Karanlık Prens – İçimdeki Karanlık #40: Ağır Bedeller [Kısım 1]

Karanlık Prens - İçimdeki Karanlık #40: Ağır Bedeller [Kısım 1]

GİRİŞ İÇİN TIKLAYIN.

38. BÖLÜM

39. BÖLÜM [Kısım 1]

39. BÖLÜM [Kısım 2]

Lord Voldemort’un o karanlık gece, Harry Potter‘ı öldürmeyip kendi oğlu gibi büyütmeye karar verdiği alternatif bir hayran hikâyesine ne dersiniz?
Karanlık Prens” serisini, Safina Mazhar‘ın kaleminden ve yazarın gözden geçirdiği yeni versiyon üzerinden taze bir çeviriyle sizlerle buluşturuyoruz. Karşınızda İçimdeki Karanlık cildinin kırkıncı bölümü!

bölüm 40

Ağır Bedeller

[Kısım 1]


Damien her zamankinden farklı bir odada uyandı. Uykulu gözlerini kırpıştırarak yatakta doğruldu. Düzenli ve temiz görünen odaya göz gezdirdi; bu oda, üç çocukla paylaştığı kendi yatakhanesine kıyasla oldukça tezat görünüyordu. Bir çerçevede, birkaç yıl önce annesi ve babasıyla çekilmiş kendi fotoğrafını gördü ve nerede olduğunu anladı. Burası, annesinin kaldığı odaydı.

O anda bir kafa karışıklığı yaşadı. Neden kendi odasında değil de, bu odadaydı? Ne olmuştu? Ancak, sonra, dün gece olanlar bir anda aklına gelince midesine yumruk yemiş gibi hissetti. Harry Çok Özlü İksir içerek Sirius’un biçimine bürünmüş, babasına saldırmış, yakalanmış, babası tarafından tehdit edilmişti. Ölüm Yiyen’ler… Hogwarts saldırısı… Ağabeyine ne olduğunun düşüncesiyle bir anda kalbi sıkıştı. Harry’nin gitmesine izin vermiş, onu serbest bırakmıştı; bu sayede de, Harry Ölüm Yiyen’lerle birlikte buradan ayrılmış ve Karanlık Lord’a geri dönmüştü.

Şimdi, yaşanan her şeyi mantıklı bir gözle görebiliyordu. Harry kapılardan yürüyüp giderek onların da hayatlarından tamamen çıkıp gitmişti. Harry’nin kapıdan çıkıp gitmeden önce durup ona bakışını hatırladı: ‘Hogwarts’ta kal. Şatonun içine giremezler.’

Ağabeyinin ona söylediği son sözler… Damien, yüreğini sızlatan bir kesinlikle, Harry’yi bir daha hiçbir zaman göremeyeceğini biliyordu. Gözleri yanmaya başlamıştı, ama ağlamamaya gayret ederek gözyaşlarına engel oldu. Dün yeterince ağlamıştı. Başı bu yüzden hâlâ ağrıyordu. Daha fazla gözyaşı dökmeyecekti. Hem ne anlamı vardı ki?

Yataktan kalkarak kapıya doğru ilerledi. Odadan dışarı çıktığında, annesi ile babasını uyanık bir halde koltukta otururlarken buldu. Tek bir bakışta, bütün gece uyumadıklarını görebiliyordu.

James de Lily de başlarını döndürüp Damien’a baktılar; bitkin ve gözü yaşlı yüzlerine zoraki bir gülümseme yerleştirdiler.

“Günaydın,” dedi James, alçak sesle.

“Günaydın,” dedi Damien, onun gibi kısık bir sesle.

“İyi uyudun mu?” diye sordu Lily.

Damien omuz silkti.

“Evet, sanırım.”

James ayağa kalkarak ona doğru yürüdü. Elini Damien’ın saçlarından geçirdi.

“Kolay olmayacak,” dedi, “ama senden bugünü atlatmaya odaklanmanı istiyorum, tamam mı? Kimsenin ne söylediğine takılma.”

O anda, acı gerçek Damien’ın yüzüne tokat gibi vurdu; dün olan biten her şeyi okulun tamamı görmüştü.

Annesinin, babasının, Bakanlık’ın ve Müdür Dumbledore’un saklamaya çalıştığı sır artık açığa çıkmıştı. Ölüm Yiyen’ler Harry’yi Voldemort’a götürmek için Hogwarts arazisine girmiş, Harry de onlarla seve seve gitmişti. Hogwarts’taki tüm öğrenciler artık gerçeği öğrenmiş olmalıydılar: Harry’nin Karanlık Prens olduğu gerçeğini…

“Ah Tanrım,” diye inledi Damien.

Bunu aklının ucundan dahi geçirmemişti. Ağabeyini kaybettiği gerçeğine o kadar odaklanmıştı ki, dün olanların nasıl sonuçlar doğuracağını hiç düşünmemişti.

“Düzelecek,” diyerek onu rahatlatmaya çalıştı James. “Sen sadece başını yerde tut, dün olanlar ile ilgili kimseye bir şey anlatma ve ne olursa olsun, sakın kimseye Harry’yi odadan senin çıkardığını söyleme.”

Damien başını kaldırıp babasının kaygılı gözlerine baktı. Başıyla onayladı.

James ona gülümsedi, ama bu seferki gülümsemesi, her zamanki çekiciliğinden yoksundu. Şu kısacık sürede, babası gülme yetisini kaybetmiş gibiydi.

* * *

Damien Hogwarts’ta kendini hiç bu kadar huzursuz hissetmemişti. Annesinin odasından Büyük Salon’a giden yol gözünde git gide daha da uzuyor, yürüdükçe kendini daha da sefil hissediyordu. Yanından geçtiği öğrenciler durup durup ona bakıyorlardı. Potter ailesi cesur bir şekilde yürür, etrafı dikkate almamaya uğraşırken, onlara ait fısıltılar arkalarından yükseliyordu. Gel gelelim, dikkate almamak elde değildi.

Büyük Salon’un giriş kapılarına yaklaştıklarında, Damien derin bir iç çekti. Buraya kadar yürümek bile bu denli zorken, önündeki kapıların ardında onu bekleyenlerin çok daha zor olacağını biliyordu. Son kalan Gryffindor cesaretini de toplayarak kendini Büyük Salon’a, mırıldanan fısıltıların tam ortasına doğru sürükledi.

Tüm gözler ona ve ailesine dönmüştü. Çoğunun yüzünden şok ifadeleri geçiyordu. Aralarından birçoğunun, dün gece Potter’ların kendilerinin de Hogwarts’ı terk ettiğini düşünmüş olduğu ortadaydı. James ile Lily, kırılan kalplerinin aksine, başlarını dik tutarak Damien ile birlikte salonun içine doğru yürüdüler.

Ron, Hermione ve Ginny, Gryffindor masasında oturdukları yerden endişeyle Damien’a bakıyorlardı. Damien ailesinin güvenli yanından ayrılarak arkadaşlarına doğru ilerledi. Ron ile Ginny Damien’ın aralarına oturması için yer açtılar. Ginny uzanarak Damien’ın elini tuttu.

“İyi misin?” diye sordu, usulca.

Damien öylece ona baktı. Nasıl cevap vereceğini bilmiyordu.

Ginny başını anlayışla sallayarak tuttuğu elini daha da sıkı kavradı.

Hermione dolu bir tabağı, yüzünde cesaretlendirici bir gülümsemeyle, ona uzatırken, Damien ona baktı. Gözleri ondan ayrılarak Slytherin masasına geçti; sarı saçlı Draco Malfoy oturduğu yerden ona sırıtıyor, gri gözleri keyifle parlıyordu. Damien başını yere indirdi. Draco’nun kendini beğenmiş pis sırıtışına tahammül edecek durumda değildi.

James ile Lily, Profesör’ler ile Seherbaz’lardan oluşan masadaki yerlerine geçtiler. Bakışlar ve fısıltılar sürüyordu, ama üç Potter da onları duymazdan gelmek için ellerinden gelenin en iyisini yapmaya devam ediyordu. Damien, arkadaşları ona kısık sesle rahatlatıcı sözler söylerken, başını önde eğik tutuyor, tek bir söz dahi söylemiyordu.

Kapılar sürpriz bir konuk için açıldı. Alastor ‘Deli-Göz’ Moody salona doğru ilerledi. Her adımıyla birlikte tahta bacağı gürültüyle yere vuruyordu. Moody öğretmenler masasına doğru ilerlerken ve sihirli gözü ile normal gözü yorgun ve bitkin görünen Müdür’e doğru dikilmişken, James dik dik bakarak onu izledi. Moody Dumbledore’a gelerek onun kulağına eğilip bir şeyler fısıldadı.

“Arazi güvende, duvarlar yeniden güçlendirildi ve konuştuğumuz gibi de gözlemleniyor.”

“Teşekkür ederim, Alastor,” dedi Dumbledore.

“Beni buradan uzaklaştırmakla hata yaptın,” diye homurdandı Moody. “Dün gece ben burada olsaydım-”

“Öldürülebilirdin,” diyerek araya girdi Dumbledore.

“En azından, yanıma çoğunu alıp giderdim!” diye cevapladı. “Sana o yılana güvenmenin seni çöküşe götüreceğini söylemiştim,” diyerek Dumbledore’a daha önce söylediği sözlerini hatırlattı. “İlk fırsatta seni ısırıp kayboldu.”

“Teşekkür ederim, Alastor,” diye sakince karşılık verdi Dumbledore. “Yardımına müteşekkirim, ama bence bundan sonrasını da halledebiliriz.”

“Öyle olsun, Albus.”

Moody daha öğretmenler masasından uzaklaşamamıştı ki, giriş kapıları büyük bir gürültüyle açılıp koca salonda yankılandı. Tüm gözler kapılarda duran ve koşmuşçasına nefes nefese kalmış çocuğa dönmüştü.

Damien içinden bir şeylerin koptuğunu hissetti. Neville’in nasıl tepki vereceğini de tamamen unutmuştu.

Gel gelelim, Neville’in bakışları yalnızca Müdür’e kitlenmişti. O kadar sinirliydi ki, kan çanağına dönmüş kahverengi gözleri, sakin bakan mavi gözleri deler gibiydi.

Neden?

Ağzından tek bir söz çıkmış, tüm salonda yankılanmıştı.

“Neville,” diye seslenen Dumbledore sandalyesinden kalktı. “Gel, seninle özel olarak konuşmalıyız.”

Neville salona doğru ilerledi; iki eli de yumruk halini almıştı.

“Cevap ver bana,” diye hırladı. “Neden? Bunu neden yaptın?”

Salondaki fısıltılar sona ermişti. Herkes o kadar sessizdi ki, Seçilmiş Kişi’nin üstadına söylediği her bir sözü duyabiliyorlardı.

“Konuşacağımız çok şey var,” dedi Dumbledore, masadan inerek, “benimle gel, ofisimde konuşalım-”

“Hayır!” diye bağırdı Neville, Dumbledore’u adımlarının ortasında durdurarak. “Bana şimdi cevap vereceksin!” Her zaman yumuşak bakan gözleri gözyaşlarıyla sırılsıklam, yüzü solgundu; elleri ise tir tir titriyordu. Yalnızca öfkeli görünmüyordu. Ondan çok daha öte bir şey vardı. Güveni sarsılmıştı. Üstadı onu resmen küçük düşürmüştü. “Bunların hepsi senin suçun,” dedi. “Onu buraya, bu okula sen getirdin! Onun hapishaneye tıkılması gerekirken, burada kalmasına izin verdin!” Yüzü öyle bir haldeydi ki, ondaki öfkeyi herkes görebiliyordu. “Onu benimle aynı odaya da sen mi koydun?” diye sordu. “Ben onunla arkadaş olurken, oturup öylece nasıl izleyebildin?” Yüzü daha büyük bir öfkeyle çarpıldı. “Ben ailemin katili ile arkadaş olurken!”

“Neville,” diyerek ona daha da yaklaştı Dumbledore. “Lütfen, anlamaya çalış-”

“Neyi?” diye sordu Neville. “Benden neyi anlamamı istiyorsun? Ha? O şerefsizin yakalandığı anda neden Ruh Emici’lere verilmediğini söyle bana!”

Neville’in bakışları Dumbledore’dan James ile Lily’ye kaydı. Onlara dik dik baktıktan sonra, yüzünü tekrar Dumbledore’a çevirdi.

“Bu mu, yani?” diye sordu, başıyla Potter’ları göstererek. “O Ölüm Yiyen’i, sırf ailesini tanıdığın için mi korudun?”

“Hayır, Neville!” Lily ayağa kalktı. “Düşündüğün gibi değil.”

“Ne, o zaman?” diye bağırdı Neville. “Düşmanımın yanında durarak bana ihanet ettin!” dedi, Dumbledore’a karşı. “Söyle neden?”

Dumbledore’un bakışları, onları izleyen kalabalığın üzerinden geçerek tüm salonu taradı, sonra ise Neville’in gözlerine baktı.

“Çünkü Harry, Seçilmiş Kişi.”

Neville’in gözleri kocaman olmuş, bir adım geriye sendelemişti. Salonda, şok ve inkârla karışık, nefesler yükselmişti.

Draco gözlerini kısmış, Müdür’e bakıyordu. Bunun doğru olamayacağını biliyordu. Lord Voldemort, kaderinde onu yok edecek kişiyi asla büyütmezdi; öyleyse Dumbledore neden yalan söylüyordu?

“Kehanet’i biliyorsun,” diyerek doğrudan Neville ile konuştu Dumbledore; ancak, sözleri, Karanlık Prens’i neden koruduğunu anlamaları için, salonda bulunan herkese hitap ediyordu. “Bilmediğin şey ise Kehanet’in iki çocuğu da işaret edebiliyor olduğuydu. Seni ve Harry Potter’ı.” Dumbledore’un hüzünlü bakışları Neville’e bakarken daha da yumuşadı. “Voldemort Harry’yi seçti. Onu daha bir yaşındayken alıp götürdü. Hepimiz onu öldürdüğünü düşünüyorduk, o yüzden de herkes kendini seni korumaya adadı. Ancak, gerçek şu ki, Voldemort Harry’yi kendi çıkarı için öldürmedi. Onu kendisi büyüttü ve bize, ailesine ve arkadaşlarına karşı durması için onun beynini yıkadı. Harry, Seçilmiş Kişi. O, Voldemort’un sonunu getirmesi kaderine yazılmış olan kişi ve tam da bu yüzden, Ruh Emici’lere teslim edilmedi.”

Neville’in dudakları tiksintiyle kıvrılmıştı.

“Sırf onu kullanmak için mi hayatını kurtardın?”

“Neville-”

“Hayır!” Neville geri geri giderek Dumbledore’un ona uzanan elinden uzaklaştı. “Ne olması gerektiği beni ilgilendirmiyor! Seçilmiş Kişi olması da, Voldemort’un sonunu getirecek olması da benim umurumda bile değil!” diye haykırdı. “O benim ailemi öldürdü. Onlara işkence etti, zamanında senin arkadaş dediğin o insanlara!”

“Arkadaşımdılar,” dedi Dumbledore, “Frank de Alice de-”

“Sus!” diye bağırdı Neville, elini kaldırarak. “Onların adını ağzına almaya hakkın yok. Katilleri için yaptığın onca yardımdan sonra!” Gözleri Dumbledore’u süzerken, bakışları nefret doluydu. “Benden ne istediysen yaptım,” dedi. “Annem ile babam öl-” Birden durarak hıçkırıklarına engel olmaya çalıştı; kontrolü kaybetmemek için yumruklarını sıkıyordu. “Onlar gittikten sonra, beni yönlendirmen için yalnızca sana geldim.” Başını iki yana salladı. “Ama sen bana ihanet ettin!” diye haykırdı. Bakışları, öğretmenler masasında kıpırdamadan duran Profesör’leri taradı. “Hepiniz bana ihanet ettiniz!” diye haykırdı. “Onun kim olduğunu, bana ne yaptığını hepiniz bildiğiniz halde bu duruma razı oldunuz.” Başını Gryffindor masasına çevirerek gözleriyle Damien’ı aradı. “Ya sen,” dedi, “sen de biliyor muydun?”

Damien ayağa kalktı.

“Neville, ben çok üzgünüm-”

“Biliyor muydun?” diye sordu Neville, süratle ona doğru ilerleyerek. “Ağabeyinle ilgili gerçeği biliyor muydun?”

Damien bir süre duraksadıktan sonra, başını onaylarcasına hafifçe salladı.

“Evet, biliyordum,” dedi.

Neville’in yüzünden katıksız bir öfke ifadesi geçti; bu haliyle her zamanki nazik, iyi huylu halinden bir hayli farklı görünüyordu.

“Nasıl yaparsın?” diye sordu. “Biz arkadaş değil miydik? Ben her zaman senin yanında değil miydim?”

“Neville, ben-”

“Kes sesini!” diye haykırarak onu itti Neville ve Damien geriye sendeledi.

James sandalyesinden fırlayıp salonun ortasına geldi. Ama Damien’ın önünde duran ve Neville ile burun buruna gelen Ron olmuştu.

“Onu rahat bırak,” dedi Ron. “Damien’ın tüm bu olanlarla hiçbir ilgisi yok.”

“Bana yaptıklarından sonra,” diye sordu Neville, parmağıyla Damien’ı göstererek, “onu koruyor musun?”

“Ne yapabilirdi ki?” diye sordu Ron, öfkeyle. “O onun ağabeyi! Damy’nin gerçekten onu ispiyonlamasını mı bekliyordun?

Neville duraksadı, ama bakışlarını Damien’dan bir an olsun ayırmıyordu.

“Onun arkadaşım olmasını bekliyordum,” dedi, usulca.

“Neville, ben-” diye başladı Damien.

Ama Neville arkasını dönüp kapılara doğru ilerledi.

“Neville, konuşmalıyız-” dedi Dumbledore.

“Ne var, biliyor musun?” dedi Neville, ona dönerek. “Neden gidip Seçilmiş Kişi’yi bulup onunla konuşmuyorsun?” diye bağırdı. “Sizinle işim bitti!” Damien ile Ron’a gözlerini dikip, “hepinizle!” diye ekledi.

Dönüp fırtına gibi uzaklaştı.

“Eve sağsalim gittiğinden emin olurum,” dedi Moody, Dumbledore’a ve Neville’in arkasından, kapıların ardında, kendisi de gözden kayboldu.

Neville’in gidişinin ardından, salona tuhaf ve ağır bir sessizlik çöktü. Slytherin masasında, Draco neler olduğunu anlamaya çalışıyordu. Dumbledore’un herkese duyurdukları, yalandan başka bir şey değildi. Harry ona neler olduğunu anlatmıştı. Ailesi onu istismar edip dövdüğü için hep ölüm korkusuyla yaşamıştı. Dört yaşındayken evden kaçmıştı. Kanıtı da, Harry’nin Düşünseli’nde yatıyordu.

Müdür kederli bir halde öğretmenler masasındaki yerine yürürken, Draco onu izledi. Dumbledore neden yalan söylemişti? Bu sefer, bakışları, James ile Lily Potter’ın acınası görüntülerini süzdü. Ağlamaktan kan çanağına dönmüş gözlerine bakarken gözleri kısıldı. Nasıl bu kadar üzgün görünebiliyorlardı? Onları Lord Voldemort’a götürecek kişiyi kaybetmenin hüznü müydü bu? Yoksa oğullarını kaybetmenin hüznü müydü?

Draco kafasından geçen bu sorulara cevaplar ararken, iştahını kaybetmişti. Sonunda, tabağını önünden itip ayağa kalktı. Kahvaltı resmen zehir olmuştu.

* * *

Bu sabah Riddle Malikânesi’nde yapılan kahvaltı, kutlama amaçlıydı. Dört aydan sonra, Karanlık Lord da Karanlık Pens de günün ilk yemeğine birlikte oturmuşlardı. Masanın üzeri tıklım tıklım yemeklerle doluydu. Harry tabağını tam iki kez doldurmuştu. Lord Voldemort ise elinde çayıyla oturuyor, kupasının üzerinden on altı yaşındaki çocuğu sinsi sinsi izliyordu.

“İyi uyudun mu?” diye sordu, sonunda.

“Bomba gibi,” diye cevapladı Harry. “Çok derin uyumuşum.”

“Hmm.” Voldemort kupasını masaya koydu. “Fazla mı yorgundun?”

Harry çatalını ağzına götürürken durdu ve başını kaldırıp ona baktı.

“Evet, Seherbaz’larla savaşıp Hogwarts’tan kaçmak için, biraz fazla efor sarf etmek gerekiyor.”

Voldemort gülümsedi ve kupasını eline yeniden aldı. Kabul etmeliydi ki, oğlunun alaycılığını özlemişti.

“Demek istediğim, yalnızca yorgun muydun yoksa bitkinliğinin başka bir sebebi var mıydı?”

Harry babasının ne demek istediğini anlamıştı.

Harry Potter

“Hayır,” dedi, “bana öyle bir şey yapmadılar.”

“Çok bilmiş ‘Aydınlığın Lideri’nden senin uyku yoksunluğunu kullanmasını zaten beklemiyordum, ama,” çayından bir yudum aldı, “yine de, düşman hafife alınmamalı.”

Harry sırıttı ve başını eğip yemeğine devam etti.

Voldemort çayını yudumladı ve birkaç dakika sonra, sandalyesinde sırtını yaslayıp oğlunu izlemeye koyuldu. Ne kadar bunu asla dile getirmeyecek olsa da, son dört ayı Harry’siz işkence gibi geçmişti. Her zaman tek tabanca olmalarını, kimseye güvenmemelerini ve kendilerinden başka kimseye gereksinim duymamalarını öğütleyen Voldemort’un kendisiydi. Ama Harry yokken, kendini yarım hissetmişti; hayatının büyük bir parçası eksik gibiydi. Kendine bunun basit bir alışkanlıktan ötürü olduğunu söyledi. Harry on beş yıldır onun hayatındaydı ve yokluğu fark edilir bir boşluk yaratmıştı. Masaya oturduğunda, hissettiklerinin, Harry’nin karşısına oturup zevkle yemek yediğini görme arzusundan değil, çocuğun masaya gelmesini bekleme alışkanlığından ileri geldiğini düşünerek kendini avuttu. Bu, kendisinin bile altından kalkamadığı bir konuydu.

“Konuşacak çok şeyimiz var,” dedi.

Harry başını kaldırıp ona baktı ve ağzındaki son lokmayı da yutarak başıyla onayladı.

“Aslında,” diye başladı, peçeteye uzanarak, “gerçek şu ki, söyleyecek pek bir şey yok.” Eline çayını alıp arkasına yaslandı. “Yoldaşlık karargâhına Anahtar’la götürüldüm, o yüzden yerini bilmiyorum.” Çayından bir yudum aldı. “Ama oranın Black malikânesi olduğunu biliyorum. Black’in ailesi nesillerdir orada yaşamış görünüyordu. Belki, Bella yardımcı olur.”

Voldemort başını iki yana salladı.

“Malikâne Fidelius Büyüsü altındaysa, Bella bilse bile, bize yerini söyleyemez.” Voldemort kendini hazırladı. “Dumbledore sana neler söyledi?”

Harry omuzlarını silkti.

“Sana sırt çevirmem için aklına gelebilecek her yolu denedi.”

Harry, kırmaktan korktuğu için, elindeki kupayı masaya koydu. Sinirlendiğinde yumruklarını sıkmak onun için bir alışkanlık haline gelmişti ve Albus Dumbledore’un bahsi bile sinirlerinin gerilmesine yeterdi.

“Sana yutturmaya çalıştığı yalanları bilmem gerek,” diyerek konuşmayı sürdürdü Voldemort.

Harry sırıttı.

“Her yolu denedi,” dedi. “Hatta Potter’lara benim evden kaçırıldığım yalanını bile söyletti.” Başını hor görürcesine iki yana salladı.

“Ama Potter gerçekte neler olduğunu biliyordu,” diyerek devam etti Voldemort. “Yalan söylendiğinde senin gerçekleri zaten bildiğini fark etmedi mi?”

“Neler olduğunu hatırlamadığımı zannediyordu,” diye cevapladı Harry. “Yalnızca dört yaşındaydım, bana yaptıkları onca şeyi unutacak kadar aptal olduğumu düşündü.”

Voldemort sırıtarak arkasına yaslandı.

“Asıl kendilerini aptal yerine koymuşlar, desene.”

Harry de gülümsedi, ama Voldemort bu gülümsemenin içten olmadığını görebiliyordu. Konu çocukluğuna geldiğinde, Harry’nin ne kadar üzüldüğünü çok iyi biliyordu; o yüzden, konuyu hemen değiştirdi.

“Koluna Bartra taktıklarını biliyorum,” dedi.

Harry başını kaldırıp ona baktı. Elini kaldırıp başını tuttuğunu görünce, Voldemort içinde git gide büyüyen öfkesini hemen kontrol altına aldı. Şu lanet şeyden bahsetmek bile tek başına öfkeden delirmesine yetiyordu. Ama kendini kontrol etmek zorundaydı. Harry şuan ona eşlik ediyordu ve vârisine baş ağrıları yaşatmak istemiyordu.

“O şeyi ne sıklıkta kullandılar?” diye sordu, öfkesini biraz dindirerek.

“Yalnızca bir kez,” diye cevapladı Harry.

“Gerçekten mi?” diye sordu Voldemort.

“O da, Hogmeade ziyareti yüzündendi,” dedi. “Hogwarts’tayken, o şeyi bana takma ihtiyacı hissetmediler.”

Voldemort başıyla onayladı.

“Eh, bu da bir şeydir,” diyerek sırtını dikleştirdi. “Yani, Hogwarts’ta bir şekilde rahatın yerindeydi, öyle mi?”

“Rahat ile kastın, sürekli Seherbaz’lar tarafından izlenip Yoldaşlık üyeleri tarafından rahatsız edilmekse, evet, rahatım gerçekten yerindeydi.”

Ortama gergin bir sessizlik çöktü.

“Hangileri?” diye sordu Voldemort, kırmızı gözleri öfkeyle parlarken. “Seninle Hogwarts’ta olan tüm o Seherbaz’lar ile Yoldaşlık üyelerinin isimlerini ver bana.”

“Neden?” diye sordu Harry, alnında git gide artan yanma hissini duymazdan gelmek için elinden geleni yaparak.

Voldemort sırıttı.

“Onlara bir ders vermek lazım.”

Harry başını yavaşça aşağı yukarı salladı.

“Paul Jackson’a verdiğin ders gibi mi?”

Voldemort öylece kalakaldı. Memnuniyetsizliğini ses tonundan yakalamıştı.

“Bu türden dersleri tasvip etmediğini biliyorum,” dedi, tutsaklara yapılan işkence ve ölümleri kastederek, “ancak, Paul Jackson’ın durumunda, Dumbledore’a bir mesaj göndermem gerektiğini hissettim.”

“Senin gerekli gördüğün şey yüzünden, ben az daha özgürlüğümden oluyordum,” diye karşılık verdi Harry. “Hogwarts kapılarının önüne Jackson’ı yolladığın için bütün baykuş postaları kapatıldı.” Harry başını iki yana salladı. “Bunu yapmamış olsaydın, Lucius Draco’ya Anahtar’ı doğrudan yollayabilirdi ve Ölüm Yiyen’lerin Hogwarts’a gelip ortalığı birbirine katmasına gerek kalmadan, gecenin bir yarısı sessiz sadasız eve gelmiş olabilirdim.”

“Ortalığın karışmasından sana ne?” diye sordu Voldemort. “Bu seni neden etkilesin ki?”

Harry ona bakakaldı.

“Öyle değil,” dedi. “Ben yalnızca kaçmanın daha basit olacağını söylemeye çalışıyordum.”

“O değil,” dedi Voldemort, başını hafifçe sallayarak, “Ölüm Yiyen’lerin Hogwarts’a saldırmasını istemiyordun, bunu gözlerinde görebiliyorum.”

“İyi,” dedi Harry, soluğunu vererek. “Ölüm Yiyen’leri Hogwarts’ta istemiyordum.”

“Neden?”

“Çünkü onlar Ölüm Yiyen,” diye cevapladı Harry. “Karşılarına çıkanın Yoldaşlık üyesi mi, Seherbaz mı, yoksa çocuk mu olduğunu umursamıyorlar.”

Voldemort gülümsedi.

“Bu kadar mı?” diye sordu. “Bir öğrenciyi vurmalarından mı korkuyordun?”

“Tekrar söylüyorum, onlar Ölüm Yiyen,” diye homurdandı Harry, “ve ben de korkmadım. Ben hiçbir şeyden korkmam.”

Voldemort kıkırdadı.

“Bana Gryffindor yanını göstermeyi bırak, Harry. Bu çok itici.”

“Baba, ben ciddiyim,” dedi Harry. “Jackson’a yaptığın yüzünden, bana olan şüpheler arttı. Moody neler döndüğünü hemen anladı. Babası Ölüm Yiyen olan bir Slyherin’le görüştüğümü ve babası aracılığıyla sana mesaj gönderdiğimi resmen anladı.”

Voldemort’un kırmızı gözleri yeniden parladı ve Harry’de sancılı bir ağrıya sebep oldu.

“Ah, evet, Alastor Moody.” İsmi ağzında yuvarlayarak söylemişti. “Sana Bartra’yı takan kişi. Ölüm Yiyen’lere karşı olağanüstü acımasızlığıyla bilinir.” Dikkatle Harry’ye baktı. “Seni tehdit etti mi?”

Masanın altında, Harry’nin elleri yumruk halini almıştı.

“Sen beni dinlemiyor musun?” diye sordu.

“Soruma cevap ver, Harry.”

“Hayır,” diye bağırdı Harry, “hiçbir şey yapmadı, tamam mı?”

“Zihinbend uygulayıp kendim görmemi mi istersin?”

“Bundan nefret ettiğimi biliyorsun,” dedi Harry, öfkeyle.

“Sen de benden sır saklarsan, istediğim her şeyi yapacağımı biliyorsun, ister beğen ister beğenme.”

Harry sessizliğe gömüldü.

“Pekâlâ, sana söyleyeceğim, ama peşinden gitmeyeceğine söz vereceksin.”

“Neden?” diye sordu Voldemort.

“Çünkü istemiyorum,” diye cevapladı Harry. “Fark etmediysen diye söylüyorum, baba, ben kendi işimi kendim halledebilecek kabiliyetin fazlasına sahibim. Benim savaşımı senin vermene ihtiyacım yok ve senden de böyle bir şey istemiyorum.”

Yara izi öyle bir yandı ki,  Harry acıdan dilini ısırmak zorunda kaldı. Ama yine de, inatla, masanın altında kenetli duran ellerini alnına götürmüyordu.

“Ne zamandan beri, bana neye karışacağımı söylüyorsun?” diye sordu Voldemort; daha da sinirlenerek.

“Niye kızıyorsun?” diye sordu Harry, güç bela, “senden tek isteğim, benim kavgamdan uzak durman.”

“Senin kavgan benim de kavgam. Sana asasını kaldıran biri, bunu bana yapmış demektir!”” diye gürledi. “Ve kendimi korumak için ise ne istersem onu yaparım.” Ayağa kalktı ve elindeki peçeteyi masaya fırlatıp kapıya doğru yürüdü.

“Baba!” diye bağırdı Harry, ayağa kalkmaya çalışarak. Yara izi alev alevdi; öyle ki, acı gözlerini kör ediyordu. “Baba! Baba, bekle!”

Burnuna keskin bir bakır kokusunun gelmesiyle, Harry hızla elini burnuna götürdü; burnunun tek bir yanından ıslaklık geliyordu.

“Siktir!” diyerek küfretti; parmaklarına bulaşan açık kırmızı kanı hayal meyal görürken; görüşü git gide daha da bulanıklaşmıştı.

Harry’nin küfrettiğini duyan Voldemort durdu ve vârisinin bugün sergilediği saygısızlığın öfkesiyle arkasına döndü. Harry onun önünde hiçbir zaman küfretmezdi, hem de hiç! Ancak, arkasına döndüğünde, Harry’nin iki büklüm olduğunu gördü; bir eliyle sandalyenin arkasına tutunuyor, diğer boşta olan elini ise önünde tutuyordu. Parmakları ise kanla kaplıydı.

“Harry?” diyerek hızla ona doğru koştu. “Harry!”

Harry’yi omuzlarından tutup sandalyeye oturtarak karşısında diz çöktü. Harry’nin kafasını geriye itti ve burnundan dudaklarına akan kana öylece bakakaldı.

“Harry? Bu nasıl-?”

Harry’nin elleri Voldemort’un cüppesini kavradı.

“B-baba!” dedi, kesik kesik, “l-lütfen, d-dur!”

Voldemort hemen öfkesini sınırlamaya ve hapsetmeye çalıştı. Kendini sakinleştirmek için kullandığı sözleri içinden tekrarladı, ama bugün bu pek işe yaramıyor gibi görünüyordu. Harry hâlâ acıdan inliyor, sandalyesinde iki büklüm olmuş, elleriyle alnına bastırıyordu. Aynı zamanda, burnu kanayarak dudaklarına akmaya devam ediyor, çenesini boyuyordu. Kan, pahalı halının üzerine de damlamaya başlamıştı.

Birkaç dakika sonra, Voldemort öfkesini tamamen kontrol altına almayı başardığında, Harry’nin boğulur gibi çıkan inlemelerinin yerini kesik kesik nefes alış verişler aldı. Voldemort ona en yakın peçeteyi alıp Harry’ye uzattı.

Harry bitkin bir halde doğrulup peçeteyi alarak burnundaki ve çenesindeki kanları temizledi; yüzünde şimdi koyu renk kan izleri kalmıştı.

“Neler oluyor?” diye sordu Voldemort.

Harry soluk soluğa kalmış bir halde cevap verdi.

“Burun kanamaları, “dedi, zar zor konuşmayı başararak, “yara… yara izim acıdığında, bazen oluyor.”

Voldemort Harry’ye bakakalmış bir halde oturdu.

“Bu kanamalar ne zaman başladı?”

“Duruşmaya çıkacağım gün,” diye cevapladı Harry, “Yoldaşlık karargâhına götürüldüğümde, yara izim çok fena acımıştı. Sonra, burnum kanamaya başladı. O zamandan beri de, birkaç defa daha kanadı.”

Voldemort o günü hatırlıyordu. Hayatında hiç olmadığı kadar kızgındı. Harry’yi Anahtar’la götürmesine saniyeler kala, Potter Harry’yi alıp götürmüştü.

“Buradan uzaktayken yara izin acıdı, öyle mi?” diye sordu Voldemort. Draco’nun gönderdiği mektupta yazılanları hatırladı; Hogwarts’ta Harry’nin baş ağrıları olduğundan bahsetmişti. Ancak, Voldemort Harry’yi geri getirmeye odaklanmış, başka hiçbir şeye pek kulak asmamıştı.

“Evet, acıdı, aslında bu çoğu kez oldu,” dedi Harry ve hafifçe sırıtarak, “Dumbledore bunun nedenini açıklamak için on numara bir yalan uydurdu,” diye ekledi.

Voldemort’un gözleri büyüdü.

“Dumbledore yara izini öğrendi mi?”

“Bunu sır olarak tutmak pek de kolay değil,” dedi Harry, kana bulanmış yüzünü göstererek.

Voldemort mutlu görünmüyordu, ama öfkesinin önünde duran kalkanı korumaya devam etti.

“Ne söyledi?”

Harry eliyle havayı döverek başını iki yana salladı.

“Hiçbir şey. Tamamen saçmalık-”

“Harry?”

Harry iç geçirdi ve sandalyesinde geriye yaslanıp babasına baktı.

“Yara izimin lanetli bir iz olduğunu söyledi, ama lanetli yara izleri genellikle burun kanamalarına yol açmaz, dedi.”

Voldemort başıyla onayladı. Dumbledore her zaman ne söyleneceğini bilirdi. Ve o bundan nefret ediyordu.

“O…” Harry durdu ve bir süre Voldemort’a baktıktan sonra gülümsedi. “Çok saçma.”

“Bilmek istiyorum, Harry.”

“Dedi ki… Seçilmiş Kişi benmişim, Longbottom değil.”

Voldemort tek kaşını kaldırıp pis pis sırıttı. Ama içinden yaşlı ahmak adama lanetler yağdırıyordu.

“Öyle mi dedi?”

“Sana saçma olduğunu söylemiştim,” dedi Harry. “Benim Kehanet’te sözü edilen kişi olduğumu, yara izimin ise aslında senin bana verdiğin bir ‘işaret’ olduğunu söyledi, çünkü birimiz yaşarken öteki varlığını sürdüremezmiş. Yara izimin acıması da burun kanamaları da buna işaretmiş; yani, ben… ölüyormuşum gibi saçmalıklar işte.”

Voldemort bir şey söylemedi, ama Harry’nin sözleriyle içinin donduğunu hissetmişti.

“O yalnızca beni sana karşı doldurmak için korkutmaya çalıştı,” diye devam etti Harry. “Denediği hiçbir şey tutmayınca da bu saçmalığı uydurdu.” Başını iki yana sallayarak boynundaki kolyeyi tuttu. “Dün gece Bella’yla konuştum ve bana Hortkuluk’tan bahsetti. Burun kanamalarının sebebi bu olabilir diye düşünüyorum,” dedi. “İçinde ruhundan bir parça olduğu için, sen yanımdaymışsın gibi bir etki yaratmış olabilir. Şimdi, kolyeyi hep boynumda taşıdığımı düşünecek olursak, burun kanamalarına yol açacak kadar şiddetli ağrılar yaşamamın nedeni bu olabilir.”

Voldemort’un kırmızı gözleri yılan biçimli kolyeyi taradı. Sonra, Harry’nin gözlerine bakıp sırıttı.

“Evet, Hortkuluk yüzünden olabilir,” dedi ve elini uzattı. “Çıkar onu.”

Harry aniden kolyeyi daha da sıkı kavradı.

“Ne?”

“Hortkuluk. Rahatsızlık yaratıyorsa çıkarmalısın.”

Harry başını iki yana salladı.

“Hayır, çıkarmıyorum,” diyerek karşı çıktı. “Onu bana sen verdin ve bende kalacak.” Gözlerini, karşısındaki kırmızı gözlere dikti. “Senin yalnızca daha sakin ve rahat kalmayı öğrenmen gerek.”

Voldemort’un dudakları zoraki bir gülümsemeyle kıvrıldı.

“Sakin ve rahat mı?” diye sordu. “Bir Karanlık Lord’a pek de yakışmayacak bir görüntü.”

Harry sırıttı.

“Artık imajını değiştirme vakti geldi,” diye takıldı.

Voldemort başını sallayarak Harry’ye gülümsedi. Bakışları kolyeyle buluşunca gülümsemesi yüzünde dondu. Harry’nin ondan uzaktayken yara izinin acıma sebebinin Hortkuluk’la bir ilgisi olmadığını biliyordu. Burun kanamalarını düşününce, kalbi tekler gibi oldu. Ne kadar kabul etmek istemese de, Kehanet Harry üzerinde büyük bir rol oynayabilirdi. Eğer gerçekten sebebi buysa, bunu durdurmanın bir yolunu bulacaktı. Şimdi, yalnızca nereden başlayacağını bulması gerekiyordu.

Bakışlarını kolyeden ayırıp Harry’nin kurumuş kanla kaplı yüzüne çevirdi. Bir an önce harekete geçmesi gerekiyordu.

* * *

Karanlık Prens – İçimdeki Karanlık #40: Ağır Bedeller [Kısım 2] okumak için tıklayın!

Çeviren: Tuba Toraman