Karanlık Prens – İçimdeki Karanlık #11: İlk Gün
|GİRİŞ İÇİN TIKLAYIN.
8. BÖLÜM
9. BÖLÜM
10. BÖLÜM
Lord Voldemort’un o karanlık gece, Harry Potter‘ı kaçırıp öldüremeyince kendi oğlu gibi büyütmeye karar verdiği alternatif bir hayran hikâyesine ne dersiniz?
“Karanlık Prens” serisini, Safina Mazhar‘ın kaleminden ve yazarın gözden geçirdiği yeni versiyon üzerinden taze bir çeviriyle sizlerle buluşturuyoruz. Karşınızda İçimdeki Karanlık cildinin on birinci bölümü!
bölüm 11
• İlk Gün •
Ertesi sabah, Gelecek Postası’nın ön sayfası dev bir manşetle kaplıydı: ‘Karanlık Lord’un Bir Vârisi Var!’ Bakan Fudge, dün gece geç saatlerde, Kim Olduğunu Bilirsin Sen’in Karanlık Prens lakaplı bir oğlu olduğunu tüm medyaya ilan etmişti. Verdiği uzun demeçte, Karanlık Prens’i, elit Keskin Nişancı takımının yakaladığını ve çocuğun çok yakında yargının önüne çıkarılacağını duyurmuştu.
‘Adil ve tarafsız bir yargılama, her cadı ve büyücünün hakkıdır.’ Gazete, Bakan Fudge’ın sözlerinden alıntılar veriyordu. ‘Kendilerini toplumumuzun bir parçası görmeyenler bile adil yargılanmalıdır. Bu sözüm ona ‘Karanlık’ cadı ve büyücüler, büyü dünyasının geri kalan kısmının uyduğu kanun ve yönetmeliklere karşı gelmektedirler; ancak, Sihir Bakanı olarak, doğru olanı yapmaları ve suçlarını kabul etmeleri için onlara bu şansı yine de vereceğim. Adı Anılmaması Gereken Kişi’nin oğlu mahkemeye çıkarılacak ve büyücülük dünyasına karşı işlemiş olduğu suçlardan dolayı yargılanacaktır. Duruşmanın gerçekleştirileceği tam tarih henüz belirlenmemiştir; ancak, sizi temin ederim ki, adalet yerini bulacaktır!’
James, sinirden köpürmüş halde gazeteyi bir kenara itti. Bakan’ın peşin hükümlü ve uyduruk sözlerini daha fazla okumak istemiyordu. Fudge’ın, Karanlık Prens’i duruşmaya çıkarmaktan yana olmadığını biliyordu. Tüm bunları, yalnızca halkın desteğini kazanmak için yapıyordu. Fudge, çocuğun kaderine çoktan karar vermişti; Karanlık Prens’in Ruh Emici’ler tarafından öpüleceği, su götürmez bir gerçekti. Duruşma, sadece, Bakan’ın uydurduğu görsel bir şölenden ibaretti; böylece dünyaya ne kadar adil bir lider olduğunu gösterecekti. James hiddetle çatalını pastırmasına sapladı; neredeyse tabağı ikiye ayıracaktı.
“Yavaş, James!” dedi Lily, masadan. “Onlar, en sevdiğim tabaklar.”
“Affedersin,” diye mırıldandı James.
“Ne hissettiğini biliyorum,” dedi Sirius, çayından bir yudum almadan önce. “Benim de sinirlerim bozuldu. Karanlık Prens’i ağımıza düşürmek için çektiğimiz onca çileden hiç bahseden yok,” dedi surat asarak. “Keskin Nişancı ekipten muazzam bir yakalayış, ya ne demezsin!” diyerek dudaklarını büktü.
James cevap vermedi, ama çatalını bırakarak kahvaltıdan vazgeçti.
“James, iyi misin?” diye sordu Lily, kocasına endişeli bir bakış atarak. “Tabağına hiç dokunmadın.”
“Evet ya, baksana, pastırmalı yumurta!” dedi Sirius, James’e dirsek atarak. “En sevdiğin!” James’in tabağındaki pastırmadan bir dilim alıp ağzına tıktı. “Ya da benim mi en sevdiğim?” diyerek güldü.
“Sen neden buradasın?” diye sordu Lily, Sirius’a gözlerini kısmış bakarak.
“Kahvaltı yapmak istedim,” dedi Sirius; yalandan şaşırmış gibi yaptı. “Acıkmıştım,” diyerek hafiften dudağını büzdü.
Lily gözlerini devirdi.
“Seninle asla baş edilmez; hem ne zaman tok oldun ki!” dedi.
Sirius, Lily’ye sırıttı.
“Ah, seni anlıyorum, Lily. Beni davet etmeden duramıyorsun.”
Lily suratı asık bir şekilde yerinden kalkıp masayı toplamaya başladı.
“Ya ne demezsin!” diye cevapladı.
Sirius kıkırdadı ve dikkatini, hâlâ düşüncelerinde kaybolmuş görünen James’e verdi.
“Hey, Çatalak? Kafanı bu kadar kurcalayan ne?” diye sordu.
James ona baktı ve başını iki yana salladı.
“Hiçbir şey. Bir şey yok.”
Mutfakla oturma odası arasındaki kapı açıktı; James, halıda oturmuş, Ron’la satranç oynayan Damien’ı izleyerek dikkatini başka bir yöne çekmeye çalıştı. Ron aralıksız bir haftadır Damien’la kaldığı için, James ona minnettardı. Ron sayesinde, yaz tatili boyunca sıkıntıdan patlayan Damien’ın morali düzelmişti.
On iki yaşındaki oğlunu, dün gece başlattıkları oyunu sürdürürken seyretti. Damien ve Ron, dün gece satranç takımını öylece bırakıp oyunu durdurmuşlar, böylece sabah kaldıkları yerden devam edebilmişlerdi.
“Ne pahasına olursa olsun, bu sefer seni yeneceğim,” dedi Damien, tahta üzerinde bir piyonu hareket ettirirken.
Ron genç çocuğa sırıttı.
“Vazgeç, dostum,” diye alay etti. “Ben profesyonelim. Beni yenemezsin.” Ron, hamlesini yaparak Damien’ın piyonunu havaya uçurdu.
Damien oyuna dönmeden önce, Ron’a sinir olmuş bir halde baktı. Kararlı bir şekilde tahtaya bakarken dikkatlice bir sonraki hamlesini düşünüyordu. Aniden taşını üç adım ilerleterek Ron’un piyonuna yetişti ve onu bir darbeyle yolundan çekti. James, bu mesafeden bile, hamlenin hileli olduğunu görebiliyordu.
“Hey!” diyerek karşı çıktı Ron. “Bunu yapamazsın!”
Damien tek kaşını kaldırdı.
“Öyle mi?” diye sordu, pis pis sırıtarak.
Bu basit ve safça söylenmiş sözün ardından, James midesine sert bir yumruk yemiş gibi hissetti. Damien’a bakakalmış halde masaya çöktü. Sözler zihninde dönüyordu. O sözü söylerken, Damien’ın sesi, alaycı tavrı, gülüşündeki o ince ima ona o kadar çok benziyordu ki… Damien’ın konuşma biçimi çok daha masumdu elbet, ama yine de ciddi bir benzerlik vardı. Çok korkutucu bir benzerlik. Gümüş maskeli çocuğun Kingsley’e dönüp aynı sözü aynı biçimde söylediğinin hatırası, James’i dayak yemişçesine sarsmıştı. Karanlık Prens’in sesi kafasında yankılanıyordu.
Tek kelime etmeden ayağa fırladı; oturma odasındaki iki çocuğun tartışmasını artık duymuyordu.
“Çatalak?” Sirius, masadan bir hışımla kalkan arkadaşına başını kaldırıp baktı.
“James? Neler oluyor?” diye sordu Lily, lavabodan uzaklaşarak.
“Hiçbir şey, sadece… yapmam gereken bir şey var,” diye mırıldandı James, kapıya yönelirken.
“James? Ne? Nereye gidiyorsun?” diye sordu Lily, yolunu keserek.
“Halletmem gereken bir şey var,” dedi James; hâlâ düşüncelerinde kaybolmuş görünüyor, Lily’yi pek görmüyor gibiydi. “Birazdan dönerim,” diyerek arka kapıya koşturdu, kapıyı açtı ve dışarıda gözden kayboldu.
“James?” diye seslendi Lily, ama kocası çoktan gitmişti. Geri dönüp mutfak masasında oturan ve şaşırmış görünen Sirius’a baktı. “Nasıl bir şey yaşıyor bilmiyorum,” dedi. “Oysa düne kadar keyfi yerindeydi.”
Sirius kalktı ve Lily’ye doğru yürüdü.
“Hep bu Karanlık Prens işi yüzünden. Kafasını bulandırıyor,” dedi Sirius.
Lily başıyla onayladı.
“Dün de stresini gizleyemiyordu,” dedi Lily, endişeyle dudaklarını ısırarak.
Zümrüt yeşili gözlerini tekrar kapıya, kocasının az önce kaybolduğu noktaya dikti. Sirius, Lily’yi böyle hüzünlü görmeye dayanamadı ve genelde yaptığı gibi, dikkatini başka yöne çekmek için onunla uğraşmaya başladı.
“Hepsi senin suçun,” diye atladı.
Lily afallamış bir halde baktı.
“Pardon? Benim suçum mu?” diye sordu.
“Yatak odanızda onunla yeterince ilgilenmiş olsan, James daha sakin ve mutlu olurdu,” dedi Sirius.
Lily ona alık alık baktı.
“Çok pardon?” dedi. “Yatak odamızda ne yaptığımızdan sana ne!”
“Biliyorum, biliyorum.” Sirius, eliyle kovarcasına bir hareket yaptı. “Özel hayat,” diye ekledi, alaycı bir şekilde eliyle tırnak işareti yaparak. “Ama ben yine de söyleyeyim. James’e ihtiyacı olan sıcak ilgiyi biraz vermiş olsan, Ruh Emici öpücüğünü kimin aldığı bu kadar umurunda olmazdı!”
Lily ona ters ters baktı.
“Zırdelinin tekisin!” dedi, lavaboya doğru yürürken.
“Ne yapman gerek, biliyor musun?” dedi Sirius, onu takip ederek. “Bu gece ona en sevdiği yemeği yap, birkaç mum yak ve dantelli kırmızı-siyah kombinezonunu giy. Bu bizim yaşlı Çatalak’ı kendine getirir!” diyerek pis pis sırıttı.
Lily çok pis hakarete uğramış gibi bakıyordu.
“Sen benim eşyalarımı mı karıştırıyorsun, sapık?” diye sordu.
“Hayır!” Sirius yüzünü buruşturdu. “Hiç işim olmaz! Ayrıca, bu suçlamana da çok kırıldım!”
“Peki, öyle bir şeyim olduğunu sen nereden biliyorsun?” diye meydan okudu Lily.
“Şu saniyeye kadar bilmiyordum,” diye sırıttı Sirius.
“Def ol!” dedi Lily, parmağıyla kapıyı göstererek.
Sirius göz kırptı ve kuzu kuzu kapıya doğru yöneldi. Ona küçük bir öpücük atıp kendince bu-kadar-kızacak-ne-var-sadece-takılıyordum mesajı yolladı ve mutfaktan çıktı.
Lily bulaşığa geri dönerken, dudaklarına küçük bir gülümseme yerleşti. Onu her ne kadar çileden çıkarıyor olsa da, Sirius’un maskaralıkları onu her zaman gülümsetiyordu.
* * *
Gün ışığının girmediği bu penceresiz hücrede gündüz mü gece mi olduğunu anlamak imkânsızdı. Zamanın bile donup kaldığı bu zifiri karanlık hücrede tıkılıp kalan Harry, sanki saatlerdir değil de günlerdir buradaymış gibi hissediyordu. Tek yanan meşale de saatler önce sönmüştü. Harry –asasız da olsa– meşaleyi yeniden yakabileceği halde buna yeltenmemişti. Hem bu hücrede ışığı ne yapacaktı ki? Çalışacak bir şeyi yoktu sonuçta.
Gecenin bir saati bilinci yerine gelmişti; yara izi hâlâ sızladığı, bacağı ve yanları ise acı içinde zonkladığı halde öncesinden daha iyi hissediyordu. Çektiği acı artık o kadar keskin değildi; uyuşmuştu. Yalnızca çok az bir iyileşme gösteriyordu, ama Harry buna rağmen minnettardı. Her zaman çabuk iyileşen biri olmuştu.
Harry sırt üstü uzanıp başını soğuk taş zeminden korumak için ellerini başının arkasına koydu ve gözlerini ne yapacağını bilmez halde zifiri karanlığa dikti. Uyumadı, uyuyamadı. Kafası, içinde bulunduğu bu zor durumu düşünmekten o kadar doluydu ki, uyuyamıyordu.
Meşale birdenbire kendi kendine yanmış, yanar yanmaz ise yükselen aleviyle Harry’nin hücresini titrek bir ışıkla aydınlatmıştı. Harry içini çekerek gözlerini kapattı; birazdan geleceğinden emin olduğu işkenceye direnmek için gücünü topluyordu. Gardiyanların, sorgu bahanesiyle canını yakacaklarından emindi. Ne istediklerini anlamayacak kadar saf değildi. Harry tüm sorularını cevaplayacak olsa bile –ki bunu yapmayı planlamıyordu– yine de gardiyanlar, olduğu kişi yüzünden canını acıtacaklardı. Babası, bu dünyada sırf onun oğlu olduğu için canını yakacak insanlar olduğunu her zaman söylerdi.
Küçük bir tıkırtı, bir köşede ona bir kâse ve küçük bir kupa getirildiğini duyurdu. Harry ‘kahvaltı’sını görmezden gelerek olduğu yerden kıpırdamadı. Çok aç hissetmiyordu. Kendi kendine boş midenin ona yararı olacağını söyledi. En azından işkence boyunca kusmak zorunda kalmayacaktı.
Uzakta git gide ona doğru yaklaşan ayak seslerinin yankılanışını duydu. Derin bir nefes aldı ve elinden geldiğince aciz görünmemeyi amaçlayarak yattığı yerden doğrulup oturdu.
Jackson sözünü tutmuş, Harry’nin kapısına gelmişti.
“Günaydın!” diye selamladı Harry’yi, suratında kocaman bir sırıtışla. Asasını demir parmaklıklara vurarak sesin hücre boyunca yankılanmasına sebep oldu. “İyi uyudun mu?” diye sordu.
“Mükemmelen,” diye karşılık verdi Harry.
Jackson, dokunulmamış yulaf lapası kâsesine ve su dolu kupaya baktı.
“Kahvaltını yapmadığını görüyorum,” dedi. “Sorun ne? Prens’in alışık olduğu standartlarda değil mi?”
Harry zoraki sırıttı.
“Genelde zengin kahvaltılar yaparım,” diye karşılık verdi, gardiyanın sinirini bozmak için.
Jackson başını yana eğerek dikkatlice onu inceledi. Çocuğa hakkını vermeliydi. Bu duruma düşmüş onun gibi genç biri için fazla sakindi ve hiçbir korku ibaresi göstermiyordu. Biraz olsun saygıyı hak ediyordu.
“Pekâlâ, o zaman başlayalım,” dedi Jackson, kapının kilidini açarak. “Ayağa kalk.”
Harry, acıdan kırılan vücudunun isyanını bastırarak itaat edip ayağa kalktı. Jackson ile birlikte gelen iki gardiyan hücreye girdi ve dokunmadan her iki yanında durarak ona dışarıya kadar eşlik ettiler.
Önceki gece olduğu gibi, bir şey yapmaya kalkışmasın diye ona göz kulak olan iki gardiyanla ilerlerken Jackson başı çekti. Gardiyanlar, Harry’yi geniş taş bir merdivene getirdi ve merdiveni tırmanmaya başladılar. Merdiven hiç bitmeyecekmiş gibi görünüyordu. Kalenin daha da tepesine çıkarak uzun bir süre tırmanmaya devam ettiler ve sonunda en üst kata vardılar. Gardiyanlar, Harry’yi bir odanın içine doğru itti.
Küçük odada, sadece üç parça mobilya vardı. Dikdörtgen bir masa ve her iki yanına konmuş sandalyeler. Sandalyelerdeki fark, Harry’nin hemen dikkatini çekti. Bir tanesi, sert ahşaptan yapılmıştı ve yüksek arkalıklıydı; otorite hissi veriyordu. Diğeri ise metaldendi, kolçaklarından kelepçe ve zincirler sarkıyordu. Uzun ve kalın bir zincir sandalyenin oturma yerinde dururken tehditkâr bir şekilde sallanıyordu.
Harry, metal sandalyeye doğru sürüklendi ve oturtuldu; ardından ise, iki gardiyan Harry’yi sandalyeye bağlamaya girişti. Uzun kalın zincirler, Harry’nin beline dolandı ve vücudunu neredeyse delecek kadar sıkı sıkıya bağladılar. Kolları, Harry’yi şaşırtarak, sandalyenin arkasına doğru çekildi. Kolçaklardaki kelepçeleri kullanacaklarını sanmıştı, ama anlaşılan gardiyanlar, bu pozisyonun, Voldemort’un oğlu için fazla rahat bir pozisyon olduğuna karar vermişti. Harry, elleri arkadan bağlanırken metal kelepçelerin bileklerini kestiğini hissetti. Sımsıkı bağlanmasının oluşturduğu gerginlik şimdiden omuzlarını acıtıyor, Harry’yi ruhsal olarak aşağı çekiyordu. En az birkaç saat bu pozisyonda kalacağını biliyordu. O zamana kadar omuzları ne hale gelecekti, kim bilir? Ayak bilekleri, sandalyenin ayaklarına bağlanmıştı; metal kelepçeler o kadar sıkıydı ki, derisini kesiyordu. Harry, ne kadar sıkı zincirlendiğini fark edince, ilk kez acizliğine yenik düştüğünü hissetti. Asla kıpırdayamıyordu, metal bağlar el ve ayak bilek derilerini yüzmüştü ve belindeki zincir canını acıtacak kadar sıkıydı.
Gardiyanlar kelepçe ve zincirleri en iyi şekilde sıktıklarından emin olup geri adım attıktan sonra, Harry başını kaldırdı. Jackson, az önce hücresinde onu incelerken takındığı o aynı sinir bozucu gülümsemeyle ona bakıyordu. Yavaş adımlarla Harry’ye doğru yürüdü; ayak sesleri odada gürültüyle tıkırdadı. Adam, Harry’nin önünde durdu ve doğrudan karşısına oturarak masaya yerleşti.
“Sen zeki bir çocuğa benziyorsun,” diye başladı, “birazdan ne olacağını anlamışsındır. Sorularımızı yanıtlar, ihtiyacımız olan tüm bilgiyi bize verirsen, duruşma gününe kadar bir daha rahatsız edilmezsin. Ancak, aptal olur da direnirsen ya da konuşmak istemezsen, canı yanan bir tek sen olursun. Bize cevapları verene kadar her gün buraya sürüklenir, bu şekilde bağlanıp sorguya çekilirsin. Açıkçası, Şifacı Bennet’ın başına daha fazla iş çıkarmak istemem. O yüzden birbirimizle iyi geçinelim, tamam mı?”
Harry cevap olarak sırıttı.
“Bakanlık yalakalarıyla iyi geçinmek mi?” diye sordu Harry; sırıtışı küçümseyici bir bakışa dönüşmüştü. “Ölmeyi yeğlerim.”
Jackson hayal kırıklığına uğramış görünüyordu. Gözlerini ayırmadan önce Harry’ye uzun uzun baktı. Başını iki yana sallayarak elini cübbesinin cebine götürüp küçük bir şişe berrak sıvı çıkardı.
“Senin gibi duygusuz katil ruhlu canavarlardan öğrendiğimiz bir şey var,” dedi Jackson, elindekini Harry’ye doğru sallayarak, “o da, çok azının gerçeği söylediği.” Küçük şişeyi kaldırdı. “Neyse ki, birkaç damla Veritaserum, bu problemi kökten çözecek.”
Harry, her ne kadar sakin görünmeye çalışsa da, kaskatı kesildi. Şişeye ürpererek baktı, aklı deli gibi babasını korumanın bir yolunu arıyordu.
Jackson öne doğru eğilip pis pis sırıtarak Harry’nin omzuna bir şaplak indirdi.
“Bize tüm bildiklerini anlatma vakti, çocuk,” dedi.
Harry, öylece bakmaktan başka bir şey yapamıyordu. Jackson elinde şişeyle ona doğru gelirken, dudaklarını sıkıca birbirine kenetledi ve başını çevirdi. Jackson iç çekerek, Harry’nin solunda duran gardiyana başıyla işaret etti. Gardiyan asasını Harry’ye çevirdi.
Bir büyü mırıldandı ve asadan bir ışık topu fırladı. Harry’nin hali hazırda çürümüş olan kaburgalarına vurup bedeninin acıdan sarsılmasına yol açtı. Yanları, dayanılmaz bir acıyla dağlandı ve Harry’yi acıdan bağırtarak bağlanmış vücudunu mümkün olduğu ölçüde büktü. Diğer gardiyan ise, Harry’ye arkadan yaklaşıp saçını tutarak onu acımasızca geriye doğru çekti ve Harry’nin başını arkaya yatırdı. Jackson eliyle Harry’nin yüzünü tuttu; tutuşu sert ve acımasızdı. Harry’nin ağzından içeri üç damla Veritaserum damlattı. Gardiyanlar, can çekişen çocuğu, soluğu yerine gelsin diye bıraktılar.
Jackson, mavi gözleri Harry’ye kitlenmiş halde bir süre bekledi; çocuğun acı içinde kesik kesik nefes alırken yavaşça yerinde doğrulmasını seyretti. Jackson kabul etmeliydi ki, zümrüt yeşili gözlerindeki hiddet korkutucuydu; ama neyse ki, çocuk sıkıca bağlıydı ve misilleme yapamazdı.
Jackson cebinden küçük gümüş bir küre çıkardı ve ona dokunarak sorguyu kaydetmesi için kaydı başlattı. İleri doğru adım attı. Şimdi, yüzü, çocuğunkinden yalnızca birkaç santim uzaktaydı.
“Ölüm Yiyen’lerin Karanlık Prens dedikleri sen misin?” diye test etmek için cevabını bildiği bir soru sordu önce.
Harry dişlerini sıktı, ama cevap kendiliğinden geldi. “Evet.”
Jackson güldü ve arkasına yaslandı. Kollarını göğsünde kavuşturarak bir süre çocuğu inceledi.
“Adın ne?” diye sordu. Bilmek için yanıp tutuşuyordu.
İsim ağzından dökülürken Harry gözlerini kapattı.
“Harry.”
Jackson’ın kaşları havaya kalktı.
“Harry?” diye tekrarladı. “Çok sıradan bir isim. Kim Olduğunu Bilirsin Sen’den beklediğim bu değildi,” diyerek kendi kendine güldü. “Soyadın yok mu?” diye sordu küstahça.
“Var, ama kullanmıyorum,” diye hırıltılı bir sesle cevapladı Harry.
Jackson, onu gördüğünden beri merak ettiği bir soru sordu. “Kaç yaşındasın?”
“On altı,” diye geldi cevap.
Jackson’ın pis gülüşü yüzünde dondu kaldı. On altı mı? Çocuğun daha büyük olduğunu, hatta reşit olduğunu düşünmüştü. En azından on sekiz demesini beklemişti. Jackson, onun gibi şaşkın görünen odadaki diğer iki adamla bakıştı. Reşit olmayan bir çocukla karşı karşıyaydılar. Jackson, Harry’ye tekrar baktı ve yüzüne odaklandı; aslında on altı yaşında gösteriyordu, ama havası daha yaşlı olduğu izlenimi uyandırıyordu.
Jackson, yaşadığı şoku bir kenara bırakıp görevine geri döndü. Başka bir soru düşünürken gözlerini çocuğun yüzüne kilitledi ve alacağı hangi bilginin büyü dünyasını etkileyeceğini düşündü.
“Lord… V-Voldemort nerede?” diye sordu, karanlık büyücünün adını söylemekte tereddüt ederek.
Harry, cevap verirken gözünü ondan hiç ayırmadı.
“Evde.”
Jackson gözlerini kırpıştırdı. Beklediği cevap bu değildi.
“Voldemort’un evi nerede?” diye sordu.
“Riddle Malikânesi’nde,” diye cevapladı Harry.
Jackson içinden küfretti. Bunu zaten biliyorlardı.
“Riddle Malikânesi nerede?” diye sormaya devam etti.
“Fidelius Büyüsü’nün etkisinde,” dedi Harry. Veritaserum etkisindeyken bile, bu sorunun cevabını veremezdi.
Jackson bir an için Harry’ye öylece bakakaldı.
“Sır Tutucusu kim?” diye sordu.
“Lord Voldemort,” diye cevapladı Harry.
Jackson küfretti. Bunu tahmin etmeliydi. Karanlık Lord kendisinden başka kimseye güvenmezdi. Madem Voldemort ile ilgili bir cevap alamayacaktı, o zaman Ölüm Yiyen’lerle yetinmesi gerekecekti.
“Voldemort’un Ölüm Yiyen’lerinin isimleri ne?” diye sordu.
Harry durdu; dudakları kapalı, gözleri önündeki adama dikiliydi. Jackson, iksirin ona zorla cevabı söyleteceğini biliyordu. Tek yapması gereken, beklemekti. Beklenildiği gibi, Harry’nin ağzı cevap vermek için açıldı.
“Igor Karkaroff, Regulus Black, Larry Hunt, Rudolphus Lestrange…”
“Ölü olmayanları!” diye patladı Jackson; yüzünde artık sırıtmaya dair hiçbir iz yoktu.
Harry cevaplamadı, çünkü Jackson tam bir soru sormamıştı; o yüzden konuşmak zorunda değildi.
“Hâlâ hayatta olan Ölüm Yiyen’lerin isimleri ne?” diye sordu Jackson.
Harry, yine kısacık bir an, Jackson’a gözlerini dikmiş bir halde mücadele ediyor gibi göründü.
“Antonin Dolohov ve Bellatrix Lestrange.”
Jackson dişlerini sıktı, gözleri Harry’ye öfkesinden alev alevdi.
“O ikisini de zaten biliyoruz,” diye çıkıştı.
“Bu, benim problemim değil,” diye cevapladı Harry.
Jackson sabrını kaybedip saldırıya geçti. Harry’nin yüzüne bir yumruk indirdi; Harry’nin yüzü yana doğru kaydı. Darbenin etkisiyle sandalyesi neredeyse yana devriliyordu, ama yanında dikilen gardiyanlar, sandalyeyi sabit tutmayı başarmıştı.
Jackson, Harry’nin saçını tuttuğu gibi çekerek yüzünü kaldırdı.
“Bakanlık’ın bilmediği Ölüm Yiyen’lerin isimlerini söyle!” diye haykırdı.
“Jason Riley, …Thorfinn Rowle.”
“Onlar ölü!” diye kükredi Jackson, saçını daha da çekerek.
“Bakanlık…onların…Ölüm Yiyen…olduğunu…bilmiyordu,” dedi Harry, zorlukla soluduğu halde gardiyanın öldürücü ifadesine sırıtarak.
“Seni küçük pislik!” Jackson, Harry’nin saçını bırakıp yüzünü tekrar yumrukladı.
“Jackson! Dur!” Gardiyanlardan biri onu geri çekip Harry’den uzaklaştırdı. “Tamam, sakin ol!”
Harry zar zor nefes alıyordu, ağzına kanın bakırımsı tadı geldi. Ağzındaki kanı tükürdü ve başını kaldırıp fenalaşmış görünen gardiyana baktı.
“Sadece seni sınıyor,” dedi gardiyan, Jackson’a. “Sabrını kaybetme.”
Jackson derin bir nefes aldı. Çocuğun onu ve sabrını zorladığını biliyordu. Onlara faydalı tek bir şey söylememişti. Veritaserum’u manipüle ediyor; gerçekleri söylediği halde asıl cevapları vermiyordu.
Jackson, bir elini kısa sarı saçlarından geçirdi ve yeniden derin bir nefes aldı. Harry’ye doğru yürüdü ve tekrar masanın diğer tarafına geçti. Yumruklarını sıkmış, yeniden çocuğa saldırmamak için kendini zor tutuyordu.
“Pekâlâ, Harry,” dedi ona, sakin bir şekilde sırıtmaya çalışarak. “Tekrar deneyelim.” Karanlık Prens’i gerçek cevaplar vermeye zorlayacak soruyu dikkatlice düşündü.
“Bana, hâlâ hayatta olan ama Bakanlık’ın bilmediği Ölüm Yiyen’lerin isimlerini söyle.”
“Fenrir Greyback, Mark Jugson ve Evan Rosier,” diye cevapladı Harry.
Jackson, masanın üzerindeki yumruğunu öyle bir sıkıyordu ki, eklemleri bembeyaz kesilmişti.
“Bu adamların hepsi kaçak,” diye tısladı. Onların Voldemort ile olduğunu zaten biliyordu.
Harry sırıttı.
“Ve aynı zamanda, Bakanlık’tan saklanıyorlar.”
“Tamam! Bu kadar yeter!” Jackson ayağa kalktı, gardiyanlara Harry’yi çözmelerini işaret etti.
Gardiyanlar emri yerine getirirken, Jackson ise gümüşümsü küreye dokunarak kaydı durdurdu.
Dönüp baktığında, gardiyanların Harry’yi çözmüş olduğunu ve onu sandalyesinden kaldırdığını gördü. Artık ayaktaydı.
“Kendini çok zeki zannediyorsun, değil mi?” diye sordu Jackson, ona doğru yürürken; şimdi on altı yaşındaki çocuğun yalnızca birkaç santim uzağındaydı.
Harry, Veritaserum’un etkisi altında olduğu için dosdoğru cevapladı.
“Evet.”
Jackson ona pis pis baktı.
“Ne kadar zekisin, görelim bakalım.”
Harry’yi cübbesinin yakasından tuttuğu gibi çekti ve sinirle odanın karşısına fırlattı. Harry masaya çarptı; masanın köşesine yanlamasına vurmuştu. Acıdan neredeyse yere kapaklanıyordu. Gözlerinde beyaz ışıklar çaktı ve düşmemek için masaya tutundu. Bir el onu arkasından yakaladığı gibi kendine döndürdü.
İşte bu, bardağı taşıran son damla oldu. Hayatta kalma güdüsü canlanan Harry karşılık verdi. Jackson’ın elini yumruğunun içine aldığı gibi bükerek onu geriye püskürttü ve ardından suratının ortasına yumruğu indirdi. Jackson şokla yere yığıldı. İki gardiyan da asalarını Harry’ye doğrultmuştu, ama onu daha lanetleyemeden, Harry bir elini kaldırarak abartılı bir hareket yaptı. Görünmez büyü, iki gardiyanı da yakaladığı gibi havaya kaldırdı. Güçlü bir çatırtı sesiyle duvara çarpıp yere düştüler.
Jackson, asasını Harry’ye doğrulttu ve ona bir beden kilitleme laneti yolladı. Harry kolaylıkla büyüyü savuştururken Jackson’ı da asasız bir halde geriye doğru savurdu. Jackson kafasını da vurarak duvara yapıştı. Harry’nin eli, az önce bağlı olduğu sandalyeye doğruldu. Elinin bir hareketiyle metal sandalyeyi odanın öbür tarafına, Jackson’a doğru gönderdi; metal sandalye, sert bir şekilde adama çarparak acısını ikiye katladı.
Diğer iki gardiyan asaları hazır bir halde yeniden ayağa kalkmıştı. İkisi birden Harry’ye lanetler yolladılar, ama hedefi tutturamadılar. Harry’den gelen başka bir asasız büyü, her birini odanın iki yanına uçurdu; her ikisi de duvara çarpıp bilinçsizce yere devrildi. Harry’nin arkasındaki kapı aniden açıldı ve üç gardiyan içeri koştu. Harry, daha harekete geçemeden, yere yapıştırılmıştı; iki gardiyan onu yere sabitlemiş, kollarını arkasında birleştirerek tutuyorlardı.
“Neler oluyor burada?” diye sordu yeni gelen gardiyanlardan birisi; soruyu direkt Jackson’a sormuştu. “Güvenlik küresinden sizi izledik. Onu neden çözdün?”
Elleri arkasında bağlanmış halde duran Harry, metal kelepçeleri bileklerinde yeniden hissetti. Sertçe ayağa kaldırıldı ve onu yere indiren iki gardiyanla orada bekletildi. Harry, Jackson’a gözünü dikmiş, içinde yanıp tutuşan öfke ve intikam hissinden güçlükle nefes alıyordu. Karşılığında, sarışın gardiyan da Harry’ye dik dik bakıyordu. Altında ezildiği metal zincirler yüzünden doğru düzgün doğrulamıyordu. Harry, en azından adamın kaburgalarından birini çatlattığına emindi.
Harry ona pis pis sırıttı.
“Görünen o ki, canı yanan bir tek ben değilim,” diyerek alay etti.
Jackson ona doğru koştu, ama diğer gardiyan onu kolundan yakalayıp durdurarak uzaklaştırdı.
“Hey! N’apıyorsun?” diye sordu kahverengi saçlı gardiyan; Paul Jackson’ın bir hükümlüye saldırdığına inanamıyordu. Genellikle aralarında en sakin olanı, oydu. “Neler oluyor?”
Jackson, meslektaşının pençelerinden kurtuldu; mavi bakışları Harry’nin üzerindeydi. Ona parmağını doğrulttu.
“Bunu ödeyeceksin!” diye hırladı. Onu tutan iki gardiyana döndü. “Onu bodrum kata, güneydoğu kanadına götürün,” diye emretti. Harry odadan çıkarılırken ise, Jackson kahverengi saçlı gardiyana döndü. “Davis, bana bir çift Kelso kelepçesi getir.”
“Jackson, ne…?”
“Kelepçeleri getir!” diyerek sesini yükseltti Jackson, Harry’nin arkasından gitmeden önce.
* * *
Harry, iki gardiyan tarafından Nurmengard’ın bodrum katına götürülüyordu; Jackson ise, bu sefer onları arkadan takip ediyordu. Harry, hapishanenin yer altında bulunan uzun dönemeçli bir koridoruna getirildiğinde, etkisini hemen hissetti. Binanın bu kısmında nefes almak çok güçtü; hava ağır ve boğucuydu. Neden böyle olduğunu anlamamıştı; ya yer altında oldukları içindi ya da böyle olması için büyülenmişti. Ayrıca burası çok daha soğuktu. Dün gece kaldığı hücre küf kokulu olsa da sıcaktı; burası ise dondurucuydu. Duvar boyunca tek sıra halinde dizilmiş hücreler gördü.
Hücrelerden birine doğru sürüklendi; ama onu içeri atmak yerine, yüzüne okkalı bir yumruk atarak parmaklıklara yapıştırdılar. Kelepçe kollarından sertçe çıkarıldı ve yüzü Jackson’a döndürüldü; iki asa doğrudan yüzüne hedeflenmişti.
Kahverengi saçlı gardiyan Justin Davis, Jackson’a bir çift kelepçe uzattı.
“Bir şey yapmaya kalkışma!” diye uyardı Jackson Harry’yi ve işareti üzerine, gardiyanlardan birisi hedef gösterilen noktaya, Harry’nin şakağına asasıyla bastırdı. Jackson, Harry’yi bileklerinden yakaladı ve kelepçeledi; derisinin kızarmış ve soyulmuş olduğunu umursamadı bile.
Harry’nin ellerini önünde kelepçeledikten sonra, onu tutup hücrenin kapısına doğru çekti. Kapı kilitli değildi ve Harry içeri itilmeden önce açıldı. Harry, Jackson’a bakmak için döndü; kapı çarparak kapatılırken kapının kilitlendiğini söyleyen gürültülü bir klik sesi duyuldu.
“Bir gece burada kalınca bülbül gibi ötmeye başlayacaksın!” diye hırladı Jackson. Ona parmağını salladı. “Bunu kendine sen yaptın!” Döndü ve yürüyerek uzaklaştı; diğer üç gardiyan da arkasından onu takip etti. Gürültülü bir kapı sesinin ardından, Harry artık yalnız olduğunu biliyordu.
Harry titremesine engel olamadı. Soğuk yakıcıydı ve cübbesinin altında yalnızca ince bir gömlek vardı. Üzerlerine işlenmiş K harfini kaydederek bileklerindeki kelepçelere baktı. Parmaklarını hareket ettirip ufak bir alev topu yaratmayı denedi. Hiçbir şey olmadı. Harry küfretti.
Sakin kalmak ve asasız büyü yapmamak için çok çaba sarf etmişti. Düşman karşısında tüm gücünü göstermemesi konusunda, babası onu sıkça tembihlemişti. Bazen savaşı kazanmanın yolu, düşmana sürpriz yapmaktı. Ancak, Harry kendini ve güdülerini kontrol edememişti. Kendini korumak için gardiyanların karşısında asasız büyü yapmış ve tüm gücünü bilmelerine yol açmıştı; sonuç olarak da, kelepçelerle buna bir son verilmişti.
Harry, soğuk zeminde korkunç bir şekilde titreyerek geri çekildi; göğsü, sırf nefes almaya zorladığı için ağrıyordu. Burada tıkılıp kalmıştı; buradan çıkmak ya da kendini biraz olsun rahatlatmak için artık asasız büyü de yapamıyordu. Başını kaldırıp hücrenin tavanına baktı ve nefes verdi; nefesinden dumanlar çıkıyordu. Tüm gün buradan çıkarılmayı beklemekten başka çaresi yoktu.
* * *
James karargâha vardığında neredeyse akşam olmuştu. Remus’un orada olduğunu görünce memnun olmuştu; tabii Sirius’un da.
“Hey, Çatalak!” diye selam verdi Sirius, James uçuç tozuyla geldiği şömineden çıkarken. “ Bu ne sürpriz! Bu sabah Lily’yi terk ettikten sonra, seni buraya göndermez sanıyordum!”
James şakasına karşılık vermeyince Sirius kaşlarını çattı.
“Her şey yolunda mı?” diye sordu Remus.
“Evet, şimdilik,” dedi James.
Onlara doğru hızla ilerleyip iki parşömen rulosu çıkardı. Her birine bir tanesini verdi.
“Bu ne?” diye sordu Sirius.
“Geçiş izinleriniz,” dedi James. “Nurmengard için.”
İki adam da donakalmış bir halde başlarını kaldırdı.
“Ne?” diye sordu Sirius.
“Bunları nasıl aldın?” diye sordu Remus.
“Kolay olmadı,” dedi James iç çekerek; kendini bir sandalyeye attı. “Biraz torpil geçmesi için Robertson’a gittim. Hiç kolay olmadı; şunları onaylamasını sağlamam neredeyse sekiz saatimi aldı.” Parşömenleri işaret etti ve gözlüklerini çıkararak yorgunlukla gözlerini ovuşturdu.
“Robertson bunu senin için yaptı mı, yani?” diye sordu Sirius, şaşkınlık içinde.
“Evet. Hazır aklımdayken, şu Bagman imzalı Vurucu sopası hâlâ sende mi?” diye sordu.
“Elbette,” diyerek sırıttı Sirius. “En değerli hazinelerimden birisi!”
James yüzünü ekşitti.
“Ee, onu Robertson’a vermek zorundasın,” diye arkadaşını bilgilendirdi.
“Ne? O niyeymiş?” diye sordu Sirius.
“Üzgünüm, dostum,” dedi James, omzunu silkerek. “Anlaşmayı bu sayede sağladım, çünkü Robertson sopanın sende olduğunu biliyordu ve önerdiğim başka hiçbir şeyi kabul etmedi,” diye açıkladı.
“Robertson’ın Bagman hayranı olduğunu bilmiyordum,” diye ekledi Remus.
“Değil zaten,” diye cevapladı James. “Ama Bagman öldükten sonra, onun imzasını taşıyan her şey küçük bir servet değerini aldı,” diyerek omuz silkti. “Ona para teklif ederdim, ama bu rüşvet olarak düşünülürdü.”
“Pardon ama neden ben hakiki Ludo Bagman imzalı en güzel Vurucu sopamdan vazgeçiyormuşum?” diye sordu Sirius; James’in sopayı çoktan verdiği gerçeğini hâlâ idrak edememişti.
“Çünkü bu çok daha önemli,” diye açıkladı James, kendi Nurmengard’a izin belgesini göstererek.
İki adam da, James’in elindeki parşömene bakakalarak sustu.
“Çatalak…” diye başladı Remus.
“Oturup Karanlık Prens’i başkalarının almasına sessiz kalmayacağım,” diyerek Remus’un sözünü kesti James. “Çok zor bir iş başardık, çaba gösterdik ve ben az daha onun tarafından öldürülüyordum,” diye hatırlattı arkadaşlarına. “Sanırım bu kadarı bile onu görme hakkını veriyor bana.”
Remus ve Sirius birbirlerine baktılar ve ardından, Remus James’e döndü.
“James, onu neden görmek istediğini anlıyoruz,” dedi. “Şu anda hissettiğini hissetmen çok normal,” diye devam etti; sözlerini dikkatle seçerek konuşuyordu. “Ama bu doğru değil.”
James’in kafası karışmış görünüyordu.
“Ne doğru değil?” diye sordu.
Remus, söyleyeceklerini söylemekte tereddüt etti; onun yerine, başını çevirip gözlerini kaçırdı. Konuşmayı Sirius devraldı.
“Bak, Çatalak, dostum,” diye başladı Sirius. “Kimse… seni kızgın olduğun ya da… bir şey yapmak istediğin için suçlayamaz, ama biz öyle insanlar değiliz ki. Sen öyle biri değilsin!” dedi, ona yalvarır gibi.
“Siz ikiniz ne saçmalıyorsunuz?” diye sordu James; iyiden iyiye kafası karışmıştı.
“James, Karanlık Prens’i öğrendiğinden beri onu saplantı haline getirdin,” dedi Remus. “Artık yakalanmış olması ve hüküm giyecek olması sana yetmiyor.” James’in gözlerinin içine bakıyordu. “Voldemort’un canını yakmak istemeni anlıyorum,” dedi usulca. “Onun canını yakmak istiyorsun, H…Harry yüzünden.” Ölmüş oğlunun adını duyunca James’in sarsıldığını gördü, ama yine de sözlerine devam etti. “Voldemort’un oğlunun canını yakınca, hiçbir şey değişmeyeceği gibi, Harry’nin ölümünün intikamını da almış olmayacaksın. Ateşe ateşle karşılık vermek, yalnızca daha büyük bir ateşi doğurur.”
James çenesi kasılmış, elleri yumruk yapılmış halde ayağa kalktı.
“Nurmengard’a çocuğun canını yakmak için mi gitmek istediğimi sanıyorsunuz?” diye sordu, sıkılmış dişlerinin arasından.
“Öyle değil mi?” diye sordu Sirius, alçak sesle.
“Hayır!” diye esip gürledi James. “Hayır, siz beni ne zannediyorsunuz? Bunun intikamla bir ilgisi yok! Voldemort’u öldürmek istiyorum, evet, o puşt benim oğlumu…” Küçük bebeğinin aniden beliren görüntüsü, kalbinin sıkışmasına neden oldu. Oğlunun adını bile göğsü sıkışmadan söyleyemiyordu. Derin bir nefes aldı. “Oğlunun canını yakmayacağım,” diye biraz daha sakin konuştu James. “Niyetim bu değil.”
Remus da Sirius da son derece rahatlamış görünüyorlardı.
“Şükürler olsun!” dedi Sirius, bir oh çekerek.
“Amacın ne, o zaman?” diye sordu Remus. “Gidip onu görmekte neden bu kadar diretiyorsun?”
James durdu, ne söyleyeceğinden emin değildi. Kendisi bile Voldemort’un oğlunu neden görmek istediğini bilmiyordu. Sadece yapması gerektiğini biliyordu.
“Dürüst olmam gerekirse, bilmiyorum,” dedi James, tekrar sandalyesine çökerek. “Açıklayamıyorum ama bu, sanki içimden gelen bir his gibi; yani bir ses bana gidip onu görmemi söylüyor,” diye açıklamaya çalıştı. “Oradan nasıl göründüğünü biliyorum ama… ama onunla konuşmam gerektiğini hissediyorum; onu görmeye ihtiyacım var.”
Remus ve Sirius afallamış görünüyorlardı.
“Yani, şimdi bunun hiçbir intikam türüyle ilgisi yok, öyle mi?” diye sordu Sirius; hâlâ şüpheyle bakıyordu.
James hararetli bir şekilde başını iki yana salladı.
“Hayır, hayır!” diyerek tersledi. “Size söyledim, ona zarar vermek istemiyorum.”
“O zaman, Nurmengard’a gidince ne olacak? Ne yapacağız? Onunla ne konuşacaksın?” diye sordu Remus, her zamanki ciddi tavrıyla. “Seni öldürmeye kalkışmış bir çocuğun seninle medeni bir şekilde konuşacağını mı düşünüyorsun gerçekten?”
James sessizleşti.
“Bilmiyorum,” diyerek usulca itiraf etti. “Tüm bildiğim, onu gördüğüm an, bir şey anlayacak olmam.”
Sirius, iki arkadaşına da sırasıyla baktı.
“Nurmengard’a ne zaman gidiyoruz?” diye sordu.
“Şimdi,” diye cevapladı James. “İznimiz yalnızca bu geceye kadar,” diye açıkladı, şoka uğramış iki adama. “Koordinatları aldım. Adaya en yakın yere Cisimlenir, oradan da tekneyle yola koyuluruz.” Onlara baktı. “Olur mu?” diye sordu; onunla gelmek istemeyebilecekleri, ilk kez aklına gelmişti.
Sirius sırıtırken Remus da gülümsüyordu.
“Ne bekliyoruz?” diye sordu Sirius. “Nurmengard’a gidiyoruz!”
James rahatlayarak gülümsedi. En yakın iki arkadaşına her zaman güvenmişti. Gözlerini, elinde sımsıkı tuttuğu parşömen rulosuna dikti.
“Evet,” diye onayladı usulca. “Gidiyoruz.”
* * *
Karanlık Prens – İçimdeki Karanlık #12: Esrarengiz Benzerlik okumak için tıklayın!
Çeviren: Tuba Toraman
Merhabalar iyi aksamlar
Karanlik prensin 12. Bolumu yarina mi sarkacak bilgilendirme yapabilirseniz sevinirim. Telefon elimizde yenileyip duruyoruz sayfayi
Kolay gelsin