Harry Potter ve Kızıl Pelerin #15: Arcanus Grines’in Sırrı

* * *

önceki bölümleri okumadıysanız:

BÖLÜM LİSTESİNE ULAŞMAK İÇİN TIKLAYIN!

* * *

Harry, tehditkâr yağmur bulutlarıyla kaplanmakta olan gökyüzünde süzülüyordu yine. Kızıl Pelerini esen serin rüzgârla dalgalanıyordu. Normal şartlarda evinin penceresinden bakan bir muggle Harry ile Arcanus Grines’i gökyüzünde biri kırmızı bir siyah iki leke olarak görebilir, polisi arama ihtiyacı duyabilirdi. Ama iki Seherbaz da Hayalbozan büyüsüyle meraklı gözlerden korunuyordu.

Yağmur geliyor diye geçirdi içinden Harry. Şaşırtıcıydı bu, çünkü Hogwarts’taki Quidditch maçı boyunca tek bulut yoktu gökyüzünde. Bunu uğursuz bir işaret olarak almalı mıydı?

Endişeli ama heyecanlıydı. Sonunda artık bazı cevaplar alacağını biliyordu. Theodore Nott Azkaban’daki hücresinde onu bekliyordu. Neden diğer Seherbazlarla değil doğrudan ve sadece Harry ile konuşmak istediğini merak etmiyor değildi, ama bunun şimdilik önemi yoktu. Etraflarında örülen gizemlerin aydınlanmasına sadece birkaç dakika kalmıştı. Yorgundu ama nedense öyle hissetmiyordu. Aylardır süre gelen çaresizliğin ardından sonunda biri yakalanmıştı. Bu düşüncenin yarattığı coşku hissettiği başka her şeyi perdeliyordu.

Ondan birkaç adım yüksekte, doğu yönünde uçmakta olan Arcanus Grines’e kaydı aklı. Odaklanmış, kararlı bir şekilde bulutların arasında süzülüyordu o da. Sessiz bir adamdı Grines ama Harry bu sessizliğin aldatıcı olduğunu, onun kafasının da en az kendisininki kadar dolu olduğunun farkındaydı. Kingsley onun kendisini komplo teorilerine fazlaca kaptırdığını söylese de bugüne dek pek çok endişesi doğru çıkmıştı. Ölüm Yiyenlerin ülkeye geri döndüğünü, Pullman’ın ihanetini, Harry’nin gördüğü rüyalarında saklı gizemi tahmin etmeyi başarmıştı. Harry başta Daire Başkanına karşı ciddi kuşkular beslemiş olsa da o gün geldikleri noktada yeteneklerini bizzat görmeyi başarmış ve Voldemort’un Grines’i neden bu kadar ısrarla istediğini anlamıştı. Kingsley’in tecrübeli bu kadar Seherbaz varken neden Grines’i bu pozisyona getirdiği açıkça ortadaydı.

Azkaban rotasını artık ezberlemişti; gözü kapalı adaya gidip oradan Londra’ya dönebilecek durumdaydı. Norfolk’u geçtiklerinde uçsuz bucaksız deniz vardı altlarında. Gözlerini kapayıp ciğerini iyot kokusuyla doldurdu. Birkaç dakika sonra nihayet alçalmaya başladılar, ayakları yere değer değmez süpürgelerini ellerine alıp koşar adım dış kapıya ve içeri girdikten sonra da avludan geçerek ana binaya yönlendiler.

Onlara Azkaban’ın kapılarını açan Proudfoot oldu. Harry ve Grines ile tek kelime bile etmeden içeri dalıp süpürgelerini girişe bıraktılar. Harry aceleyle etrafına bakındı, Azkaban’ın hayaleti Ekrizdis görünürlerde yoktu. Buna memnun oldu çünkü tamamen Nott ile aralarında geçecek konuşmaya konsantre olmak niyetindeydi.

Merdivenlere adımlarını atar atmaz bu defa Maxwell yanlarına geldi, kuleye çıkarken onlara bir süre eşlik etti.

“Herhangi bir gelişme var mı?” diye sordu Arcanus Grines ona kafasını dahi çevirmeden.

Maxwell huzursuzca, “Hayır,” dedi. “Hala konuşmamakta ısrarlı. Her şeyi sadece Harry Potter’a anlatacağını tekrar edip duruyor,” diye tamamladı sözlerini. Sonra da çekine çekine,

“Bu arada, Bakan Shacklebolt ve diğer Seherbazlar hala gelmedi,” bilgisini verdi.

Bu durum Harry’yi şaşırttı. Bu kadar büyük bir tutuklamadan sonra Kingsley’in ilk iş yanında Seherbazlardan oluşan bir orduyla Azkaban’a geleceğini düşünmüştü. Muhtemelen Grines onunla aynı fikirde değildi ki duyduklarına karşı kafasını sallamakla yetindi, “Bakan’a haber verildi, kısa sürede burada olacaktır. Şu anda herkes buraya toplayıp Bakanlık’ta güvenlik açığı yaratamayız. Artık dersimizi aldık.”

Azılı suçluların tutulduğu üst katlara çıkarken, “Siz Proudfoot ile nöbetinize devam edin. Onun konuşmaktan vazgeçmesine sebep olacak bir hata istemiyorum,” şeklinde kestirip attı. Maxwell ikisini de başıyla selamlayıp gerisin geri döndü ve koşar adım aşağı indi.

Grines hücreye birkaç adım kala durdu, Harry’ye dönerek, “Üstünü aradık. Tehlikeli hiçbir şey yok, hücre tamamen güvenli görünüyor,” diye söze başladı. “Fakat Nott  kendinden oldukça emin konuşuyor ve hiçbir şekilde endişe ya da korku içinde değil. Seni kışkırtmaya çalışacağından eminim. Odaklanmaya çalış. Bizim için şu anda tek önemli şey Lestrange’in bulunması ve zaman döndürücüyü yeniden ele geçirmek. Bunca zaman gölgelerde gizlenip hatasız oynadıktan sonra aniden ortaya çıkması pek hayra alamet değil.” Harry başını salladı, Grines yüzünde ciddi bir ifadeyle hücreye doğru yürüdü, Harry’nin duyamadığı büyülü sözleri fısıldayarak asasını salladı ve kapı aralandı.

Theodore Nott sandalyede parmaklıklardan sızan ay ışığının altında, gölgelerin arasında oturuyordu.

Harry ona biraz daha yaklaştı…

Üzerinde yıpranmış, kahverengi bir takım elbise vardı. Kollarındaki ve omuzlarındaki dikişler patlamıştı. Yağlı saçları tel tel anına dökülüyordu. Pantolonunun rengi atmıştı. Bu haliyle Sirius’un Azkaban’dan kaçtığı dönemdeki haline benzemiyor değildi. Adam kaçak olmanın getirdiği yoksunluğun ve sefaletin tartışmasız izlerini taşıyordu. Bütün bunlara rağmen Harry ile Arcanus Grines’in içeri girdiğini gördüğünde sırıtmaya başladı. Ağzını açtığında çürük, kapkara dişleri göründü. Sesi hırıltılıydı:

“Harry Potter… Sonunda…”

Harry tam karşısında dimdik durdu, “Theodore Nott… “ Karşısındaki sandalyeye oturdu, “Konuşmaya başla bakalım…”

Nott onun omzunun üzerinden baktı, Grines’i işaret etti: “Mahremiyetimizi korumak isterim…” Sevimsiz sevimsiz güldü. “Söyleyeceklerim seni ilgilendiriyor, onu değil…”

Harry bir an bekledi. Herhangi bir hareket gelmeyince kafasını hafifçe çevirdi. Grines onu görmüyordu bile, öldürücü bakışlarını Nott’a yöneltmişti. Harry onun bir an için öfkesine yenileceğini düşünse de Grines kendisini topladı, gece karası pelerinini savurarak arkasını dönüp dışarı çıktı. Kapıyı öyle kuvvetli çarptı ki sanki bütün kule temellerinden sarsıldı.

Nott kafasını iki yana sallayarak cık cıkladı, “Ne kadar da öfkeli bir adam… Gerçi Lestrange onun bu yönünden bahsetmişti, Bakanlık’ta görev verdiğiniz Büyücülere bir öfke testi yaparsanız fena olmaz.”

Harry sakince, “O mükemmel bir Seherbaz… Eh, seni buraya tıkmayı başarması da bunu kanıtlıyor…”

Nott onun bu sözleri üzerine gülmeye başladı, kahkahaları o kadar şiddetli bir hal aldı ki sonunda öksürüklerle sarsıldı; iki büklüm hale,  “Ah! Kusura bakma…” dedi. Biraz daha kendine gelince,  “Pardon ama sana beni onun yakaladığını mı söyledi?”

Harry Grimmauld Meydanı’nda Grines ile aralarında geçen konuşmayı hatırlamaya çalıştı, Nott’un yakalandığı kendisine söylemişti ama bunun nasıl olduğundan bahsedilmemişti. Yine de bozuntuya vermedi.

“Önemli olan öyle ya da böyle burada bir sandalyeye bağlı tutuluyor olman. Uzun bir süre de böyle kalacağın çok açık…”

Nott küçümser bir ifadeyle, “Neye dayanarak Potter?” diye sordu.

Harry sabırla, “Hogwarts Savaşı’nda Lord Voldemort’un tarafında savaşmış olmana, Kreacher, Wimple ve hatta Pullman cinayetlerine karışmana dayanarak…”

Nott yeniden sırıtmaya başladı, “Cinayet işlediğime dair herhangi bir kanıtınız var mı?”

Harry kayıtsızca, “Hogwarts Savaşı’nda yaptıkların için şahit bulma konusunda sıkıntı çekeceğimizi sanmıyorum. Öte yandan diğer cinayetlere gelince, her şeyi bana anlatacağını söylediğini sanıyordum. Artık konuya girelim mi? Saat çok geç oldu ve Azkaban’dan Londra’ya uzun bir yol beni bekliyor. Sabah da seni uzun süre burada tutmak için bir sürü rapor hazırlamam gerekecek.”

Nott en az onunki kadar umursamaz bir ifadeyle, “Ben sözlerimi bitirdiğimde Potter, pek Londra’ya gitmek isteyeceğini sanmıyorum.” Çürük dişleri ışıldadı.

Harry kaşlarını kaldırdı, “Sen neden bahsediyorsun?”

Nott, “Eh, beni Grines yakalamadı, aslında benim teslim olduğum söylenebilir, seninle baş başa, rahatsız edilmeden konuşabilmek için…”

Harry meraklanmıştı, bunu Nott’a hissettirmek istemese de içten içe endişelenmeye başlıyordu. Nott onun bilmediği pek çok şeyi biliyor gibiydi. Grines’in belirttiği gibi bu özgüveni hiç de hayra alamet değildi. Ayrıca Grines onun nasıl yakalandığını neden anlatmamıştı ki?

Yutkundu, ardından da kendinden emin göründüğünü umarak: “Bu kadar boş konuşma yeter, anlat bakalım…” dedi sertçe.

Nott derin bir nefes alıp oturduğu sandalyede dikleşti, “Nereden başlayayım? Ne bilmek istersin?”

“Hogwarts Savaşı’ndan sonra Bakanlık Yasak Ormanı karış karış aradı ama izinizi kaybettirdiniz. Bizden nasıl kaçtınız?”

Nott, “Senin de muhtemelen çok iyi bildiğin gibi Potter, Hogwarts’ın savunması dışarıdan içeriye sızma girişimlerini engellemek üzerine tasarlanmıştır, içeriden dışarıya sızma girişimlerini engellemek üzerine değil.” Biraz bekledi, konuşmanın tadını çıkarıyordu adeta, “Lestrange ile gece vakti Testrallerin sırtında kaçtık. İkimiz de yaralıydık, kan kokusuna gelmişlerdi. Biz de ayağımıza kadar gelen fırsatı değerlendirdik.”

Harry bu cevabı hazmetmekte zorlandı; gerçeği bilince ne kadar basit geliyordu! Dumbledore’un Ordusu ile Sirius’u kurtarmak için Londra’ya uçtuklarında kendileri de aynı yöntemi kullanmamışlar mıydı? Çoğu insana görünmeyen Testralleri ve Hayalbozan büyüsünü kullanarak kaçmak ne kadar zor olabilirdi? Hemen kendisini toparlayıp sorgusuna devam etti:

“Voldemort’un sana emanet ettiği, Borgin ve Burkes’e götürdüğün yadigar neydi? Tüm Bakanlık peşinizdeyken neden riske girip onu geri alma ihtiyacı duydunuz? Little Hangleton’da ne arıyordunuz?”

Nott gülümsedi, “Ooo… Hızlı gidiyorsun Potter. Bunların hepsini bir anda anlatırsam sürprizin tadı kaçar. Ama emin ol, bu gece hepsini öğreneceksin.”

Harry kaşlarını çattı, “Grimmauld Meydanı’na neden girdiniz? Kreacher’ı neden öldürdünüz?”

Nott dudaklarını büktü, “Ev cinini Pullman öldürdü” Sanki Harry’yi inandırmak istermiş gibi, “Emin ol Potter sadece ayakaltından çekilsin istedik, o zavallı yaratık bize direndi. Biz sadece senin peşindeydik, onun yüzünden neredeyse enseleniyorduk.”

Harry nefretle yumruklarını sıktı, kendisini zor zapt ederek sordu: “Neden?”

Nott onun gözlerinin içine baktı, başını iki yana salladı. Harry’nin içindeki öfke daha da yükseldi.

“Neden?! Zaman döndürücü nerede? Lestrange nerede saklanıyor?” Öfkesine dört elle sarılarak onu zorlamaya çalıştı. Nott aniden ciddileşti,

“Güzel, meselenin aslına yaklaşıyoruz… Zaman döndürücü Lestrange’te…”

“Yani?…”

Nott dudak büktü, “Çok komik… Gerçekten çok komik…” Dik dik Harry’ye baktı.  “Neredeyse kafanızı pencereye dayamış olmanıza rağmen bizi bulamamanız…” hırıltılı bir sesle güldü. “Her şatoya, her yıkıntıya baktınız, tüm hanları dolaştınız, sihrin izini sürdünüz, çok yaklaştınız ama bizi bulamadınız.”

Aklına aniden gelmiş gibi, “Bu arada saat kaç?” diye sordu. Kafasını pencereye çevirdi ve gökyüzünde parlayan aya baktı.

Harry bıkkınlıkla on yedinci yaşında kendisine hediye edilen saati çıkardı, “Saat üçe geliyor ve bana hala doğru dürüst bir şey anlatmış değilsin, gerçekten sıkılmaya başladım…”

“O zaman ilgini çekecek şeyler anlatmanın zamanı gelmiş,” dedi Nott, yüzünde çarpık bir gülümseme belirdi.

“Beni affet Potter, gerçekten yoğun bir gündü. Doğru zamanın gelmesini çok uzun süre beklemiştik ama buna değdi diyebilirim. Neredeyse tüm gece süpürge tepesindeydik, indiğimizde de gizlendiğimiz yerde çok uzun süre beklemek zorunda kaldık.”

Harry’nin içinde kötü bir his belirdi tekrar. “Neyi, kimi?”

Nott’un sırıtışı derinleşti, “Hogwarts Ekspresini…”

Harry karın boşluğuna bir yumruk yemişti sanki. Nott onun sözlerini hazmetmesini bekledi, konuşmanın her anından zevk alıyor gibiydi.

“Neden? Ne için?” Sesi fısıltı halini almıştı. Sorusunun cevabını duymak istemiyordu. Korktuğu şey…

Nott söyledi onu, “Kızıl saçlı küçük sevgilini alabilmek için…”

Bu sözler Harry için şok etkisi yarattı, daha kendisi dahi ne olduğunu anlamadan ileri atılmıştı, elleri Nott’un yıpranmış yakalarına yapışmıştı. Adamı kukla gibi sarsıyordu.

“Sen… Neden bahsediyorsun?!”

Nott kahkahalarla gülerken bir yandan konuşuyordu, “Herkes öyle sarhoştu ki… Kılık değiştirdiğimizi fark etmediler bile… O kalabalıkta Hogsmeade istasyonunda Seherbazlar ben kendimi ifşa ettiğimde üstüme çullandılar… Lestrange kızı tam o anda, ben dikkatlerini dağıttığımda herkes bana doğru koşuşturmaya başladığında aldı!”

Harry öfkeden çıldıracak gibiydi, “Yalan bu! Benimle oyun oynuyorsun!” Nott’u itti. Adamın Sandalyesi duvara çarptı, iki ayak üzerinde yaylandı ve tekrar yerde sabitlendi.

Nott’un ağzının kenarından kan sızıyordu, muhtemelen Harry o keşmekeşte istemeden dudağını patlatmıştı. Ağırdan alarak, “Bana inanmayacağını biliyordum. Grines’in beni arayarak ceplerimi boşaltacağını da tahmin etmiştim… Bu yüzden şimdi yanıma gel ve ceketimin astarına bak…”

Harry ona büyük bir nefretle ona baktı, “Eğer bu bir oyunsa…”

Nott büyücü satrancı oynayan birinin dikkatli gözleriyle, “Zaman daralıyor,” dedi. “Beklemek istiyorsan bana uyar… Zamanım bol…” diye devam etti. Sanki karşısındakini tartıyor gibiydi.

Harry karşı hamle bekleyip tedbiri elden bırakmayarak elini onun yakasına attı, bir süre el yordamıyla arandıktan sonra eline bir şey takıldı, çekmeye çalışmasına rağmen gelmedi, belli ki sihirle yapıştırılmıştı. Asasını doğrultarak, “Reducto” dedi, Elini çıkardığında avucunda yeşil nilüfer yaprağı vardı, Ginny’nin elbisesinden alınmıştı. Kafasını kaldırdı.

Nott ona bakarak sırıttı, “İstasyondayken aldık, seni ikna etmek için. Grines üzerimde bir silah aradı, eh bu bir silah değil ama daha etkili değil mi?”

Harry kendisini tutamadı ve bu defa yumruğunu çenesine patlattı. Nott bir defa daha duvara çarptı, ardından dengesini buldu. Ceketine kan bulaşmıştı. Ağzına dolan kanı yere tükürdü.

“Bana vurmak onu geri getirmeyecek Potter!”

Harry için artık hiçbir kuralın önemi kalmamıştı, az önce yaptığından dolayı soruşturma açılabilirdi ama hiçbir şey umrunda değildi. “Sadece bir defa soracağım: Nerede o?” Zangır zangır titriyordu ve sesi hiddet doluydu.

Nott ondan istediği cevabı esirgemedi: “Aradığın cevap sol kolumun manşetinde gizli…”

Harry hiç sakınmadan elini sertçe Nott’un ceketinin koluna attı, iki eliyle manşeti yırttı ve kolu parçaladı. Sarımsı bir renk almış gömleğin düğmesini çözdü ve onu da yırttı. Ona vurmak istemediğinden kendisini bu şekilde rahatlatmaya çalışıyordu. Gerçekten de adamın söylediği gibi ufak bir parşömen parçası dikilmişti oraya. Büyü yardımıyla parşömeni yerinden söktü:

 

Slytherin Malikanesi Norfolk’ta

Baconsthorpe Şatosu olarak bilinen yerdedir.

 

Harry afallamış şekilde kafasını kaldırdı, “Fidelius büyüsü… Bu yüzden sizi bulamadık…” kafasında parçalar birleşiyordu artık. Nott bu parşömeni ona vererek sır tutucu yapmıştı. Bir tuzağa çekilmekte olduğu aşikârdı, ama içine dalması da kaçınılmazdı. Ölüm Yiyenler kaçak oldukları sürede üç cinayete karışmışlardı, Harry’nin bir dördüncüsüne hele ki son kurbanın Ginny olmasına izin vermeye niyeti yoktu.

“Gün doğana kadar vaktin var Potter…” dedi Nott. “Slytherin Malikanesine gidip vaktinde teslim olmazsan, Lestrange kızı öldürecek…”

Kanla dolu ağzında yine bir sırıtış belirdi, “Eh, geç kalsan bile en azından intikam almak için hala vaktin olur…” Nott sırıtmaya başladı, sonra aniden şaşkınlıkla irkildi ve sol koluna baktı. Harry’nin az önce sıyırmış olduğu kolda sadece bir yara izi vardı. Harry’ye Slytherin Şatosunun yerini açıklayıp Ginny’nin rehin olduğunu bildirdiği anda Karanlık İşaret tekrar belirmişti.

Karanlık İşaret yeniden yükseldiğinde seçilmiş kişi en zor seçimle sınanacak.

Ginny tehlikedeydi…

Ya karanlık yükselecek ya da onun için en acı şafak sökecek…

Geç kalırsam ölecek…

Kehanet doğru çıkıyordu işte… Ürperdi…

Artık kaybedecek vakit yoktu. Nott haklı çıkmıştı, Londra’ya değil Norfolk’a dönecekti bu gece. Ginny’nin yaşamı buna bağlıydı, eğer yapabilirse yaranın yeniden belirmesine sebep olan her neyse onu da yok edecekti. Son defa, herkes için yapacaktı bunu.

Harry arkasını dönüp hücrenin kapısına yapışmak üzereydi ki kapalı kapı adeta içeri doğru patladı. Arcanus Grines tüm hışmıyla içeri girdi ve asasını Nott’a doğrultarak bağırdı: “Sersemlet…” Işın vücuduna isabet ettiğinde Nott gevşeyerek sandalyesinde yığılıp kaldı.

Harry olayın şaşkınlığını üstünden atmaya çalışırken bu defa asanın ona doğru döndüğünü fark etti, kendisini korumak için kendi asasını elinden geldiğince hızla kaldırdı ama çok geçti, Grines haykırdı: “Petrificus Totalus!”

Harry bir an olduğu yerde dondu kaldı, parşömen elinden uçtu gitti. Devrilirken kafasını sert bir şekilde yere çarpıp Grines’in çizmesinin dibine yığıldı. Düşürdüğü parşömen hemen burnunun ucundaydı.

Grines’in eğildiğini, parmaklarının parşömeni kavradığını gördü. Takip eden kısa sessizlik boyunca Grines parşömende yazılı olan adresi okudu ve Harry artık öldürücü darbeyi beklerken onu yanıltarak kara pelerinini savurup hücrenin kapısından çıkıp gitti. Savurduğu parşömen havada süzülüp ağır ağır yere konarken Harry çaresizce izlemekle yetindi.

Vücudunu hareket ettirmeye çalıştı ama başarısız oldu. Her dakikanın önemi varken, Ginny Rodolphus Lestrange’in elindeyken Azkaban’da bir hücrenin zemininde hareketsiz yatıyordu.  Kendi aptallığına kızdı, belki de Ginny’nin canına mal olacak bir aptallıktı bu. Arcanus Grines’in ona neden saldırdığını anlamakta güçlük çekiyordu. Zaman Döndürücünün mü peşindeydi? Bakanlık’tayken almak için defalarca fırsat geçmişti eline. Ama bunu yapmamıştı. Ölüm Yiyenlerin tarafında mıydı? O zaman Harry’yi neden buraya getirmişti ki? Yerine çok özlü iksir içen biri mi geçmişti? Bu da bir ihtimaldi ama sonuçta ona zarar vermemiş, etkisiz hale getirmeyi tercih etmişti.

Panik yavaş yavaş vücudunu sarıyordu. Her geçen saniyede Ginny’yi kurtarma umudunun azaldığını hissediyor yeniden gücüne kavuşmak için aklı bir makine gibi çalışıyordu. O bu şekilde debelenirken ayak sesleri duyuldu. Biri koşarak hücrenin kapısına geldi ve durdu. Harry tüm benliğiyle bu kişinin kendi taraflarında olduğunu umdu.

“Harry Potter? Ne oldu? Finite!”

Harry’nin vücudu sonunda serbest kalmıştı. Elinden geldiğince hızla ayağa kalktı, bir an başı döndü, olduğu yerde savruldu,  bir yandan da düşüş anında zedelenen omzu ve kolları sızlamaya başlamıştı.

Maxwell şaşkındı, “Mr Grines süpürgesini alıp fırladı, ne old…”

“Anlatacak vakit yok! Bu parşömeni al, hemen Bakan Shacklebolt’a patronus yolla! Lestrange Norfolk’ta Baconsthorpe Şatosu’nda! Ona Arcanus Grines’in bana saldırdığını ve Ginny Weasley’in rehin alındığını da söyle. Mutlaka destekle gelsin!”

Maxwell’in gözleri kocaman açılmıştı, “Merlin’in sakalı! Potter sen neler söylüyorsun? ”

“Sadece bunları yap yeter…”

Harry’nin kararlılığından etkilenmiş gibiydi: “Pe-peki tamam… Sen nereye gidiyorsun?”

Harry hücrenin kapısından fırlarken, “Şatoya! Kaybedecek zaman yok,” diye kestirip attı. Tüm gücüyle koşmaya başladı. Kulenin girişine indiğinde süpürgesini aldı ve dış kapıya ulaştığında Proudfoot’un şaşkın bakışları altında, ona tek kelime dahi etmeden  ayaklarını yere vurarak havalandı.

Bulutlar daha da çoğalmıştı, uzaklarda bir yerlerde şimşek çaktı. Ufuk bir anlığına aydınlandı.

Kafasının içinde tam bir kaos ortamı vardı. Ginny için duyduğu endişenin yanında Grines’in neden ona saldırdığı sorusu kafasında dönüp duruyordu. Azkaban’a uçmadan önce cevaplar bulacağını ummuştu. Endişe içinde tekrar Norfolk’a uçuyor olacağını hiç hayal etmemişti.

Bunları düşünürken gözleri bir yandan büyük bir dikkatle gökyüzünü tarıyordu. Arcanus Grines ile tekrar dövüşmesi gerekebilirdi. Onunla kendisini en rahat hissettiği durumda, yani süpürgesinin üzerinde karşı karşıya gelmeyi elbette ki tercih ederdi. Yine de bu konuda çok umutlu değildi, Maxwell kendisi bulana dek fazlasıyla zaman kaybetmişti.

Bulunduğu yeri tespit edebilmek için bulutların arasından sıyrılarak alçaldı. Ancak bir türlü etrafını saran beyaz tül perdeden sıyrılamıyor gibiydi. Biraz daha alçalmayı denedi, etrafındaki bulutların yerini yoğun sis almıştı bu defa da.

Şimşek bu defa daha yakında çaktı. Ay da yok olunca etrafını tekinsiz gölgeler sarmıştı. Aynı anda yağmur başladı, hem de sağanak şeklinde. Birkaç saniye içinde sırılsıklam olmuş, gözlükleri de ıslanmıştı, “İmpervius” dedi asasını gözlerine tutarak. Bu hava durumu da pek doğal görünmedi Harry’ye. Sanki bilinmeyen bir güç onun işini zorlaştırmaya çalışıyor gibiydi.

Harry on beş dakika daha zorlu hava şartlarıyla mücadele etmeye çalıştı. Ateşoku altında adeta çıldırmış gibiydi, rüzgâr artık öyle güçlü esiyordu ki hedeflediğinin aksi istikamete birkaç metre savruluyor ve tekrar yoluna dönmeyi başardığında aynı yolu tekrar kat ediyordu. Sis görüşünü tamamen kapayınca artık yere inmeye karar verdi. Zaten konumunun şatoya yakın olduğunu az çok tahmin ediyordu. Seherbaz bürosunun daha önce soruşturduğu şatolardan biriydi Baconsthorpe.

Aşağıdaki ağaçları hayal meyal seçebilecek kadar alçaldığında çok yakınından bir yıldırım geçerek karaya ulaştı. Harry kafasını çevirdiğinde yıldırımın düştüğü yerde bir ağacın dallarının anında kömürleştiğini ve yağmura rağmen duman çıktığını fark etti. Biraz daha irtifa kaybettiğinde bir başka yıldırım daha da yakınından geçti. Aşağıda öyle bir gümleme duyuldu ki sanki yer yerinden oynadı. Üçüncü ışık patlaması bunların bir tesadüf olmadığını gösterdi, çünkü Ateşoku sapından isabet almıştı. Süpürge ısındıkça ısındı, Harry hafifçe çatladığını ve içinde akkor, kızıl bir şeyin parıldadığını fark etti. Ardından Ateşoku cansız bir şekilde, sanki büyülü bir obje değilmiş, alelade bir ev eşyasıymış gibi düşmeye başladı. Harry zor bir iniş olacağını anlamıştı, yerden en az on beş adım yüksekteydi. Refleks olarak yastıklama büyüsünü kullanmaya karar verdiyse de önüne çam ağaçları çıkarak kontrolsüz düşüşünü yavaşlattı. Ama dallar ve kalın ağaç gövdeleri her yerini kesik içinde bıraktı.  Sonunda ağacın gövdesine yakın kalın bir dala takıldı ve iki üç adım mesafeden görünmez bir yastığın üzerine kafa üstü düştü.

Çamurun içinde sırt üstü yatıyordu. Gözlükleri kırılmıştı. Vücudunun her köşesi sanki Dudley ile saatlerce boks maçı yapmış gibi çürümüştü. Doğrularak birkaç adım ötede kıymık yığını haline gelmiş olan Ateşoku’na baktı. “Buraya kadarmış,” diye düşündü acı acı. Sirius’un hediyesi olmasa bu kadar üzülmezdi, onun bir emanetine daha sahip çıkamamıştı. Ateşoku adeta içten kavrulmuştu ve ince ince duman sızdırıyordu. Harry süpürgenn tekrar işleyeceğini hiç sanmıyordu.

Asasını kaldırdı ve ilk işi gözlüklerini tamir etmek oldu, “Reparo!” Sis yüzünden neredeyse birkaç adım ötesini dahi göremiyordu, etrafına bakınarak nerede olduğuna dair fikir edinmeye çalıştı. Ağaçlık alabildiğine gidiyordu, o sırada biraz ilerdeki yıkıntıları fark etti. Hafızası onu yanıltmıyorsa yıkıntılara sırtını verdiğinde şato kuzey yönünde kalıyordu. Hata yapmamak için dört nokta büyüsünü kullandı ve asası kuzeye döndü. Evet, doğru yoldaydı.

Sis dağılmamıştı, ağaçlar da sıktı, şatoya mesafesi en fazla beş ya da altı kilometreydi. Hızlanabilmek için cisimlenmeyi denedi ama başarısız oldu. Belli ki Malikane Hogwarts’ta olduğu gibi cisimlenmeyi imkansızlaştıran büyülerle korunuyordu. Bu yüzden uzun bir yolu yürümesi gerekecekti. Tempolu adımlarla ağaçlığın derinliklerine doğru ilerlemeye başladı. Yirmi dakika kadar yürümüştü ki ağaçlar seyrekleşti ve göl kenarına ulaştı.

Şatonun gölün hemen öte yanında olduğunu hatırlıyordu. Alternatif olarak kara yolundan bir geçiş olduğundan da emindi. Ama o geçiş batıda kalıyordu ve ulaşabilmek için gölün etrafında tur atması gerekecekti. Bu durum bir on, belki de on beş dakikasına daha mal olacaktı. Tek bir şansı kalmıştı: Göle girmek.

Aklına Hortkulukları ararken ormanda tuttuğu nöbet ve çatal boynuzlu geyik geldi, ardından da Gryffindor’un kılıcını alabilmek için suya girdiği an. Kılıca yaklaştığında yok edileceğini anlayan hortkuluk onu boğmaya çalışmıştı. Ne güzel anılar ama diye geçirdi içinden. Harry’de bunlardan bolca vardı.

Suya girmeye kendini ikna etmeye çalıştı. Ama ilk önce en azından biraz olsun tedbirli olmak adına eğilip ne kadar derin olduğunu anlamaya çabaladı. Göl bir anda derinleşiyordu gördüğü kadarıyla.

Birkaç adım ötesinde gölde diplerde bir hareket gördüğünü sandı. Daha dikkatli baktı ama tekrar göremedi, geriye bir adım attığı anda kıvrılan bir şey olduğunu fark etti suyun dibinde. İlk aklına gelen şey İnferiuslar oldu. Ölüm Yiyenler inferius yapmış olabilir miydi? Sonunda bir karaltı çıktı ortaya, su yüzeyinin bir metre kadar altında, yavaş yavaş büyüdü de büyüdü. Harry bir adım daha geriye gitti ve asasını kaldırdı. Gölün yüzeyinin kırılmasına bir an kala gördüğü kocaman dev bir ağız ve beyaz dişlerdi. Ağız tüm dünyayı yutacak gibi açılmıştı ve bu şekilde sudan fırladı.

Fırladığı anda da havada biçim değiştirdi, köpekbalığı insana dönüştü ve yeni biçimini aldığında artık iki ayağının üzerindeydi. Üzerinden sular damlayan Arcanus Grines bir kez daha karşısındaydı. Suya girmiş olma ihtimali ile dehşete kapılmış olan Harry asasını kaldırıp ona doğrulttu.

Grines de asasını kaldırmamıştı, karanlık bir bakış attı Harry’ye,

“Dayanamadın öyle değil mi? Tuzak olduğunu bile bile geldin…”

Harry ona kızgınlıkla baktı, “Bana saldırdın… Neden?”

Grines soğukkanlıkla, “Geçerli sebeplerim vardı,” diye yanıtladı bu soruyu. Hala asasını kaldırmamıştı.

Ama Harry’nin sabrı tükenmişti, “Amacın ne bilmiyorum ama artık kendini savunsan iyi edersin. Ginny orada ve onu kurtarmam gerekiyor. Kaybedecek zamanım kalmadı. “

Grines kafasını iki yana salladı, “Hayır, hala biraz daha zamanın var. Düşündüğünden de fazla zamanın var…”

Harry kuşkuyla, “Sen neden bahsediyorsun?” diye sordu.

Grines sabırla, “Planlarını biliyorum. Ginevra Weasley’i neden kaçırdıklarını da… Öğle saatinde de gitsen seni bekliyor olacaklar, sana ihtiyaçları var,” dedi.

Harry sinirli sinirli gülerek, “Tabi ya…” dedi ve durakladı. “Bekleyelim ve Ginny’ye ne olursa olsun… “ Tane tane konuşuyordu, “O benim ailem… Bana kalan tek kişi ve sen dahil aramızda duracak kim olursa olsun sağ bırakmamaya niyetliyim.” Ardından Mr Weasley’in Umbridge’in duruşmasının yapıldığı gün anlattıkları geldi aklına ve yüzünde küçümser bir ifade belirdi, “Tabi senin gibi bir korkak bunu anlayamaz, o peşine düştüğünde ilk işin savaşmak değil kaçmak olmuş. Herkes sevdiklerini kaybederken tehlike geçtikten sonra Bakanlık’a gelip iki Ölüm Yiyen’in peşine düşmek ne kadar asil…”

Harry’nin bu sözleri üzerine Arcanus Grines’ün yüzü allak bullak oldu, ilk önce nefretle asasını kaldırdı, Harry’de kendisini dövüşe hazırladı ama beklediği lanet gelmedi. Grines bir şekilde kontrolünü yeniden ele geçirmişti. Kendisini zapt ederek asayı indirdi, kafasını iki yana sallayarak, “Bilmiyorsun,” dedi. “Hiçbir fikrin yok. Bu yüzden olan biteni de anlayamıyorsun.”

Harry, “Anlat o zaman,” dedi ve Arcanus Grines hikayesini anlatmaya başladı.

“70’lerin ortasında, Hogwarts’a ilk adım attığım yıllarda, büyücü dünyası karanlık bir dönemden geçiyordu, halk net bir şekilde ikiye ayrılmıştı: Büyücü toplumunun diğer tüm ırklara olan üstünlüğüne, Muggle ve Muggle doğumluların, koftilerin, cincücelerin ezilmesi gerektiğine inanıp Gizlilik Nizamnamesini bozmaya çalışan Voldemort sempatizanları ile barış, adalet, huzur isteyenler karşı karşıyaydı. Ama ortada adaletli bir savaş olduğunu söylemek mümkün değildi. Özellikle Voldemort’un Karanlık Lord adını sahiplenişiyle beraber şiddet eylemleri arttı, Muggle avları başladı. Devleri ve pek çok karanlık yaratığı saflarına katarak güçlü bir hal aldılar ve barış yanlılarını sindirdiler. Zümrüdüanka Yoldaşlığı üyeleri dışında ona sesini çıkarabilen pek kimse kalmamıştı. Yeni nesil büyücüleri kazanarak etkilerinin ilerde de devam etmesini saplamak Ölüm Yiyenlerin ana hedeflerinden biriydi.

“Dolayısıyla Hogwarts’ın da huzur içinde olduğunu söylemek mümkün değildi. Ben bir Slytherin olarak doğrudan risk altında değildim. Babam daima ılımlı bir tavır benimsemişti, şiddet olayları arttığında tarafsız kalmaya ve rengini belli etmemeye özen göstermişti. Ailemiz hep gölgeler arasında saklandı, bizi sık sık yoklasalar da ne Voldemort yandaşlarına katıldık, ne de barış yanlısı olduğumuzu hissettirdik. Ama sonunda kaçınılmaz bir şekilde olayların ortasına çekildik, Hogwarts’ta da saldırılar başladı.

“Mevcut düzenden ve Voldemort’un güçlenmesinden cesaret alan çoğunluğu son sınıf ve altıncı sınıf öğrencilerinden oluşan bir çete, okuldaki muggle doğumlulara saldırmaya başladı. Bu saldırılardan birinde, büyük bir özenle saklamaya çalıştığımız sır ortaya çıktı: Benim bir animagus olduğum öğrenildi. Babam sivrilmenin çok tehlikeli olduğu dönemlerden geçtiğimizi söyleyerek bana asla okulda değişim geçirmememi tembihlemişti. Ben de bu kurala sıkı sıkı uyuyordum, aynen babamın diğer kurallarına uyduğum gibi. Yine de olan olmuştu, ifşa olmuştum.

“Lord Voldemort karaya ve havaya hakimdi. Amacı denizlere, deniz halkına da hükmedebilmekti. Hiçbir canlı ona karşı duramamalıydı. Kayıtlı animagusların azlığı, kayıtlı ve kayıtsız olanların arasında denizlere hakim başka yaratığın olmaması bu yeteneğin önemini katlıyordu. Köpekbalığına dönüşebilen bir Büyücü onun bu emellerine ulaşmasını çok kolaylaştıracaktı. 1980 yılında Paskalya Bayramında bir gece evimizi bizzat ziyarete geldi ve babamla konuştu. O ve yandaşları Bakanlık’ı ele geçirdiğinde bir daha asla saklanmamız gerekmeyecekti. İstediğim zaman istediğim gibi değişim geçirebilecek hatta yeni düzenin koruyucularından biri olacaktım. Voldemort’un düzeni hastalıklıydı, ayrımcıydı, vicdansızdı, yine de onun tasvirini sabırla dinledik. Sözleri her ne kadar ikna etmeye çalışır gibi görünse de azıcık derinine indiğinizde ciddi tehditler savuruyordu. Neyse ki müthiş bir zihinbendardı babam, bu Slytherin’lerde sıkça görülen yetenektir. Zihnini bir şekilde Voldemort’a kapamayı başardı, politik davranarak kısa bir süre içinde hizmetine gireceğimi söyledi.

“Voldemort gider gitmez evde ciddi bir panik yaşandığını hatırlıyorum. Ama bu panik ortamında bile sessiz kalan babamın bir planı vardı. Ne olduğunu kısa bir süre içinde öğrendik, okulun kapandığı gece üçümüz apar topar annemin anavatanına, Bulgaristan’a kaçtık. Orada Ölüm Yiyenlerin bilmediği, saklanabileceğimiz pek çok yer vardı. Şunu biliyorduk ki Harry, Voldemort’un emrinde çalışmak, ona karşı durmak kadar tehlikelidir. Babam, sadece inançları sebebiyle değil, bunu bildiği için de benim Ölüm Yiyenlere katılmamam için elinden geleni yaptı. Voldemort düşmanlarına değil, kendisini hayal kırıklığına uğratanları da cezalandırıyor, yandaşlarını kullanıyor, çıkar gördüğü anda tereddütsüz canını alıyordu.”

Bu işi yanımıza bırakmayacaklarından emindik. Karanlık Lord en ufak bir ihaneti bile tereddütsüz ölümle cezalandırıyordu. Ama şans yüzümüze gülmüştü, korktuğumuz başımıza gelmedi. Biz kaçalı bir yıldan biraz fazla olmuştu ki Cadılar Bayramında Lord Voldemort Godric’s Hollow’da ortadan kayboldu. Senin sayende, ailenin sayesinde…

Müritlerinin hala onu aradığını duyuyorduk. Bellatrix, Rodolphus ve Rabastan, Barty Crouch Jr ile Longbottom’lara çıldırana dek işkence etmişti. Her geçen gün farklı dedikodular çıkıyordu, Ludo Bagman, Rockwood’un casus olduğu. Hatta Bulgaristan’da, burnumuzun dibinde Karkaroff’un onun müridi olduğu. Ucuz kurtulmuştuk. Ortalık tam anlamıyla yatışana dek İngiltere’ye dönmemeye karar verdik. İtirafçı olan Karkaroff ile Snape, büyülendiğini söyleyen Malfoy dışında neredeyse tüm müritler Azkaban’a atılınca Annem ile Babam İngiltere’ye döndü. Ben ise Bulgaristan’da kaldım. Çünkü Elvira ile tanışmıştım.”

“Elvira Elisaveta Krum, ilk karşılaştığımızda Durmstrang son sınıf öğrencisiydi ve yan komşumuzun kızıydı. Onu ilk gördüğüm anda birbirimiz için yaratıldığımızı anladım. Ben Bakanlık’ta çalışmaya başladım, onun Durmstrang’i bitirmesini bekledik ve çok geçmeden evlendik. Artık mutluluğumuzun önünde engel kalmamış gibi görünüyordu, Malfoy ile Karkaroff’un saklandıkları delikten kafalarını uzatacak halleri yoktu, Severus Snape ise Hogwarts’ta, Dumbledore ile çalışıyordu. Herkes onun değiştiğini anlatıyordu. Sonuç olarak beraberken tehlikeydiler, tek başlarına değil. Elvira ile İngiltere’ye döndük, çok geçmeden Neilina doğdu, ona duyduğum sevgi Elvira’ya duyduğum sevgiyi dahi gölgede bıraktı.

Ama felaketler o yıl başladı.

Sen Little Hangleton’daki mezardan Hogwarts’a kollarında Cedric’in cesediyle döndün. Karanlık Lordun geri döndüğünü haykırdın.

İlk başta sana inanmak istemedim, ama içten içe onun bir gün döneceğini zaten biliyordum. Kingsley Dumbledore’un Zümrüdüanka Yoldaşlığını tekrar canlandığını, benimle çok daha güçlü olacaklarını söyledi. Benim muggle’larla barış içinde yaşamayı istediğimi biliyordu. Ama endişeliydim. Neilina çok küçüktü ve kendi hayatımdan çok onun babasız büyümesinden korkuyordum. Bencillik ettim. Lord Voldemort Ölüm Yiyenlerini Azkaban’dan kaçırdığında artık İngiltere’nin bizim için güvenli olmadığını anladık. En büyük hatam ve pişmanlığım kalıp savaşmak yerine ailemi Bulgaristan’a kaçırmak oldu. Bunun bedelini inan ki çok ağır ödedim.

Avrupa kaynıyordu. Her gün Karanlık Lord’un yeni katliamları ortaya çıkıyordu. Herkes endişe içindeydi. Karkaroff, Voldemort’un geri dönüşünden çok kısa bir süre sonra ölmüştü. Yani hiçbir yer güvenli değildi. Ölüm Yiyenlerin Bulgaristan’da olduğu haberini ilk aldığımızda Russe’de bir dağ evine saklandık. Ortaya çıktı ki Bulgaristan’a gelişlerinin asıl sebeplerinden biri bizden intikam almak ve Karanlık Lord’a ihanet eden kanı bozukların başına ne geleceğini herkese göstermekti.

Yaşadığımız kulübeyi bulmuşlardı. Sabırlı bir kanatlı engerek gibi bizi gözlemlemiş, harekete geçmek için doğru zamanı beklemişlerdi. Çok özlü iksir içerek yiyecek bir şeyler almak için kasabaya cisimlenmemi fırsat bilip Elvira ve Neilina’yı rehin aldılar. Geri dönüp olanı biteni anladığımda bana asamı bırakıp teslim olmamı söylediler, bunu yaptığımda onları öldüreceklerini bildiğim için direndim. Birini lanetlemeyi başardım, o sırada Elvira kızımı da alıp kaçmayı başardı, ama üçe karşı birdim ve beni yakaladılar. Asasız, çaresiz ve yanında üç yaşında ufacık bir çocukla Elvira çok uzaklaşamadan Tuna Nehri kıyısında yakalandı.

Beni de nehir kıyısına getirdiler. Bana onlar ölürken izleteceklerini söylediler. Bütün gücümle direndim. Beni sardıkları o görülmez iplerden kurtulmaya çalışırken, elimden geldiğince yalvardım. Ne isterlerse yapacağımı, kimi öldürmemi isterlerse öldüreceğimi söyledim. Utanarak itiraf edeyim ki o an onlara katılmayı göze almıştım. Ölüm Yiyenlerden biri Neilina’yı nehre sarkıttı, belki blöftü, belki değildi. Belki de gerçekten onlara katılmam için yapıyorlardı. Ama o keşmekeşte paniğe kapılan ve kurtulmaya çalışan Neilina nehre düştü. Ardından kendimi diğerlerinden bir şekilde kurtarıp suya atladım, ama ellerim bağlıydı, asam olmadığı için dönüşüm geçiremiyordum. Akıntı çok fazlaydı, kızımı bulabilmem de mümkün değildi. Nefesim kesilene dek aradım onu. Bir şekilde iplerden kurtuldum. Artık o kadar yorulmuştum ki boğulmak üzereydim. Ne trajikomik değil mi? Boğulan bir köpekbalığı. Kendi kızımı bile koruyamamıştım. En sonunda karaya çıktım ve yığıldım kaldım. Kendime geldiğimde birinin asasını gasp ederek kulübeye geri döndüm.

Elvira’nın cesedini de orada buldum. İntikam alır korkusuyla onu da acımadan öldürmüşlerdi. Artık her şeyi kaybetmiştim.”

Harry duyduklarından sonra az önce söylediklerinden korkunç bir pişmanlık duymaya başlamıştı. Remus Lupin Grimmauld Meydanı’na geldiğinde de onu sözleriyle hırpalamış ama en azından Tonks’un yanına dönmesini sağlamıştı. Ama Arcanus Grines’in ruhunda açılan yaranın tedavisi yoktu. Ya da tedavisi buydu, burada olmaktı. Asasını indirdi ve özür dilemeye çalıştı.

“Mr Grines…”

Grines başını iki yana salladı, “Hayır Harry… Bekle… Sadece dinle…”

“Elvira’yı doğduğu topraklara, tanıştığımız evin arkasındaki ormana gömdük, ailesi yıkılmıştı, beni hiç affetmediler. Ailelerinin üstüne kara bir bulut gibi çöktüğümü söylediler. Kızım Neilina’nın cesedini ise asla bulamadım. Onun bir mezarı dahi yoktu, olamadı. Takip eden bir yıl boyunca hayalet gibi dolaştım, köpekbalığına dönüştüm, saatlerce Tuna nehrini aradım. Eğer Neilina’yı bulabilseydim, belki de bir şekilde huzur bulacaktım. Ama olmadı. Karada olduğum her dakika karşıma çıkan herkese zihnimdeki resmi silinmekte olan üç yaşında bir kız çocuğunu sordum. Hiç cevap alamadım, her defasında tekrar yıkıldım. Bu kaybı kabullenemiyor, içimden söküp atamıyordum. Hayatta olma ihtimali içimi kemirip duruyordu. Bu duygunun üstesinden gelemiyordum.

Toparlanmam bir seneyi aldı. Buna toparlanmak dersen tabi… İlk teklif geldiğinde savaşmam gerektiğini, kaçmanın çözüm olmadığını anlamıştım. Malfoy Malikânesini, Bakanlık’ı basmak ve hepsini öldürmek için planlar yaptım. Bu planlar intihar saldırısından pek farklı değildi. Sonunda İngiltere’ye döndüm ve Kingsley’e fikrimi değiştirdiğimi söyledim. Birkaç hafta sonra patlak veren Hogwarts Savaşı’na sonradan katıldım ve senin Karanlık Lord’u öldürüşüne şahit oldum. İki Ölüm Yiyen dışında hepsi ya ölmüş ya tutuklanmıştı. O gece belki Neilina ile Elvira gittikten sonra geçirdiğim en güzel gece oldu. O gece anladım ki onları yakalamak dışında hiçbir şey beni iyileştiremezdi.

Kingsley beni büyük bir mutlulukla karşıladı. Pek çok Seherbaz ölmüştü ve Bakanlık’ta yapılacak pek çok iş vardı, tanıdığı en yetenekli büyücülerden biri olduğumu hep söylerdi. Bulgaristan’da da benzer bir iş yaptığım için Seherbaz Bürosunun tamamından daha faydalı olacağımı biliyordu. Sonunda el sıkıştık  ve Sihirsel Yasal Yaptırım Dairesinin başına geçtim. Ama geri dönmeyi istememin önemli bir sebebi daha vardı: Neilina’yı nehre düşüren kaçak Ölüm Yiyen Rodolphus Lestrange’di.

Harry irkildi.

Grines başını salladı, “Evet, yanlış duymadın, oydu…”

“Elvira ve Neilina’nın öldüğünü Kingsley’den gizledim. Onların her ihtimale karşı Bulgaristan’da kaldıklarını söyledim. Eğer onların öldüğünü, hele ki bunun müteşebbisinin Lestrange olduğunu bilseydi Bakanlık’a girmeme ve onları aramama asla izin vermezdi. Beni takıntılı buluyordu, komplo teorileri ürettiğimi düşünüyordu. Kısmen haklıydı da, artık tek amacım vardı: Onu yakalamak, her neyin peşindeyse engellemek ve onu öldürmek. Hepsi birbirine girmişti. Bu amacın peşinde koştururken sırrımı bilen çok az insan vardı. Duygusal olarak bir enkazdan farksız olduğumu görüyor ve beni iyileştirmeye çalışıyorlardı.” Grines gözlerini kaçırdı, utanıyor gibiydi. Harry tüm yıl tanıdığı Grines’e hiç konduramadı bu hisi. “Ama yapamazlardı Harry, ben içten içe ölmüştüm. İyileşmeye çalıştığımda bir şekilde tekrar kabuğuma dönmüş bir halde buluyordum kendimi. Sonuçta en iyi bildiğim ve yapmak istediğim şeye geri döndüm. Lestrange ve Nott’u kovalama işine…”

“Şunu bilmelisin ki bu yıl boyunca çok hata yaptık. Belki de Karanlık Lord’un ilk düşüşünde yapılan hataların benzerlerini de. Sihir Dünyasının en kötü yanı Harry, bir şeyi bozmanın, zarar vermenin ve öldürmenin çok kolay olması. Korumak ise çok daha zor, bunu en iyi ikimiz bilebiliriz. Saklanmak için çok yer, kendini gizlemek için çok yöntem var. Rockwood’un bir hain olduğunu ve bilgi sızdırdığını yıllarca fark etmemişlerdi. Biz de Pullman’ı fark edemedik. İki Ölüm Yiyen bu durumdan faydalandı, önce Diagon Yolu’na, Borgin ve Burkes’e girdiler, Borgin’i sorguladığımızda soygun ile ilgili kuşkularım olduğunu hatırlarsın. O gece tam anlamıyla bir tiyatro oynandı. Amaçları Borgin’e verdikleri emaneti sessiz sedasız geri almak ve kaçarken ihtiyaç duyacakları malzemeleri toplamaktı. Ancak komşulardan biri ışık ve seslerden kuşkulanınca paniklediler. Soygun süsü vererek kaçmaya çalıştılar.”

“Little Hangleton’da görüldüklerinde kafamdaki senaryo daha da netleşti. Kingsley ve Bakanlık’ın çoğu onların Riddle evine gizlenmeyi planladığını düşündü. Ben ise Mayıs’ta Voldemort’un sonsuza dek gittiğinden emin olduktan sonra Hortkuluklarla ilgili anlattıklarını göz ardı edemiyordum. Artık Hortkulukların hepsinin yok edildiğini düşünerek her şeyi anlatmış, hatta Little Hangleton’da onun yeniden bedenine kavuşuşuna kadar detaylandırmıştın. Benim ilk aklıma gelen beden birleştirme büyüsünü yeniden yapmaya çalışıyor olduklarıydı. Mezarlığa Voldemort’un babasının kemiklerini almak için gelmişlerdi.

“Ama bunu başarsalar da Voldemort’u geri döndürmeleri imkânsız görünüyordu, çünkü bu defa temelli gitmişti, ya da bizler öyle sanıyorduk. Bu düşüncemi Kingsley ile paylaştığımda bunların sadece tahmin olduğunu, harekete geçmek için kanıta ihtiyaç duyduğunu söyledi. Ben de Wimple’a gittim, Voldemort’un bir hortkuluğu daha olma ihtimali olup olmadığını sordum. Wimple bu ihtimalle heyecanlandı, hatta Kızıl Pelerin ile zaman döndürücüyü tanıtma bahanesiyle seni ve Ron Weasley’i Bakanlık’a çağırarak aynı soruyu sizlere sordu. Bu ipucu bir yere bağlanmayınca Hortkuluklar konusunda bilgisi olan, çok yakından tanıdığım başka birine yöneldim: Eski bina Başkanım Profesör Slughorn’a. Heykelin açılışı için Hogwarts’a gittiğimizde onunla konuşmayı denedim. Bana aşırı tepki gösterdi. Geçmişte yaptığı hatanın sürekli karşısına çıkıp durduğunu söylüyordu. Onu elimden geldiği kadar zorladım. Ama sonuç alamadım.”

Harry çekinerek, “Kavganızın sebebi buydu demek, ona hortkulukları sormanız…”

Grines başını salladı, “Doğru… Benimle tekrar yüz yüze gelmemek için çaba gösterdi. Mezuniyete uğramadı bile… Halbuki Hogwarts’a ikinci gelişimde artık ona ihtiyacım kalmamıştı. Ondan bilgi alamadığım için alternatif planımı uygulayıp gerçeği öğrenmiştim.”

Harry merakla sordu, “Alternatif planınız neydi?”

“Dumbledore’un mezarını açmak. Kingsley bunu başından beri reddediyordu. İnsanların ilgisini mezara çekmek, Mürver asa ile ilgili dedikoduların canlandırmak istemiyordu. Ayrıca benim garip bir takıntı içinde olduğumu söylüyordu. Genel anlamda harika iş çıkardığımı ama saplantılarımı yenemediğimi iddia ediyordu. Aslında o kadar haklıydı ki. Tabi farklı konularda…” Grines acı acı gülümsedi.

“Kendi işimi kendim görmeye karar verdim. Senin de muhtemelen bildiğin gibi, o gece Beyaz Mezarı açarak mürver asayı aldım.”

Harry olumlu anlamda salladı başını, “Evet, bunu biliyordum…”

“Yaptığım iş konusunda tahminin doğruydu. Ama asıl amacımı bilemediğini düşünüyorum. Tek istediğim priori incantatem’i kullanarak Voldemort’un Dumbledore’un mezarından aldığı mürver asanın son yaptığı büyüleri kusmasını sağlamaktı.”

Harry endişeyle sordu, “Peki… Ne buldunuz?”

“Maalesef Harry, senin hortkuluklarını yok ettiğini anladığında bir cinayet daha işlemiş ve ruhunu bir defa daha parçalayarak son bir hortkuluk daha yapmıştı. İşler Hogwarts’ta istediği gibi gitmezse bu dünyada tutunacağı son bir parça kalsın istiyordu.”

Karanlık büyünün son meyvesi…

Harry bitmeyen bir kâbusta debelenip duruyordu sanki. Karanlık onu her yok etmeye çalıştığında farklı bir yerde büyüyordu. Bu savaş hiç bitmeyecek miydi? Kendini şöyle bir silkeledi ve yeniden odaklandı.

“Neydi o? Hortkuluk yaptığı?”

“Gryffindor’un altın kartal başlı aslanı. Bathilda Bagshot’un evindeki parşömenleri deşifre ettiğinde varlığından haber olduğu Gryffindor yadigarı. Hortkuluk’un o olduğunu Draco Malfoy’un ifadesi üzerine Borgin’i sorguladığımızda anladım. Nott o heykeli Borgin’e sormuştu, ama heykel çok farklı bir yerden çıktı.”

Harry soru sorar gibi baktı ona.

Grines eliyle binayı işaret etti, “Buradan Harry, Slytherin Malikanesi’nden… Barry Egerton’un bulduğu notlar eksikti, Ölüm Yiyenler çoktan almak istediklerini almışlardı.”

“Zaten her kurucudan bir yadigar bulmayı kafasına koyduğunu sen söylemiştin: Diadem, madalyon, kupa ve Griffin dördüncü yadigar oldu. Aynı zamanda son hortkuluğu. İzini itinayla sürmüş, önce Borgin ve Burkes’e soruşturmuştu ama heykel aslında Slytherin tarafından Hogwarts’tan alınmış ve malikaneye getirilmişti. Savaşa elinde bir Hortkulukla girip riske atmak istemiyordu, bu yüzden saklaması için Nott’a verdi, aynen Kupa için Bellatrix’e güvendiği gibi ona güvendi. Ama Nott da aynen onlar gibi bu güveni boşa çıkardı, Malfoy’a boşboğazlık etti ve heykeli geri alırken yerini belli etti. Hortkuluk Karanlık Lord’un kendi yaptığı, efsunlu özel bir kutuya konmuştu. Borgin’in kutuyu açamadığını bu yüzden de içeriğini öğrenemediğini düşünüyorum.”

“Sonrasını sen de biliyorsun Harry, seni kaçırabilmek için Grimmauld Meydanı’na girdiler, Kreacher’ı öldürdüler, en sonunda seni ele geçirebilmek için Ginevra’yı kaçırdılar. Hatta bunun için Nott’u feda ettiler. Bir kale karşılığında vezir almak gibiydi onlar için. Ginny’nin kaçırıldığını anladığında koşarak buraya geleceğini biliyorlardı. Ben de biliyordum, sevdiklerini kurtarmak için gözünün hiçbir şeyi görmeyeceğini. Bu yüzden seni Azkaban’da bırakmak istedim. Bu yüzden sana onu nasıl yakaladığımızı anlatmadım. Eğer benimle gelmeseydin seni Voldemort’u canlandırmak için kullanamazlardı.”

Bu anlattıkları karşısında Harry’nin onu affetmekten başka şansı yoktu. Bakanlık’tan destek gelene kadar beraber savaşacaklardı.

“Mr Grines, olanları artık bir kenara bırakalım. Onu kurtarmalıyız, ne pahasına olursa olsun.”

“Bana artık Arcanus de lütfen. Bunu yapacağız Harry. Beraber yapacağız… Başka hiç kimseyi öldüremeyecekler. “

“Arcanus, Malikaneye nasıl gireceğiz? Uçamayız, Ateşoku yok artık. Koydukları koruma yüzünden yandı, paramparça oldu.”

Grines asasını kaldırarak yeniden dönüşmeye hazırlandı.

“Evet, Blombadela’yı kullanmışlar. Süpürgeyi değil, bu defa benim yöntemimi kullanacağız. Haydi, tutun bana… Onları şaşırtacağız. Cepheden değil, yandan gireceğiz.”

Grines asasını salladı, bir defa daha köpekbalığına dönüşüp göle atladı. Harry bir anlık çekingenliğin ardından suya girdi ve Grines’in yüzgecine tutundu. Grines kuzey girişine doğru yüzdü. Bir Köpekbalığının yüzgecine tutunarak gölde yüzmek sıradışı bir deneyimdi. Öte yandan ortağının yanında kendisini daha güçlü hissediyordu. Bu gece, Baconsthorpe Şatosunu çevreleyen gölde yağmur altında yüzerken Arcanus Grines’e ne kadar güvendiğini bir defa daha anladı. Albus Dumbledore onun için bir akıl hocası, Sirius ise baba gibiydi. Arcanus Grines ona pek çok şey öğreten, hatalar yapan ama affetmeden duramadığı bir ağabey gibiydi.

Ağaçların çevrelediği gölde yüzdüler ve sonunda ana girişe yaklaştılar. Grines sudan fırlayarak etrafını kolaçan etti ve Harry’yi sudan çıkardı.

“Göl, Şatoyu doğal bir korunak gibi çevreliyor. Fidelius büyüsü sayesinde sır tutucu olmayanlar yıkıntılardan başka bir şey görmüyor. Koruyucu büyüler ıssız bir köşe arayan sarhoşlara sığınak olmasını da engelliyor.”

Harry onayladı, “Aynı zamanda cisimlenemiyorsunuz da. Az önce denedim.”

“Ahırların karşısındaki açıklıktan girmek istemedim. Oraya tuzak kurmuş olmaları muhtemel. İhtiyaç duydukları şey sadece senin etin ve kanın olduğundan ölümcül bir şekilde yaralanmanı umursamayacaklardır. Eh benim ne ölüm ne dirim para ediyor. Dolayısıyla her türlü tehlikeye karşı tetikte ol.”

“Peki, bu durumda nereden gireceğiz?”

“Patikayı kullanmayacağız. Onun yerine ormanın içinden gideceğiz. Bizi yine ana kapıya götürecek.”

Harry başını salladı ve beraber yola koyuldular. Ağaçlığın içine daldılar bir süre yürüdükten sonra patika yola daldılar.

Arcanus Grines tam adımını yola atıyordu ki Harry onun koluna sarıldı.

“Arcanus dur!”

Grines kuşkuyla ona baktı. Yol karanlıkta zorlukla seçiliyordu ama Harry doğal olmayan bir şeyler sezmişti. Parmağıyla işaret etti: “Şuraya bakın.”

Grines Harry’nin işaret ettiği yere baktı. Gerçekten de zeminde pek de doğal görünmeyen bazı çıkıntılar vardı.

“Bunlar da ne?”

“Paldıran Boynuzu… Bakın…”

Çıkıntılardan birine yaklaştılar. Gri renkte, helezon şeklinde boynuz sadece ucu açıkta kalacak şekilde yere gömülmüştü.  Grines kafasını kaldırdığında bunlardan belki yüzlercesinin toprağa gömülü olduğunu gördü.

“Eğer basmış olsaydık havaya uçacaktık. Üstelik biri patlayınca basıncı diğerlerini de patlatırdı. İyi yakaladın Harry.”

Harry Gülümsedi, “Teşekkürler… Kaldırma büyüsü?”

Grines de belki de ilk defa gülümsedi ona, “Evet, Wingardium Leviosa… Daha önce duymuş muydun?”

Harry tüm gerginliğine rağmen dayanamayarak sırıttı, “Belki birkaç defa… ” Bu beraber ilk gerçek görevleriydi ve her şey öyle kolay ilerliyordu ki… Hermione ve Ron ile Hortkulukların peşinde düşmüş, biri dışında hepsini yok etmişlerdi. Ama onları çok sevmekle beraber kabul etmeliydi ki Grines ile olmak farklıydı.

Patikanın tuzaklı kısmını havada geçtiler. Sonra yere indiler. Ağaçlar önce sıklaştı, göz gözü görmez oldu, dallar o kadar sıktı ki sürekli bir yerlerine batıyordu. Ağaçlığın sonuna dek sabırla yürüdüler. Harry son dalın yapraklarını iteklediğinde bir açıklığa vardılar. Harry’nin gözleri dehşetle açıldı,

“Arcanus…”

Grines de çıktı dalların arasından. “O Ağaç…” Harry sustu.

Rüyasında gördüğü ağaçtı bu. Gövdesi şamarcı söğütünkü gibi kıvrılıyordu, dalları sanki bir insanın elleriymiş gibi gökyüzüne uzanıyordu. Tam köklerinin başladığı yerde dibi görünmeyen kocaman kara bir delik vardı. Ağaç o kadar yüksekti ki sanki gölü deliyordu, yüksek dalları sisler arasında kaybolmuştu. Harry bir an için ağacın nefes aldığını, gövdesinin hafifçe inip kalktığını sandı, yanılmış olduğunu umdu…

“Tetikte ol…” Grines asasını kaldırdı ve ağaca doğru yürümeye başladılar.

“Deliğin olduğu taraftan değil, solundan geçelim…”

Ama içinde bulundukları sahne o kadar aşinaydı ki. Defalarca rüyasında görmüştü bu anı. İnsanın en kötü kâbusunu yaşaması gibiydi. Harry’nin kalbi küt küt çarparken nabzı hızlandı. Nabzı hızlandıkça daha fazla odaklandı.

Artık ağacın gövdesine yaklaşmışlardı ki bir hışırtı duyuldu ve gövde rüzgârda hafifçe sallandı. Yapraklar tepelerine ağır ağır inmeye başladı. Sanki yeniden başlayan ve onları ıslatan yağmura eşlik eder gibiydiler. Yapraklardan biri omzuna indi. Harry sol eliyle yaprağı ucundan tuttu. Üzerinde beyaz, ipeksi, tüle benzeyen bir tabaka vardı.

Aynı anda ağacın gövdesindeki delikten siyah gölgeler yayıldı toprağa. Uzun, kıllı siyah bacaklarıyla hızla iki Seherbaza doğru ilerlemeye başladılar. Harry’nin beyninde şimşekler çaktı.

Saniyenin belki de onda biri sürede, ağzından uyarı nidası fırladı. Fırladığı anda Arcanus kendisini yana attı. Tam ortalarına dev kıllı bir bacak indi ve yer zangırdadı. Harry odaklanmasının mükâfatını kendisini bir defa daha kurtararak aldı; ters yöne, yere yattı ve keskin kıskaçlar kolunu sıyırarak dirseğini yırtıp geçti. Bu ölümcül saldırıdan sadece yanma hissiyle kurtulmuştu. Ama Grines ile ayrı düşmüşlerdi.

Dev Akromantula Mosag yüzü Harry’ye, sırtı Grines’e dönük bir şekilde ağacın yaprakları arasından yere inmişti. Harry sis ve yaprakların onu nasıl sakladığına şaşırdı. Daha önce karşılaştıklarında Mosag’ın bu kadar da büyük olduğunu fark etmemişti.  Üstelik tek düşmanı Mosag da değil, Yasak ormanın sakini diğer yavru Akromantulalar da etrafını sarmıştı, asasını en yakınındaki yavruya doğrultarak bağırdı, “Sersemlet!”

Yaratık isabet eden büyüyle beraber üç adım uzağa fırladı ve devrilip bacakları kıvrılmış bir şekilde hareketsiz kaldı. Mosag hiddetle öne atıldı ve kıskaçlarını öyle bir savurdu ki Harry gerilemese yüzünün bir parçasını koparması işten değildi. Bunun yerine cüppesinin yakası yırtılıverdi. Aynı anda Arcanus Grines saldırdı. İki dev adımla zıpladı ve Mosag’ın sağ tarafından bir Sersemletme büyüsünü yolladı. Büyü akromantulanın kalın derisinin altına işlemedi ama dikkatini dağıtmayı başarmıştı. Mosag Grines’e döndüğünde yavrularından biri arkasından dolanıp bacağını ısırdı ve adamın hiddetle bağırmasına sebep oldu.

Harry o sırada sekiz bacaklılardan üçünü daha temizlemişti, etrafında  baygın Akromantulalardan bir yığın oluşmaktaydı. Mosag tam dikkatini Grines’e verirken bu defa o Conjunctivitis lanetini denedi. Lanet Mosag’ın en ufak iki gözüne isabet etti, Canavar acıyla kükredi ve isabet alan gözlerinden beyaz cerahat akmaya başladı.

Yaralanan Mosag hiddetlenmiş ve eğer mümkünse daha da vahşileşmişti. Harry’ye dönerek üstüne atıldı, kendini yere atan Harry’nin sol bacağı Akromantula tarafından ezildi ve endişe verici bir çatırtı duyuldu. Akromantula ona doğru eğilirken Harry’yi örnek alan Grines de Conjunctivitis’i kullandı. Akromantula’nın dört küçük gözü daha kapandı ve acıyla haykıran hayvan kendisini koruyabilmek için ağacın diğer köşesine kadar kaçtı.

Bu fırsattan faydalanan Harry sendeleyerek ayağa kalktı.

Grines, “Endişelenme, tüm yaraların çaresine bakarız…” Asasını sallayarak iki Akromantulayı daha etkisiz hale getirdi. O bunu yaptıkça delikten yenileri çıkıyormuş gibi görünüyordu.

Mosag gücünü toplayıp son bir defa daha saldırıya geçti. Grines kendisini kenara atarken “İncarcerous!” diye haykırdı, kıskaçlar kırık bacağıyla hareket etmekte zorlanan Harry’ye birkaç santim kala havada mavi şeffaf iplerle bağlandı. Ama Harry kendini zorlukla arkaya attı ve zorlukla bacaklarını sürükledi.

Mosag onun zayıflığını hissetmişti, kendisini saran şeffaf iplerden kurtuldu. Kıskaçlarını açıp kapayarak üzerine doğru yürüdü. Harry asasını kaldırarak Conjunctivitis lanetini denedi ama Akromantula’nın sağlam kalan son iki gözünü ıskaladı. Umutları tükeniyordu artık. Arcanus Grines’in bir mucize yaratması gerekiyordu.

Yarattı da.

Grines koşarak geldi, Mosag Harry’ye doğru eğilirken asasını kaldırarak bağırdı: “Telum Exspiravit”

Bir an gözden kayboldu, son göründüğü yere Mosag bacağını savurdu. Grines havadaydı, Mosag’ın sağlam iki gözünü asasıyla çizdi. Akromantula acı ile çığlık atarken canavarın kıskaçlarının arasına daldı ve zayıf yeri olan karın boşluğuna sapladı, sonra yok olup diğer taraftan çıktı. Akromantula acı bir haykırış savurdu gökyüzüne. Sonra sendeleyerek görmeyen gözleriyle can havliyle kendini yana attı. Bir süre şaşkın şaşkın oturup bağırdıktan sonra ağaçlığa doğru ilerledi ve dalları parçalayarak ormanın karanlığında kayboldu.

Ufak Akromantulalar annelerini takip ederek ormana girdiler.

Kurtulmuşlardı ve Harry buna inanamıyordu, bir an her şeyin burada, Mosag’ın kıskaçlarının arasında biteceğini sanmıştı. Bir yandan Akromantula’nın ağaçlar arasında yarattığı açıklığı kollayarak olduğu yere çöktü. Grines yanına geldi, “Lestrange elini korkak alıştırmamış. Akromantula sürüsü ha? Daha neler?”

Harry yüzünü buruşturarak, “Bu sürüyü Hogwarts’tan getirdi, araziye girmişler…” dedi.

“Hogwarts’a girmekten bahsetmişken Hagrid’i o testraller konusunda uyarmalıyız…” Grines bir yandan Harry’nin yaralarına geyik otu sürerken bir yandan kırık bacağını iyileştirmeye çalışıyordu.

“Birazdan üzerine basabilirsin. Elwyn kadar iyi değilim ama… Gerçi kim onun kadar iyi olabilir?” Grines acı acı gülümsedi.

Harry başını salladı. Birkaç dakika sonra Akromantula zehri vücutlarını terk etmişti. Harry de önce hafifçe sendeledi, sonra ayağa kalktı. Ağacın öte yanında yol devam ediyor, yıkık görünümlü ufak bir taş geçit görünüyordu. Beraber geçidin önüne geldiler.

“Burayı soruşturduğumuzda…” diye söze başladı Grines, “Burası yıkıntılardan ibaretti. Sanırım Fidelius Büyüsünün etkisi bu geçitten başlıyor.”

Slytherin Şatosu dev bir ana bina ve ona eşlik eden iki yan binadan oluşuyordu. Ana Binanın ortasında Slytherin’in yılanlı arması vardı. İki kolonun üzerine de iki kobra heykeli yükseliyordu. Giriş iki yana uzanan iki merdivenden yapılıyordu.

“Kimbilir onu nerede tutuyorlar?”

“Az sonra öğreneceğiz… Umarım…”

Merdivenlere doğru yaklaştıklarında kulakları uğultuyla doldu. Ardından da Voldemort’un kötücül imgesi bir bulut halinde malikanenin üzerine yükseldi ve tepede asılı kaldı: Karanlık İşaret tekrar yükseliyordu.

Grines, Harry’nin endişesini hissetmiş gibi, “Bizimle oyun oynuyorlar. Seni kışkırtmaya çalışıyorlar…” dedi. Harry tüm benliğiyle Arcanus Grines’in haklı olmasını istedi. Beraber basamaklara çıktılar ve korkunç goblenlerle süslenmiş kapı pervazından geçerek kapıyı ittiler. Aralık bırakılmıştı, onlar itince de ardına kadar açıldı.

Slytherin Malikanesi adının hakkını veriyordu.

Birkaç adım ötelerinde Salazar Slytherin’in mermer büstü duruyordu, donuk beyaz gözleriyle onlara bakıyor, cüppesi hafifçe oynarken sanki nefes alıyor gibiydi. Havada yanan tütsü kokusu vardı. Tavan çok yüksekti ve salonun tam ortasından ürkütücü dev bir avize sarkıyordu. Ondan fazla şamdan yanarken yeşil alevleri hafifçe titriyordi, duvarlarda da büyülü meşaleler vardı. Perdeler zümrüt yeşiliydi.

Birkaç adım daha attılar, bu defa Harry’nin dikkatini portreler çekti. Hogwarts’ta olduğu gibi hareketli portreler duvarları süslüyordu. Harry bunlardan birinde ona tanıdık gelen bir yüz gördü. Son derece güzel, alımlı sarışın bir genç kız. Seraphine Slytherin’di bu. Barry Egerton’un Bathilda Bagshot’un Godric’s Hollow’daki evinde bulduğu anıda onlara gösterdiği genç cadı. Seraphine Slytherin onlara hayatında gördüğü en ilginç şeylermiş gibi bakıyor ve karanlık bir ifadeyle gülümsüyordu.

Grines asasını kaldırıp Seraphine’nin portresinin olduğu duvara yaklaştığında onlarla konuştu. “Senden bahsettiklerini duydum Animagus Grines. Slytherin’in soyundan gelenlerle değil, Gryffindor’un müritleriyle yürüyorsun. Neden?”

Grines onu duymamış gibi davrandı ve Harry ile beraber dar bir koridora girdiler. Loş koridorun duvarlarında çerçevesinde yılanların dolaştığı aynalar vardı. Aynalarda gölgeler dolaşıyor ve Harry ile Grines’i birbirlerine işaret ediyorlardı. Sanki onlar hakkında konuşuyormuş gibi fısıltılar geliyordu.

Koridordaki meşaleler seyrekleşip karanlık baş gösterince asalarını havaya kaldırdılar, “Lumos”.

Grines asasını kaldırıp duvarlarda göz gezdirdi. “Fısıltıları duyuyor musun?”

“Evet,” dedi Harry, “Sanırım duvarın öte yanından geliyorlar…”

“Çatal dil mi? Anlayabiliyor musun?”

Harry başını salladı, “İçimdeki hortkuluk gittiğinden beri, hayır…”

“Çok sevindim diyemem… Şu an işe yarardı…”

Birkaç adım daha attıklarında koridorun sonunda bir ışık hüzmesi belirdi ve onlar yürüdükçe genişleyip yayıldı; az sonra geniş, ferah bir oturma odasına girmişlerdi. Kapının yanındaki portreden peruklu bir ortaçağ soylusu Grines’e dik dik bakarak, “Hain,” dedi. Grines kafasını bile çevirmeden, “Fikrini kendine sakla ihtiyar,” diye yanıtladı bu sataşmayı. “Tabi portreni dışarıdaki gölde bulmak istemiyorsan…” İhtiyar adam bu tehdit karşısında tedbirli davranmayı tercih etti ve tekrar yorum yapmadı.

Tam karşılarında bir şömine, üzerinde asılı bir saat vardı. Harry bunun bir an için Kovuk’taki saatin bir benzeri olduğunu sandı.

Birkaç saniye sonra saatin zembereği boşaldı ve çalmaya başladı. Önündeki kapak açıldı ve ölüm yiyen maskesi takmış bir adam elinde asasıyla karanlıklardan yükseldi. Diğer kapıdan Harry’nin kızıl pelerinli minyatürü çıktı. Maskeli ölüm yiyen asasını Harry’ye doğrulttu ve çıkan yeşil ışın Harry’yi yere devirdi.

Grines Harry’ye döndü, “Bu tehdit karşısında istersen dönebiliriz,” dedi. Sinirleri gerginlikten iyice laçkalaşmış olan Harry dayanamayarak güldü. “İleri gitmek daha kolay…”

“Seherbaz devriyelerinin birinci kuralı: Sarkastik olmaktır Harry. Gerginliği atmanın en kolay yoludur.

Harry’nin gözünün önüne Alastor Moody’ye asasını pantalonunun arka cebine koyduğu için poposunu kaybeden kaç büyücü gördüğünü soran Tonks geldi. Gülümseyerek ikisine de sevgilerini yolladı içten içe ve yardım istedi. Bu gece belli ki çok ihtiyaç duyacaktı.

Fısıltılar bu defa yine duvarlardan yükseldi, Grines asasını duvarda dolaştırdı bir süre, dudakları oynadı. Elleri bu defa diğer duvarda dolaştı. Sonunda duraksadı ve asasını belirli bir noktaya tutarak hafifçe dokundu. Örülü tuğlalar çekilmeye ve bir geçidi açmaya başladı.

Harry ile Arcanus Grines geçitten içeri girdiler. Harry içinde bulundukları koridorda kımıldayan bir şeyler olduğunu fark etti. İlk bakışta bunların böcekler olduğunu düşündüyse de asasını kaldırıp yolunu aydınlattığında ufak yılanların duvarda ve zeminde hareket ettiğini fark etti. Gerçek yılan değildi bunlar, bir kısmı duvar kağıdı üzerinde, bir kısmı zeminde zararsız bir şekilde sürünüyor ve dilleriyle havayı yokluyorlardı.

Koridorun sonundaki ışığa doğru ilerlediklerinde karşılarına tekrar giriş salonu çıktı. Harry’nin kafası karışmıştı. Kafasında binayı canlandırdı, aynı yere dönmüş olmaları imkansızdı. Tekrar duvardaki girişe döndü sırtını. Ancak kapı arkalarında sessizce yok olmuştu ve Seraphine Slytherin’in portresi yanlarında belirmişti.

Seraphine ona dönerek zevkle, “Ne oldu? Kayıp mı oldunuz?” diye sordu kıkırdayarak.

Salazar Slytherin’in büstü ağır ağır Harry ve Grines’e doğru döndü. İfadesiz beyaz gözleriyle baktı. ”Zaman azalıyor…” Buz gibi bir gülümseme ağzına yayıldı.

Harry büstün yanına kadar yürüdü. Kafasını kaldırdığında koridorun yanındaki merdivenin asma kata bağlandığını fark etti. Asma katta goblenler sırayla dizilmişti. Hemen yanlarında siyah bir perde vardı.

“Belki de üst katı denemeliyiz.”

Grines kafasını salladı ve merdivenlere yöneldiler. Henüz basamakların ortasına gelmişlerdi ki hemen sol taraflarında bir goblen canlandı. Elinde tutmakta olduğu kılıcı kaldırıp Harry’nin bir saniye önce durmakta olduğu yere savurdu. Harry zorlukla kaçarken göz ucuyla asma katta bir hareketlenme sezdi. Az önce gördükleri siyah parlak kumaş perde dönmüş, ölüm yiyen maskesi takmış bir gölge belirmişti. Asasını kaldırdı ve hemen yanındaki heykellerden birinin elindeki mızrağa yöneltti, “Alarte Ascendarev!” Mızrak fırladı ve dosdoğru Arcabus Grines’e doğru ilerlerken Harry onu korudu, “Aresto Momentum!” Mızrak havada yavaşladı ve durdu.

Grines haykırdı bu defa, “Lestrange! Hesap vakti!” Harry bu haykırışta acıyı hissetti. Bu akşam anlattıklarını duymamış olsa anlamlandıramayacağı bir acı. Ama artık biliyordu. Grines haykırdı: “Expulso!” Heykel adeta parçalara ayrıldı. O sırada maskeli ölüm yiyen yeniden harekete geçti. “Immobulus!”

Grines asasını salladı ve büyüyü defetti. Merdivenlerden yukarı çıkmaya başladı. Harry ne yapacağını bilemedi.

Ölüm yiyen geriye bir adım attı, “İncarcerous!”

Grines etrafını sarmakta olan mavi ipleri tembel tembel defetti ve en üst basamağa adımını. Grines karşısındaki Lestrange’i öldürmek için harekete geçmişti artık. Onu durdurmak imkansızdı. Ölen ailesinin intikamını almak için tüm gücünü kullanıyordu. Yıllardır bugünü beklemişti.

Maskeli Ölüm Yiyen köşeye sıkıştı. Son şansını da Cruciatus büyüsü yaparak kullandı ama Grines büyüden bir kedi gibi ustaca kaçtı. Ardından yüzünde nefret dolu bir ifadeyle haykırdı: “Sectumsempra!”

Harry bu sahneyi daha önce görmüştü, Hogwarts ikinci kat kızlar tuvaletinde yerde kanlar içinde yatan Malfoy. Ama önceden görmüş olması, olacakları biliyor olması üzerindeki etkiyi azaltmadı. Görünmez kılıçlar siyah cüppenin altındaki bedeni adeta delip geçti, cüppe parçalandı ve iplik parçaları havaya saçıldı. Yaralı Lestrange zorlukla, sendeleyerek korkuluklara doğru ilerledi, bir an dayandı. Sonra da arkasında kan damlalarından bir iz bırakarak aşağı düştü.

Harry Grines’e baktı. Onun yüzünde bir tatmin ifadesi görmeyi bekliyordu ama hayır. Grines kaşlarını çatmıştı.

“İyi misin?”

Harry kafasını salladı, “Evet…”

Grines merdivenden aşağı indi. Ağır hareket ediyor sanki bir şeyler düşünüyor gibiydi. Yüz üstü yatan Ölüm Yiyen’in başında dikildi, sonra eğildi. Harry de onun yanına gelmişti.

“Ölmüş mü?”

Grines kafasını yukarı aşağı salladı. Elini cesedin başına attı ve maskeyi çekip aldı. Vücudu yana devirdiğinde yüzünde bir şaşkınlık ifadesi vardı. Harry de maskenin altındaki yüzü gördüğünde sarsıldı, “Williamson…”

“N-Nasıl?”

“Bir Seherbazı öldürdüm… Imperius lanetinin etkisi altındaki bir seherbazı…” Grines pişmanlık ve acıyla ona baktı, sonra asma katta bir hareketlenme oldu. Harry kafasını yukarı çevirdi.

En uzun saniyesiydi belki hayatının. Bir siluet korkuluklara kadar gelmişti, asma katın sol üst penceresinin önünde duruyordu. O an Harry için taşlar yerine oturdu. Rüyasında görmüştü bu anı, bu siluetin ona bir silah doğrulttuğunu, şimdi oluyordu işte. Elindeki silah da asa değil bir arbaletti.

Harry zembereğin boşaldığını ve Grines’in haykırışını aynı anda duydu.

Her şey için çok geçti, belli de burada ölecekti. Aklına Hogwarts Savaşında, Voldemort’a teslim olmadan hemen önce olduğu gibi yine Ginny geldi. Onun kahverengi gözleri, rüzgarda savrulan kızıl saçları. Beraber oldukları, elinden tuttuğu anlar gözünün önünden geçip gitti. Pişmanlık aklını ve vücudunu sardı. Onu kendisinden nasıl uzaklaştırdığını düşündü, böyle biteceğini bilseydi eğer farklı davranırdı.

Ok havayı yararak geçti. Kapkara bir gölge belirdi önünde ve okun ete gömüldüğünü düşündüren tok bir ses duyuldu. Harry darbeye kendisini hazırlamıştı ama yine de çarpmanın etkisiyle iki büklüm oldu ve yere düştü.

Sırt üstü yere serildiğinde tek başıma gitmeyeceğim diye düşündü, en azından Ginny’yi kurtaracağım. Ben yapamasam da Grines yapacak. Asasını kaldırdı ve kalan tüm gücüyle haykırdı, yolladığı lanet siluetin yanındaki goblene isabet edip patlattı. Dev taş parçaları ve moloz saldırganın üstüne devrildi, sütunların altında kaldı, bir süre debelendi. Harry son anlarında onun zorlukla kalkıp sendeleyerek, topallaya topallaya geldiği kapıdan kaçmaya çalıştığını gördü.

Üzerinde bir ağırlık vardı ama kendisini iyi hissediyordu. Doğrulmaya çalıştığında canı yanmadı. Eliyle vücudunu yokladı ve ne olduğunu ilk defa idrak etti.

Arcanus Grines göğsünden sarkan bir okla önünde yerde yatıyordu. Okun saplandığı yerden kana karışan katran karası bir sıvı sızıyordu. Harry istemsizce fısıldadı: Nigrum Mortem

Ve haykırdı: “Hayır! HAYIR! ARCANUS!”

Düşünselinde can çekişen Seraphine Slytherin’i hatırladı, ama o karnından yaralanmıştı. İlk anda ölümcül değildi yarası. Ama Nigrum Mortem’in öldürücü etkisiyle kendisini iyileştirememiş ve kan kaybından ölmüştü. Bu ok ise Grines’in tam göğsüne isabet etmişti.

“ARCANUS UYAN!”

Grines ona yönlendirilen bir okun önüne atlamış, Harry’yi kurtarmak için kendisini feda etmişti. Elini yakasına attı, sarstı. Cansız bakıyordu gözleri, boştu. Kafası yana devrildi.

Cedric’in gidişi kadar acı bir tat vardı ağzında. Sirius kadar zamansız bir kayıp. İçinde Dumbledore gittiğinde duyduğu boşluğun aynısını hissetti. Boğazına kor gibi doldu nefret. Grines’in kızının göle düşerken son görüntüsü, Grines’in gözleri. Nehir kıyısında infaz edilen bir kadın. Kreacher’ın cansız bedeni belirdi, Dobby’ninki onu takip etti. Kalbini alazlayıp geçti hepsi.

“Üzgünüm… Çok üzgünüm… Beni affet…”

Toparlamaya çalıştı kendisini. Ayağa kalktı, asasını çıkarıp bağırdı: “Lestrange!”

Nefes nefeseydi, “Ödeyeceksin bunu!”

Aklını başına almaya çalıştı, Grines de gitmişti ama Ginny’yi hala kurtarabilirdi. Ama dikkatsizlik eder kendisini öldürtürse başaramazdı bunu. Yalnızdı artık. Grines’in sözlerini hatırladı, “Mantığıyla değil, duygularıyla hareket eden bir Seherbaz’ı kiminle göreve yollayabiliriz?”

Kontrol edecekti kendisini, öfkesini koruyacak ama mantığını kaybetmeyecekti. Lestrange’in çıktığı yarı açık kapıya doğru yürüdü ve haykırdı, “Lestrange!”

Harry kapıdan içeri girdi, artık sadece Ginny’yi kurtarmak için değil, dostunun intikamını almak için de gidiyordu. Karanlığın içinde kaybolurken, Salazar Slytherin’in büstü başını çevirdi, dudaklarında bir tebessümle.

sonraki bölüm:
“ÖLÜMÜN EFENDİSİ”

⁠⁠⁠Evapsie!
114 Yorum

Bir Yorum Ekle

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir