Karanlık Prens – İçimdeki Karanlık #10: Nurmengard
|GİRİŞ İÇİN TIKLAYIN.
7. BÖLÜM
8. BÖLÜM
9. BÖLÜM
Lord Voldemort’un o karanlık gece, Harry Potter‘ı kaçırıp öldüremeyince kendi oğlu gibi büyütmeye karar verdiği alternatif bir hayran hikâyesine ne dersiniz?
“Karanlık Prens” serisini, Safina Mazhar‘ın kaleminden ve yazarın gözden geçirdiği yeni versiyon üzerinden taze bir çeviriyle sizlerle buluşturuyoruz. Karşınızda İçimdeki Karanlık cildinin onuncu bölümü!
bölüm 10
• Nurmengard •
Yoldaşlık üyeleri, Keskin Nişancıların gelip Karanlık Prens’i almalarıyla planlarının nasıl suya düştüğünü anlatırlarken, Dumbledore hayal kırıklığı içerisinde dinledi.
“Hep Moody’nin suçu!” diye inledi Sirius. “Keskin Nişancı ekibi o çağırdı.”
“Nişancı ekibini ben çağırmadım!” diye çıkıştı Moody. “Ben imdat çağrısı gönderdim, onu da Seherbaz’lar yerine onlar almış!”
“Çağrıyı buraya, karargâha göndermeliydin,” dedi James, ziyadesiyle sinirlenmişti. “Yoldaşlık takviye ekip gönderirdi.”
“Peki ya, karargâhta çağrıyı alacak biri olmasaydı?” diye karşılık verdi Moody, alçak ve boğuk bir sesle; sesinde öfke vardı. “Karargâhta her zaman birileri olmuyor. O zaman ne yapacaktım acaba? Protokole uydum ben! Sayıca az kaldığımızı görüp destek istedim. Yanlış bir şey yapmadım!”
“Yanlış bir şey yapmadın mı?” diye gürledi James. “Çocuğu Bakanlık’a verdin! Şimdi olacaklar üzerinde kontrolümüz yok. Fudge muhtemelen çocuğu derhâl öldürtecektir.”
Sözler ağzından çıktığı vakit, James bunun düşüncesiyle bir anda yüreğinin acıyla burkulduğunu hissetti. Nedenini anlamıyordu, ama Ruh Emici’lerin çocuğa saldırma düşüncesi son derece canını sıkıyordu. Bir çocuğun böyle acımasız bir şekilde yok edilecek olmasının onu normal olarak endişelendirdiğini düşündü ve kafasındaki şüpheleri kovmaya çalıştı.
“Bunu yapamaz,” diye teselli etti Kingsley. “Bakanlık, çocuğun ölümüne karar vermeden önce, onu duruşmaya çıkarmak zorunda.”
“Evet, ama Bakanlık’ın öyle bir şey yapacağını sanmıyorum,” dedi Remus. “Kim Olduğunu Bilirsin Sen’e dair her bilgiyi almak isteyecektir. Ancak, istediğini almaz ya da çocuk buna boyun eğmezse, işte o zaman, Fudge onu yok eder. Büyücü dünyasının, her şeyin onun kontrolü altında olduğuna inanmasını ve onun Sihir Bakanı olarak nasıl bir farklılık yaratabileceğini bilmesini isteyecektir. Karanlık Prens’i öldürtmek ona ömrü hayatında sahip olamayacağı popülerliği verecek ve siyasi kariyerinde onu en yukarı taşıyacaktır.”
“Yapabileceğimiz bir şeyler olmalı,” dedi James, çaresizce. “Dumbledore?” diyerek umut içinde ona döndü.
Yorgun bir iç çekişle, Dumbledore birbirine kenetleyip dayandığı ellerini ayırdı ve aşağıya indirdi.
“Yoldaşlık’ın Karanlık Prens’i getirmede başarılı olacağını ummuştum,” diye başladı, bu sırada yerinde huzursuzca kıpırdanan Moody’yi görmezden gelerek. “Çocuk yoluyla Voldemort’a ulaşabilme şansımız olduğuna gerçekten inanmıştım. Ama ne yazık ki, başarısız olduk.” James’e baktı. “Korkarım ki, Karanlık Prens Bakanlık’ın elindeyse, durumun gidişatını değiştirmek için yapabileceğimiz bir şey yok. Bakan Fudge hiçbir mazeret dinlemeyecektir. Voldemort’a olan korkusu, onu tuzağa çekmeye istekli olmayacağının bir göstergesi. Halkın desteğini kazanma umuduyla çocuğu yok edecektir.”
Dumbledore’un bu sözleri üzerine, James içinin ezildiğini hissetti.
“Çocuğu ölmüş bilin,” dedi Sirius, Karanlık Prens’i kastederek.
“İyi!” diye homurdandı Moody. “Bir düşman daha eksildi.”
James oturduğu yerde daha fazla duramayarak masadan kalkıp gitti. Küçük yemek odasından ayrılıp mutfağa doğru geçti. Resmi bir bilgilendirme toplantısı olmadığı için, James orayı terk ederek yanlış bir şey yaptığını düşünmüyordu.
“James? Çatalak, beklesene!” diyerek ardından gitti Sirius. “Neyin var?” diye sordu, arkadaşının yüzündeki endişeyi görünce.
“Bilmiyorum!” dedi James, sesi öfkeli geliyordu. “Ne olduğunu bilmiyorum, ama yanlış olan bir şey var!”
Sirius anladığını düşündü.
“Karanlık Prens’in Ruh Emici Öpücüğünü almasını mı diyorsun?” diye sordu. “Biliyorum; her şeyden önce bir çocuk olduğunu düşünürsek, tüm bu olanlar tuhaf geliyor.”
James elini saçlarının arasından geçirdi; bu, yıllar içinde edindiği, gerginliğini gösteren bir huydu.
“Kahretsin!” diye tısladı. “Tüm planı yapan da, hayatlarını riske atan da bizdik ama onu göremiyoruz bile!”
Sirius ona tuhaf bir bakış attı.
“Onu görmek mi?” diye sorguladı.
“Anlarsın ya, onu görmek,” diye tekrar etti James. “Nasıl göründüğünü görmek.”
“İyi de, sana ne bundan?” diye sordu Sirius, bir kaşı kalkmış halde; hafiften sırıtıyordu.
James bir anlığına duraksadı, Sirius’a bakıyordu.
“Nasıl göründüğünü merak etmiyor musun?” diye sordu. “O maskenin altında nasıl birinin olduğunu?”
Sirius omuz silkti.
“Pek değil,” diye yanıtladı. “Beni ilgilendirmiyor. Voldemort’un oğlu, sonuçta. Ona benziyordur,” diyerek geçiştirdi.
James bir şey söylemedi ama gözlerini kaçırdı; aklı, hâlâ, çocuğu görmeyi başaramamış, onunla konuşamamış veya maskesiz halini görememiş olduğu gerçeği yüzünden allak bullaktı.
“Keşke onu tutuklayan biz olsaydık,” dedi, derin bir iç çekerek.
“Biliyorum,” diye cevap verdi Sirius, anlayışla. “Düşünsene, bizim elimizde olsaydı, şu sıralar onu sorguluyor olurduk.”
James Sirius’a baktı; adeta kalbi göğsünde acı içinde takla atıyordu. Sirius’un sözleri çocuğun Nurmengard’da neler yaşadığını düşünmesine sebep olmuştu.
* * *
Bilinci yerine geldiğinde, Harry bir metalin başka bir metale çarpmasına benzer hafif bir ses duydu. Gözleri açıldı ama odaklanamıyordu; görüşü bulanık ve pusluydu. İnsanların konuştuğunu duyabiliyordu; kısık sesle konuşuyorlardı ve sesler tanıdık gelmiyordu. Tamamen uyanması, zihninin uyuşukluk halinden çıkması birkaç dakikasını aldı; kendine geldiğinde ise yeniden bayılacak gibi oldu. Ağrı katlanılmaz bir haldeydi. Öyle ki, Harry bu ağrının nereden geldiğini algılayamıyordu. Her bir yanı ağrıyor ve kaburgaları o kadar çok acıyordu ki, doğru düzgün nefes almakta bile zorlanıyordu.
“Kendine geldin, öyle mi? Çabuk oldu,” dedi, ağır Galler aksanına sahip bir ses.
Harry’nin önünde bir yüz belirdi; ona doğru eğilmiş gülümsüyordu. Harry o anda bir yatakta uzanmış olduğunu fark etti. Birkaç kez gözlerini kırpıştırdı, nerede olduğunu çıkarabilmek için görüşünü düzeltmeye çalışıyordu. Bu hareket orta yaşlı adamı gülümsetti.
“Nurmengard’dasın,” dedi kahverengi saçlı adam, sanki Harry’nin aklındaki soruyu okumuşçasına. “Ben Şifacı Bennett, Hapishane Şifacısı. Duruşmaya kadar seni iyileştirmek benim görevim.”
Harry’nin düzgün nefes alamadığını gören Şifacı, hem içten hem dıştan ne kadar yara aldığını anlamak için elini karnına koydu. İçgüdüsel olarak, Harry’nin eli kalkarak adamı bileğinden yakaladı.
Şifacı irkilmişe benziyordu, ama çabucak sakinleşmeyi başardı.
“Sakin ol, sana zarar vermeyeceğim,” dedi, çocuğun kavrayışından kurtularak.
Harry homurdandı, ancak Şifacı karnına eliyle baskı uygulayınca homurdanma sesi yerini acıyla inlemeye bırakmıştı.
“Fena düşmüşsün,” dedi Şifacı, sohbet etmeye çalışarak. “Bacağın iki yerden kırılmış ve beş kaburga kemiğin de çatlamış.” Parmaklarıyla kırık kaburgaları dürtüp Harry’nin acı içinde inlemesine sebep olarak başını iki yana salladı. “Ölmediğin için şanslısın.” Sonra çocuğa bakarak ekledi, “Belki de, şanslı doğru kelime olmayabilir.”
Harry gözlerini kapattı, acıdan sıyrılıp kafasını toparlamaya ve neler olduğunu kestirmeye çalışıyordu.
Yakalanmıştı.
Yakalandığına inanamıyordu. Kalkanını indirip dört Seherbaz’ın ona saldırmasına fırsat verdiği için kendi kendini azarladı. Son hatırladığı büyük bir hızla iki kat aşağı düştüğü ve beton zemine çakıldığıydı. Canının bu kadar yanmasına şaşmamalıydı.
Gözlerini açtı ve görüşünün netleştiğini anlayınca içinden derin bir oh çekti. Gözlerini odada gezdirdi; odanın gri duvarları ve penceresinin olmaması onu daha iyi hissettirmemişti. Harry, metalin metale çarpmasıyla ortaya çıkan tıngırtıyı tekrar duydu ve kafasını sesin geldiği yöne doğru çevirdi. Kısa sarı saçlı ve mavi gözlü bir adamın biraz ötesinde oturduğunu gördü. Adamın önünde, küçük bir el arabasının üzerinde metal bir tepsi duruyordu. Tepside ufak bir metal yığını görülüyor ve adam oturduğu yerde, o nesnelerden birini metal tepsiye vurarak oynuyordu. Harry bu nesnenin hançer olduğunu anladı, kendi hançeriydi.
Silahlarını başkasının elinde görünce içini bir öfke kapladı. Gözlerini kısarak adama baktı; öfkeyle dişlerini sıkıyordu.
“Kes şunu!” diye gürledi adama; ağzından çıkan tek bir kelime bile acı içinde solumasına sebep olduğundan daha fazla konuşamadı.
Adam hançerle oynamayı bıraktı ve Harry’ye pis pis sırıttı. Şifacı, Harry’nin neden bahsettiğini görmek için kafasını çevirdi. Adamı hançerle görünce ise, başını iki yana salladı.
“Onun eşyalarına dokunmamanı söylemiştim,” dedi, sarı saçlı adama.
Adam kahkaha atarak ayağa kalktı; Harry ile Şifacı’ya doğru yürüdü.
“Artık onun eşyaları değil. Bunlar el konulmuş ağır silahlar,” diyerek Harry’ye vahşi denebilecek bir şekilde sırıttı. “Sahip olduğun tüm eşyalar burada,” dedi; bu sefer doğrudan Harry’yle konuşuyordu. “Yazık. O kadar silahın var ve yine de yakalanıyorsun,” diyerek kıkırdadı.
Harry ona ters ters baktı, Şifacı’nın onu muayene ettiği esnada çektiği ıstırapla çenesi kaskatı kesilmişti; ağrısı git gide artmış ve yeni seviyelere ulaşmıştı.
“Jackson, izin verir misin?” dedi Şifacı, sesi hafiften sinirli gelerek. “Birkaç dakika içinde tamamen senin olacak. O zaman istediğin kadar alay edebilirsin. Önce, onu iyileştirmeme müsaade et.”
Bunun üzerine, Jackson isimli adam mavi gözlerini Harry’den hiç ayırmayarak itaatkâr bir tavırla geri çekildi.
“Evet, başlıyoruz,” dedi Şifacı, asasını çıkartarak. “Bu birazcık canını yakacak.”
Büyü kaburgalarına isabet ettiğinde ve aynı anda beş kırık kaburga kemiği yerine tekrar yerleştiğinde, Harry feryadı kopardı. Akıl almaz derecede acı verici ama hızlıydı. Harry nefes aldı; artık düzgünce nefes alıp verdiği için rahatlamıştı. Kaburgaları hâlâ acıyordu, ancak artık daha katlanabilir bir hâl almıştı.
“Canın yanmaya devam edecek,” dedi Şifacı, Harry’nin bacağını kontrol etmek için yatağın ucuna doğru ilerlerken. “Sana işbirliği yapmanı ve Nurmengard’dayken gardiyanlara zorluk çıkarmamanı öneririm,” dedi Şifacı, el arabasının yanında oturan sarı saçlı adama tekrar bakarak. “Böylesi senin için daha iyi olur. Onlara sebep vermezsen senin canını yakmazlar.” Şifacı’dan gelen bu tavsiye içten görünüyordu.
Harry nefretle parlayan gözlerini sarı saçlı adama dikti. Nurmengard’ın gardiyanı, Paul Jackson kaşlarını kaldırarak Harry’ye pis pis sırıttı.
“Tamam, tekrar hazırla kendini,” dedi Şifacı ve Harry’nin bacağındaki iki kırık kemiği düzeltmek için büyülü sözleri söyledi.
Ağrının bıçak gibi saplanmasıyla Harry dişlerini sıktı. Vücudu kaskatı kesilmişti. Burnundan hızlı hızlı soluyor, bacağında patlak veren şiddetli ağrının sarsıntısıyla başa çıkmaya çalışıyordu. Acı dinmişti, ancak hafiften zonklamaya devam ediyordu.
Şifacı asasını cebine koyarak Harry’den geriye doğru çekildi.
“İşte, hepsi bitti,” deyip bakışlarını Jackson’a çevirdi. “Ona iksir verip veremeyeceğimi öğrendin mi?”
Jackson başını iki yana salladı.
“Standart kurallar,” dedi. “Mahkûmlara iksir verilemez.”
Şifacı Bennett, Harry’ye tekrar baktığında kuşkulu görünüyordu.
“Bu özel bir durum. Buraya getirilen çoğu hastadan çok daha yaralı ve… o bir çocuk.”
Jackson Şifacı’ya döndü.
“Suçu üzerine almaya hevesliysen hiç durma,” dedi. “Ona ağrı kesici bir iksir mi vereceksin, her ne vermek istiyorsan ver, ama sorumluluğunu almaya da hazırlıklı ol.”
Şifacının, protokole aykırı olsa da, çocuğa biraz ağrı kesici iksir vermeyi cidden düşünüyormuş gibi bir hâli vardı.
“Kimse sana acımayacaktır,” diye belirtti Jackson. “Kuralları çiğnemiş olursun, peki ama kimin için?” Harry’yi kızgın bakışlarla süzüyordu.
Şifacı Bennett de Harry’yi süzdü; merhameti, çocuğun babasının kim olduğunu hatırlamasıyla buharlaşıp gitmişti.
“Burada işim bitti,” dedi Şifacı. “Onu götürebilirsin.”
Jason sırıtarak Harry’ye doğru yürüdü. Daha tek bir kelime dahi edemeden, Harry doğrulup oturmuştu; ne yapacağının söylenmesini istemiyordu. Bu hareketi gardiyanı eğlendirdi.
“Bizim küçük ünlümüz,” diye sataştı. “Kim-Olduğunu-Bilirsin-Sen’in oğlu.”
Harry sırıtmaktan kendini alamadı. Adam o kadar korkuyordu ki, babasının adını yüksek sesle söyleyemiyordu bile. Ne kadar büyük bir tehdit unsuru olabilirdi ki?
Dişlerini sıkarak iki bacağını da yatağın kenarından sarkıttı. Kırık kemikleri düzeltilmiş olsa da, şişlik ve morartıyla birlikte, ağrısı da vardı. O da, yalnızca, zamanla ve bir kısım iltihap önleyici iksirle geçerdi. Biraz ağrı kesici iksire de hayır demezdi, doğrusu.
“Seni bu kadar uzun süre sakladığına inanamıyorum,” diye devam etti Jackson. “Sen küçük pis bir sürprizsin sadece.”
Harry tek kaşını kaldırdı.
“Bu, sen doğduğunda babanın annene söylediği bir şey mi?” Sesi hâlâ kulağa çatallı ve sancılı geliyordu, ama Harry hakaret etmekten de geri kalmamıştı.
Jackson buna alınmıştan çok eğlenmişe benziyordu.
“Seni küçük fırlama!” diyerek kıkırdadı. “Eğleneceğiz seninle.”
“Sabırsızlanıyorum,” diye ekledi Harry, duygusuzca.
Jackson dönüp Harry’nin eşyalarıyla dolu olan tepsiyi işaret etti.
“Anladığın üzere, sen kendinde değilken eşyalarına el koydum,” dedi, başıyla tepsiyi göstererek. “Onları bir daha göremeyeceksin.” Bu sırada parmaklarını şaklattı ve Harry’nin silahlarının olduğu tepsi şak diye ortadan kayboldu. Harry’nin gözüne, tepside duran hançeri, bıçağı ve Ninja yıldızlarıyla birlikte gümüş maskesi de ilişmişti. Hep taktığı siyah gümüş yüzüğü ise, maskenin üzerindeydi. Hepsinin ortadan kaybolmasıyla tepsi bomboş kalmıştı. Harry öfkeyle Jackson’a baktı. “Senden alamadığım tek şey bu,” dedi Jackson, Harry’nin boynundan sallanan gümüş kolyeyi işaret ederek. “Küçük cici şeyi,” diye yorumda bulundu. “Çıkarmaya çalışırken beni odanın öbür tarafına fırlattı,” diye ekledi ve Harry’ye baktı; mavi bakışları sertleşmişti. “Çıkar onu.”
Harry gardiyanla göz hizasına gelebilmek için kendini ayağa kalkmaya zorladı. Bacakları ağırlığının altında titriyordu ve felç edici bir ağrı birden bacağına saplanmıştı. Ama yine de ayakta durmaya gayret etti.
“Dene istersen!” diye tısladı Harry.
Jackson tekrar pis pis sırıtmadan önce bir an için bakışlarını ona dikti.
“Önümüzdeki birkaç gün sayende çok ilginç geçecek!” dedi, sırıtışı bütün yüzüne yayılarak.
Gümüş kolyeyi daha fazla mesele haline getirmeden, Harry’den uzaklaşarak geriye doğru çekildi. Harry kolyeyi tuttuğu gibi cüppesinin altına koydu. Bunun üzerine, göğsünde hissettiği serinlik onu rahatlatmıştı. Bu karmaşanın arasında en azından babasından bir parça onunla birlikteydi.
* * *
Ne kadar acı verici olursa olsun, Harry iki yanında gardiyanlarla uzun dolambaçlı koridor boyunca yürüdü. Jackson, Harry’nin hücresine giden soğuk karanlık koridorda onların başını çekiyordu.
Harry zindana girerken gözleri zindanın her bir köşesini taradı. Simsiyah duvarlar sonsuzluğa uzanıyor gibiydi ve görünürde hiçbir pencere olmaması, Harry’nin cesaretini kırmıştı. Lucius’la çalışma saatlerinden birinde, Nurmengard ile ilgili bir şeyler okumuştu. Bu yeri inşa eden büyücü Gellert Grindelwald hakkında okuduklarını hatırladı. Bu kaleyi düşmanları için inşa etmişti, ama Dumbledore neredeyse elli yıl önce onu mağlup ettiğinde, sonunda buraya hapsedilen kendisi olmuştu. Grindelwald, birkaç yıl önce, tam da bu yerde ölmüştü. Ölümünden sonra, bu yer hapishaneye dönüştürülmüştü. Şimdiyse burası, Keskin Nişancı Büyücüler ve Bakanlık tarafından, duruşma günlerine kadar mahkûmları tutmak için kullanılan bir yer haline gelmişti.
Harry, omuzlarının arasına aldığı sert bir darbeyle neredeyse dengesini kaybediyordu. Onu iten gardiyana bakmak için arkasına döndü.
“Acele et!” diye bağırdı adam.
Harry’nin elleri yumruk şeklini almıştı, ama saldırmamak için kendini tuttu. Canını yakmak için bir bahane arıyorlardı zaten; bunu onlara vermeyecekti.
Harry, hırpalanmış ve çürümüş vücudunun müsaade ettiği kadarıyla adımlarını hızlandırdı. Bacağındaki zonklayan ağrının şiddeti artıyor ve hücresine çabucak varıp oturabilmek için dua ediyordu. Bir sürü boş hücre görebiliyordu, ama gardiyanlar yürümeye devam edip Harry’yi hapishanenin daha da derinlerine götürdüler. Harry bunu onun daha fazla canını yakmak için, ayakları üzerinde olabildiğince uzun süre durması için yaptıklarını biliyordu.
Gardiyanlar, nihayet bir hücrenin yanında durdular. Jackson hücreyi açtı ve demir parmaklıklı kapının orada durdu.
“Odanız, Prensim,” diye alay etti.
Harry küçük, karanlık ve penceresiz hücrenin yarattığı kapalı alan korkusunu bertaraf etmeye çalışarak içeri girdi. Jackson’a sırıtmak için yerinde döndü.
“Manzaralı bir oda istemiştim.”
Jackson tek kaşını kaldırarak ona baktı. Karşılık olarak hücrenin kapısını çarparak kapattı, gürültülü bir klik sesiyle kilitledi. Parmaklıklara yaslanıp Harry’ye baktı.
“Dinlenebildiğin kadar dinlen,” diye salık verdi. “Sorgulamalar senden çok şey alıp götürecek,” diyerek gülümsedi. “İyi geceler, Prensim. İyi uykular, sabaha görüşürüz.”
Arkasına iki adamı da alarak uzaklaşmaya başladı. Ne zaman ki, üç gardiyan da görüş mesafesinden çıktı, Harry o an duvara yaslanıp zemine doğru kendini bıraktı. Sırtını soğuk duvara dayayıp bacaklarını uzatmış, acı içinde soluk alıp vermemek için dudaklarını ısırıyordu. Madem canı bu kadar çok yanmaya devam edecekti, ne diye kırık kemikleri düzeltilmişti, merak ediyordu.
Aklı, yarın yüzleşmek zorunda kalacağı sorgudaydı. Birden panikledi; ya onu sorguya çekerlerken Veritaserum kullanılırlarsa? Bu düşünceden kurtulmak için kafasını salladı.
“Sakinleş, Harry!” diye azarladı kendini. Yarın olduğunda bununla yüzleşecekti, nasılsa. Şu anda endişelenmesinin bir manası yoktu.
Kafasını kaldırıp hücre kapısına baktı. Dudağını ısırarak kendini toparladı, yavaşça ayağa kalktı, ağrılı bacağına yüklenmemek için elinden geleni yapmaya çalışıyordu. Kapıya doğru yürüyüp baktı, kilitleme mekanizmasını tutan kare levhayı bulana kadar bir eliyle parmaklıkları yokladı. Kilidin açılması için anahtara değil, büyüye ihtiyaç vardı.
Harry gözlerini kapattı, derin bir soluk verdi ve kendini büyü yapmaya odakladı. Kapının kilidinin açılması otuz saniye sürdü; gürültülü bir klik sesi boş hücrede yankılanmıştı. Harry gözlerini açtı ve gülümsedi. İçinden, onu henüz sekiz yaşındayken asasız büyü öğrenmeye zorladığı için babasına teşekkür etti. O zaman bundan nefret etmiş, çok zor olduğu ve anlamadığı için karşı çıkmıştı; ama Voldemort, Harry’nin protestolarına karşı çıkarak onu eğitmeye devam etmişti. Harry on altı yaşına geldiğinde ise, asayla yapabildiği büyülerin neredeyse çoğunu, asasız da yapabiliyordu.
Harry iç çekerek kapıyı tekrar kilitledi ve yerine dönüp oturdu. Hücrenin kapısını açabiliyor oluşu, kaçabileceği anlamına gelmiyordu. Nurmengard ile ilgili okuduklarını gayet iyi hatırlıyordu. Burası, Atlantik Okyanusu ile çevrili küçük bir adaya inşa edilmiş bir hapishaneydi. Şu anki haliyle gardiyanları atlatsa bile, asası veya silahları olmadan hiçbir yere gidemezdi. Adada mahsur kalmıştı.
Harry keyifsizce babasının Hortkuluk’unu çıkardı ve elinde tuttu; zümrüt taşlı kolye ona tuhaf bir şekilde avuntu hissi veriyordu. Onu kolyeyi çıkarmaya zorlayacaklardı; Harry bunu biliyordu. Gardiyan, bu sebeple, şu anda bir şey yapmaya kalkışmamıştı. Tam da bu yüzden, Harry’nin olayları daha da ilginç hale getireceğini söylemişti. Jackson’ın meydan okumayı seven biri olduğu açıktı ve Harry’nin de böyle biri olduğunu biliyordu.
Harry kolyesini tekrar cüppesinin altına yerleştirirken iç geçirdi. Kolyeyi almaları için onu öldürmeleri gerekecekti. Hayattayken bu kolyeden asla vazgeçmeyecekti. Hortkuluk’u düşünmek aklına Voldemort’u getirdi. Babasının bu durumla nasıl başa çıktığını merak etti. Yara izi acıyordu, ama vücudunun geri kalanı kadar kötü değildi. Harry en azından bundan memnundu.
Bunun üzerine, Harry –Murphy’nin kanunları sağ olsun– yara izindeki karıncalanmanın giderek arttığını hissetti.
“Hayır, hayır, hayır!” diye fısıldadı, eliyle yara izine bastırarak. “Lütfen, baba! Şimdi değil!”
Yanma hissi ağrıya, ağrı da hızlıca ıstıraba dönüştü. Harry eliyle yara izine bastırırken ses çıkarmamak için dişleri ile üst dudağını deşiyordu. Ağrının şiddeti git gide daha da kuvvetlendi; öyle ki, Harry’den boğuk bir inilti yükseldi. Yara izi sanki tutuşmuştu. Harry yere kapaklandı, parmaklarıyla alnını tırmalıyordu. Sanki kızgın bir maşa alnına tutuluyordu.
Harry çığlık attı, sesi boş hücrede yankılanıyordu. Yara izinin böylesine şiddetli bir şekilde yandığını daha önce hiç hissetmemişti. Üstüne, yaralanmalarından kaynaklanan ağrı da eklenince, yara izinin acısına dayanma gücü kalmamıştı.
Yara izindeki yanma, Harry’ye saatler gibi gelen bir süre boyunca devam etti ve sonunda dinmeye başladı. Harry, buna minnet dahi duyamadan, dermansızlıktan bayılmıştı.
* * *
Voldemort odasında toplanmış Ölüm Yiyen’lere sırtı dönük bir şekilde ayakta duruyordu. Onlara bakamıyordu, çünkü ne zaman baksa çileden çıkıyordu. Bakışlarını pencereye odakladı, hiç olmazsa bir anlığına dikkatini dağıtmıştı.
Öfkesini kontrol altına alarak büyücü topluluğuna döndü. Bakışları, tek kadın Ölüm Yiyen’in üzerindeydi; kadını başı öne eğik, endişeli bir halde görünce öfkesi neredeyse on kat daha büyük bir şiddetle geri gelmişti. Bella onu hayal kırıklığına uğratmıştı. Harry’yi geri getirmeyi başaramamıştı. Oğlu esir alınmışken kendisi geri dönmüştü. Asasına davranıp onu durduğu yerde öldürmemek için kendini zor tutuyordu.
Bella, Voldemort’un nefret dolu bakışlarını üzerinde hissetmiş gibi kafasını kaldırıp ona baktı; ona yöneltilen hayal kırıklığı dolu bakışları zihninden uzaklaştırmak için gözlerini sımsıkı yumdu. Efendisinin asasından ona doğrultulan Cruciatus lanetini hissetmeyeli yıllar olmuştu. Bu acıyı hak etmişti; bunun farkındaydı. Lanet onu vurduğunda gördüğü işkenceyle, Lord’unu ne kadar çok hayal kırıklığına uğrattığını biliyordu. Harry’yi düşündü, onu gözünün önünde canlandırdı; yüzüne yayılan o oyunbaz sırıtışını görebiliyor, kahkahası kulağında çınlıyordu. Kalbi duracak gibi oldu. Harry’yi de hayal kırıklığına uğratmıştı.
Ondan birkaç adım ötede Lucius Malfoy duruyordu. Lucius daha on dakika önce Lord Voldemort tarafından çağrılmıştı. Lordunun onu neden böyle apar topar çağırdığını anlamamıştı, ta ki neler olduğunu öğrenene kadar. Her zamanki duygusuz ifadesini takınmıştı, ama aslında panik içindeydi. Harry esir alınmıştı ve Yoldaşlık’ın onu nerede tuttuğuna dair hiçbir fikirleri yoktu. Harry, Yoldaşlık’ın mı yoksa kırmızı cüppeli Keskin Nişancı Büyücülerin mi elindeydi; bunu bile bilmiyorlardı. Eğer ikinci senaryo gerçekleşmişse, Harry herhangi bir yerde olabilirdi.
Lucius, Efendisinin bakışlarını yönelttiği Bella’ya baktı. Bella’yı görünce içinde büyük bir hayal kırıklığı hissetti. Harry’nin yakalanmasına nasıl izin verebilmişti? Harry’ye yardım etmek için gönderilen kendisi olsaydı, başarısız olmazdı. Harry’ye ulaşmak için Yoldaşlık’ın altını üstüne getirirdi.
Voldemort’un odasının kapıları açıldı ve bir Ölüm Yiyen telaşla içeri girdi. Adam, Voldemort’un önünde durup eğildi.
Voldemort hızla adama doğru yürüdü; gözlerini kısmış ona bakıyordu.
“Snape!” diye tısladı. “Neler öğrendin?” diye sordu, aceleyle.
Yüzü kuru kafa maskesinin altında gizlenmiş olan Severus Snape ayağa kalktı. Maskesini çıkardı; böylece Lord Voldemort doğrudan gözlerine bakabilecek, yalan söylemediğini anlayacaktı.
“Lord’um, Yoldaşlık’ın elinde değil,” diye yanıtladı.
Voldemort öfke ve hiddetle tıslayarak gözlerini kapattı. Ölüm Yiyenler’in hepsi, Efendilerinin patlamaya hazır halinden korkmuş bir halde bir adım gerilediler.
“Bakanlık’ın elinde,” diye devam etti Snape; koyu gözleri Voldemort’un tepkilerini ölçüyordu. “Bakanlık, Keskin Nişancı Büyücüleri ardından göndermiş. Yoldaşlık’ın gönderdiği imdat çağrısını almışlar ve bu sayede Karanlık Prens’e Yoldaşlık’tan önce ulaşabilmişler.”
Voldemort yağlı saçlı profesöre doğru tek bir adım attı. Kırmızı gözleri öfkeyle parlıyordu; öfkesi öyle derindi ki, korku vericiydi. Snape göz temasını kesmek zorunda kaldı.
“Onu nereye götürmüşler?” diye sordu; sesi tehlikeli bir şekilde alçalmıştı.
Snape ağır ağır yutkundu, korkusunu derinlere itmişti.
“Bilmiyorum, Lord’um.”
Snape işkence göreceğinden emindi. Karanlık Lord’un aniden değişen yüz ifadesi korkudan tüylerini diken diken etti. Kırmızı gözlerindeki bakışı, akıl almaz bir acıya işaret ediyordu.
Haklıydı.
Cruciatus laneti, bütün gücüyle Snape’e vurmuş ve onu saniyeler içinde yere indirmişti. Büyü canına okumuştu; kemikleri eziliyor, kasları ters dönüp yırtılıyor ve kanı ıstırap içinde kaynıyor gibiydi. Lanet kalktığında, Snape nefes nefese kalmıştı. Gözlerini kapattı, derin bir nefes aldı ve kendini toparlayıp kendini yerden kaldırdı.
Voldemort ona arkasını dönerek elini kaldırdı; arkalarındaki kapılar sertçe açılmıştı.
“Ayrılın!” diye tısladı, Ölüm Yiyen’lere. “Gidip Fudge’ın oğlumu nerede tuttuğunu öğrenin! Gün doğumuna kadar vaktiniz var.” Korku dolu görünen gruba döndü. “Yerini bulmadan sakın geri gelmeyin,” diye de uyardı.
Adamlar eğildiler ve aceleyle odadan ayrıldılar; Efendilerinin emirlerini nasıl yerine getirecekleri konusunda açıkça endişeli görünüyorlardı. Böyle bir bilgiye bu kadar kısa bir sürede nasıl ulaşabilirlerdi? Bella ve Lucius hariç hepsi ayrıldı. Voldemort onların da gitmesini isteseydi, hepiniz ayrılın diyeceğini biliyorlardı. Bu, onların gitmesi istenildiğinin tek sinyaldi. Aksi halde, odada beklerlerdi. Snape de, Karanlık Lord’un gazabından uzaklaşmak için orayı çabucak terk etti. Kapı arkasından kapandığında, geride Lord Voldemort’la sadece Lucius ve Bella kalmıştı.
“Lord’um,” diye tereddütle konuya girdi Lucius. “Bakanlık’taki kaynaklarımızdan Harry’nin nerede olduğunu öğrenebiliriz,” dedi, bir umutla. “Duruşmanın ertelenmesini sağlayabilirler, bu da bize her nerede tutuluyorsa onu kurtaracak zaman verir…”
“Yaralanmış.”
Sözler fısıltıyla söylenmişti ama iki adam da ne söylendiğini duymuştu. İkisi de bakışlarını Bella’ya doğrulttu. Bella, geniş kapaklı gözlerini onlara bakmak için kaldırdı.
“Zaman kaybedemeyiz. Ona hemen ulaşmalıyız,” dedi, acele bir ses tonuyla.
Voldemort bakışlarını başka yöne çevirdi; öfkeye kapılmamak için çaresizce mücadele veriyordu. Onu kontrolden çıkaran şey, Bella’nın anılarında oğlunun yakalanışını izlemiş olmasaydı. Harry’nin nasıl yara aldığını, üst kattaki çatıdan aşağıya doğru çarparak nasıl düştüğünü görmüştü. Üç adamın onu enkazdan nasıl kaba bir şekilde sürüklediğini izlemişti. Onların, aynı zamanda, Harry’nin yaşadığını söylediğini duymuştu. Bu, Harry’nin canını yakmamak için öfkesini kontrol altında tutmasını sağlayan tek şeydi. Ne kadar uzakta olursa olsun, Harry’nin aşırı öfkesinden bir şekilde etkilenebileceğini biliyordu ve Voldemort, Harry’nin ıstırabına bir yenisini daha eklemek istemiyordu. Ne durumda olduğunu ve neler çektiğini Merlin bilirdi.
* * *
Karanlık Prens – İçimdeki Karanlık #11: İlk Gün okumak için tıklayın!
Çeviren: Duygu Baştürk
Forum üzerinden yorum yapıp sohbete katılmak için tıkla!