Karanlık Prens – İçimdeki Karanlık #37: Üçlüye Duyulan Nefret [Kısım 1]

Karanlık Prens - İçimdeki Karanlık #37: Üçlüye Duyulan Nefret [Kısım 1]

GİRİŞ İÇİN TIKLAYIN.

35. BÖLÜM [Kısım 2]

36. BÖLÜM [Kısım 1]

36. BÖLÜM [Kısım 2]

Lord Voldemort’un o karanlık gece, Harry Potter‘ı kaçırıp öldüremeyince kendi oğlu gibi büyütmeye karar verdiği alternatif bir hayran hikâyesine ne dersiniz?
Karanlık Prens” serisini, Safina Mazhar‘ın kaleminden ve yazarın gözden geçirdiği yeni versiyon üzerinden taze bir çeviriyle sizlerle buluşturuyoruz. Karşınızda İçimdeki Karanlık cildinin otuz yedinci bölümü!

bölüm 37

Üçlüye Duyulan Nefret

[Kısım 1]


Ertesi sabah Harry kahvaltıya indiğinde, onda gözle görülür bir değişim vardı. Tabağını ağzına kadar yiyecekle doldurarak bu konuda Ron’u bile geride bırakmıştı ki, bu da az bir başarı değildi. Lavender reçele uzanmak için eğilip ‘yanlışlıkla’ onun eline dokunduğunda, gülümsemişti. Hatta Damien gölü pembeye, Dev Mürekkep Balığı’nı da mora dönüştürmekle sonuçlanan şakasını tekrar anlatırken bile, kıkırdıyordu.

“Filch etkilenmediyse ne olayım!” dedi Damien, kendisiyle gurur duyan bir ifadeyle.

“Ceza aldın mı?” diye sordu Ron, ağzı kreple dolu bir halde.

“Evet, ama buna kesinlikle değdi,” diye cevapladı Damien.

Hermione de Ginny de gözlerini Harry’ye dikmiş, ondaki bu alışılmadık mutluluğun sebebini anlamaya çalışıyorlardı. Ama ikisi de bir şey söylemediler. Kısa bir süre sonra, Damien ağzına birkaç tane üzümü aynı anda tıkarken bir taraftan da çantasını alıyordu.

“Hemen gitmeliyim, McGonagall cezamı ayarlayacak,” diyerek kapılara doğu koşmaya başladı.

“Bu hayatta bir tek Damy ceza almaya koşarak gider,” dedi Ron, suratında yarım bir tebessümle başını iki yana sallayarak.

“Bu, Çapulcu olmanın yegâne belirtisi,” dedi Ginny. “Ne kadar çok ceza alırsan, o kadar büyük bir baş belası olursun.”

“Bu gidişle, Fred ile George’un da rekorunu kıracak,” diyerek kıkırdadı Ron ve çantasını almak için yana eğildi.

Ayağa kalktığında, Hermione hâlâ oturuyor, yavaş yavaş balkabağı suyundan yudumluyordu.

“Sen git, Ron, benim önce kütüphaneye uğramam lazım. Madam Pince bazı kitapların birer kopyasını getirtmeyi başarmış mı gidip görmeliyim, Gellart Bruckhorn’un Biçim Değiştirme Rehberi ile…”

“Tamam, anladım,” dedi Ron, hemen; onu da yanında sürükleyeceği korkusuyla aceleyle salonu terk etti. Bir kopyayı da okuması için ona verebilirdi.

Ardından, Ginny de, kendi ile aynı yıldan birkaç kızla laflarken ayağa kalktı; teslim edecekleri Karanlık Sanatlara Karşı Savunma ödevinden bahsediyorlardı. Şimdi, geriye yalnızca Hermione ile Harry kalmıştı. Hermione derin bir nefes aldı ve gözlerini Harry’ye dikerek yavaşça ona doğru eğildi.

“Formu doldurdun mu?” diye sordu, alçak sesle.

Harry ona gülümsedi; Hermione’nin o anda nefes almayı unutmuş gibi bir hali vardı. Onun hiç gülümsediğini görmemişti, özellikle de ona. Muazzam bir gülüşü olduğunu kabul etmesi gerekirdi.

“Hayır,” diye cevapladı Harry, “gerek olmadığına karar verdim.”

Hermione’nin yüzüne bir gülümseme yayıldı; rahatladığı belli oluyordu.

“Yani, fikrini mi değiştirdin?” diye sordu, içten içe şükrederek. Özellikle Noel gibi özel bir günde, onun ailesinden uzak kalmasına dolaylı yoldan yardım ettiği için kendinden nefret etmişti. “O zaman tatili burada geçirmeyeceksin? Eve mi gidiyorsun?”

Harry tekrar gülümsedi.

“Evet,” dedi, yeşil gözleri ışıl ışıl parıldarken, “eve gidiyorum.”

* * *

“Kahrolası Filch! Sadist manyak!” Damien, Hogwarts hademesine bildiği her küfrü söylüyordu. “Ona da, onun o küçük kedisine de bunu ödeteceğim!” diye mırıldanarak söylenmeye devam etti.

Zindanlardan yukarı doğru yürümeye başladı; Filch ondan kirli taş zeminleri ovarak temizlemesini söylemişti; büyü kullanmadan, tabii ki. Yaptığı iş, iğrenç ötesiydi ve şimdi ise pis kokuyor olması bir yana, elleri ve dizleri de ağrı içindeydi. Damien şuan bir an önce yıkanıp yatağına girmekten başka bir şey istemiyordu.

Ancak, tam köşeyi dönmüştü ki, gözünün kenarıyla bir ışığın titrediğini fark etti. Başını hızla o tarafa çevirip hareketsiz kaldı; gözlerini, bir iki saniye önce kapandığını duyduğu kapıya dikmişti. Dikkatlice kapıya doğru yürüdü. Zindanlar, geceleri, Slytherin’lerin bölgesiydi. Bir Gryffindor’un oralarda dolaşması, ister ceza yüzünden olsun ister başka bir sebepten, pek de iyi bir fikir sayılmazdı. Elini cebine götürerek asasını çıkardı.

Saat neredeyse gece on’du; kimsenin bu saatte burada olmaması gerekiyordu, kendisi dışında, tabii ki. Az önce kapanan kapının İksir laboratuvarına ait olduğunu fark etti ve biraz rahatladı. Büyük ihtimal annesi, gecenin dinginliği ve sessizliğinde, bir parça iksir hazırlıyordu. Büyük ihtimalle öyleydi.

Ama yine de, Damien neden paniklediğini anlayamıyordu. Nedensiz bir şekilde, bedeni baştan ayağa irkilmişti. Kapıya doğru biraz daha ilerledi; elini cebine götürerek çok güvendiği haritasını çıkardı. İçeri girmeden önce, laboratuvarda kimin olduğunu öğrenecekti. İçeride sümüklü Slytherin’lerden birinin bir halt karıştırıp karıştırmadığından emin olmalıydı.

Haritaya asasıyla dokundu ve kendini göstermesi için büyülü sözleri fısıldadı. Haritayı hızla kontrol edip zindanları bulmak için parşömen tomarını ters çevirdi. Koridorda dikilmiş duran kendi ismini, Damien Jack Potter yazısını gördü. Gözleri İksir laboratuvarını taradı ve içeri sızan kişinin ismini gördü. Bir süreliğine, isme bakakalmış bir halde orada öylece durdu; hatta o kadar uzun durmuştu ki, kolaylıkla bir heykel zannedilebilirdi. Sonra, içinde git gide kabaran bir öfkeyle, haritayı ve asasını cebine geri tıkıp hızla laboratuvara doğru yürüdü; kapıyı itip açarak içeri girdi.

Karanlık laboratuvarda gözleri kısılmış bir halde bir uçtan bir uca gidip geliyor, ama yine de, kimseyi göremiyordu. Tabii ki, harita yalan söylemezdi; o yüzden Damien burada bir ziyaretçi olduğundan emindi.

“Burada olduğunu biliyorum, Harry,” diye seslendi, “göster kendini.”

Bir parıltının ardından, Harry yoktan var olmuş gibi bir anda belirdi; laboratuvarın öte tarafında bir cam dolabın yanında dikiliyordu. Damien’ın gözleri önce şokla büyüdü, ardından kısılarak ince bir çizgi halini aldı.

“Yoksa o…? Benim pelerinimle ne yapıyorsun?”

Harry yalnızca sırıttı ve elinde tuttuğu pelerine, sanki ilk defa görüyormuş gibi baktı.

“Bununla mı?” diye sordu, lakayt bir şekilde. “Bu senin miydi ki?”

Damien ona doğru uzun adımlarla ilerleyerek pelerini ondan çekip aldı.

“Pelerinimi çalmışsın!”

“Hayır,” dedi Harry, sırıtmaya devam ederek. “Ödünç aldım.”

“Lütfen, beni kandırmaya falan çalışma. Bu numaraları ben çok kullandım!” diye homurdandı Damien.

Harry kıs kıs gülerek Damien’a doğru ilerledi.

“Onu geri verecektim, gerçekten,” dedi, alaylı bir şekilde.

Damien’ın gözleri kuşkulu bakıyordu.

“Burada ne yapıyordun?”

“İhtiyacım olan bir şey vardı.”

“Gecenin bu saatinde mi?” Damien’ın tek kaşı kalkmıştı.

“Uyuyamadım.” Elinde tuttuğu küçük iksir şişesini kaldırdı. “Rüyasız Uyku İksiri.”

“Her normal insan gibi, Hastane Kanadı’na gidemez miydin?”

Harry iksir şişesini cebine attı.

“Hayır,” dedi, sadece.

Damien elini Görünmezlik Pelerini’nin üzerinden geçirdi; Harry’nin onu mahvetmediğinden emin olmak için tek parça olup olmadığını kontrol ediyordu.

“Bir dahaki sefere, bana sor,” diye söylendi.

“Merak etme, Damy. Bir dahaki sefer olmayacak.”

Damien donakaldı. Bu, Harry’nin ona takma ismiyle ilk hitap edişiydi. Şoku üzerinden atmayı başardıktan sonra ise, Harry’nin ne dediğini fark etti.

“Ne demek istiyorsun?”

Harry gülümsedi.

“Hiç. Sadece, bir sonraki sefere kendi iksirimi kendim yapacağım, diyorum.”

Damien ona bakarken başını iki yana salladı. Pelerini uzattı.

“Al, üzerine giyin ve ortak salona geri dön.”

Harry, ona uzatılan pelerini aldı ve üzerine geçirerek görünmez oldu. Damien kapının gıcırdayarak açılıp ayak seslerinin uzaklaşmasını dinledi.

Kendine engel olamayarak, başını çevirip cam dolaba baktı. Harry’nin gecenin bu saatinde buraya sırf Rüyasız Uyku İksiri almak için gelip gelmediğini merak ediyordu. Gel gelelim, Damien, Görünmezlik Pelerini’ni güvenli bir şekilde yatakhanesindeki sandığına kilitleyip yatağına kıvrıldıktan sonra, tuhaf giden bir şeylerin olduğunu ve derinlerde bir yerde içini bir huzursuzluğun kapladığını hissetti.

Harry laboratuvara Rüyasız Uyku İksiri almaya gittiğini söylemişti. Ancak, elinde tuttuğu iksir koyu kahverengiydi. Rüyasız Uyku İksiri ise mor renkte olmalıydı.

* * *

Sabah olur olmaz, Damien Harry ile iksir konusunda konuşmak istedi. Ancak, ortak salonda onu beklediği halde, Harry ortalıkta görünmedi.

“Harry’yi gördün mü?“ diye sordu Damien, Ron’a; Ron o esnada peşinde Seamus, Neville ve Dean ile ağır ağır merdivenlerden iniyordu.

“Evet, hâlâ yatağında,” diye cevapladı Ron.

“Yatağında mı? Kahvaltı yapmak istemiyor mu?” diye sordu Damien.

“Hiçbir fikrim yok,” diyerek omuz silkti Ron.

“Gelmiyor musun, Damy?” diye sordu Ginny; hepsi kapıya doğru yürürken, Damien orada öylece dikiliyordu.

“Harry ile konuşmam gerek,” diye cevap verdi Damien.

“Masada konuşursun,” dedi Ron. “Açlıktan ölüyorum, hadi!”

Damien, erkekler yatakhanesine çıkan merdivenlere bir bakış attı ve sonra pes ederek iç geçirdi.

“Peki, tamam.”

O anda portre kapısı açıldı ve Sirius içeri tırmandı. Damien ve arkadaşlarını görünce gülümsedi.

“Hey, ufaklık,” diye selam verdi, uzun saçlarını gözlerinin önünden çekerek. “Ron, Ginny, Miss Granger.” Hermione’yi abartılı bir nezaketle selamlayarak güldürdü.

“Selam, Sirius,” dediler, hep bir ağızdan.

“Burada ne yapıyorsun?” diye sordu Damien.

“Ziyarete geldim,” dedi Sirius, kaşlarını çatarak. “Seninle… seninle dün konuşmamış mıydık?”

Damien gözlerini devirdi.

Buradan kastım, ortak salon.”

“Ha, tamam,” diyerek sırıttı. “Ben aslında Harry’yi görmeye geldim. Kahvaltı için Büyük Salon’a birlikte ineriz diye düşünmüştüm.”

“Sana kolay gelsin,” diye mırıldandı Ron, “hâlâ uyuyor.”

Sirius’un kaşları çatıldı.

“Uyuyor mu? Sahiden mi? Çok tuhaf. Her zaman ilk kalkanın o olduğunu duymuştum.”

“Genelde öyle,” dedi Ron, “ama şuanda horlaya horlaya uyuyor.”

Sirius başını kaldırıp merdivenlere baktı; gözleri endişeyle bakıyordu.

“Gidip bir kontrol edeyim.”

“Ben de seninle geliyorum,” dedi Damien, dönerek; ama Sirius onu aniden durdurdu.

“Merak etme, ufaklık. Ben hallederim.” Göz kırparak ona her zamanki gibi kocaman gülümsedi ve merdivenleri çıkmaya koyuldu.

“Gidiyor muyuz?” diye sordu Ginny.

“Siz önden gidin, ben burada kalıp Harry ile Siri Amcamı bekleyeceğim,” diye cevapladı Damien.

Üçü salondan çıkarak Damien’ı ortak salonda yalnız bıraktılar. Damien beş dakika boyunca bekledi, sonra o beş, on oldu, ardından ise on beş. Kaşlarını çatmış, merdivenlere bakıyordu. Bu kadar zamandır orada ne yapıyorlardı? Gidip kendi öğrenmeye karar vererek merdivenlere doğru yürüdü.

Harry’nin yatakhanesinin kapısını açtığında, alışkın olmadığı bir görüntüyle karşılaştı. Harry yüzü biraz solgun bir halde hâlâ yatağında uyuyordu. Ama tuhaf olan, bu kısım değildi. Tuhaf olan, yatağın yanında durmuş, elinde Harry’nin gümüş-siyah renkli yüzüğünü tutan Sirius’tu. Damien, nedensiz bir şekilde, bu görüntü karşısında irkildi.

“Siri Amca?” diye fısıldadı Damien.

Sirius başını çevirip Damien’a baktı. Bir anlığına, suçüstü yakalanmış gibi afallamış görünüyordu. Ama kapıdakinin Damien olduğunu gördüğünde, gözle görülür bir şekilde rahatladı.

“Hey, ufaklık, burada ne işin var?”

Damien ona ve hâlâ uyumakta olan Harry’ye doğru yürüdü.

“İkinizi aşağıda bekliyordum,” dedi, gözleri ağabeyine kitlenmiş bir halde. “Harry’nin nesi var? Neden kalkmıyor?”

“Ateşi var,” diye cevapladı Sirius; o da, başını indirmiş Harry’ye bakıyordu. “Geldiğimde, tuvaletteydi, midesi bulanıyordu. Ona yardım etmeye çalıştım, ama onun nasıl olduğunu bilirsin.” Omuzlarını silkerek Damien’a gülümsedi. “Hastane Kanadı’na inmeyi reddetti. Onun yerine, Rüyasız Uyku İksiri alıp bir dikişte içti.” Uyuyan çocuğa bakarken derin bir iç çekti. “Bir süre böyle uyur.”

Damien anladığını göstererek başını salladı ve sonra Sirius’un hâlâ elinde tuttuğu siyah yüzüğe baktı.

“Onun sende ne işi var?” diye sordu.

“Sadece bakıyordum,” dedi Sirius, yüzüğü parmaklarında çevirirken.

Nedendir bilinmez, Damien buna çok sinirlendi.

“Onun eşyalarıyla oynamayı bırak,” dedi. “O Harry’ye ait ve eşyalarını karıştırmandan hoşlanacağını da hiç zannetmiyorum. Onu yerine koy.”

“Tamam, sakin ol. Sadece bakıyordum.” Sirius, yüzüğü, Harry’nin yatağının başucunda duran komodinin üzerine koydu ve sonra, Damien’a dönerek ona tuhaf bir bakış attı. “Sen iyi misin, ufaklık?”

“Evet, iyiyim, sadece… Harry kendi eşyaları konusunda çok hassas,” diye açıkladı Damien. “O yüzüğü parmağından hiç çıkarmıyor. Biri onu kaybedecek olursa, bu durumu kibar karşılayacağını hiç sanmıyorum.”

“Kaybetmezdim ki,” diyerek kendini savundu Sirius.

“Sen kesinlikle kaybederdin,” diyerek onu düzeltti Damien.

Sirius ona sıcacık gülümsedi ve kolunu onun omuzlarına sardı.

“Pekâlâ, çok bilmiş beyefendi, gidip bir şeyler tıkınma zamanı.”

Harry’nin yatağının perdelerini çekip etrafını örttü. Sonra, ikisi birden aşağıya indiler. Portre deliğinden dışarı tırmandıklarında ise, orada dikilmiş, beklemekten sabrı tükenen bir James ile karşılaştılar.

“Sonunda! Niye o kadar uzun sürdü, Patiayak?” diyerek onu haşladı. Sirius’un yanında Harry yerine Damien’ı görünce ise ela gözleri kocaman açılmıştı. “Harry nerede?”

“Uyuyor,” dedi Sirius. “Ateşi var. Bence tüm günü yatağında geçirir.”

“Ne? Gidip bir bakayım, o zaman.” James hızla ileri atıldı.

Sirius onun koluna yapıştı.

“Gerek yok, Uyku İksiri aldı. Birkaç saat uyanmaz.”

James hafif şaşırmış bir halde Sirius’a baktı. Kolunu onun tutuşundan çekti ve aralarında tuhaf bir sessizlik oluştu.

“O zaman, kahvaltı?” diye sırıttı Sirius, James ile Damien’a.

Damien, Sirius ve James ile Büyük Salon’un yolunu tuttu. Yol boyunca, içinde tuhaf bir hissin olduğunu ve kalp atışlarının git gide hızlandığını hissetti. Ama nedeni konusunda en ufak bir fikri yoktu.

* * *

“Ee, Harry bugün ortalıkta olmadığına göre, bir şeyler yapmak ister misin?” diye sordu Sirius, kahvaltıdan sonra.

James başını iki yana salladı.

“Hayır,” dedi. “Harry ile konuşup onu Hastane Kanadı’na gitmeye ve kendini Poppy’ye muayene ettirmeye ikna etmeliyim. Süpürgesinden düşeli daha yalnızca iki gün oldu.”

“Aman, rahat bırak çocuğu,” dedi Sirius, elini sallayarak. “O inatçı küçük serseri seni nasılsa dinlemeyecek.”

James hızla başını kaldırdı ve gözlerini kısarak ona baktı.

“Ne dedin sen?”

Sirius ona dikilen bakışlara karşılık omuzlarını silkti.

“Hadi, Çatalak, kabul et. Ne kadar inatçı olduğunu sen de biliyorsun.”

James başını iki yana salladı.

“O kısımdan bahsetmiyorum, ki ona biraz ben de katılıyorum,” dedi, keyifsizce. “Oğluma az önce söylediğin kelimeden bahsediyorum.”

Sirius lakayt bir şekilde ona baktı.

“Ne? Daha iyi bir fikrin varsa, sen söyle.”

James iyiden iyiye serseme dönmüştü.

“Senin içine ne girdi?” diye sordu, şaşkınlıkla.

“Hey, yalnızca takılıyordum,” dedi Sirius, aniden yerinde doğrularak. “Söylediklerimde ciddi değildim.”

James biraz rahatladı, ama sinirleri hâlâ bozuk olduğu için kaşları çatık duruyordu.

“Ah, hadi ama, Çatalak,” dedi Sirius, sakin mavi gözlerini onun kızgın ela gözlerine dikerek. “Bak ne diyeceğim, bunu telafi edeyim. Hosmeade’in biraz dışında küçük ama harika bir mekân var.”

“Hayır, hiç havamda değilim, Sirius,” dedi James, başını sallayarak.

“Ben ısmarlıyorum,” dedi Sirius.

James homurdandı.

“Ne zamandan beri?”

Sirius pis pis sırıttı.

“Hadi ama, tek bir içki!”

James yavaş yavaş iç geçirdi, arkadaşına olan kızgınlığı azalıyordu.

“Tamam, ama,” dedi, tek parmağını kaldırarak, “bir daha oğluma öyle söylersen, seni paralarım, Sirius Black.”

Sirius, kısa bir anlığına, kaskatı kesildi. Gözlerinde bir şey parladı, ama sırıtarak başını kabul edercesine salladı.

“Anlaşıldı, James Potter.”

* * *

Sirius ile James bir şeyler içmek için Hogwarts’tan ayrıldıklarında, saat öğleden sonra iki civarıydı. James nereye gittiklerini bilmediği için, kendini Sirius’un önderliğine bıraktı. Hogsmeade’in içinden geçerlerken James Harry’den bahsediyor, Sirius da onu sabırla dinliyordu. James büyük oğluna dair endişelerini dile getiredursun, küçük büyücülük köyü Hogsmeade’den ne kadar uzaklaştıklarını fark etmemişti bile. Fark ettiğinde ise, Hogsmeade’in hemen dışında izbe bir yerde dik bir yokuşu çıkmaya başlamışlardı. Burada kayalıklardan ve tepelerden başka hiçbir şey yok gibi görünüyordu; etrafta yaşam olduğuna dair bir belirti de yoktu.

“Sirius, buranın doğru yol olduğuna emin misin?” diye sordu James.

“Eminim,” diye cevapladı Sirius, tepeye doğru daha da ilerlerken. “Kısa yolu kullandık, birazdan karşımıza çıkacak.”

“Burada kayalıklardan ve çimlerden başka bir şey yok gibi görünüyor,” diyerek iç çekti James; öğle güneşinin altında gözlerini kısarak bakıyordu. “Nereye doğru gittiğinden emin misin?” diye tekrar sordu. Bu, Sirius’un onu bir yerlere götürüp ardından tamamen kayboldukları ilk an olmayacaktı.

“Güven bana, Çatalak. Nereye gittiğimi biliyorum,” diye cevapladı Sirius, önden ilerleyerek.

James, Sirius’un arkasından yirmi dakika kadar daha tırmanmaya devam etti, ama git gide siniri bozulmaya başlamıştı. Tepelere doğru ilerledikçe, ne Büyü Dünyası’ndan ne de Muggle Dünyası’ndan hiçbir yaşam belirtisi olmadığı açıkça görülüyordu.

Tepeye vardıklarında James durdu.

“Pekâlâ, sanırım artık kaybolduğumuzu söyleyebiliriz,” dedi, öfkeli bir halde. “Buradan aşağı inen hiçbir patika yok ve en az üç yüz metre yüksekliğinde bir tepede duruyoruz. Bence, artık yolu kaybettiğini itiraf etmelisin.”

Sirius James’e arkasını dönmüş, tamamen sessiz bir şekilde ileriye bakarak duruyordu.

“Sirius? Beni dinliyor musun?” diye sordu James.

“Şuraya baksana, Çatalak,” dedi Sirius, yumuşak bir sesle. “Çok sessiz ve tamamen gözlerden uzak. Güzel, değil mi?” Dönüp James’e baktı; mavi gözleri gün ışığında parıldıyordu. “Ayrıca, burada olan biteni kimsenin duymasına da imkân yok.”

Tam da o anda, James içinde emin olduğu berbat bir hisle, karşısındakinin Sirius olmadığını anlamıştı.

* * *

Damien içine çöken huzursuzluktan bir türlü kurtulamıyordu. Midesi düğümlenmiş gibi bir hisle etrafta dolanıp duruyordu. Öğle yemeği vakti geldiğinde, yemek yemek yerine, Harry’nin odasının yolunu tuttu. Onu kontrol etmesi gerekiyordu.

Harry’nin hâlâ uyuduğunu görünce ise hayal kırıklığına uğradı. Onun şimdiye kadar uyanmış olmasını ummuştu. Damien elini uzatarak Harry’nin alnını yokladı. Biraz sıcaktı, ama yine de ateşi var gibi durmuyordu. Gerçi yüzü hâlâ fena halde solgun görünüyordu ve biraz da terlemişti. Damien, Harry’nin biraz serinlemesi için, üzerindeki örtüyü kaldırdı. Sol elinde olan şeyi görünce ise donup kaldı. Harry’nin eline tuhaf görünümlü bir alet konmuştu. İçinde acayip bir sıvının olduğu ufak bir tüp, ince bir iğneyle elinin üzerine bağlanmıştı. Fena halde can yakıcı görünüyordu.

Damien, sadece tek bir bakışla dahi, bu tuhaf şeyin hayra alamet olmadığını görebiliyordu. Önce, Harry’nin bu tüyler ürpertici şeyi kendisinin taktığını düşündü, çünkü böylelikle kimse onu görmeye gelmeyecekti. Belki de, Madam Pomfrey gelmiş ve Harry’nin iyileşmesi için ona bunu takmıştı. Ama nedense, bunun da ihtimal dışı olduğunu düşünüyordu. Okul Şifacısı Hastane Kanadı’na gitmesi için onu zorlayabilirdi, ama onu odasında tedavi etmezdi.

Damien titreyen elleriyle yavaşça iğneyi çıkardı; çıkardığı anda, iğnenin girdiği küçük delikten birkaç damla kan damlayınca yüzünü buruşturdu. Başını kaldırıp Harry’ye baktı, ama o hâlâ derin bir uykuda görünüyordu. Damien tüpü kaldırdı ve Harry’yi omuzlarından tutup kibarca sarstı.

“Harry? Harry, uyan.”

Tepki yoktu.

Damien onu daha da sert sarstı.

“Harry? Harry?”

Harry hâlâ gözlerini açmıyordu.

Damien bir anda korkunç bir paniğe kapıldı. Bu işte kesinlikle bir terslik vardı.

“Harry! Harry! Harry, uyan, lütfen!”

Damien başka ne yapacağınızı bilmez bir halde asasını çıkardı ve Harry’nin kafasına doğrulttu.

“Çözül!”

Harry’nin yeşil gözleri bir anda şak diye açıldı. Hemen Damien’a baktı.

“Damy!” dedi, acıdan zorlukla soluyarak.

O anda, Damien’ın kalbi duracak gibi oldu. Ses, Harry’ye ait değildi. Aslında, bir yerlerden fena halde tanıdık geliyordu…

“Siri Amca?”

Baştan ayağa Harry gibi görünen Sirius, kendini kalkmaya zorladı; acıdan yüzünü buruşturuyor, bir eliyle de kafasının arkasını tutuyordu.

“Damy… Damy… Harry… Harry…”

“Çok Özlü İksir,” dedi Damien, bir anda durumu fark edip dehşete düşerek.

Harry’nin İksir laboratuvarına sızma sebebi buydu demek. Sirius’a enjekte edilen içi iksir dolu tüpe baktı. Tüpü eline alıp içi yarıya kadar dolu altın sıvıyı inceledi. Harry Sirius’un görünümüne bürünerek onu da kendisine dönüşmeye zorlamıştı.

“Bu nasıl oldu?” diye sordu Damien, şok içinde.

“Seni ortak salonda bırakıp buraya geldiğimde, Harry’nin yatağı boştu,” diye açıkladı Sirius. “İyi mi diye bakmak için tuvalete girdim ve o anda bana saldırdı.” Acıyla yüzünü buruşturup tekrar başının arkasını ovdu. “Başım ikiye ayrıldı, sandım. Sonra, bir şey yaptı, bir büyü ve beni… beni bir şekilde felç etti. Hareket edemiyor, konuşamıyordum.”

“Petrificus Totalus mu?” diye sordu Damien, dehşet içinde.

“Hayır, değildi. Büyüyü asasız ve sözsüz yaptı,” dedi Sirius, titreyerek. “Korkunçtu. Onu hâlâ duyabiliyor, ne yaptığını görebiliyordum, ta ki gözlerimi kapatana kadar.” İğne ile tüpü işaret etti. “O şeyi bana yerleştirdi ve beni kendi görünümüne büründürdü. Onu durdurmak için hiçbir şey yapamadım. Sonra, beni giydirip yatağına yerleştirdi.”

Damien kendini hasta gibi hissediyordu. Tüm bunları Harry mi yapmıştı? Kendini bir türlü buna inandıramıyordu.

“O zaman, ben buraya geldiğimde, yatakta yatan sendin ve Harry de senin gibi mi görünüyordu?” diye sordu. “Yüzüğü tutan o muydu?”

Sirius onaylarcasına başını salladı.

“İkinizi de duydum, ama neler olduğunu anlamadım.”

Damien baştan ayağa titredi. Bu çok kötüydü. Bu çok ama çok kötüydü. Harry şimdiye kadar kaçmış olmalıydı. Başını kaldırıp Sirius’a baktı, ama o hâlâ Harry gibi görünüyordu. Sinir bozucu bir görüntüydü.

“Yapabileceğin bir şey yok mu, ne bileyim, iksirin etkisini kaybetmesini sağlayacak bir şey?” diye sordu Damien.

“Var. Finite Incantatem bu işi görür,” diye cevapladı Sirius ve içgüdüsel olarak asasına uzandı; ancak Harry’nin kıyafetlerini giymekte olduğunu ve asasının da kayıp olduğunu fark etti.

“Asamı almış,” diye inledi.

“Ayağa kalkacak kadar iyi hissediyor musun?” diye sordu Damien; paniklememek için kendine zor hâkim oluyordu.

“Evet, iyiyim.”

Sirius bacaklarını yatağın kenarından sarkıtıp güç bela oturdu. Solgun yüzündeki ifade, Damien’a onun acı çektiğini söylüyordu. Harry artık onu hangi büyüyle vurduysa, onu baştan ayağa korkunç ağrılarla bırakmıştı.

Sirius, komodinde duran yüzüğü fark etti. Titreyen elini uzatarak yüzüğü aldı ve inceledi. Bu yüzüğü Harry’nin parmağından hiç çıkarmadığını o da hatırlamıştı. Gümüş-siyah renkli yüzüğün tuhaf bir görüntüsü olsa da, üzerindeki cam neredeyse canlı gibi görünüyordu.

“İkinizin bahsini ettiği yüzük bu mu?” diye sordu.

Damien asasını çıkararak başını salladı.

“Evet,” dedi, alçak sesle. Asasını amcasına doğrulttu. “Finite Incantatem.”

Sirius’un görünümü değişmeye başlayarak normal haline döndü. Çok kısa bir süre sonra, Sirius, üzerinde Harry’nin –şimdi ona fena halde dar gelen– pijamaları ile yatakta oturuyordu. Ancak Damien bunun hiç farkında değildi; çünkü dikkati başka bir yerdeydi. Büyüyü mırıldanmadan önce, Sirius’un elinde yüzük vardı; ama şimdi ise elinde tuttuğu, içinde gümüşümsü bir cismin döndüğü siyah bir Düşünseli idi.

“O…?” diye kekeledi Damien, “o da ne?”

“Düşünseli,” diye fısıldadı Sirius. “İçinde Harry’nin anıları olmalı.”

Damien, Harry’nin yüzüğe olan düşkünlüğünü şimdi anlıyordu.

Sirius kendini kalkmaya zorladı; hafifçe sallanıyordu. Siyah taş kâseyi Damien’ın avucuna koydu.

“Bunu Dumbledore’a götür ve ona neler olduğunu anlat.”

“Sen ne yapacaksın?” diye sordu Damien.

“James’i bulmam gerek,” dedi Sirius, nefes nefese.

* * *

James’in eli asasına yakın duruyordu, ama onu çıkarmaya henüz yeltenmedi. Ela gözleri, karşısında sırıtan adama kitlenmişti. Arkadaşı gibi davranan adama.

“Kimsin sen?” diye gürledi James.

Sahte Sirius güldü.

“Ah, hadi ama, şimdiye kadar anlamış olman gerekirdi. Hayır mı? Belki bu yardımcı olur.”

Sahte Sirius asasını kaldırıp yüzüne doğrultarak mırıldandı: “Finite Incantatem.”

Sirius’un görüntüsü anında değişmeye başladı. Burnu içeri çöküyor, gözlerinin şekli değişiyor, mavi gözleri yeşile dönüyordu. Sirius’un uzun saçlarının dağınık siyah saçlara dönüşünü izleyen James korkudan donakalmıştı.

“Harry?” dedi James, boğulur gibi bir sesle.

“Sürpriz!” dedi Harry; sesi hâlâ Sirius’a aitti.

Harry sırıtarak asasını boğazına götürdü ve tekrar Finite Incantatem diye fısıldadı.

“Böyle daha iyi,” dedi, kendi sesinde. “Şimdi, bir şeyi daha hallettikten sonra, başlayabiliriz.”

Asasının bir hareketiyle, sözsüz bir büyü yolladı ve James, asasını sımsıkı tutan elinin bir anda yandığını hissetti. Asa elinden kayarak havayı yararcasına uçtu ve Harry’nin diğer eline kondu. Harry elini kaldırıp James’in asasını uçurumdan aşağı atarken, James olanları tamamen afallamış ve donakalmış bir halde izliyordu. Asasının uçurumda yok olduğunu fark ettiğinde, anca kendine gelebildi.

“Ne…? Ne yapıyorsun?” diye sordu James, şok içinde.

“Açık, değil mi?” diye sordu Harry. “Bana yaptığın onca şeyin,” parmaklarını gererek esnetti, “intikamını alıyorum.”

Yeşil gözler kısıldı ve bir sonraki adımda, James’in idrak edebildiği tek şey, yere yığıldığı ve nefes nefese kaldığıydı. Ayağa kalkma şansı yoktu. Harry’nin büyüsü ile vurulan James, havada savrularak bir ağaca çarptı. Yere yığılırken öksürüyor, kesik kesik nefes alıyor ve ağzına kan tadı geliyordu. Gözlükleri kırılmıştı. James, başka bir büyüyle daha vurulduğunda, üzerinde korkunç bir ağırlığın baskısını hissetti; onu yattığı yerde tutuyor, kelimenin tam anlamıyla toprağa gömüyordu. Nefes alamıyordu. Çaresiz bir halde başını her kaldırmaya çalıştığında, ağzına çamur ve toprak tadı geliyordu. Kalkmayı başaramadı. Sırtına abanan görünmez baskı ortadan kalkınca ise, sırt üstü dönüp hızlı hızlı nefes alarak ağrıyan ciğerlerini havayla doldurdu.

Harry onun önünde belirdi. Asasının bir hareketiyle, James’in kaburgalarına keskin bir acı saplandı; bedenini alevler sarmış gibiydi. Boğazını yırtarcasına bağırdı ve iki eliyle de kırılan kaburgalarını tuttu. Aniden, başka bir tarafa yeniden savruldu ve yüzü toprağa çarptı. James inleyerek döndü ve önünde duran oğlunun bulanık görüntüsüne baktı.

“Neden… neden bunu yapıyorsun, Harry?” diye sordu, nefes nefese; yaralı omurgası ve kırılan kaburgası yüzünden çektiği ıstırapla yüzünü buruşturuyordu.

“Benim de bilmek istediğim bu, Potter. Neden?” Harry’nin sesi hafiften titriyordu ve James tüm dikkatini ona çevirdi. Bir el cüppesini tuttu ve onu ayağa kaldırdı; şimdi, Harry ile yüz yüze bakıyordu; çocuğun yeşil gözleri öfkeden alev alevdi. “Hadi, Potter, söyle bana! Burada sadece sen ve ben varız. Rol kesmeni gerektirecek, sırrını açığa çıkaracak kimse yok burada. Hadi devam et ve söyle bana. Neden?”

James Harry’ye öylece bakakaldı.

“Ölmeden önce, bana söylemeni istiyorum,” diye tısladı Harry. “Gözlerime bak, aşağılık herif ve söyle bana! Benden nefret etmene sebep olacak ne yaptım sana?” Tutuşu sertleşse de, sesi titriyordu. “Ben senin oğlundum! Lanet olsun! Neden?” diyerek James’i sarstı.

James, Harry’nin gözlerinde yaşların biriktiğini görünce, göğsüne kazık saplanmış gibi hissetti.

“Harry?” dedi James; söylemeyi başardığı tek kelime bu olmuştu. Ardından, Harry onu tekrar savurarak havaya uçurdu.

James bu sefer o kadar ters düştü ki, bacakları ağırlığı altında ezilmiş, ona acı üstüne acı katmıştı. Kendini döndürerek ağırlığını bacaklarından almaya çalıştı, ama başaramadı. Harry çoktan tepesine dikilmiş, asasını başına doğrultmuştu.

“On iki yıl,” dedi Harry, kontrollü bir sesle. “Bu anı düşleyerek tam on iki yıl geçirdim; asamı gözlerinin ortasına doğrultup canını almak için.” Asayı tutan eli titriyordu. “Böyle olacağını hiç hayal etmemiştim. Ama sonunun hep benim ellerimden olmasını istedim,” diye itiraf etti. Yüzünden bir ifade geçti ve gözleri bir kez daha ne kadar incindiğini gösteriyordu. “Senin için bir sürü bahane uydurdum, kendime senin insanlara zarar vermeyi seven ruh hastası bir manyak olduğunu ve daha iyi nasıl davranılacağını bilmediğini söyledim.” Şaşkınlığını anlatırken yüz ifadesi değişti. “Ama sonra, seni Damien ile gördüm; onunla ne kadar farklı olduğunu fark ettim. O yüzden, şimdi tekrar soruyorum, Potter. Neden? Neden ben?”

“Harry, lütfen,” dedi James, soluk soluğa, “neden bahsettiğini anlamıyorum. Lütfen…”

Harry’nin ifadesi değişti ve hırlayarak asasını James’in sağlam bacağına doğrulttu. Büyünün ardından parlayan bir ışıkla, James bacağındaki kemiklerin kırıldığını hissetti. Çığlığını bastırmış, dişlerini sıkarak inliyordu. Elleriyle bacağını sıkıca tutuyor, acıya katlanarak bilincini kaybetmemeye çalışıyordu.

Harry yavaşça çömelerek onun hizasına geldi.

“Hatırlamıyor musun?” diye sordu, alçak sesle. “Olanları hatırlamadığın için ne kadar şanslısın.” Başını yana eğdi. “Ama ben hatırlıyorum, Potter. Olan biten her şeyi tek tek hatırlıyorum.”

James konuşamıyordu. Tüm gücünü yalnızca nefes alıp vermeye, ayık kalmaya ve bulanık görüşünün zifiri karanlığa gömülmemesine çabalıyordu.

“Bunu kendine sen yaptın, Potter,” diye devam etti Harry, usulca konuşarak. “Ben seni geride bırakıp senden uzakta yaşarken mutluydum, ta ki yoluma tekrar çıkana kadar. Bunu kendine sen yaptın!” Bakışları aniden karanlıklaştı. “Tüm o yalancı endişelerin, gösterdiğin uydurma ilgiler, söylediğin yalanlar, rol yaptığın tüm o anlar seni bu hale getirdi!”

“Bundan… bundan kaçıp kurtulamazsın, Harry,” dedi James, çaresiz bir sesle.

Harry soğuk ve acımasız bir kahkaha kopardı.

“Seni öldürecek kişi, ben değilim, Potter,” dedi. “Herkes senin Hogwarts’tan Sirius Black’le ayrıldığını biliyor. Hogsmeade’e konuşlanmış tüm o Seherbaz’lar da senin bu tepelere Black’le geldiğini gördüler.  Seni buraya getiren de, seni merhametsizce öldüren de Black idi. Üzerine lanetler gönderip seni savunmasız bıraktıktan sonra, Öldüren Lanet ile işini bitirecek bu asa, Black’e ait.”

Elindeki asayı kaldırmasıyla, James Harry’nin kullandığı asanın sahiden Sirius’a ait olduğunu gördü.

Mükemmel arkadaşlığınıza mükemmel bir son.”

“Sirius’un bana zarar verdiğine kimse inanmaz; bunu yapmayacağını herkes bilir,” demeyi başardı James.

“Kıskançlık korkunç bir şey, Potter,” dedi Harry, serinkanlılıkla. “İnsana acayip acayip suçlar işletebilir. Senin bir ailen var, ama Black’in yok. Senin çocukların var, ama Black’in yok. Senin öyle ya da böyle sıcak bir yuvan var, Black’in ise sadece içler acısı Yoldaşlık’a karargâh olmaya yarayan yıkık dökük bir evi var. Görüyor musun, Potter? Sende olan hiçbir şey Black’te yok. Hatta senin rütben bile onunkinden yüksek. Bence, bu bile, tek başına, delice bir kıskançlıkla birini öldürmeye yetebilir.”

“Lily ile Damien!” dedi James, güç bela. “Onlar… onlar asla inanmaz… onlar Sirius’u yeterince… iyi tanırlar… bana asla saldırmayacağını bilirler!”

Çok kısa bir anlığına, Harry’nin bakışları Damien’ın bahsi üzerine yumuşadı.

“Damien inanmayabilir, ama zamanla kabul etmekten başka seçeneği olmayacaktır,” dedi Harry. “Ayrıca, ailesinden geriye en azından bir kişinin kalmış olmasına şükretmeyi de zamanla öğrenecektir. Karının bugün bize katılamamasının tek sebebi de, o.”

James’in bir anda öfkeden tepesi attı. Harry ona sırıtarak asası elinde ayağa kalkarken, öfkeyle ona bakmayı sürdürdü.

“Ee, bu kadar mı yani?” diye sordu James; öfkesi ona güç veriyordu. “beni… nedenini anlatmadan öylece öldürecek misin?”

Harry pis pis sırıttı.

“Son ana kadar masum ayaklarına devam, ha?” dedi Harry. “Pekâlâ, öyle olsun.” Asasını kaldırarak James’in gözlerinin ortasını hedef aldı. Ölüm Yiyen’leri öldürürken de asasını hep o noktaya doğrulturdu.

“Lütfen…”

“Yapma!” diye tısladı Harry, “sakın merhamet dilemeye kalkma.” Sesi fısıltıya dönüşmüştü. “Çünkü sen bana hiç göstermedin.”

Harry’nin asayı tutan eli titriyordu. Tüm vücudu ıstıraplı bir ağrıyla sarsılır, görüşü de hafif kararırken, James saniyeleri sayarak bekliyordu. Ancak, Harry’den Öldüren Lanet gelmedi. Asa hâlâ hedefe doğrultulmuş duruyordu, ama büyülü sözler bir türlü ağzından çıkmıyordu.

James, Harry’nin gözlerinde öfkeyi gördü, ama bir taraftan da, asayı tutan elinin titrediğini de görüyordu. Harry ona laneti yollamak için ciddi bir mücadele veriyordu.

“Harry, lütfen…”

Yeşil gözler kısıldı, asanın doğrulduğu hedef değişti ve mor bir ışık, James’i geriye uçuracak bir güçle göğsünün tam ortasına vurdu.

Uçurumdan aşağı doğru.

James Potter aşağısında dev kayalıkların olduğu derin uçurumdan aşağı doğru hızla gözden kaybolurken, Harry öylece durdu. Gözlerini kapattı, gözlerinden yaşlar boşaldı. Orada öylece durup o kadar uzun süre ağladı ki, bu zamana kadar biriktirdiği ne kadar gözyaşı varsa hepsini döküyordu. Kalbi gümbür gümbür atarken, kesik kesik nefes alıp verdi.

Yapmıştı.

Sonunda, James Potter’ı öldürmüştü.

* * *

Karanlık Prens – İçimdeki Karanlık #37: Üçlüye Duyulan Nefret [Kısım 2] okumak için tıklayın!

Çeviren: Tuba Toraman

1 Yorum

Bir Yorum Ekle

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir