Karanlık Prens – İçimdeki Karanlık #29: Emanet Sırlar [Kısım 2]
|GİRİŞ İÇİN TIKLAYIN.
28. BÖLÜM [Kısım 1]
28. BÖLÜM [Kısım 2]
29. BÖLÜM [Kısım 1]
Lord Voldemort’un o karanlık gece, Harry Potter‘ı kaçırıp öldüremeyince kendi oğlu gibi büyütmeye karar verdiği alternatif bir hayran hikâyesine ne dersiniz?
“Karanlık Prens” serisini, Safina Mazhar‘ın kaleminden ve yazarın gözden geçirdiği yeni versiyon üzerinden taze bir çeviriyle sizlerle buluşturuyoruz. Karşınızda İçimdeki Karanlık cildinin yirmi dokuzuncu bölümü!
bölüm 29
• Emanet Sırlar •
[Kısım 2]
Harry, o sabah her zamankinden daha geç bir saatte, portre duvarından tırmanarak çıktı. Neredeyse herkes kahvaltı için aşağı inmişti bile.
“Günaydın, Harry!”
Harry, her zamanki gibi, James’i görmezden gelerek koridor boyunca yürümeye başladı.
“Vay be, bu kadar tepkisiz kalmayı sahiden iyi başarıyorsun,” dedi James, onunla birlikte yürürken. “Bu kadar uzun süre sessiz kalmayı başaran birini daha önce hiç görmemiştim! Sen gerçekten bu işte iyisin,” diyerek kıkırdadı.
Harry yine bir şey söylemedi. James iç geçirdi; yüzündeki zoraki gülümseme de silinmişti. Adımlarını hızlandırarak aniden Harry’nin önüne çıkıp onu durdurdu.
“Pekâlâ, ateşkes yapmaya ne dersin?” diye önerdi. “Sil baştan başlayalım.”
Harry onun etrafından dolanarak ana merdivenlere doğru yürümeye devam etti. James de arkasından gitti.
“Hadi, Harry!” diye yalvardı. “Benimle daha ne kadar böyle atışmaya devam edeceksin?” diye sordu.
Hâlâ cevap yoktu.
“Bilmiyorsun ki, bana bir şans versen, belki de beni seversin!” diye şaka yaptı.
Harry dönüp James’e baksa da, yine cevap vermedi.
“Pekâlâ, tamam,” diyerek James yenilgiyi kabul edermiş gibi yaptı. “Nasıl istersen öyle olsun. Bu nasılsa hiçbir şeyi değiştirmez. Ben hâlâ senin babanım ve sen de benim oğlumsun, ister beğen ister beğenme.”
En sonunda, bir tepkiyle karşılaştı.
Harry adımlarını durdurup yüzünü James’e döndü.
“Ben senin oğlun değilim!” diye patladı.
James gülümsedi.
“Hey, seni konuşturdum!” diyerek güldü.
Harry ona yiyecekmiş gibi baktıktan sonra dönüp yürümeye devam etti.
“Ah, hadi, Harry!” James koşarak ona yetişti. “Bak, hâlâ sinirli olduğunu biliyorum, ama kabul etmelisin ki, bu kadarı biraz fazla. İki aydır falan benimle birliktesin ve sana oğlum olduğunu söylediğimde, hâlâ sinirleniyorsun.”
“Çünkü ben senin oğlun değilim!” diye tekrar tısladı Harry.
“İstediğin kadar inkâr et,” dedi James. “Ama gerçeklerden kaçamazsın. Benim oğlum olduğunu anlamak için aynaya bakman bile yeter. Tıpkı bana benziyorsun.”
Harry aniden durarak yüzünü James’e döndü.
“Hiç de sana benzemiyorum!” diye şiddetle inkâr etti.
“Benziyorsun; yüzün, saçın, hatta öfken bile bana benziyor,” diyerek gülümsedi James. “Bu kadar aynı olmamız fazla şaşırtıcı.”
Harry’nin yüzü öfkeden mosmor oldu.
“Fiziksel benzerlikler dışında,” dedi, “ben senin gibi bir insan değilim!”
“Nereden biliyorsun?” diye sordu James. “Bana hiç şans vermedin ki. Önce beni bir tanı, sonra benzeyip benzemediğine karar ver.”
Harry’nin bakışları James’in üzerinde durdu.
“Seni tanımak mı?” diye sordu.
“Evet,” diye başıyla onayladı James. “Beni kendinden uzaklaştırma, Harry. Biz bir aileyiz, en azından bizimle bir aile olmayı deneyebilirsin.”
Harry hiçbir şey söylemeden gitmek için döndü. Ama James onun gitmesine engel oldu. Haftalarca denedikten sonra, Harry’yi sonunda onunla konuşturmayı başarmıştı. O kadar kolay vazgeçmeyecekti.
“Yavaş yavaş başlayalım, olmaz mı? Şuna ne dersin… bir anlaşma yapalım mı?” diye sordu, tekrar onunla birlikte yürümeye başlarken. “Sen bana bir şey ver, ben de sana bir şey vereyim.”
Harry yürümesini durdurmasa da adımlarını yavaşlattı.
“Ne gibi?” diye sordu.
“Bana bir şans vermek gibi.” Elini uzatıp Harry’nin kolunu tutarak onu durdurdu. “Lily ve benimle bir akşam geçir, yalnızca bir akşam; ben de bütün bir günü sana bırakayım.”
Bu teklif, Harry’nin ilgisini çekmiş gibi görünüyordu.
“Ne demek istiyorsun?”
“Seni takip etmeyeceğim,” dedi James. “Bütün bir günü bensiz tek başına geçirebilirsin, ama bunun için, benimle ve Lily ile bir akşam yemeği yemelisin.”
Harry James’i inceliyordu; onu anlamaya çalışıyor gibi bir hali vardı.
“Sadece bir yemek mi?” diye sordu.
“Sadece bir,” diye cevapladı James, kalbi umutla çarparken.
Harry kafasında hesaplar yapıyordu; en azından, James onun gözlerini kısmasından ve düşünceli ifadesinden bunu anlıyordu.
“Sen de karşılığında, beni yirmi dört saat boyunca yalnız bırakacaksın, öyle mi?” diye sordu Harry.
“Tamamen yalnız ve denetimsiz,” diyerek başıyla onayladı James. Seherbaz’lar yine de onu gözlüyor olacaktı ve James Harry’nin bunun farkında olduğunu biliyordu. James, yalnızca, kendi görevinden bahsediyordu.
“Peki, kaç tabak yemek yiyeceğim?” diye sordu Harry.
“Üç,” diye cevapladı James hemen.
“Olmaz.” Harry başını iki yana salladı. “Yalnızca bir.”
“İkiye ne dersin?” diye sordu James.
Harry düşündü ve sonra başını onaylarcasına yavaşça salladı.
“Tamam, iki tabak, ama bu bir saatten fazla sürmez.”
James başıyla onayladı, koca bir gülümsemenin dudaklarına yayılmasına engel olamayarak.
“Anlaştık!” dedi.
Harry de onayladı.
“Peki.”
James o kadar geniş gülümsüyordu ki, yanakları acıyordu.
“Ne zaman olsun istersin?” diye sordu, heyecanla.
Harry omuz silkti.
“Bir an önce,” diye cevapladı.
“Tamam, peki… yarın akşama ne dersin?” diye sordu James.
Harry başını salladı.
“Tamam, olur.”
“Saat altı gibi olur mu?” diye sordu James.
Harry başını iki yana salladı.
“Aslında, daha geçe alabilir misin? Ben o saatte hiç aç olmuyorum. Onu biz… dokuz yapalım.”
“Dokuz mu? Bu biraz geç,” diyerek kaşlarını çattı James.
“İyi, unut o zaman.” Harry gitmek için döndü.
“Hayır, hayır, olur. Dokuz olur,” diye hızla kabul etti James.
Harry tekrar dönüp ona gülümsedi.
“Peki, tamam.”
James Harry’nin ona gülümsediğini ilk kez görüyordu. O anın tadını çıkardı.
“Tamam… Peki.” James başka ne diyeceğini bilmiyordu.
Harry dönüp kahvaltı için Büyük Salon’a doğru yol aldı. James ise arkasından geliyor, sevinçten ağzı kulaklarına varıyordu.
* * *
“Sence elmalı yerine böğürtlenli turta mı yapsaydım?” diye sordu Lily, masadaki yemeklere dikkatle bakarken.
“Bence turtan harika,” diye cevapladı James; o da tabak takımlarını diziyordu. “Peki, sence Harry karşımızda mı oturmalı, yoksa yanımızda mı?” diye sordu.
“Yanımızda,” diye cevap verdi Lily. “Seninle benim aramda.” Ama biraz düşündükten sonra başını iki yana salladı. “Hayır, karşımızda oturması daha iyi olur, karşılıklı sohbet için.”
“Ben de öyle düşünmüştüm,” dedi James ve iki tabağın arasına koyduğu tabağı alıp karşıya yerleştirdi.
Lily bir kez daha yemeklere şöyle bir göz attı. Günün büyük kısmını Hogwarts mutfağında yemek yaparak geçirmişti; orada çalışan ev cinleri ise geride durarak sıkıntılı bir şekilde kulaklarını büzüştürmüş, yemekleri onun yerine kendileri pişirmeleri için yalvarmışlardı. Ama Lily onlara izin vermemişti. On beş yılın ardından, oğlu ilk defa onlarla oturup yemek yiyecekti. O yüzden her şeyi kendi başına yapmak istemişti.
“Umarım melas turtaları iyi pişmiştir,” dedi Lily; tatlıya bakarken dudağını ısırıyordu. “Harry bu turtayı seviyor, o yüzden umarım güzel pişmiştir.”
“Harry’nin bu turtayı sevdiğini nereden biliyorsun?” diye sordu James.
“Yemek yerken gördüm. Masada varsa her zaman bir tane alıp yiyor,” diye cevapladı Lily; kızarmış patates ile tavuğun olduğu tabağın yerini değiştirerek bir adım geri gelip masaya tekrar baktı.
James, tabakların yanına çatal bıçakları dizerken kıkırdadı.
“Onu mu gözetliyorsun?” diyerek Lily’ye takıldı.
“Sanki sen aynısını yapmıyorsun!” dedi Lily.
James, inkâr edemeyeceği için omuz silkmekle yetindi. Harry Büyük Salon’da olduğu zamanlarda, James onu izlemek dışında hiçbir şey yapmıyordu. Bu bilerek yaptığı bir şey değildi; sadece gözleri ister istemez oğlunu arıyor, tüm yemek saatleri on altı yaşındaki oğluna uzun uzun bakmakla geçiyordu. Bir yanı, Harry’nin hâlâ hayatta ve iyi olduğuna inanamıyordu.
“İşte, nasıl oldu?” diye sordu Lily, geri adım atıp masaya göz gezdirirken.
Masa baştan sona on iki tabak yemekle doluydu. James görüntü karşısında başını salladı.
“Harry en fazla bir saat kalacağını söyledi,” diye Lily’ye hatırlattı.
“Biliyorum, biliyorum,” dedi Lily. “Kendime engel olamadım.”
“Belli oluyor!” diyerek sırıttı James. “Kızarmış tavuk ile kuzu pirzola ne alaka?”
“Bir türlü karar veremedim,” diye açıkladı Lily.
James gülerek kollarını kaldırıp Lily’ye sarıldı.
“Ben de heyecanlıyım,” dedi.
“Ben yalnızca bu gece her şey mükemmel olsun istiyorum,” dedi Lily. “İlk defa, Harry onunla oturmamız için bize bir şans verdi. Bu gece güzel geçerse, aramızdaki ilişkinin temellerini atmada bu ilk adım olacak.”
James gülümsedi ve onu yanaklarından öptü.
“Bunu şimdilik küçük bir adım olarak görelim,” diye önerdi. “Onunla ne konuşacağımızı düşünüyordum da…” Lily’yi döndürerek onunla yüz yüze geldi. “Bazı konuları hiç açmamamız en iyisi…”
“Voldemort ve Ölüm Yiyen’ler gibi,” diyerek başıyla onayladı Lily.
James duraksadı.
“Ben havadan ve okuldan bahsediyordum.”
Lily ona bir bakış attı.
“James!”
“Ne? Onunla sıkıcı saçma sapan muhabbetler etmek istemiyorum,” diye savundu. “Yani, Quidditch antrenmanlarının nasıl gittiğinden bahsederek başlayabiliriz diye düşündüm…”
“Evet, çünkü bu hiç sıkıcı ve sıradan değil, öyle mi?” diyerek araya girdi Lily.
James iç geçirdi.
“Pekâlâ, muhabbete başka bir şeyle başlarız, sonra da Quidditch…”
“Quidditch yok!” diye onu sertçe uyardı Lily. “Ben oğlumla konuşmak istiyorum; senin uçuş teknikleri, Snitch’ler ve Tanrı bilir başka nelerden oluşan Quidditch gevezeliklerini dinlemek istemiyorum!”
“Peki, sen bir konu öner o zaman,” diyerek meydan okudu James.
Lily gülümsedi.
“En sevdiği kitabı sormaya ne dersin? Ya da boş zamanlarında neler yaptığını? Hobileri neler? En sevdiği yemek ne? En sevdiği renk?” Başını kaldırıp baktığında, James’in hüzünlenmiş bir halde ona bakakaldığını gördü. “Harry ile ilgili her şeyi bilmek istiyorum. Ona yetişmek, oğluma dair ne varsa öğrenmek istiyorum.”
James başını aşağı yukarı salladı ve gözlüğünü düzeltti.
“Senin fikrini daha çok beğendim,” diye onayladı.
Lily tekrar gülümsedi. Son kez masaya bir göz gezdirdi. Her şeyin mükemmel göründüğünden emin olduktan sonra ise, başını kaldırıp saate baktı. Dokuzu iki geçiyordu.
“Her an burada olabilir!” dedi, heyecanla.
James de gülümsemekten kendini alamıyordu.
“Sonunda! Açlıktan ölüyorum!” Yemeklere kabaran bir iştahla bakarak yerine geçip oturdu.
“Damien tam da bu yüzden bize katılamazdı,” dedi Lily, o da James’in yanındaki yerini alırken. “Dokuz, yemek yemek için çok geç bir saat.”
“Harry ile yalnız olmamız daha iyi zaten,” dedi James, “yani, en azından başlangıçta. Harry bize de alışınca artık tam bir aile olarak bir arada olabileceğiz.”
Bunun düşüncesiyle, Lily’nin yüzü sevinçle parladı.
“Evet, o anları dört gözle bekliyorum!” diyerek güldü.
Kapıya doğru baktı; kapının çalınma sesini duymayı bekliyordu.
* * *
Saat dokuzu çeyrek geçiyordu, ama Harry’den hâlâ bir iz yoktu. Lily’nin gözleri kapıdan saate kaydı. James’le göz göze gelip ona gergin gergin gülümsedi.
“Gelir birazdan,” dedi; on beş dakikadır, bunu belki de onuncu kez söylemişti.
“Gidip neden geç kaldığını öğreneyim,” diyerek James ayağa kalktı.
“Hayır,” dedi Lily, onu hemen durdurarak. “Geleceğinin sözünü verdiyse, bırak kendi gelsin,” dedi. “Ayrıca, daha sadece on beş dakika gecikti. Belki, yanımıza geleceği için biraz gerilmiştir. Ona biraz zaman ver. Gelecektir.”
James yerine geri oturdu ve sessizce Lily’yi izleyerek beklemeye devam etti.
Dokuz buçuk olmuştu, ama Harry hâlâ ortalarda görünmüyordu.
On’a on vardı.
On’u beş geçiyordu.
James önce saate, sonra masaya baktı. Tüm yemekler artık soğumuştu. İştahı kaçtığı için aç falan da değildi artık. Onun yerine, midesi hayal kırıklığı duygusunun ağırlığı altında ezilmiş gibiydi. Gözünü bir an olsun kapıdan ayırmayan ve Harry’nin gelmesini hâlâ umutla bekleyen karısına baktı. Gözlerini kapadı.
Saat on buçuğu vurduğunda, James’in sabrı da sonunda taşmıştı. Masadan öfkeyle kalkarak kapıya doğru yürüdü; Lily’nin onu durdurmak için söylediklerini duymadı bile. Odadan dışarı fırlar fırlamaz merdivenlere doğru koşturdu. Moody ile birlikte ön kapılarda nöbet tutan Tonks’un yanından geçti.
“James?” diye ona seslendi Tonks. “Bir sorun mu var?”
“Yok bir şey!” dedi James karşılığında ve merdivenleri ikişer ikişer çıkmaya başladı.
Gryffindor kulesine doğru hızlı adımlarla ilerleyip Şişman Kadın Portresi’ne geldiğinde şifreyi tükürürcesine söyledi. Fırtına gibi içeri girdiğinde, ortak salonun boş olduğunu gördü; ancak, yalnızca bir kişi, saçları dağınık görünen bir çocuk şöminenin yanında, sandalyesine yayılmış oturuyordu.
Kapı kayarak açıldığında, Harry başını kaldırıp James ile göz göze geldi. Ona gülümserken, kucağında duran parşömenin üzerindeki tüy kalem yere düştü.
“Potter? Bir sorun mu var?” diye sordu, masum masum. “Pek iyi görünmüyorsun. Yoksa daha yemek yemedin mi?”
James fırtına gibi Harry’ye doğru ilerleyip onun önünde durdu.
“Bir anlaşma yaptığımızı sanıyordum!” diye kükredi.
“Buna sahiden inandın mı?” diye sordu Harry, geniş geniş sırıtarak. “Vay be, ne aptalsın.”
James’in elleri yumruk halini aldı.
“Neden yalan söyledin?” diye sordu. “Bizimle yemek yemek istemiyorsan, sadece hayır demen yeterdi! Neden yalan söyledin?” diye sorarken, sesindeki hayal kırıklığını gizleyemiyordu.
Harry ödevini kucağından kaldırıp ayağa kalktı ve sakin gözlerini James’in öfkeden deliye dönmüş gözlerine çevirdi.
“Hayır diyecektim,” diye cevapladı,” ama sonra, senin bana söylediklerini düşündüm. Hani, şu sana benzediğim konusu. Saçım, yüzüm, hatta öfkem bile seninle aynıydı.” Harry pis pis sırıttı. “Sonra dedim ki, neden olmasın? Senin gibi olabilirim. Senin gibi bir yalancı, bir sahtekâr olabilirim.” Duygusuz bir ifadeyle, “o yüzden ben de tıpkı senin gibi davrandım,” diye ekledi.
James bir anda patladı.
“Senin derdin ne be?” diye sordu. “Her şeyi neden bu kadar zorlaştırıyorsun?”
“Çünkü burada olmak istemiyorum!” diye hırladı Harry, ona. “Seninle kalmak istemiyorum! Sen neden beni zorluyorsun?”
“Çünkü sen benim oğlumsun!” diye kükredi James. “Benim oğlum! Buraya aitsin! Benim ile ve Lily ile birlikte!”
“Benim yerim babamın yanı!” diye tısladı Harry.
James bir adım ona yaklaştı; yumruklarını öyle bir sıkıyordu ki, tırnakları git gide etine gömülüyordu.
“Bunu bir kere daha söylersen, yemin ederim…!”
“Ne yapacaksın?” diye sordu Harry. “Vuracak mısın? Hadi vur da görelim!” diyerek meydan okudu Harry. “Senden artık korkmuyorum.”
James kaskatı kesildi; gözleri büyümüş, yumrukları gevşemişti. Öylece Harry’ye bakıyordu.
“Ne demek istiyorsun?” diye sordu; sesi şimdi neredeyse fısıltı halinde çıkıyordu. “Artık derken? Sen… sen benden ne zaman korktun ki?”
“Sence ne zaman?” diye sordu Harry, buz gibi bir sesle; gözleri öfkeden öyle bir parlıyordu ki, James’i ürpertmişti.
“Neden bahsettiğini anlamıyorum,” dedi James, başını iki yana sallayarak. “Harry, neden-?”
Merdivenlerden gürültülü ayak sesleri gelmeye başladı ve aniden merdivenlerde erkekler yatakhanesinden inen iki çocuk belirdi.
“Neler oluyor aşağıda?” diye sordu yedinci sınıf bir çocuk, uykulu bir halde.
“Neden bağırıyorsunuz?” diye sordu ikinci çocuk, kızgın bir şekilde.
James bir anda nerede olduklarını ve ortak salonda ulu orta konuşarak ne kadar büyük bir aptallık yaptığını anlamıştı. Gryffindor binasından herkes onları duymuş olabilirdi. Başını kaldırıp çocuklara baktı.
“Özür dilerim, bağırdığımın farkında değildim,” dedi, sesini sakin tutmaya çalışarak. “Uyandırdığımız için kusura bakmayın.”
Çocuklar, uykularının bölünmesinden ve düşüncesiz insanlardan yakına yakına uzaklaştılar. James Harry’ye döndü, ama Harry çoktan çantasıyla ödevlerini toplamıştı bile. James’e son bir iğneli bakış daha attıktan sonra, salonu terk ederek yatakhanenin yolunu tuttu.
* * *
Antrenman gününde yaşanan talihsiz olaydan beri, dört Weasley de Harry’ye iyi davranmak için elinden geleni yapıyordu. Hatta ikizler ile Ron, Harry’ye özür dilemeye çalışmış olsalar da, Harry onları dinlememişti. Harry bu işten bu kadar kolay sıyrılmalarına izin vermeyecekti. İkizlerden intikam alacağını söylediği için, kız kardeşlerinin onları uyarmış olabileceğini biliyordu ve Fred ile George’un ona bakan temkinli hallerini görmek Harry’yi memnun hissettiriyordu. Onlara bunu ödetecekti, ama henüz sırası değildi. Ne zaman geleceğini bilmedikleri bir tehlikeyle yaşıyor olmaları, Harry’yi daha da eğlendiriyordu.
Ginny’e gelirsek; ne zaman Harry ile karşılaşsa, onu selamlamak için ciddi bir çaba sarf ediyordu. Harry ise onu, diğerlerine yaptığı gibi, görmezden geliyordu.
James Potter, Harry’nin yeni bir korkulu rüyası halini almıştı. Sürekli Harry’yle konuşmaya çalışıyor ve ona o gece söyledikleri ile ilgili aynı soruları sorup duruyordu. Bu durum Harry’nin canını fazlasıyla sıkıyor olsa da, James’i yok sayma planlarına devam ediyor ve onun sorduğu hiçbir soruyu cevaplamıyordu.
Gel gelelim, Gryffindor ile Slytherin arasında oynanacak büyük maça iki gün kala, Harry’nin aklında ne James ne de başka bir şey kalmıştı. Çünkü daha büyük bir problemi vardı.
O gün akşam yemeğinden sonra, başı hafiften ağrımaya başlamıştı. Antrenman süresince de, yara izi batmaya devam etmiş, ama Harry ağrıya yoğunlaşmamayı başarmıştı. O günün akşamı ortak salona döndüğünde ise yarası adeta cayır cayır yanıyordu.
Harry yarı yolda durarak Poppy’yi görmenin iyi bir fikir olduğunu düşündü. Ağrı Giderici İksiri hiç kalmamıştı ve birazdan buna ihtiyacı olacaktı.
“Harry? Nereye gidiyorsun?” diye sordu Damien, Harry’nin ters yöne döndüğünü fark edince.
“Bir… dakikaya kalmaz… orada olurum,” demeyi güçlükle başardı Harry; sesi çektiği acıyı ele veriyordu.
Başındaki yanma git gide daha kötü bir hal aldı. Görüntüsü bulanıklaşınca, Harry tökezlemeye başladı.
“Harry?” Damien endişe içinde ona doğru döndü.
Yara izi kavrulurcasına yanar, ağrısı da git gide yoğunlaşırken, Harry inledi. Bacakları ağırlığını taşımaz ve diz üstü yığılırken, elini hızla alnına yapıştırdı.
“Harry!” diye bağırdı Damien, ona doğru koşarken. Ron da arkasından onunla birlikte koşuyordu.
Harry, parmaklarını alnına geçirmiş, acı içinde inliyordu. Damien’ın panikle ona ne olduğunu soruşunu duyuyor, ama cevap veremiyordu. Acıdan çenesi kitlenmişti. Ardından, burnundan yavaş yavaş bir şeyin aktığını hissetti. Başını öne eğerek alnını soğuk zemine bastırdı ve ıstıraptan bağırmamak için mücadele etti. Ron’un ya da Damien’ın, burnunun kanadığını görmesini istemiyordu; çünkü bu konuda sessiz kalmayacaklarını biliyordu.
Ama bu kadarı bile, Damien ile Ron’u alarma geçirmeye yetmişti. Damien denese de Harry’yi kaldıramadı ve panikle Ron’a döndü.
“Ron! Koş babamı getir!”
“Hayır!” Harry doğrulmayı başardı. Eliyle Damien’ın koluna yapıştı. “Sakın onu çağırma!”
“Ah Tanrım!” Damien ağabeyine öylece bakakalmıştı; yüzü solgundu, tüm vücudu titriyordu ve dudakları burnundan akan kanla boyanmıştı. “Ne oluyor sana böyle?” diye bağırdı.
Ron, ne yapacağını bilmez bir halde, iki kardeşin yanında öylece duruyordu.
Harry doğrularak kendini kalkmaya zorladı. Görüşü kararınca her an bayılacak olmaktan korktu.
“Poppy!” dedi, güçlükle; eliyle alnına bastırıyordu. “Poppy’yi… görmem lazım!”
Damien, Harry’nin diğer kolunu tutup yardımcı olabilmek için boynuna geçirdi.
“Hastane Kanadı iyi fikir, dostum,” dedi Ron, Damien’a; Harry’ye gözlerini kocaman açmış, kaygıyla bakıyordu.
Damien, elinden geldiğince hızlı bir şekilde, Harry’yi Hastane Kanadı’na götürmeye koyuldu.
* * *
Poppy, çocuğun nemli alnına yapışmış saçlarını arkaya alıp usulca tenini kontrol etti. Şimşek biçiminde, öfkeyle yanan kıpkırmızı bir yara izinin görüntüsüyle karşılaştı. Yara izine soğuk merhem sürerken parmaklarının altındaki ısıyı hissedebiliyordu. Bakışlarını indirdiğinde, yeşil gözlerin onu izlediğini gördü. Gülümsedi.
“Daha iyi misin?” diye sordu.
Harry başıyla onayladı; Ağrı Giderici İksir’in boş şişesini parmaklarının arasında döndürüyordu.
“Evet,” diye ekledi, usulca. “Teşekkür ederim.”
Poppy onun karşısına yerleşip yorgun gözlerini onunkilere dikti.
“Burun kanamaların ne sıklıkta oluyor?” diye sordu.
Harry gözlerini onun bakışlarından kaçırdı.
“İlk kez bugün oldu.”
“Yalan söyleme, Harry,” diye uyardı onu Poppy.
Harry bakışlarını ona çevirdi.
“Yalan söylediğimi de nereden çıkardın?”
Poppy ona gülümsedi.
“Ben neredeyse yirmi yılını çocuk sağlığına adamış bir Şifacıyım,” diyerek başını salladı. “Yalan söylendiğinde anlarım.”
Harry hiçbir şey söylemeyip bakışlarını kaçırdı.
“Başın her ağrıdığında, burnun kanıyor mu?” diye sordu Poppy.
Harry başını iki yana salladı.
“Hayır, yalnızca ağrım çok şiddetlendiğinde.”
“Anlıyorum,” dedi Poppy. “Ne sıklıkta oluyor?”
“Endişe edecek kadar değil,” diye cevapladı Harry.
“Burnunun hiç kanamıyor olması gerekirdi, Harry,” dedi Poppy. “Baş ağrın bir yana, bu bile başlı başına bir vaka.” Derin bir nefes alarak kendini hazırladı. “Bu ağrılar, alnındaki yara iziyle mi bağlantılı?”
Harry ona baktı, ama cevap vermedi. Uzun bir süre kimse konuşmadı. Sonra, bir iç çekiş yükseldi ve Harry bacaklarını yataktan çıkarıp ayaklandı.
“Gitsem iyi olur. Damien dışarıda beni bekliyor.” Konuşurken Şifacı’nın gözlerine bakmıyordu. “Bunun için sağ ol,” dedi, elindeki iksiri kaldırarak.
“Otur yerine, Harry,” diye emretti Poppy. “Henüz söyleyeceklerim bitmedi.”
“Hayır, bitti.” Harry’nin ters konuşmasına Poppy şaşırmıştı. Ona karşı hep kibar olduğunu söylemek yanlış olmazdı.
“Benimle neden konuşmuyorsun?” diyerek üstüne gitti Poppy.
Harry kapılara doğru yürümeye başladı.
“Sonra görüşürüz,” dedi, onun sorusunu duymazdan gelerek.
“Harry,” diyerek ayağa kalktı Poppy. “Bekle, lütfen.”
Harry durdu.
Poppy aceleyle onun yanına geldi.
“Ben yalnızca sana yardım etmeye çalışıyorum,” dedi. “Ama sen izin vermezsen, bunu nasıl yapabilirim?”
Harry ona gergin bir şekilde gülümsedi.
“Yardıma ihtiyacım yok, gerçekten, ben iyiyim.”
Poppy tek kaşını kaldırdı; çabuk sinirlenen yapısı gün yüzüne çıkmıştı.
“Öyle mi? O zaman, baş ağrılarının neden burun kanamasına yol açtığını biliyorsun, ha? Neden acı çektiğini de biliyorsun? Hatta tedavinin ne olduğunu da?” Sesi her soruyla birlikte daha da sertleşiyordu. “Ben sana tek bir şey söyleyeyim, Harry. Ağrı Giderici İksir’le ve alnına sürdüğün soğuk merhemle iyileşmenin bir yolu yok. Bu sadece belirtilerini azaltır, tedavi etmez!”
Harry onun öfkeli gözlerine baktı.
“Derse ihtiyacım yok, tamam mı?” dedi. “Ne olduğunun farkındayım ve nasıl baş edeceğimi de biliyorum, o yüzden unut gitsin.”
Gitmek için onun etrafından dolandı.
“Bu lanetli bir iz, değil mi?” dedi Poppy, arkasından.
Harry, eli kapının tokmağında, öylece kalakaldı. Yavaşça arkasını dönüp ona bakarken, bakışları keskindi.
“Acısını çektiğin şey baş ağrıları değil,” diye devam etti Poppy. “Sana acı veren şey, o yara izi, yanılıyor muyum?”
Harry cevap vermese de, Poppy onun ifadesinden bile haklı olduğunu çıkarabiliyordu.
“Bunu kanıtlayamazsın,” dedi Harry aniden. “Lanetli yara izleri nadir görülür ve onlara dair pek bir bilgi de yok. Ayrıca, ona söylesen bile, o…!”
“Bir dakika, bir dakika!” Poppy elini kaldırarak Harry’ye şaşkınlıkla baktı. “Neden bahsediyorsun? Kime söylersem?”
“Dumbledore’a!” dedi Harry, nefretle.
Poppy gözlerini kırpıştırdı.
“Müdür’ü neden bu işe karıştırayım ki?”
“Ona söylemeyeceksin sanki?” diye sordu Harry; ses tonundan pek de soru sormadığı anlaşılıyordu.
Poppy hakarete uğramışçasına bir ifade takınıp tükürürcesine konuştu:
“Böyle bir şeyi asla yapmam!” diye reddetti. “Hastalarıma dair bilgileri ifşa ettiğimi ne hakla düşünürsün? Bunu konuşacağım bir kişi var, o da sensin.”
Harry şaşkın görünüyordu, ama yine de tam olarak ikna olmamış gibiydi.
“Hemen koşup Dumbledore’a lanetli bir yara izim olduğundan bahsetmeyecek misin, yani?” diye sordu.
“Tabii ki, hayır!” diye cevapladı Poppy, canı sıkkın bir halde. “Bunu niye yapayım ki?”
“Çünkü bunu bana karşı kullanabilir,” dedi Harry.
Poppy ona gözlerini kısarak baktı.
“Fark etmemiş olabilirsin, ama seni kullanmak gibi bir derdim yok benim!” diye ateşli bir şekilde konuştu Poppy.
“O zaman, böyle düşünmeyen bir tek sen varsın.”
Poppy duraksadı; öfkesi anında kaybolmuştu. Neden öyle davrandığını şimdi anlıyordu ve içinden Müdür’e kızmadan edemedi. Harry’ye, ona güvenmesi için bir sebep vermeyi başaramamıştı.
“Şifacı olmasaydım ve hastalarıma ait bilgileri paylaşmamaya yemin etmeseydim bile, bana söylediklerini kimseyle paylaşmazdım,” dedi Poppy, usulca.
Harry ona baktı ve en sonunda yüzüne küçük bir gülümseme yerleştirdi.
Poppy ona yatağa dönmesini işaret etti ve birlikte oturdular.
“Yani, bu lanetli iz,” diyerek Harry’nin alnını işaret etti, “sana Kim… Kim-Olduğunu-Bilirsin-Sen tarafından mı verildi?”
Harry durdu; belli ki, hâlâ sırrını paylaşmaktan çekiniyordu. Poppy’ye bakarak yavaşça başını salladı.
“Evet.”
Poppy’nin rengi biraz kaçmış olsa da, sakin kalmayı başardı.
“Ne zaman ağrımaya başladı?” diye sordu.
Harry, parmaklarını yara izinde gezdirerek gülümsedi.
“Hatırlayamayacağım kadar uzun bir süre önce,” dedi. “Çoğunlukla hafif bir ağrısı olduğu için beni rahatsız etmiyor.”
“Peki, ağrıların neden şiddetlendiğini biliyor musun?” diye sordu Poppy.
Harry elini yara izinden indirdi.
“Babamın ruh haline göre değişiyor,” diye açıkladı Harry. “Çok kızgın ya da çok üzgün olduğunda, hatta çok mutlu olduğu zamanlarda da, yara izim zonklamaya başlıyor.”
Poppy hem kafası karışmış, hem de korkmuş görünüyordu.
“Bana ağrını tanımlar mısın?”
Harry bir süre düşündü.
“Yoğun bir ağrı,” dedi. “Önce yanma hissiyle başlıyor. Genelde, bu his birkaç dakika sürüyor, ardından ise hafifleyerek kayboluyor.” Yatağında kıpırdandı. “Ama babam çok kızgınsa, yanma hissi daha da kötüleşiyor. Yani, ağrı daha… daha güçlü bir şeye dönüşüyor.” Ne demek istediğini anlayıp anlamadığını görmek için Poppy’ye baktı. Poppy başıyla onaylıyor ve feci şekilde endişeli görünüyordu. Harry devam etti: “Sonra bir çeşit patlama gibi, ağrı çok keskin bir acıya dönüşüyor. Yani, bu yalnızca birkaç kez oldu, ama ne zaman olsa, başım ortadan ikiye ayrılacakmış gibi hissettiriyor.”
Poppy sakin kalmayı sürdürerek başka bir soru sordu; bu, onu en çok endişelendiren soruydu.
“Burun kanamaların ne zaman başladı?”
“Çok yeni,” diye cevapladı Harry. “İlk kez, yakalanıp Yoldaşlık karargâhına götürüldüğüm zaman kanamıştı.”
“Ondan önce hiç olmadı mı?” diye sordu Poppy.
“Hayır,” dedi Harry.
Poppy onu yakından inceliyordu.
“Bu zamana kadar kaç kez burun kanaması yaşadın?”
“İki-üç kez,” dedi Harry.
Poppy başını iki yana salladı.
“Bundan hiç hoşlanmadım, Harry,” dedi ona, dürüstçe. “Dediğin gibi, lanetli izler oldukça nadir ve onlara dair çok az bir bilgi var. Bazen acı verdikleri söylenmiştir, ama burun kanaması ve bu gibi şiddetli ağrılara sebep olmaması gerekir.”
Harry omuzlarını silkti.
“Yapacak bir şey yok,” dedi.
Poppy mutlu görünmüyordu. Oturduğu yerde, Harry’nin ona söylediği her şeyi kafasından tekrar geçiriyordu. Düşündükçe ise endişesi daha da artıyordu.
“Bunu bir araştıracağım,” diye söz verdi Harry. “Bakalım, yara izinin neden böyle sonuçlar doğurduğunu bulabilecek miyim? Belki, bu acıya bir son vermenin yolu vardır.”
Harry ona şüpheyle baktı.
“Kimseye söylemediğin sürece, istediğini yapabilirsin.”
“Tekrar söylemeyeceğim!” dedi Poppy. “Sana öyle bir şey yapmayacağımı zaten söyledim. Şimdi, bundan sonra yara izin ağrıdığı anda, hemen bana geleceksin. Bununla tek başına mücadele etmeni istemiyorum.” Öyle olursa nasıl hissedeceğini göstermek için suratını düşürdü.
“Pekâlâ, tamam,” diye güldü Harry.
“Ciddiyim, Harry. Sessiz sessiz acı çektiğini bir duyarsam…!”
“Tam olarak ne yaparsın?” diye sorarak sırıttı Harry.
Poppy’nin gözleri kısıldı.
“Bilmek istemezsin.”
Harry güldü.
Hastane Kanadı’nın dışında dikilen James’in kalbi göğsünde deli gibi atıyordu. Harry’nin Poppy’ye söylediği her şeyi duymuştu. Ron onu bulup Harry’nin aniden hastalandığını söylediğinde, doğrudan Hastane Kanadı’na koşmuştu. Geldiğinde ise Damien’ı kapıda beklerken bulmuştu. Küçük oğlunu gönderdikten sonra içeri girmeye yeltenmişti ki, Harry ile Okul Şifacısı’nın öfkeli tartışmalarını duymuştu. Onları dinlerken, içeri girmek için sakinleşmelerini beklemişti. Bunun üzerine James, Harry ile Poppy arasında geçen bütün konuşmalara da kulak misafiri olmuştu.
Hızla dönüp Müdür’ün odasına giden yolu yürümeye başladı. Dumbledore lanetli yara izleri hakkında bir şeyler biliyor olabilir, Harry’nin acısını nasıl durduracaklarını söyleyebilirdi. James bundan emindi.
* * *
Karanlık Prens – İçimdeki Karanlık #30: Gryffindor vs Slytherin okumak için tıklayın!
Çeviren: Tuba Toraman
Forum üzerinden yorum yapıp sohbete katılmak için tıkla!