir sesle. Elindeki kılıcı Sirius’un görebileceği şekilde kaldırdı.

“Hadi ama, Black. Sen buraya ne için geldiysen, ben de onun için buradayım. Gryffindor’un kılıcı için,” dedi Harry.

“Harry, kendini bu şekilde riske atamazsın. Seherbaz’lar seni bulursa…” Sirius’un sözü Harry tarafından kesildi.

“Seherbaz’lar mı? Sen de bir Seherbaz değil misin? En son, Bakanlık’ın resmi Seherbaz’larından biriydin diye hatırlıyorum,” dedi Harry, sakince; gözlerini karşısındaki yüzden bir an olsun ayırmıyordu.

Sirius vaftiz oğluna bakarken yüreğinin sızladığını hissetti.

“Harry, ben her şeyden önce senin vaftiz babanım. Lütfen, bana güven. Başkaları seni bulmadan önce benimle gel.” Sirius Harry’nin onunla tartışmaması için dua etti. O kadar bitkin görünüyordu ki, gerçekten de yardıma ihtiyacı vardı.

Ancak, Harry ondan bir adım uzaklaşarak kılıcı daha da sıkı kavradı.

“Gelemem,” diye cevapladı, sadece.

“Gelebilirsin, Harry! Bunu tek başına yapmak zorunda değilsin. Tek başına yapamazsın. Şu haline bak. Tükenmişsin! Benimle gel, lütfen.” Sirius Harry’ye bir adım yaklaştı, ama bu sefer Harry ondan uzaklaşmaya kalkışmadı.

“Bana yardım edemezsin,” dedi Harry, usulca; Sirius’a bakarken onunla ilk kez göz göze gelerek.

“Belki ben edemem, ama James edebilir! Lily edebilir. Lütfen, Harry, sadece eve gel. Sana söz veriyorum, Bakanlık’ın bundan asla haberi olmayacak.” Sirius ona doğru bir adım daha yaklaştı.

“Peki ya Dumbledore?” diye sordu Harry, aniden. Harry’nin sözleri üzerine, Sirius’un kalbi hopladı. Harry sanki gerçekten onunla gelmeyi düşünüyor gibiydi.

“Eğer istemezsen, o da bilmek zorunda değil,” diye cevapladı Sirius.

Harry duyduğu cevap üzerine afalladı. Sirius’tan Dumbledore’un bilmesi gerektiğini söylemesini bekliyordu. Harry, bir süreliğine, bir elinde kılıç, diğer elinde asası ile orada öylece durdu. Sirius, sessiz duran çocuğa tereddütlü bir şekilde adım adım yaklaştı. Şimdi tam karşısında duruyordu.

“Hadi, Harry. Eve dönme zamanı,” dedi, usulca.

Harry Sirius’a baktı; hayatında ilk defa, Damien’ın ona anlattığı tek bir şeye karşı minnet duruyordu. Onun da dediği gibi, Sirius’un sahiden de insanın içini rahatlatan kendine has, farklı bir yanı vardı.

“Benim artık bir evim yok. Onu on beş yıl önce kaybettim. Üzgünüm, ama seninle gelemem. Başladığım işi bitirmem gerek.” Harry konuşurken elindeki kılıcı da daha sıkı kavramıştı.

Sirius karşısındaki inatçı çocuğa çaresizlikle bakıyordu; hayatını neden bu kadar zorlaştırmak zorundaydı ki?

“Neler hissettiğini biliyorum. Ben de intikam istiyorum, James ile Lily de, hatta Dumbledore da. Hadi Harry, şimdi hepimiz aynı taraftayız. Birlikte bir arada savaşabiliriz.”

“Hayır,” dedi Harry, başını iki yana sallayıp bir adım geri giderek. Görünen o ki, Sirius ile gitmemek için kendisiyle ciddi bir mücadele veriyordu.

sirius black

“Bunu tek başıma yapmak zorundayım. Benim sizden daha farklı bir sebebim var. Size katılamam. Benim onunla savaşma sebebim sizinkiyle aynı değil,” dedi Harry.

Sirius git gide sabırsızlanmaya başlamıştı; Harry’yi tuttuğu gibi, Anahtar yoluyla buradan gitmeyi düşünüyordu. Ama bu planın tek bir sorunu vardı. Yanında Anahtar yoktu ve Hogwarts’ın içindeki Cisimlenme-karşıtı büyüler hâlâ yerinde duruyordu. O yüzden, eli mahkûm, çaresizce Harry ile anlaşmaya çalışıyordu.

“Tamam, bizim yanımızda savaşmak zorunda değilsin. En azından, seninle iletişim kurabilmenin bir yolunu söyle bana. Ya da benimle gelip, James ile Lily’yi bir kerecik olsun gör. Senin iyi olup olmadığını görmek için yanıp tutuşuyorlar. Özellikle de, transferden sonra.”

Harry başını geriye atıp Sirius’a baktı.

“Biliyor muydunuz?” diye fısıldadı Harry.

“Tabii ki, biliyoruz! Şifacı, bize, yalnızca kan bağı olan kişilerin transferi yapabileceğini söylemişti; ardından ise, her yerde senin kanını bulduk ve bu büyük gizem de böylelikle çözülmüş oldu,” dedi Sirius, sesinde hafif bir alaycılıkla.

Harry, James için yaptıklarını herkesin öğrenmiş olmasına biraz bozulmuştu. Bunun, onun ile babasının arasında bir sır olarak kalması gerekiyordu.

“Bak, Harry, senden tek istediğim, bize yalnızca bir iki saatini ayırman. Hadi benimle gel, James ve Lily ile buluş. Sen istemezsen, seni kalman için zorlamayacaklardır. Lütfen, benimle gel.”

İşe yaramışa benziyordu. Harry önce elinde tuttuğu kılıca, ardından ise başını kaldırıp Sirius’a baktı. Görünen o ki, Sirius’u çözmeye çalışıyor, ona güvenip güvenmemesi gerektiğini ölçüyordu. Nihayet, Harry başını çok hafifçe sallayıp kabul ettiğini gösterdi. Sirius’un mutluluktan kalbi yerinden çıkacak gibiydi. Harry eve geliyordu. James ile Lily Harry’yi kalmaya ikna edebilirdi, Sirius Harry’nin direnmeyeceğini biliyordu. Harry ailesini tekrar gördüğünde, bir daha bırakmak istemeyecekti.

İkisi birlikte sessizce İhtiyaç Odası’nı terk edip şatodan çıkmaya koyuldular. Tam Giriş Salonu’na gelmiş, dev çıkış kapılarına yaklaşmışlardı ki, felaket bir şey oldu. Harry ona doğru jet hızıyla uçan mavi bir ışıkla sırt üstü havaya uçmuştu. Harry de Sirius da neler olduğunu anlayamayacak kadar afallamışlardı. Ve tam da düşündükleri gibi, şatoda onlardan başka biri daha vardı.

Sirius süratle Harry’ye doğru koşarak çocuğu ayağa kaldırdı. Harry’nin cüppesinde büyük bir kesik vardı; birinin ona Sokma Büyüsü gönderdiği açıktı. Harry ile Sirius aynı anda başlarını kaldırıp giriş kapılarında en az on kadar Seherbaz’ın durduğunu gördüler. Ellerindeki asalar Harry’ye doğrultulmuştu. Sirius şaşkınlıktan donakalmıştı. Her birine gözlerini dikmiş bakarken, daha hiçbir şey yapamadan, kalabalığın arasından bir kişi öne çıkıp onlara karşı pis pis kıkırdadı. Budala Seherbaz’ın kim olduğunu görünce, Sirius’un iyice tepesi attı. Blake’in yüzünde Noel erken gelmiş gibi bir ifade vardı.

Harry yavaş yavaş ayağa kalktı; elinde Hortkuluk’u sıkı sıkı tutuyor, bir taraftan da gizlice asasına uzanıyordu.

“Vay be, bunun işe yarayacağını sanmıyordum, ama hakkını vermeliyim, Black. Planın kusursuzca işledi,” dedi Blake, neşeli yüksek bir sesle.

Sirius ona karşı hırlayarak bağırdı:

“Ne saçmalıyorsun lan sen?”

Cevap olarak, Blake’in sırıtışı yüzüne yayıldı.

“Bize burada kalıp beklememizi, genç Mr Potter’ı buraya getireceğini söylediğinde, bunun hiç de işe yarayacağını düşünmemiştim. Ama sen gerçekten de bir dâhisin. Onu ses seda çıkarmadan yanında getirmeyi başardın. Sırrın ne, hadi söyle bana.”

Sirius kulaklarına inanamıyordu. Blake düpedüz yalan söylüyordu! Sirius Blake’in burada olduğunu dahi bilmiyordu; hayatı pahasına olsa dahi, onunla birlikte asla çalışmazdı. Blake’in tek amacı, Harry’ye Sirius’un ona ihanet ettiğini düşündürtmekti. Herkes Sirius’un onun vaftiz babası olduğunu biliyordu; Blake Sirius ile James’in hayatlarını cehenneme çevirmeye niyetlendiği için, Harry ile Sirius’un arasındaki ilişkiyi bozmaya çalışıyordu.

Sirius hızla başını çevirip Harry’ye baktı; Harry’nin yüzünde şok ve inanamaz bir ifade vardı. Sirius, Harry’nin yeşil gözlerinde gördüğü incinmişlik yüzünden, ağzının kuruduğunu hissetti.

“Harry! Hayır, yapmadım… yalan söylüyor!”

Ancak, gel gelelim, Harry bir adım geri giderek ondan uzaklaştı; Sirius, yaşaran gözlerinde gördüğü bakış yüzünden terler dökmeye başlamıştı. Gördüğü üzere, Harry’nin içinde ona karşı hissettiği ufacık bir güven varsa bile, artık o da yok olmuştu. Harry başını iki yana sallayarak ona büyük bir hayal kırıklığıyla baktı. Öyle ki, Sirius’un bu yüzden Blake’in boğazını parçalamasına ramak kalmıştı.

“Artık teslim ol, Mr Potter. Geriye başka şansın kalmadı,” dedi Blake, ona bakıp gülerek.

Sirius Harry’nin elinin cüppesinin içinde kaybolduğunu gördü; ama ona bağırıp durmasını söyleyemeden önce, Harry harekete geçmişti bile.

“Sana daha önce beceremeyeceğin işlere kalkışmamanı söylemiştim.”

Harry bunları söylediği gibi, neredeyse miskince küçük üçgen bir cisim fırlattı. Cisim Seherbaz’ların önüne düştü ve düştüğü anda da, korkunç bir patlamayla zemin sarsıldı. Sirius kendini yere atarak patlamanın etkisiyle alevlerin oluştuğunu gördü. Hogwarts’ın Büyük Salon’u dev, siyah bir dumanla doldu; öyle ki, hiçbir şey görmek mümkün değildi.

Hiçbir zayiatın yaşanmamış olması mucizeydi; bütün Seherbaz’lar öksürerek ve aksırarak kendilerini dışarı atıp alevleri kontrol etmeyi başardılar. Sihirli alevler kontrol altına kolaylıkla alınmıştı; çünkü Hogwarts’a sonradan yerleştirilen koruma büyüleri alevlerin büyümesine izin vermemişti. Her ne kadar alevler söndürülse de Harry’nin, yanında Gryffindor’un kılıcıyla artık orada olmadığını hepsi biliyorlardı.

* * *

Karanlık Prens – İçimdeki Karanlık #59: Gönül Ferman Dinlemez okumak için tıklayın!

Çeviren: Tuba Toraman

25 Yorum

Bir Yorum Ekle

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir