Karanlık Prens – İçimdeki Karanlık #39: Evde [Kısım 1]
|GİRİŞ İÇİN TIKLAYIN.
37. BÖLÜM [Kısım 1]
37. BÖLÜM [Kısım 2]
38. BÖLÜM
Lord Voldemort’un o karanlık gece, Harry Potter‘ı kaçırıp öldüremeyince kendi oğlu gibi büyütmeye karar verdiği alternatif bir hayran hikâyesine ne dersiniz?
“Karanlık Prens” serisini, Safina Mazhar‘ın kaleminden ve yazarın gözden geçirdiği yeni versiyon üzerinden taze bir çeviriyle sizlerle buluşturuyoruz. Karşınızda İçimdeki Karanlık cildinin otuz dokuzuncu bölümü!
bölüm 39
• Evde •
[Kısım 1]
Harry ağır ve gürültülü bir şekilde yere indi. Başını kaldırıp bakmadan bile, nerede olduğunu söyleyebilirdi. Anahtar’ın neden olduğu baş dönmesi de bu aşina olduğu zemini, havanın kokusunu ve etrafında hissettiği saf sihrin etkisini tanımasına engel değildi. Artık evdeydi.
Harry, karanlığın içinden, malikâne gibi görünen şatoya, deliler gibi özlediği evine baktı. Baş dönmesi durur durmaz ise uzun ve canlı adımlarla Riddle Malikânesi’ne doğru yol aldı. Bella da yanında, ona yetişebilmek için hızlı hızlı yürüyordu. Bir süre sonra, etraflarında pop sesleri yankılandı ve Ölüm Yiyen’ler Harry’nin yanına Cisimlendiler. Görevlerini tamamladıkları için, Hogwarts’ta kalıp saldırıyı sürdürmelerinin hiçbir anlamı yoktu. Ölüm Yiyen’ler, yüksek sesle sevinç naraları atarak ve etrafa yeşil kıvılcımlar saçarak, Harry ile Bella’yı arkadan takip ettiler. Zafer onlarındı. Hogwarts arazisinde cesurca yürüyebilmiş, Karanlık Prens’i, Dumbledore’un kemerli burnunun dibinden çekip kurtarmayı başarmışlardı. Efendi’lerinin bundan çok memnun olacağına hiç şüphe yoktu.
Harry malikâneye yaklaşırken, bir Ölüm Yiyen’in tek başına kapıların orada beklediğini fark etti. Lucius Malfoy elleri arkasında kenetlemiş, başı yukarıda, gri keskin gözleriyle onun yolunu bekler bir halde duruyordu. Lucius maskesini takmadığı için, Harry onunla göz göze geldiğinde, yüzünün her bir çizgisinde rahatlamanın verdiği izleri görebiliyordu. Lucius’un yüzünde kasıntısız, içten bir gülüş belirdi ve kapıyı açmak için onlara doğru ilerledi. Harry kapıdan geçerken, Lucius da onunla birlikte yürümeye koyuldu. Şimdi, bir yanında Lucius, bir yanında Bella’yla malikânede uzun adımlarla ilerliyordu.
Harry giriş koridorundan geçerken, koridora konuşlanmış Ölüm Yiyen’ler onun önünde dizlerinin üzerine çökerek başlarını eğdiler. Ama Harry onları görmedi bile. Tek istediği şey, babasını görmekti. Karanlık Lord’un odasına yaklaştıkça, yara izi zonklamaya başladı. Ama Harry, ağrının nedenini bilecek kadar deneyim sahibi olmuştu artık; nedeni, babasının mutluluğuydu. İçi içine sığmayan mutluluğu.
Ağrının şiddetlenmesiyle, Harry’nin adımları yavaşladı; ama aldırış etmeden yürümeye devam etti. Babasını görmeyeli dört ay olmuştu; ağrısı ne şiddette olursa olsun, onu yolundan döndüremezdi. Harry’nin gölgesi kapılara düşer düşmez, kapılar kayarak açıldı ve onu içeri davet etti. Harry aniden durunca Lucius ile Bella da durmuş, arkalarındaki Ölüm Yiyen ordusu da sessizliğe gömülmüştü.
Lord Voldemort dev odanın ortasında duruyor, kırmızı gözleri şevkle parlıyordu; ancak, ifadesi okunaksızdı. Harry içeri yürüdü, ama birkaç adım sonra durdu. Kalbi göğsünde deli gibi çarpıyordu. Babasının bakışları onu baştan ayağı süzer, sonra da onunla göz göze gelirken, Harry yine acı içinde sendeledi.
Gözleri birbirlerine kitlendi ve Harry zihninin derinlerinde Zihnefend’in dürtüsünü hissetti. Zihnine girilmesine izin verdi; zaten Harry’nin zayıf zihin kalkanı Lord Voldemort’u uzak tutmaya yetmezdi. Babasının, zihninde ne aradığını bilmiyordu; ama anlaşılan, ne arıyorsa çabuk bulmuştu. Lord Voldemort Harry’nin zihnini terk ederek onu sersemlemiş bir halde bıraktı. Harry’nin yorgunluğu onu artık esir alıyordu; öyle ki, Harry artık daha fazla dayanma gücünün kalmadığını ve ayaklarının üzerinde bile zar zor durabildiğini hissediyordu.
Üzerine bir gölge düştü ve Harry başını kaldırıp baktığında, karşısında babasının durduğunu gördü. İki el birden omuzlarına dokunurken, Harry yara izi patlayacakmış gibi hissetti. Bağırmamak için kendini zar zor tutuyordu.
Gel gelelim, Voldemort kendi mutluluğunun oğlunu etkilediğini fark edemeyecek kadar kendinden geçmişti. Onun hayatta olduğunu, sapasağlam evine döndüğünü görmenin verdiği rahatlık çok daha baskın geliyordu. Zihnefend’den edindiği bilgi, Harry’nin ona hâlâ son derece sadık olduğunu söylüyordu. Dumbledore onun aklına girmeyi başaramamıştı. Ondan uzak kaldığı zaman boyunca, Harry’nin sadakati hiç sarsılmamıştı. O hâlâ tepeden tırnağa onun oğluydu.
Karanlık Lord’un yüzünde bir gülümseme belirdi ve Harry’nin omuzlarını daha da sıkı kavradı.
“Tekrar hoş geldin, Harry.”
Harry’nin yüzünde, çektiği acıya rağmen, yorgun bir sırıtış belirdi. Ancak, Voldemort’un yüzündeki gülümseme ise aniden kaybolmuş, kırmızı bakışları keskinleşmişti. Elini Harry’nin omzundan kaldırıp yüzüne dokundu. Uzun parmakları, çenesini kaldırarak başını yana eğdi. Diğer eli de, alnındaki siyah morluğu incelemek için, Harry’nin saçlarını geriye itti. Voldemort’un yüzündeki ifade korkutucuydu. Harry, yara izinin keskin ağrısıyla baş edebilmek için, çenesini kenetledi ve gözlerini sımsıkı yumdu.
Voldemort öfkesine engel olarak geriye çekildi ve Harry, o anda, ağrının hafiflediğini hissetti. Gözlerini açtı, ama ağrının sebep olduğu yaşlar yüzünden birkaç defa gözlerini kırpıştırdı. Voldemort’un bakışları hâlâ Harry’nin üzerindeydi ve onun arkasında toplanan kalabalığa doğru işaret etti. İki parmağını ters yönde sallaması, ne demek istediğini anlamaları için yeterliydi: ‘Çıkın!’
Kapılar kapandıktan ve odada yalnızca ikisi kaldıktan sonra, Voldemort konuştu.
“Sana kim vurdu?” Soruyu sorarken, sesi çok hafifçe titremişti; kendine ne kadar hâkim olursa olsun, bir parçası öfkesini gizlemeye yetmiyor gibiydi.
“Hiç kimse,” diye cevapladı Harry. “Dumbledore beni bayılttığında, bir yere vurmuş olmalıyım.”
Dumbledore’un bahsi üzerine, Voldemort dikleşti; Harry yara izindeki ağrının sivrildiğini, babasının onca çabasına rağmen, yine de hissedebiliyordu.
“Dumbledore,” dedi Voldemort, bir tıslamayla. “Tahmin etmeliydim. Sana üstün gelebilecek tek kişi o.” Bir adım daha yaklaştı. “Senin üzerinde Zihnefend denedi mi?”
Voldemort’u bütün gece ayakta tutan asıl korku, buydu. Tüm diğer endişelerinin içinde onu yiyip bitiren tek bir düşünce! Harry Zihinbend’de yeterince iyi değildi. Aslına bakılırsa, iyi olmaktan bir hayli uzaktı. Ne kadar zorlarsa zorlasın, çocuğun üzerinde ne kadar baskı uygularsa uygulasın, Zihnefend Harry’nin kavrayamadığı bir şeydi. Dumbledore gibi usta bir Zihinfendar ile yüzleşirse, Harry’nin hiç şansı olmazdı. Dumbledore’un Harry’nin zihnine nüfuz etmeye çalışmış olması demek, Voldemort’un planlarını, bulunduğu yeri ve Ölüm Yiyen’lerinin kimliklerini tüm detaylarıyla öğrenmiş olması demekti. Bu da, Voldemort’a kontrol edemeyeceği bir zarar vereceği anlamına geliyordu.
Ancak, Harry gülümseyerek başını iki yana salladı.
“Sana ihanet etmemi ve ona bilgi vermeye gönüllü olmamı bekliyordu.”
Voldemort, tüm vücudundan bir rahatlama geçerken, pis pis sırıttı.
“Çocuğumun bana sırt döneceğini düşünecek kadar aptal.”
Karşılığında, Harry yalnızca gülümsedi. Yorgunluğu artık baskın gelmeye başlamıştı ve Voldemort da bunu görebiliyordu. Harry’ye yaklaşarak ellerini kibarca çocuğun omuzlarına koydu.
“Gidip dinlen,” dedi, “yarın konuşuruz.”
Harry minnettarlıkla gülümsedi.
“Tamam, baba.”
Harry yürüyüp giderken, Voldemort kendi kendine gülümseyerek onu izledi. Başarmıştı. Kaderi tersine çevirip vârisini düşmanın elinden geri almıştı. Her ne kadar bunu kimseye dile getirmese de, Voldemort sahiden endişelenmişti. Harry dört aydır Dumbledore’un elindeydi. Gerçek anne babasının yanında geçirdiği dört koca ay geçirmişti. Dakikalar önce Harry odaya girdiğinde, Voldemort, çok kısa bir anlığına, onun sadakatinden şüphe etmişti. Ama aynı anda uyguladığı Zihnefend de, onun tüm korkularını silip süpürmüştü. Harry’ye erken çocukluk yıllarında sağladığı güvence, işe yaramıştı. Harry onu hiçbir zaman terk etmeyecekti. Harry hiçbir zaman hiçbir Potter’ın ona ulaşmasına izin vermeyecekti.
Yeniden gülümsedi.
Geceleyin özel odasına çekilirken, yarın yapacaklarını kafasında detaylıca planladı. İlk olarak ne yapacağını biliyordu. Önce, dört ayın üzerine, oğluyla birlikte bir kahvaltı edecekti. Ardından, Harry ile deneyimlediği, yaşadığı her şeyi detaylıca konuşacaktı. Bununla birlikte, Harry’ye Zihnefend uyguladığında, onda geçirdiği zor zamanların acısını hissetmişti. Kendi kendine bir söz verdi. Harry’nin canını her kim yaktıysa, bunun bedelini en ağır şekilde ödeyecekti. Oğluna yaptıkları, yanlarına kâr kalmayacaktı.
* * *
Hogwarts kaos içindeydi. Yatakhanelerinde kalmaları tembihlenen öğrenciler panik içinde ve sersemlemiş bir halde odalarından çıkıp duruyordu. Hayatta kalan Yoldaşlık üyeleri ile Seherbaz’lar, dışarıda, yaralıları ölülerden ayırıyorlardı. Profesör’ler, her şeyin yolunda olduğunu söyleyerek, öğrencileri yatakhanelerine döndürmeye uğraşıyorlardı; söylediklerine göre, hiçbir öğrenci yaralanmamıştı, ama aralarından biri Ölüm Yiyen’ler tarafından götürülmüştü. Göz göre göre öğrencilere yalan söyleyemezlerdi. Neticede, onlar da olan biteni yakında öğreneceklerdi. Harry’nin giriş kapılarından çıkarak Ölüm Yiyen’lere koştuğunu bizzat gören kalabalık, ne kadar uyarılsalar da, nasılsa, gördüklerini okulun geri kalanına anlatacaklardı.
Tüm bu karmaşanın içinde, bir adam merdivenlerden koşarcasına iniyor, deli gibi oğlunu arıyordu. James Potter, Gryffindor ortak salonu ile yatakhaneleri çoktan kontrol etmişti; şimdi ise Damien’ı ararken kalabalığı yararak ilerliyordu. Basamaklardan üçer adım atarak inerken yüreği cayır cayır yanıyordu. Bu gece Voldemort’a karşı büyük oğlunu kaybetmişti ve akıl sağlığını korumak için acilen küçük oğlunu görmeye ihtiyacı vardı.
“Damien? Damien?” diye bağırdı James; Lily ile Sirius da onun arkasından aynı şekilde bağırıyorlardı. Ama hangi koridora koşarlarsa koşsunlar ya da hangi köşeyi dönerlerse dönsünler, on üç yaşındaki çocuğu hiçbir yerde bulamıyorlardı.
“Ron!… Ron!” James’in gözleri, kalabalığın içinden kızıl saçlı çocuğu seçti. “Damien nerede?” diye sordu, çocuğu cübbesinden yakalayarak.
Ron, cüppesini yakalarından tutup çeken titrek ellere ve yüzünde apaçık bir korkunun okunduğu, ağlayacakmış gibi görünen yüze bakarken ürperdi.
“Bil-bilmiyorum,” diyerek başını iki yana salladı. “Onu görmedim, belki ortak salonda…”
“Orada değil!” James çocuğu bırakıp ellerini hızla saçlarından geçirdi; ağlamak üzereydi. “Nerede olabilir? Dışarı çıkmadı, değil mi?”
Ron yine başını salladı.
“Hayır, ben başından beri buradaydım. Damy buraya hiç gelmedi ve kesinlikle dışarı da çıkmadı.”
James’in tüm duymak istediği buydu. Hızla harekete geçerek, tersi istikamete doğru koştu.
“James!”
James, Sirius’un ona seslenmesiyle durdu.
“Zindanlar!” dedi Sirius ve Harry’yi en son bıraktıkları, şatonun bodrum katına giden merdivenleri süratle inmeye koyuldu. James de, yanında Lily ile onun arkasından koşturdu.
Basamakları inip köşeyi döndükleri anda, karşılarında yavaş yavaş onlara doğru gelen Damien’ı gördüler. Başı önde eğik duruyor, her adımını sanki acı çekermiş gibi zorla atıyordu. Anne babası rahat bir nefes alıp ona doğru koştular.
“Damien!”
Yaşlarla dolu ela gözler onlara döndü. James ile Lily ona ulaşır ulaşmaz sımsıkı sarıldılar.
“Tanrıya şükür!” dedi Lily, soluk soluğa, “Tanrıya şükür, iyisin!”
“Burada ne işin vardı?” diye sordu James.
Ama Damien, gözyaşları yanaklarından süzülürken, sadece başını salladı.
“Yapmak zorundaydım,” diye mırıldandı, “anlıyorsun, değil mi?” Başını kaldırıp James’e baktı. “Beni… beni dinlemeyecekti, bana… bana inanmayacaktı. Yapmak zorundaydım, başka şansım yoktu.”
James’in dehşete düşen ifadesi, Lily ile Sirius’a da yansıdı. Hızla koşarak Damien’ın geldiği yöne, Lily’nin odasına doğru koştular. İçeri girdiklerinde, James çözülmüş iplerin durduğu boş sandalyeye bakmamak için kendini zorladı. Harry’ye nasıl davrandığı aklına gelmiş, tüyleri ürpermişti; çocuğun anne babasına dair kâbuslarına bir yenisini daha eklemişti. Kendini toparlamaya çalıştı; şuan bunu düşünmenin sırası değildi. Damien’la ilgilenmeliydi. Oğlunu koltuğa oturtup önünde diz çökerken, Lily ile Sirius da Damien’ın her iki yanına oturdular.
“Neler oldu?” diye sordu James, ellerini Damien’ın omuzlarından kaldırmadan. Sorduğu soruyu tekrarlamadan önce onu hafifçe silkeledi: “Damy? Neler oldu?”
Damien başını kaldırıp James’e baktığında, gözleri kıpkırmızıydı; gözyaşları ise yanaklarında kurumuştu.
“Gitmesine izin verdim,” dedi Damien, usulca. “Harry’yi serbest bıraktım.”
James kalbinin teklediğini hissetti.
“Ne yaptın?” diye sordu, dehşet içinde. “Neden? Ne düşünüyordun ki?” Damien’ı tutuşu sertleşti. “Onu Voldemort’a geri dönsün diye mi bıraktın? Neden? Neden bunu yaptın?”
“Çünkü sen onu Azkaban’a gönderecektin,” diye cevapladı Damien. James onu bıraktı ve donakalmış bir halde yere oturdu. “Harry’nin hapse girmesini istemedim,” dedi Damien, başını sallayarak. “Seni öldürmeye çalıştığını biliyorum, ama… ama Harry evden kaçtığını zannediyor. Gerçeği bilmiyor. Ne dediysem, beni dinlemedi. Onu ikna edecek kadar vaktim yoktu; Ölüm Yiyen’ler dışarıda belirmişti ve Harry’nin cezalandırılacağını biliyordum.” Gözlerini yere indirdi. “O yüzden, onu kurtarmak için gitmesine izin verdim.”
Lily şefkatli kollarını Damien’a uzatıp onu kendine çevirdi.
“Harry’yi Azkaban’a göndereceğimizi nasıl düşünebildin?” diye sordu. “Onu güvende tutacağımız konusunda bize güvenmiyor musun?”
Damien yaşlarla dolu gözlerini annesine çevirdi.
“Nasıl güvenebilirdim ki,” diye sordu, “babam onu tehdit ettikten sonra?”
“Sen bunu nereden biliyorsun?” diye sordu Sirius.
“Onu duydum,” diye itiraf etti Damien. “Burada, Görünmezlik Pelerini’nin altındaydım.” Başıyla odanın bir köşesinde duran gardırobu gösterdi. “Ona ne söylediğini duydum, onu nasıl tehdit ettiğini,” diye doğrudan James ile konuştu. “Harry’nin bunu hak ettiğini düşünmüş olabilirsin. Sonuçta, seni öl…öldürmeye çalıştı,” dedi, titrek bir sesle. “Ama öyle de olsa, o benim ağabeyim. Onun Ruh Emici’lere yem olmasına seyirci kalamazdım.”
James hiçbir şey söylemedi. Yüreği parçalanmıştı. Elini uzatarak Damien’ın siyah saçlarını sevgiyle okşadı.
“Onu Azkaban’a göndermeyecektim,” dedi, buruk bir sesle. “O boş bir tehditti. Ayrıca, burada Ruh Emici’ler de yok. Onların haftalar önce gönderilmesini sağladım.”
Damien gözlerini kocaman açmış, babasına bakakalmıştı.
“Ama… ama gidip Profesör Dumbledore’u… onun zihnine zorla girmesi için getireceğini söylemiştin…”
“Onu korkutmaya çalışıyordum, bana neden saldırdığını söylesin diye,” dedi James. “Ama artık biliyorum, neden beni…” Düşünseli’nde gördüğü anılar bir anda gözünün önünde belirince, James’in kalbi tekledi. Dilini ısırarak gözlerini sımsıkı yumdu. “Benim canını yaktığımı zannediyor,” diye fısıldadı, “annen ile benim…”
“Biliyorum,” diyerek araya girdi Damien. “Biliyorum, baba, biliyorum.”
Damien’ın gözleri yeniden yaşlarla dolmuştu ve Damien ne kadar uğraşırsa uğraşsın, gözyaşlarına engel olamıyordu. Yaşlarla dolu gözlerini James’e diktiğinde, onun da aynı durumda olduğunu gördü. Damien oturduğu yerden kalkıp babasına doğru eğilerek kendini onun kollarına bıraktı. Şimdi, babasının onu sımsıkı tutan kolları arasında hıçkıra hıçkıra ağlıyordu.
“Özür dilerim, baba, özür dilerim,” dedi boğuk bir sesle, hıçkırıklarla sarsılarak. “Ona anlatmaya çalıştım, Harry’ye senin… senin onu asla…” Kelimeyi söyleyemedi. Babasını daha da sıkı sardı. “Beni… beni dinlemeyecekti. Onu ikna edemedim. Hâlâ senin… senin ondan nefret ettiğini düşünüyor, onu… onu istemediğini zannediyor. Adını temize çıkaramadım, baba, özür dilerim. Çok özür dilerim.”
James gözyaşlarına hâkim olmaya çalışarak onu yatıştırdı.
“Benim adımı temize çıkarmak senin işin değil, Damy,” diyerek onu teselli etti. “Bunu ben yapacağım. Ne kadar sürerse sürsün, Harry’yi önünde sonunda geri getireceğim. Ve ona onu ne kadar çok sevdiğimi göstereceğim. Merak etme, Damien, iki elim kanda da olsa, ailemizi bir araya getireceğim.”
* * *
Bir saat sonra, Damien uyuyakalmıştı. Duygusal taşkınlığı onu bitkin düşürmüştü. James ile Lily, Damien’ın bu gece onların odasında kalmasına karar vermişlerdi. Gryffindor ortak salonu, özellikle bu gece, Damien için bulunması oldukça zor bir yer olacaktı. Herkes ondan bir cevap bekleyecekti ve James açıklama yapmak zorunda kalacak olanın Damien olmasını istemiyordu. Bu onun işiydi, on üç yaşındaki oğlunun değil.
James Damien’ı Lily’nin yatağına yatırdı ve elinden geldiğince sessiz bir şekilde kapıyı kapatıp odadan ayrıldı. Ortak alandaki koltuğa geri yürüdüğünde, Lily’yi orada tek başına otururken buldu. Sirius saldırıda kimlerin yaralandığını öğrenmek için gitmişti. Ağır yaralılar için endişeliydi, ama onlara bakmaya sonra gideceğine söz vermişti.
James bitkin bir şekilde karısının yanına oturdu. İkisi de uyuyup bu kâbus bitene kadar uyanmamak dışında hiçbir şey istemiyordu. James’in bir yanı, tüm bunların bir kâbus olmasını diliyordu. Uyandığında kendini yatağında bulsa, Harry de hâlâ Hogwarts’ta onun yanında olsa, ne güzel olurdu. Üzerinden hâlâ iplerin sarktığı sandalyeye gözü ilişince gözlerini kapattı.
Farkında olmadan, Harry’nin ona olan nefretini daha da körüklemişti. Harry ile geçirdiği zamanlarda onun ona olan tavırlarını düşündükçe, Harry’nin hareketlerinin çocukluğunda gördüğü anılarla ne kadar bağdaştığını fark etti.
Harry ile ilk kez gümüş maskenin altında karşılaştığında, düello etmişler ve James onu yaralayarak kendi oğlunun kanını akıtmıştı. Sonra, Karanlık Prens’e tuzak kurduklarında, James Harry’ye aynı anda saldırıp onun iki kat aşağı düşmesine ve fena halde yaralanmasına neden olan dört kişiden biriydi. Nurmengard’da, Harry’nin bir şeyleri yanlış anladığını ilk sezinlediğinde, ona Voldemort’un onu hangi yalanlarla beslediğini sormuştu. Ama durum öyle değildi, işte; Voldemort ona hiç yalan söylememişti. Onun yerine, Harry’nin doğru olduğuna inanmasını sağlayacak anılar uydurmuştu. Aralarındaki konuşmayı hatırlarken iki büklüm oldu:
“Sana ne söyledi? Gerçek ailenden uzakta onun himayesine nasıl geçtin?”
“Hiçbir şey söylemedi.”
“Yalan söylüyorsun! Voldemort sana ne anlattı, söyle bana!”
“Yalan söyleyen ben değilim.”
James hayal kırıklığı ile dolu bir iç geçirdi; baş ağrısını giderme çabasıyla başını ovuyordu.
“Nasıl bu kadar aptal olabildim?” diye mırıldandı. “Nasıl görmedim? Nasıl anlamadım?”
Lily yavaşça başını iki yana salladı; o da kafasının içinde kendini suçluyordu.
“Bize olan nefretini hiç saklamadı,” dedi, alçak sesle. “Ama biz buna inanmak istemeyip, onun bir gün kendini toparlayacağını umut edip bunu hep bir kenara ittik.” Gözlerini kapattı; başını hâlâ sallıyordu. “Nasıl bu kadar kör olabiliriz?”
James cevap vermedi. Harry ile geçirdiği son dört ay gözünün önünden geçiyor ve her yaptığı hata ile kendisinden nefret ediyordu.
Harry’yi vitrinin içine fırlatan da, sonrasında yaralanıp yaralanmadığını kontrol etmeyi aklına getiremeyen de kendisiydi. James Harry’yi görmeye karargâha gittiğinde Harry’nin ona nasıl baktığını hatırlıyordu.
“Hey! Harry! Sakin ol. Sana zarar vermeyeceğim.”
Ama durum hiç de öyle değildi; Harry’nin anılarında James’in yaptığı tek şey ona zarar vermekten ibaretti. Harry’nin o kadar büyük bir tepki vermesinin sebebi de buydu. Tam da bu yüzden, Lily ile James’in ona dokunacak kadar yaklaşmasına hiç izin vermemişti. Ona elini uzattığı her seferinde reddedilmesinin sebebi buydu. Tüm bu çabaları, Harry’ye oldukça sahte görünüyor olmalıydı; sözleri, hareketleri, yaptıkları her şey ona göre aşağılık bir örtbastan başka bir şey değildi.
“Ya sahi mi? Beni kaybettin? Voldemort beni kaçırdı, öyle mi?”
“Senin gibi olabilirim. Senin gibi bir yalancı, bir sahtekâr olabilirim.”
James yüzünü buruşturarak gözlüğünü çıkardı; öne doğru eğilip iki eliyle de gözlerine bastırdı. Gözlerinin yanmasını engellemeye çalışarak gözyaşlarını bastırdı. Ağlayarak acısını hafifletmeyi hak etmiyordu. Ailesini bir arada tutmayı başaramamıştı. Harry ona çok sayıda ipucu bırakmış, hatta neredeyse her şeyi yüzüne haykırmış, ama James yine de anlamamıştı.
“Ne yapacaksın? Vuracak mısın? Hadi vur da görelim! Senden artık korkmuyorum!”
Neden Harry’yi derdini anlatması için zorlamamıştı? Harry’nin isyan ettiği gerçeğini neden kabullenmemişti?
“Başaramadım,” dedi James, fena halde zayıf bir sesle, “anlamam gerekirdi. Bir şeylerin tuhaf olduğunu anlamıştım, ama hiç…” Sesinin daha güçlü çıkmasını dileyerek başını iki yana salladı. “Ben hiç… o şeyin böyle… böyle bir şey olacağını düşünmemiştim.” Yanaklarından süzülen yaşlara da kendine de öyle öfkeliydi ki, gözündeki yaşları hunharca sildi.
Lily James’i kendine çekerek onu sıcacık ve rahat kolları arasına aldı.
“Senin bir suçun yok,” dedi, yumuşak bir sesle, “ben de seninle birlikteydim. Ben de hiçbir şeyi fark etmedim. Bir anlığına bile, Harry’nin böyle bir şeye, kendi ailesinin ondan nefret edip… ona zarar verdiğine inandığını düşünmedim.” Islak gözlerini silerek burnunu çekti. “İkimiz de başaramadık, James; sen de ben de Harry’yi hayal kırıklığına uğrattık.”
James Lily’nin kolları arasında uzun dakikalar boyunca sessizce oturdu. Aklına daha çok anı geliyor, her biri onu daha da büyük bir utancın içine çekiyordu. Damien’ın Harry’yi görmek için karargâha sızdığı gün. Harry’nin çok şey söylediği, ama onun da Lily’nin de hiçbir şey anlamadığı o gün. Damien’ın içeri sızdığı ortaya çıkınca, Harry’nin Damien’ı savunduğu o an. Bu işte bir tuhaflık olduğunu o zaman anlamalıydılar.
“Çocuklar zorunda bırakılmadıkları sürece evlerini terk etmezler.”
Bunu açık açık söylemişti. Ailesinden şiddet gördüğü için evini terk etmek zorunda kaldığını düşünüyordu. Onlara bunu açıkça söylediği halde onlar ne demek istediğini anlamamışlardı.
“Ve bundan da dersini almazsa, onu ikinci kattan aşağı atmayı deneyebilirsin! Ders verme konusunda kırık kemiklerin üstüne yoktur!”
Harry’nin sözlerinin Düşünseli’nde gördüklerinin bir yankısı olduğunu fark edince, James’in midesine kramplar girdi. Harry’nin anılarındaki James Potter, onun kolunu kırarken tam da bu sözleri söylemişti.
Bu kadarı fazlaydı. James kendini Lily’nin kollarından kurtarıp aniden ayağa kalktı ve tam zamanında tuvalete koştu. Şiddetle öğürerek midesinde ne varsa dışarı çıkardı. Bu esnada, yaptığı diğer tüm hatalar beyninde yüzüyor, Harry’nin sesi kulaklarında çınlıyordu.
“Sen kimi aptal yerine koymaya çalışıyorsun? Tüm bu drama kimin için? Şuan burada senden ve benden başka kimse yok, o yüzden neden oynamayı bırakıp bir kez olsun dürüst olmuyorsun?”
“Seni aşağılık herif! Benden bunları dile getirmemi mi istiyorsun? Midemi bulandırıyorsun.”
“Burada sadece sen ve ben varız. Rol kesmeni gerektirecek, sırrını açığa çıkaracak kimse yok burada. Hadi devam et ve söyle bana. Neden?”
“Gözlerime bak, aşağılık herif ve söyle bana! Benden nefret etmene sebep olacak ne yaptım sana? Ben senin oğlundum! Lanet olsun! Neden?”
“Senin için bir sürü bahane uydurdum, kendime senin insanlara zarar vermeyi seven ruh hastası bir manyak olduğunu ve daha iyi nasıl davranılacağını bilmediğini söyledim. Ama sonra, seni Damien ile gördüm; onunla ne kadar farklı olduğunu fark ettim. O yüzden, şimdi tekrar soruyorum, Potter. Neden? Neden ben?”
“Hatırlamıyor musun?” diye sordu, alçak sesle. “Olanları hatırlamadığın için ne kadar şanslısın. Ama ben hatırlıyorum, Potter. Olan biten her şeyi tek tek hatırlıyorum.”
James düzensiz nefes alıp vererek yere oturdu. Alnında boncuk boncuk terler birikiyor, tüm bedeni titriyordu. Derin derin nefes alarak arkasındaki duvara yaslandı, ama işe yaramıyordu. Oğlunun acımasızca dövülen üç yaşındaki halinin görüntüsü gözünün önünden gitmiyordu ve sonunda içinde biriken duygulara yenik düştü. Elleriyle yüzünü kapatıp ağlamaya başladı. İçindeki ıstırabın gözyaşlarıyla birlikte akıp gitmesini dileyerek hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Ama gel gelelim, kendini daha da kötü hissediyordu. Oğluna yapılan o zalim işkenceleri yalnızca gördüğü halde yıkılmıştı; oysaki küçücük oğlu, tüm bu olanları yıllar boyunca yaşamıştı. Harry’nin yaşadıkları ne büyük bir eziyet, ne korkunç bir acıydı! Yalnızca on altı yaşındaydı ve bunları dile dahi getiremeyecek kadar gençti. İşkencelerle dolu, korkunç ıstıraplar çektiği bir geçmişe sahip olduktan sonra, oğlu nasıl olup da hayata karşı hâlâ dimdik durabilmeyi başarmıştı?
Lily gelip yanına çömelerek elini onun omzuna koydu.
“James?”
O da ağlıyordu. James, sesinden onun da ağladığını anlayabiliyordu.
“James, yapma, lütfen,” dedi, hıçkırarak, “lütfen, sen yıkılırsan, ben… ben de yapamam…”
James ellerini yüzünden çekip yaşlarla kaplı yüzünü karısına çevirdi. Onu tutarak yanına oturttu. İkisi de, ellerinden kaçırdıkları fırsatları düşünerek öylece oturup ıstıraplarının içine gömüldüler.
Lily gözlerini yumarak James’e yaslandı. Hayatının son on beş yılını, büyük oğlu Harry ile yaşadığı bir hayatı hayal ederek geçirmişti. Şimdi ise kader ona bir şans vermiş, ama o her şeyi eline yüzüne bulaştırmıştı. Harry onlara yeniden bahşedilmiş ve onlarla tam dört ay geçirmişti; onlar ise onun sözlerini ve tuhaf davranışlarını görmezden gelmeyi başararak Harry’nin ellerinden tekrar kayıp gitmesine neden olmuşlardı.
Lily’nin odasının kapısında bir vurulma sesi duyuldu. James de Lily de kendilerini yerden kaldırıp yüzlerini sildiler. Banyodan ağır ağır çıktılar ve Lily kapıya doğru ilerledi.
Dumbledore kapının eşiğinde duruyordu. Başıyla Lily’yi selamlayan yüzü her zamanki çekiciliğinden yoksundu. Bu sefer gözlerinde de dudaklarında da gülümsemeye dair hiçbir iz yoktu.
“Girebilir miyim, Lily?” diye sordu, kısık ve yorgun bir sesle.
“Lütfen” dedi Lily, kapıdan çekilip içeri girmesini işaret ederek.
Dumbledore, mavi gözleri James’e kitlenmiş bir halde, içeri yürüdü. İlk birkaç dakika, kimse konuşmadı. Dumbledore’un bakışları James’in yüzünden ayrılmıyordu; kıpkırmızı, şişmiş gözlerini ve yanağındaki gözyaşı izlerini görmemek imkânsızdı. Ancak, Dumbledore hiçbir şey söylemedi, ona nasıl olduğunu da sormadı; çünkü zaten biliyordu. Onun yerine, Lily’nin yatak odasına açılan kapıyı işaret etti.
“Genç Damien’ın kayıp olduğunu duydum,” dedi. “Sirius onu burada bulduğunuzu söyledi. İyi olup olmadığını görmek için geldim.”
James aptal değildi.
“Doğru, Dumbledore.” Bugün onunla kelime oyunları oynayacak hali yoktu. Tüm gücünü toplayarak devam etti: “Harry’yi serbest bırakan, Damien’dı.”
Dumbledore başıyla onayladı.
“Tahmin etmiştim.”
“O yalnızca ağabeyini kurtarmaya çalışıyordu,” diye açıkladı James. “Harry’yi Azkaban’a göndereceğimi söylediğimde ciddi olduğumu zannetmiş.”
Dumbledore başını salladı.
“Anlıyorum.” Bakışlarını yere indirdi. “Ağabeyine yardım ederek onurlu davranmış…”
“Dumbledore, biliyorum,” dedi James, onun sözünü keserek, “Damien’ın ne yaptığının farkındayım, bu bize çok pahalıya patladı, inan bana, bunun farkındayım,” dedi. “Harry’yi yeniden kaybettim, kimse Damien’a benden daha kızgın olamaz.” Başını iki yana salladı. “Ama o yalnızca ağabeyi için doğru olduğunu düşündüğü bir şeyi yaptı. O yüzden, onun karşısında duramam.”
“Ben de öyle,” dedi Dumbledore.
James de Lily de rahat bir nefes aldılar. Damien’ın yaptığı şey yüzünden başının belaya girmesinden korkuyorlardı.
“Durum ne kadar kötü?” diye sordu Lily. “Bu gece kaç kişiyi kaybettik?”
Dumbledore’dan yorgun ve üzgün bir iç çekiş yükseldi.
“On ikisi ağır yaralı, dördü ise ölümcül. St Mungo’ya götürüldüler.”
James kendini fena halde suçlu hissetti. Tüm bu yaralanmalar, onun oğlu yüzünden olmuştu. Ölüm Yiyen’ler, sırf Harry’yi almak için, önlerine çıkan herkesi öldürmeye hazır bir şekilde Hogwarts arazisine kadar gelmişlerdi. Yaralılar arasında öğrenciler de olabilirdi. Ve üstüne üstlük, tüm bunlar olurken, James orada olup kimseye yardım edememişti.
“Kendini suçlu hissetme,” dedi Dumbledore, eski öğrencisinin hissettiği suçluluk duygusunu fark ederek. “Sizler de bu savaşın –kimsenin yaşamasını istemeyeceğim– başka bir boyutundaydınız.”
James ile Lily yeniden çökmemek için kendilerine zar zor hâkim oldular.
“İnanamıyorum…” diye başladı Lily. Konuşmadan önce doğru kelimeleri bulmaya çalışıyordu. “Voldemort’un ne kadar acımasız biri olduğunu herkes bilir, ama ben bu kadar alçalabileceğini asla tahmin etmezdim!” Zümrüt yeşili gözlerine yerleşmiş kederli bakışlarını Dumbledore’a çevirdi. “O… o anılar, tüm o yalanlar! Harry’nin zihnini, sırf bizden nefret etsin diye mi, bunlarla doldurdu? İyi ama, neden? Bir daha bize hiç dönmemesi için mi?”
“İstediğini yapabilir,” dedi James, “ama oğlumu benden alamayacak. Harry’m olmadan koca bir on beş yıl geçirdim, ama bu onun öldüğüne inandığım içindi. Ne yapmam gerektiği umurumda bile değil, oğlumu geri alacağım!” Büyük bir umutla Dumbledore’a doğru ilerledi. “Harry’ye o anıların sahte olduğunu göstermemiz ne kadar zor olabilir?” diye sordu. “O kadar da zor olamaz, değil mi? Yani, anıların uydurulmuş olduğunu gösteren bazı işaretler mutlaka olmalı. Bunu Harry’ye gösterebilirsin, değil mi?”
Dumbledore sessiz kaldı. Yaşlı büyücünün yüzünde bir ifade belirmişti; James’in anlamlandıramadığı bir şey. Bu ifade, Dumbledore’u zayıf ve yenilmiş gösteriyordu.
“Anılar sahte değil, James.”
James donakaldı. Gözleri Dumbledore’a kitlenmiş olsa da, yanında Lily’nin verdiği tepkiyi de görebilmişti. Biri onu yakmış gibi irkilerek geri çekilmişti.
“Ne?” diye sordu.
“Anılar,” dedi Dumbledore, ona dönerek, “sahte değiller. Gerçekler. O Düşünseli’nde gördüğünüz her şey gerçekten de yaşandı; genç Harry tüm o anları yaşadı.”
James suratına yumruk yemiş gibi hissetti. Tüm nefesi kesilmişti. James’i bu zamana kadar ayakta tutan tek şey, anıların gerçek olmadığını düşünmesiydi. Onlar hiçbir zaman yaşanmamıştı. Harry gerçekten de dövülüp istismar edilmemişti. Yalnızca öyle olduğuna inandırılmıştı. Bu kadarıyla bile baş etmek zorken, Dumbledore’un az önce söyledikleri onun tutunduğu tek dalı da çekip koparmıştı. Gerçeklerdi. Anılar gerçekti. Harry sahiden de fiziksel ve zihinsel şiddete maruz kalmıştı. Çocuğu, Voldemort’un insafına bırakılmıştı. O canavar oğluna bunları yapmıştı.
“Bir anının kurcalandığını ya da uydurulduğunu gösteren işaretler vardır,” diye açıklamasına devam etti Dumbledore. “Birçok büyücü bu farkı anlayamasa da, ben anlayabilirim. Ne yazık ki, kendi gözlerimle gördüğüm o anıların hepsi gerçek. Harry, bu gece Düşünseli’nde tanık olduğunuz tüm o anları sahiden yaşamış. Tahminim, Voldemort’un sizin ve Sirius’un şekline bürünen birilerini kullandığı. Hatta Voldemort’un kendisi de bu anıların içinde olabilir, bilemiyorum.”
“Neden?” dedi James, boğulurcasına. “Neden böyle bir şey yapsın ki?”
“Açık değil mi, James?” diye sordu Dumbledore, hüzünle. “Voldemort’un sağlama aldığı tek şey, Harry’nin bir daha asla gerçek ailesine dönmemesini sağlamak değildi, aynı zamanda, Aydınlık tarafı seçenlere de derin bir nefret beslemesini sağladı. Harry, Aydınlık için mücadele verenlerin de, en az Ölüm Yiyen’ler kadar kalpsiz olduğuna inandırıldı. Voldemort ise, Harry’nin gözünde, onun kurtarıcısı. Harry’nin Voldemort’a olan sadakatinin en iyi açıklaması bu olabilir.”
“Kurtarıcısı mı?” diye sordu Lily. “Ne demek istiyorsun?”
“Anılarında görmediniz mi? Harry’nin Nagini ile tanışıp Nagini’nin de onu Voldemort’a götürdüğü sahneleri.”
İkisi de dehşetle ürperdiler.
“Nagini mi?” diye sordu Lily. “Hayır, o kadar ileri gitmedik.”
Dumbledore ağır ağır başını salladı.
“Ben Düşünseli’nin daha da ilerisine baktım. Harry evi terk ettikten sonra, Nagini ile karşılaştı, o da onu Voldemort’a götürdü. Anlaşılan, Harry bir Çatalağız.”
Lily gürültüyle soluğunu çekmekten kendini alamadı. James ise yalnızca gözlerini kapatmıştı. Artık ne mücadele edecek, ne sinirlenecek, ne de şok olacak hali kalmıştı.
“Yine tahmin ettiğim üzere, bu, Harry’ye Voldemort’tan geçen bir yetenek,” diye devam etti Dumbledore. “Tabii ki, Harry, bunun doğumundan bu yana ona verilmiş nadide bir hediye olduğunu düşünmüştür. Nagini, kaybolmuş ve korkmuş çocuğun karşısına çıkar ve onunla konuşur. Çocuğu Voldemort’a götürür, Voldemort da onun yaralarını iyileştirir. Sonra, Voldemort çocuğun sahip olduğu büyük gizli gücün kokusunu alır ve çocuğa onunla kalmak isteyip istemediğini sorar. Harry ise yalnızca korkmuş küçük bir çocuktur ve Voldemort’un teklifini kabul eder.” Dumbledore’un bakışları, James’in umutsuz bakışlarıyla buluştu. “Voldemort Harry’nin canını yaktı ki, sonradan onu kendi iyileştirebilsin. Harry sahip olduğu gücün ve yeteneklerin Voldemort’tan geldiğini düşünüyor. Harry yalnızca Volemort’a karşı minnet hissediyor. Böylelikle, Voldemort, Harry’nin ona hiçbir zaman zarar vermeyeceğinden emin olarak, Kehanet’in gerçekleşmesinin de önüne geçmiş oluyor. Voldemort’u yok edecek tek güç, onun kalkanı haline gelerek onu yenilmez kılıyor.”
“Ruh hastası orospu çocuğu!” diye bağırdı James, tükürürcesine. “Kehanetin ne dediği umurumda bile değil, gidip onu kendi ellerimle öldüreceğim!” Yumruklarını o kadar çok sıkıyordu ki, parmak boğumları bembeyaz kesilmişti. “Yaptıkları yüzünden onu lime lime edeceğim! Benim küçük oğluma ne hakla dokunur!”
Lily birden onun yanında belirmiş, onu sakinleştirmeye çalışıyordu.
“James, yapma,” dedi, “öfkeyle hareket etmek hiçbir şeyi çözmez. Sakin ka-kalmalıyız.” Kendini yeniden konuşmaya zorlayarak devam etti: “O alçak herife odaklanma! Oğlumuza, hâlâ onun elinde olan oğlumuza odaklan. Onu nasıl geri alacağımıza, ona gerçeği nasıl göstereceğimize odaklan.”
Bu işe yaramıştı. James öfkesini biraz hafifleterek kararlılığını yeniden kazandı.
“Harry’ye gerçeği nasıl gösterebiliriz?” diye sordu yorgun bir şekilde, iç çeken Dumbledore’a bakarak.
“Nasıl yaparız bilmiyorum, hatta bu anıların manipüle edildiğini kanıtlayabilir miyiz, onu bile bilmiyorum,” diye cevapladı. “Kurcalanmış olmadıkları için ona gerçeği göstermek çok zor.”
“Yani, ne demek istiyorsun? Hiçbir umut yok mu?” diye sordu James. “Öyle düşünüyorsun madem, peki. Sen Harry’den vazgeçebilirsin, ama ben vazgeçmiyorum. O benim oğlum ve ne yapmam gerekirse gereksin, ailesiyle ilgili gerçeği öğrenmesini sağlayacağım! Nasıl kandırılmış olduğunu öğrenmesini sağlayacağım!” Başını deli gibi iki yana sallamaya başladı. “Harry ona öyle şeyler yaptığımı zannederken, ben hayatıma devam edemem. Harry’ye yardım etmeyi başaramamış biri olarak çok iyi bir baba olmayabilirim, ama Harry’nin olduğuma inandığı o canavar ben değilim! O yüzden yapacaklarım neye mal olursa olsun, Harry’ye gerçeği gösterene kadar durmayacağım!”
James’in bağırmalarının ardından, odaya bir sessizlik çöktü. Dumbledore’un sakin mavi gözleri James’ten ayrılıp Lily’ye döndü ve ardından yeniden James’in üzerinde durdu.
“Ben hiç kimseden vazgeçtiğimi söylemedim,” dedi Dumbledore. “Burada Harry’den bahsediyoruz.”
“Peki, o zaman ne yapıyoruz?” diye sordu James.
“Öncelikle, ilgilenmemiz gereken bazı problemler bizi bekliyor,” dedi Dumbledore. “İleriki bir tarihte, Harry’nin yeniden yakalanışını açıklayacak bir hikâye uydurmak zorundayız. Ne yazık ki, bu gece sergilediği tavırların sonuçları oldukça büyük bir felakete yol açtı.” Yarım ay gözlüklerini düzeltip yeniden Lily ile James’e baktı. “Bakan yakında burada olur. Korkarım, bu sefer beni dinlemeyecek.”
James şok içinde geriye doğru sendeledi. Dumbledore ile Bakanlık arasında yapılan anlaşmayı tamamen unutmuştu. Harry kaçtığı ve yeniden Lord Voldemort’a döndüğüne göre, anlaşma bitmişti. Bakan, Harry’nin yakalandığı yerde Öpücük ile cezalandırılmasını emredecekti. Bunun başka bir yolu yoktu.
“Ah Tanrım!” Lily bir eli göğsünde, diğer eli ağzında koltuğa çöktü. O da, James gibi, olacakların farkına varmıştı.
Harry’yi kaybetmişlerdi. Tüm Seherbaz’lar dışarıda onu arayacaklardı ve artık neye benzediğini de biliyorlardı. Harry’nin ona yardım edecek bir gümüş maskesi de artık yoktu. James herkesten önce Harry’ye ulaşmazsa, Harry, yakalandığı gibi, Rum Emici Öpücüğüne maruz bırakılacaktı.
* * *
Karanlık Prens – İçimdeki Karanlık #39: Evde [Kısım 2] okumak için tıklayın!
Çeviren: Tuba Toraman
gerçekten güzel bi hayran yapımı, çevirine teşekkür ederim 🙂
Çeviri için teşekkürler …
Rum emici tam olarak ne?
Karanlık Prensçi fanfiction okumadan önce kitabı okumanı tavsiye ederim. Ama cevap bir tür acımasız canavar. Normal şartlarda içindeki tüm mutluluğu alır ve kişiye en mutsuz anını yaşatır. Ama öpücüğü ölümden kötüdür. İnsan hayatı boyunca kim olduğunu unutur. Ve yaşamı boyunca bir daha hiç bir duygu hissedemez. Ölüm yiyenlere dolu büyücü hapishanesi Azbakanın muhafızlarıdır