Karanlık Prens – İçimdeki Karanlık #35: Acı ve Tatlı [Kısım 1]

Karanlık Prens - İçimdeki Karanlık #35: Acı ve Tatlı [Kısım 1]

GİRİŞ İÇİN TIKLAYIN.

33. BÖLÜM

34. BÖLÜM [Kısım 1]

34. BÖLÜM [Kısım 2]

Lord Voldemort’un o karanlık gece, Harry Potter‘ı kaçırıp öldüremeyince kendi oğlu gibi büyütmeye karar verdiği alternatif bir hayran hikâyesine ne dersiniz?
Karanlık Prens” serisini, Safina Mazhar‘ın kaleminden ve yazarın gözden geçirdiği yeni versiyon üzerinden taze bir çeviriyle sizlerle buluşturuyoruz. Karşınızda İçimdeki Karanlık cildinin otuz beşinci bölümü!

bölüm 35

Acı ve Tatlı

[Kısım 1]


Harry aptalın tekiydi. En azından, kendine öyle olduğunu söyleyip duruyordu. Kendini sürekli bir şeylerden ders alırken buluyor ve aldığı bu derslerden biri de, her zaman, yaptıklarının bedellerini düşünmek oluyordu. Ama nedense tek bir konuda daima başarısızlığa uğruyordu. Hogsmeade’de altı Gündüz Gezen’le savaşmaya gitmesinin bedellerini düşündükçe, bunun sonuçlarıyla yüzleşmeye hiç de hazır olmadığını fark ediyordu. Bunun ne yaralanmasıyla, ne Poppy ile arasının bozulmasıyla, ne de dibinden ayrılmayan Damien’ın sinirlerini yıpratmasıyla bir ilgisi vardı. En ağır bedeli, okulun geri kalanının tepkileriyle ödüyordu.

Hiç tanımadığı öğrenciler, koridorlarda ya da Büyük Salon’da karşısına çıkıp kardeşini kurtarmak için kahramanca savaştığı için onu kutladıklarında, Harry şoka uğramıştı. Her seferinde o kadar afallıyordu ki, böyle hissediyor olmaktan nefret ediyordu. Hem de çok.

“Altı Gündüz Gezen’le nasıl olup da savaştığımı merak etmiyorlar mı acaba?” diye sordu Harry, ona gülümseyip kıkırdayan büyük bir kız grubunun yanından geçerken.

“Hayır,” diye cevapladı Damien, “neredeyse bir hafta boyunca derslere katılmadın. Çoğu zaten pek de iyi savaşamadığını düşünüyor.”

Harry karşısında sırıtan çocuğa pis pis baktı.

“Gerizekalılar!” diye homurdandı Harry.

“Çoğu, bizi Seherbaz’ları barakaya çağırarak kurtardığını zannediyor,” diye devam etti Damien.

“Vay be,” dedi Harry, burnundan soluyarak, “İnanılmaz!”

Damien omuz silkti.

“Herkesin konuştuğu hikâye bu.”

Birlikte öğle yemeği için Büyük Salon’a girip masanın sonuna, Ron ile Ginny’nin çoktan yerleştiği yere doğru yürüdüler. İkinci sınıflardan sıska bir çocuk aniden yerinden kalktı ve oturduğu yere çıkarak Harry’ye bakıp elini havaya kaldırdı.

“Yürü be, adamım!” diye bağırdı.

Harry durup dik dik çocuğa baktı; bakışları sırıtan çocuğun yüzünü süzerken, çocuğun eli havada, ona bir beşlik çakmasını bekliyordu. Harry titredi.

“Otur yerine,” dedi, sert bir dille.

“Peki, tamam!” Çocuk lap diye yerine oturdu.

Harry dönerek pis pis sırıtan Damien’a uyarıcı bir bakış attı ve aceleyle yerine doğru ilerledi. Ginny’nin hemen yanına oturdu.

“Herkesin nesi var böyle?” diye sordu.

“Ee, onlara biraz zaman ver,” dedi Damien, karşısına otururken. “İyi bir dedikoduyu herkes sever ve bu haftanın konusu da sensin!”

“Buna bir son vermek için kimi öldürmem gerek?” diye sordu Harry.

Ron ile Ginny, ağızlarına doldurdukları kaşık dolusu yemeği aynı anda püskürttüler ve haddinden biraz fazla ürkerek başlarını kaldırıp Harry’ye baktılar.

“Oh, sakin!” diye çıkıştı Harry. “Tam olarak onu kastetmedim!” dedikten sonra, kendi kendine “henüz” diye ekledi.

Damien kendine bir tabak alırken kıkırdıyordu.

“Minnettar olmalısın,” dedi. “Başlangıçta çoğu zaman dik dik bakıp parmaklarıyla gösterirler ve bu da iyi bir şey olmadığını gösterir. En azından, senin hakkında iyi şeyler söylüyorlar.”

“Ben iyi falan değilim,” dedi Harry. “Hatta iyi yorumlardan da nefret ederim.”

“Zaten her şeyden nefret ediyorsun,” dedi Damien.

Harry onu duymazdan gelerek masaya baktı ve öğle yemeklerini görünce burnunu kırıştırdı. Elini kaldırıp karıncalanan yara izini kaşıdı. Son birkaç gündür yara izi ara sıra sancıyıp canını yakıyordu. Bunun babasının ruh haliyle bir ilgisi olup olmadığını düşündü, ama zaten bunu öğrenmesinin bir yolu yoktu. Hâlâ ne yiyeceği üzerine kafa patlatırken, bir anda salona doluşan baykuşların sesiyle dikkati dağıldı. Harry kaşlarını çatarak başını kaldırıp yukarı baktı.

“Baykuş postası mı? Yalnızca kahvaltı zamanında gelmiyor muydu bunlar?” diye sordu.

Ancak, öğrencilerin geri kalanı heyecanlanmış bir halde bakıyor, tepelerinde oradan oraya uçan kuşları izliyorlardı.

“Oh, sonunda, geldiler!” diye aniden bağırdı, Harry’nin iki sıra yanında oturan bir kız.

“Oh, lütfen en azından bir tane gelmiş olsun, lütfen en azından bir tane olsun!” diye yalvarıyordu bir diğeri.

Baykuşlar masalara doğru alçalırken, Harry de onları izledi. Aralarından kahverengi bir baykuş dosdoğru ona doğru uçup önüne kondu. Harry öylece ona bakarken içinden bu işte bir yanlışlık olduğunu geçiriyordu. Ona kim yazardı ki? İkinci bir kahverengi baykuş da önüne konup balkabağı suyunun içine dalarak gürültülü bir şakırtı kopardı. Harry şimdi önünde duran iki baykuşa bakakalmış bir halde duruyordu. Damien’ın önünde de benzer bir kuşun olduğunu gördü. Damien baykuşun bacağına sarılmış küçük parşömen tomarını çözüp hızla açtığında, Harry onu izliyordu; Damien’ın gözleri hayretle açılmıştı. İki baykuş daha, hızla gelerek bu sefer Ron ile Ginny’nin önlerine kondular. Harry onların da hevesle parşömen tomarlarını alışını seyretti.

Harry de uzanıp küçük parşömen tomarını baykuşun bacağından çözüp çıkardı. Sahiden de üzerinde küçük düzgün bir el yazısıyla ismi yazıyordu. Üstelik Hogwarts amblemi ile mühürlenmişti. Harry’nin kafası karıştı. Mektup Hogwarts’tan Hogwarts’a mı geliyordu? Bu da neyin nesiydi? Harry daha mektubu açamadan, dört baykuş daha inerek gürültüyle önüne kondular.

Harry başını kaldırıp gözleriyle salonu taradığında, kimsenin önünde kendi mektubunu vermek için birbiriyle didişen küçük bir baykuş ordusu olmadığını fark etti. Çoğunun önünde bir tane baykuş vardı, bazılarının iki, çok azının ise üç taneydi. Onun önündeki baykuş sayısı ise yarım düzineye ulaşmıştı ve baykuşların hepsi birden tüylerini kabartıp öterek ona parşömen tomarlarını vermek için birbirleriyle yarışıyorlardı. Gryffindor’lardan yükselen şamata yüzünden tüm dikkatler onlara doğru çekilmişti. Damien ona bakarken sırıtıyor, Ron bile gülmemek için ciddi bir mücadele veriyordu. Harry, Ginny’nin ise ona ve önündeki baykuşlara bakmamak için ciddi bir çaba sarf ettiğini fark etti. Altı baykuş daha Harry’nin önüne konarak mektupları vermek için didişen diğerlerine katıldılar. On iki baykuş aynı anda masanın etrafında uçuşuyor, kupaları ve tabakları deviriyordu. Bir sürahi dolusu balkabağı suyu devrilip Harry’nin kucağına döküldüğünde, Harry ciyaklayarak yerinden fırladı.

“Lanet olsun!”

Asasının bir hareketiyle, cüppesine dökülenleri temizledi. Başını kaldırıp baktığında ise, Damien’ın gülmekten kırıldığını fark etti. Ron da, onun gibi, gülmekten kendini kaybetmişti.

“Ne?” diye patladı Harry.

“Ah canım Harry, ne kadar da popülersin,” diyerek kıkırdadı Damien ve Ron ile birlikte yeniden gülme krizine girdiler.

“Tüm bunlar da neyin nesi?”

“Bunlar, davet mektupları,” dedi Damien, gülme krizi yüzünden hıçkırarak.

“Davet mi? Ne daveti?”

“Noel Balosu için davet, başka ne olacak?” diye cevapladı Damien.

Harry afallamıştı. Noel balosu mu? Davet mi? Şuan tek düşünebildiği, şu lanet kuşların yarattığı gürültü yüzünden tüm salonun ona bön bön baktığı gerçeğiydi. Baykuşlara uzanarak hızla parşömen tomarlarını çıkarmaya koyuldu, en azından bir an önce buradan uçup onu bu utanç verici kâbustan çıkarmaları hayrına olacaktı. Ona durmadan öten son baykuşun taşıdığı tomarı da aldıktan sonra, yerine çöktü ve önünde duran on iki tomara gözünü dikmiş bir halde bakakaldı.

“Baykuşlar,” diyerek burnundan soludu, “neden tüm bunlar lanet baykuşlarla gelmek zorunda ki?”

“Açık konuşmak gerekirse, bu kadar çok davet almak da pek görülmüş şey değil!” diyerek onu avuttu Ron.

“Anlamıyorum,” dedi Harry, “neden böyle davet ediyorlar? Neden doğrudan birine gidip yüz yüze sormuyorlar?”

Damien ile Ron birbirlerine tek bir bakış attıktan sonra, yüzlerini Harry’ye döndükler ve aynı anda başlarını sağa sola salladılar.

“Güven bana, bunu yapmak istemezsin,” dedi Ron.

“Neden?” diye sordu Harry, “bu saçmalıktan daha iyidir.”

“Bak, balo işleri burada böyle yürür,” diye açıkladı Damien. “Senin doğrudan birine gidip teklif edecek cesaretin varsa, ne âlâ. Ama çoğunluk için, böyle kâğıt üzerinde davet göndermek çok ama çok daha akıllıca. Tabii, karmaşayı saymazsak.”

“Ben bu söylediğine pek katılamayacağım,” dedi Harry, suratı beş karış bir halde; kırılmış tabak ve kupa parçalarının, etrafa saçılmış yemek artıklarının ve her yerinde baykuş tüylerinin bulunduğu masaya bakıyordu.

Damien burnunu kırıştırdı.

“Ee, evet, dediğimiz gibi,” gözleri ağabeyine bakarken parlıyordu, “böylesi pek yaygın değil.”

Harry etrafına baktığında, çoğu öğrencinin hâlâ gözünü dikmiş ona baktığını fark etti. Aralarından bazıları, yüzlerinde gülümsemelerle onun kıpkırmızı olmuş suratına bakarken kıkırdıyorlardı.

Harry gitmek için ayağa kalktı; iştahı miştahı kalmamıştı, ayrıca masa da savaş alanı gibiydi. Ayağa kalkar kalkmaz, daha çok baykuşun geldiğini belirten kanat seslerini duydu ve dönüp baktığında sekiz kahverengi baykuşun daha önüne konduğunu gördü.

Yok artık!” diye tısladı.

Damien ile Ron sessiz kahkahalarla iki büklüm olmuş bir halde, uzanıp parşömen tomarlarını almaya koyuldular ki, Harry zavallı baykuşları öldürmesin. Zavallıların bir suçu yoktu, sonuçta. Damien Hogwarts’ta çok sayıda kızın Harry’den hoşlandığını zaten biliyordu. Kızların, aralarında, ağabeyinin bakışları, vurdumduymaz tavırları ve sert görüntüsünün altında tatlı ve hassas bir kalbin yattığını konuştuklarına çoğu zaman şahit olmuştu. Soğuk tavırları yüzünden kimse onu direkt baloya davet edemiyordu; ama aynı zamanda, ne hikmetse, kızlar bu soğuk tavırların utangaçlıktan ve gizemlilikten ötürü olduğunu varsayıyor ve büyük aptallık ediyorlardı. Harry’nin balo için birkaç davet alacağını öngörmüştü, ama şimdi gelen davetlerin sayısına bakılırsa, muhtemelen okulda bir rekor kırmış olmalıydı. Harry’ye bunu asla unutturmayacağına kendi kendine söz verdi.

Son baykuş da ayrılır ayrılmaz, Harry çantasını kapıp omzuna attığı gibi gitmek için döndü. O gitmeye yeltenirken, Damien da yirmi davet tomarını birden toplamaya koyuldu.

“Ne yapıyorsun?” diye böğürdü ona, Harry. “Kurtul şunlardan!”

“Hayatta olmaz!” diyerek güldü Damien. “Hayranlarının kim olduğunu bilmek istemiyorsan, o senin bileceğin iş. Ama ben sana davet yollayan tüm bu çılgın kızların kimler olduğunu öğrenmek istiyorum.”

Harry Damien’a ters ters bakmakla yetindi ve o tüm parşömen tomarlarını çantasına tıkarken bir şey söylemedi.

“Bu aptal balo ne zaman, bu arada?” diye sordu Harry, kapılara doğru yürürlerken.

“20 Aralık’ta,” diye cevapladı Damien, çantasının fermuarını kapatırken. “Noel tatilinden bir gün önce.”

Harry hiçbir şey söylemedi, ama kendini içten içe dua ederken buldu. Üç hafta sonra Hogwarts’tan gitmiş olmayı diliyordu.

* * *

Öğle yemeğinden sonraki ilk dersi Bitkibilim idi. Kıkırdayan, gülümseyen, ona hayran hayran bakışlar atan kızlar önünden geçip giderken, Harry bir süre geride durup beklemeyi tercih etti; ardından ise, yavaş yavaş ön kapılara doğru ilerledi. Yalnız yürümeyi yeğliyordu. James Potter, onunla yaptığı son konuşmadan beri, onunla arasına hep belli bir mesafe koyarak yürüyordu.

Harry ellerini ceplerine sokmuş yürürken, bu yerden nasıl kaçacağına ve yapamazsa başına neler geleceğine dair düşüncelere dalmıştı. Ön kapılara konuşlanmış bekleyen adamı gördüğünde, düşüncelerinden anında sıyrıldı. Gördüğü adam, Alastor ‘Deli-Göz’ Moody’den başkası değildi.

Harry ona doğru yaklaştıkça, Seherbaz’ın yaralı yüzünde bir sırıtış belirdi; birbirine uymayan gözlerini çocuktan ayırmıyordu.

“İyi günler, Mr Potter,” dedi Moody, sırıtarak. Harry, elleri hâlâ ceplerinde, onu görmezden gelmek için büyük bir çaba sarf ederek, yanından yürüyüp geçti. Ancak, Moody’nin görmezden gelinmeyi istemediği apaçıktı. Dönerek Harry’yi arkadan takip etmeye koyuldu. “Nasıl gidiyor? Baş ağrıların ne durumda?”

“Defol git başımdan,” diye cevapladı Harry.

“Yapma böyle,” diyerek konuşmaya devam etti Moody, arkasından topallayarak ilerlerken. “Bize bir şey söylemezsen, babanın çevirdiği planları nasıl durduracağız?”

“Babam burnunuzun dibinde bile olsa, onu durdurmak için en ufak bir şansınız dahi yok,” diye cevap verdi Harry, sertçe.

“Öyle mi?” Moody’nin dudakları kıvrıldı. “O zaman ne diye saklanıyor? Madem o kadar iyi, neden gelip bizimle yüzleşmiyor?”

Harry durdu ve bir süre bekledikten sonra, dönüp Seherbaz’ın birbirine uymayan gözlerine baktı.

“Senin gibilerle uğraşacağını mı zannediyorsun, gerçekten?” diye sordu Harry. “Siz ve kıymetli Yoldaşlığınız, sinir bozucu böceklerden başka bir şey değilsiniz; babam istese sizi elinin bir hareketiyle ezebilir.” Gözleri kısık bakıyor, dudaklarında ise alaycı bir gülüş beliriyordu. “Ayrıca, lideriniz Dumbledore bile sizi ondan aşağı görüyor. Tüm yaptığı, sizi bekçi köpekleri gibi kapılarda bekletmek.”

Moody’nin yüzü öfkeyle doldu. Elini cebine götürüp asasını çıkartarak Harry’ye doğrulttu. Ancak, Harry’nin artık canına tak etmişti. Gözlerini tehlikeli bir şekilde kısmış, ona bakıyordu. Bileğini hafifçe bükmesiyle avucunda bir ateş topu belirdi. Moody duraksadı; iki gözü de asasız ve sessiz büyüyle oluşturulan ateş topundaydı.

“Hadi, devam et,” diye tısladı Harry, “bana tek bir sebep ver!”

Moody istemeyerek de olsa asasını indirdi. Harry de ateş topunu yok etti, ama ikisi de hâlâ dik dik birbirlerine bakıyorlardı. Sonunda James onlara yetişti; şüpheli bakışları birinden diğerine gidip geliyordu.

“Neler oluyor?” diye sordu; dik dik Moody’ye bakarken, ses tonu oldukça sert çıkmıştı.

Seherbaz hiçbir şey söylemedi. Dönüp topallayarak oradan uzaklaştı ve Harry de kendi yoluna gitmek için dönerek Bitkibilim dersi için seranın yolunu tuttu.

* * *

Akşam yemeği saatiydi; ancak, Albus Dumbledore başı önde, düşüncelere dalmış bir halde odasındaki masasında oturuyordu. Masasının üzerinde açık duran mektubu şimdiye kadar on kez okumuştu. Endişeli görünen mavi gözleriyle mektubu yeniden taradı; onu fena halde şaşırtan kısmı tekrar okudu ve uzaklara daldı.

Kapı vuruldu ve içeri James Potter girdi. Seherbaz, parlak bakışları ve yüzünde geniş bir gülümsemeyle, ona doğru yürüdü.

“Sonunda geldi!” dedi James, cüppesinin iç cebine uzanıp oradan bir zarf çıkartırken.

Masaya doğru ilerleyerek zarfı Dumbledore’un önüne bıraktı. Müdür kaşlarını çatarak zarfı eline aldı.

“Bu nedir?” diye sordu.

“Ruh Emici’lerin Hogwarts’ın çevresinden acilen ve tamamen kaldırılması için yazılı bir talimat,” dedi James, yüzünde kocaman bir sırıtışla. “Direkt Bakan’ın kendisinden geldi,” diye de ekledi.

Dumbledore şaşırmış görünüyordu.

“Cornelius buna nasıl ikna oldu?” diye sordu, zarfın içinden katlanmış parşömeni çıkarırken.

“Kolay olmadı,” diyerek iç geçirdi James, “ama benim vazgeçen biri olduğum ne zaman görülmüş ki?” dedi, arsızca sırıtarak. Bu ifade, Dumbledore’a, onun öğrenci olduğu yıllarda nasıl muzip ve baş belası biri olduğunu hatırlattı. “Geçen hafta onu görmeye gittim. Harry’yi gözetimimiz altında okuldan dışarıya çıkartırken, Ruh Emici’lerin ona saldırdığından bahsettim. Ama Fudge geri adım atmaya niyetli değildi. Ruh Emici’lerin gitmesi gerektiğini söylediğimde beni dinlemedi bile.” James daha da dikleşti; gözleri gururla parlıyordu. “O yüzden ister istemez, onun arkasından gittim ve okulda esrarengiz bir şekilde bir imza kampanyasının başlatıldığını, çoğunluğun buna imza attığını ve birilerinin Gelecek Postası’na Ruh Emici’lerin varlığı bilgisini sızdırdığına dair güçlü kanıtların olduğunu söyleyince, Fudge çaresiz kaldı. Harry ile ilgili gerçekleri saklamaktan vazgeçmediği sürece, Ruh Emici’lerin gerekliliğini halka nasılsa açıklayamayacaktı. O yüzden pes ederek buradan gitmeleri için gerekli evrakları imzaladı.”

Dumbledore’un yorgun görünen yüzünde küçük bir gülümseme belirdi.

“Tebrikler, James. Hakkını vermeliyim. İstediğini nasıl yaptıracağını iyi biliyorsun.”

“Doğuştan gelen bir yetenek,” diyerek başıyla onayladı James.

Dumbledore, Bakan’ın mektubunu masaya koydu.

“Ruh Emici’lerin buradan derhâl gönderilmesi için harekete geçeceğim,” dedi, hafif bir baş sallamayla. “O yaratıkların gitmesi hepimizin hayrına olacak. Okulumun etrafında olmalarına daha fazla katlanamıyordum.”

“Seni anlıyorum,” dedi James. Geçen hafta olanlardan beri gözüne uyku girmemişti; her defasında o kukuletalı şekillerin Harry’ye doğru uçtuğuna dair korkunç kâbuslar görüyordu. Oğlunun gözlerinde gördüğü korku, aklından bir an olsun çıkmıyordu. Aklındakileri kovmak için başını iki yana salladı.

“Harry, Ruh Emici’lerin gittiğini öğrenince rahat bir nefes alacak,” dedi Dumbledore, ama konuşurken ses tonu soru sorar gibi çıkmıştı. James hafifçe yüzünü buruşturdu.

“Bilmemesi gerek.”

Dumbledore başıyla onayladı.

“Cornelius’un böyle olmasını istediğini tahmin etmiştim.”

“Umurumda olan tek şey, Ruh Emici’lerin artık oğlumun etrafında olmayacağı gerçeği,” dedi James. “Bunun yanında, Harry’nin onların hâlâ burada olduğunu bilmeye devam etmesi, benim için sıkıntı değil.” Ancak, ifadesi tam tersini söylüyor gibiydi.

“Belki de, Harry’nin Ruh Emici’lerin hâlâ burada olduğunu bilmesi, o kadar da kötü bir fikir değildir,” dedi Dumbledore. “Kaçmak istemesi durumunda, bu onu vazgeçirecektir.”

James bir şey söylemedi, ama ifadesi bu durumdan memnun olmadığını açıklıyordu. Dumbledore içinin James’e karşı şefkatle dolduğunu hissetti. Ona birazdan vereceği haber, onu çok daha kötü hissettirecekti.

“Bugün ben de bir mektup aldım,” dedi Dumbledore, masasında açık bir halde duran mektubu işaret ederek. “Hatırlarsan, doğum izleri ve türevleri ile ilgili geniş çapta bilgi birikimine sahip bir arkadaşım olduğunu ve ona yazdığımı söylemiştim.”

James’in ifadesi anında değişti. Dumbledore’un sözlerini başıyla onayladı.

“Ona Harry’nin yara izini soracaktın.”

Dumbledore başını salladı, ama ifadesi hiç olmadığı kadar ciddiydi.

“Önce otur, istersen.”

James olduğu yerde kalakaldı.

“Ne oldu?” diye sordu, korku içinde. “Ne söyledi?”

Dumbledore, kelimelerini özenle seçerken, James’e bakıyordu.

“Ne yazık ki, korktuğum gibi oldu,” dedi, derin bir iç çekişle. “Harry’nin lanetli bir yara izi taşıdığını bana ilk söylemeye geldiğinde, bunun ne anlama geldiğine dair ufak da olsa bir tahminim vardı. Ama seni de Lily’yi de endişelendirmek istemedim.” Dumbledore sustu; bakışları bir süre mektupta dolaştıktan sonra, tekrar James’in solgun yüzüne döndü. “Yazdığım kişi, kendisine tam anlamıyla güvendiğim çok sevgili arkadaşım Aramous’tu. Size bir şey söylemeden önce, tamamen emin olmak istedim…”

“Dumbledore,” diyerek araya girdi James, “lütfen, hemen… hemen söyle. Yara izinin anlamı ne?”

Dumbledore, kaygılı görünen ela gözlere baktı.

“Kehanetin Harry ile Voldemort’u kastettiği kesinleşti.”

James böyle bir cevap beklemiyordu. Kafası karışmış görünüyordu.

“Kehanet mi?” Başını iki yana sallayarak, “iyi de, bunu zaten biliyorduk.”

Dumbledore başıyla onayladı.

“Evet, biliyorduk,” dedi, “ama kehanetin, diğer herkes gibi, benim de anlam veremediğim bazı tarafları vardı; ancak, şimdi lanetli yara izi ile tüm parçalar yerine oturdu.”

James’in sabrı taşıyor gibi görünüyordu.

“Neden bahsediyorsun?” diye sordu, öfkeyle, “söylediğin hiçbir şeyi anlamıyorum.”

Dumbledore derin bir nefes aldı.

Karanlık Lord’u alt edecek güce sahip olan geliyor… Ona üç kez karşı çıkmış olanlardan doğacak, yedinci ay ölürken doğacak… Ve Karanlık Lord bu erkek çocuğu kendi dengi olarak işaretleyecek, ama o, Karanlık Lord’un bilmediği bir güce sahip olacak… Ve ikisinden biri diğerinin elinde ölecek, çünkü diğeri varlığını sürdürürken ikisi de yaşayamaz.” Dumbledore, gözlerini James’ten ayırmadı. “Harry’nin alnındaki yara izi, Voldemort’un ona verdiği, onu kendi dengi olarak işaretlediği iz.”

“Ama… bana onun lanetli bir yara izi olduğunu söylemiştin,” diyerek karşı çıktı James.

“Öyle zaten,” dedi Dumbledore. “Ama sıradan bir lanetli yara izi değil. O, Voldemort’un Harry’ye bizzat verdiği karanlık bir işaret. Harry’nin buraya ilk geldiği zamanı hatırlıyor musun? Onu Gryffindor’a yerleştirdiğim için tepkisi ağır olmuştu.” James başıyla onayladı. “Harry, o gün, farkında olmadan ağzından bir şey kaçırdı, kendisinin bile farkında olmadığı bir şeyi. Kendisinin Slytherin’e ait olduğunu söyledi, çünkü o Slytherin’in vârisiydi. Bunu oldukça tuhaf bulsam da, o zaman aklım başka şeylerle meşguldü ve sonra bir daha bunun üzerine düşünmedim,” dedi, özür dilercesine bakarak. “Voldemort, Harry’ye o izi vererek, onu Slytherin’in son varisi yaptı, yani kendi dengi olarak işaretledi; tam da bu yüzden, Harry onun önünde eğilmek yerine, yanı başında duruyor. Çünkü Voldemort onu kendi dengi olarak işaretlemeyi seçti.”

James’in başı dönüyordu. Kehanetin yapıldığı günden ve oğlu doğduğundan beri, oğlunun kehanette bahsedilen kişi olduğunu biliyordu. Ama şimdi bunun doğru olduğuna dair kanıtlar görmek, oğlunun en kötü düşmanıyla arasında bu kadar çok bağın olduğunu duymak onu düpedüz hasta ediyordu.

“Görmüyor musun, James?” diye sordu Dumbledore. “Harry’nin sahip olduğu olağanüstü sihrin sebebi, bu. İki büyük soyun, hem Gryffindor’un hem de Slytherin’in vârisi olduğu için. Daha on altı yaşında olmasına rağmen, çoğu yetişkine üstün gelecek bir güce ve yeteneğe sahip. Reşit olduğunda ise efsanevi bir güce sahip olacak.”

James, hâlâ, oğlunun Slytherin’in yaşayan son vârisi olduğu gerçeğinde takılıp kalmıştı. Hem Gryffindor, hem Slytherin ile bağlantısı olduğu durumunu pek kavrayamıyordu. Her iki soy da birbirinden alabildiğine farklıydı.

“Yani, yani bu yara izi ya da işaret ya da adı her neyse,” dedi James, elini tedirginlikle sallayarak, “bu sadece Slytherin’in varisi olduğunun bir işaretiyse, neden canını yakıyor?”

Dumbledore’un ifadesi daha da ciddileşti. Beti benzi atmış bir halde, gözlerini James’ten kaçırdı. Bunu gören James yüreğinin korkuyla teklediğini hissetti.

“Aramous’tan yardım istememin sebebi de buydu. Onun uzman görüşünü almak istedim. Dürüst olmam gerekirse, bana yanıldığımı, şüphelerimin asılsız olduğunu söylemesini bekliyordum.” Gözlerini kapatıp başını iki yana salladı. “Ama ne yazık ki, şüphelerimi doğruladı.”

“Neyin şüphesi?” diye sordu James.

“Harry’nin acı çektiği zamanlar, Voldemort’un özellikle mutlu ya da kızgın olduğu zamanlar. En azından, Harry Poppy’ye öyle söylemişti. Harry, ayrıca, Voldemort’un fiziksel olarak yakınında olduğu zamanlarda acısının daha da güçlendiğini söylemişti.” Bir süreliğine durarak devam etmek için cesaretini topladı. “Lanetli yara izleri de sancılıdır, ancak bu denli değil; bu kadar uzun süreli acımaz ve laneti yapan kişinin yakınlığı ya da uzaklığı da acıya hiçbir etki sağlamaz. İşte, Aramous bu fikrimi doğruladı.”

“Peki,” diye başladı James, “o zaman Harry’ye neden böyle oluyor?”

“Kehanet, Harry ile Voldemort’un aynı zamanda var olamayacağını söylüyor,” diye cevapladı Dumbledore, alçak bir sesle. “Diğeri varlığını sürdürürken ikisi de yaşayamaz. Harry git gide zayıflıyor. Henüz reşit bile olmadığı için, Voldemort’un varlığı onunkine kıyasla daha baskın geliyor; bu da, Harry’nin acı çekmesine sebep oluyor. Birlikte var olmamaları gerektiği için, birinin varlığı, diğerinin varlığını yavaş yavaş öldürüyor.”

James’in gözleri kocaman açılmıştı; ağzından kısık tonda bir itiraz nidası yükseldi ve başını iki yana salladı.

“Bu da ne demek oluyor?” dedi.

“Demek oluyor ki, Harry Kehanet’in söylediklerini yerine getirmezse, hissettiği acı git gide daha da kötüye gidecek,” diye usulca cevapladı Dumbledore; ağzından çıkan her kelime büyük bir zorlukla çıkmıştı. “Acısı büyümeye ve şiddetlenmeye devam edecek, ta ki Harry’nin kalbi ve bedeni pes edinceye dek. Ve durum o raddeye geldiğinde, Harry Voldemort’u öldürmezse, yara izinin onda yarattığı ıstırap Harry’nin sonunu getirecek.”

James bacaklarının aniden gücünü yitirdiğini hissetti. Yavaşça kendini önündeki koltuğa bıraktı; az önce duyduklarını idrak etmeye çalışıyordu. Başını iki yana sallayarak kendini konuşmaya zorladı.

“Bunu nasıl düzeltebiliriz?”

“Bizim yapabileceğimiz hiçbir şey yok,” diye cevap verdi Dumbledore, hüzünlü bir halde. “Üzgünüm, James. Voldemort’un yaptığı büyüyü geri çevirmenin hiçbir yolu yok. Harry’nin yara izi yalnızca bedenine değil, aynı zamanda aklına ve ruhuna da kazınmış durumda. Geri döndürülemez.”

“Saçmalık!” diye patladı James. “Ne demek, geri döndürülemez? Konu sihir olunca hiçbir şey geri döndürülemez değildir! Mutlaka bir şey olmalı! Bir iksir ya da belki bir büyü!” Ancak, James derinlerde bir yerde, durumun ne kadar umutsuz olduğunun da farkındaydı. Zaten bir yolu olsaydı, bunu Dumbledore bulmuş olurdu.

“Gerçekten çok üzgünüm, James,” dedi Dumbledore usulca; onun sesi, James’in bağıran sesinin aksine oldukça kısık çıkıyordu. “Harry’yi kurtarmanın tek yolu, Voldemort’un ölümü olacaktır.”

James ayağa fırladı, daha fazla oturmaya dayanamayacaktı. Müdür’ün masasının karşısında volta atmaya başladı; bir taraftan da elini dağınık saçlarından geçiriyor, çaresizce gözyaşlarına engel olmaya çalışıyordu. ‘Bu nasıl olabilir? Bu nasıl olmuş olabilir?’

“Voldemort biliyor mu?” diye sordu. “Harry’yi git gide öldürdüğünü o da biliyor mu?”

“Bildiğini sanmıyorum,” dedi Dumbledore. “Tabii, biliyor da olabilir; ancak, ipuçlarından anladığım kadarıyla, Harry’nin çektiği acının bir gün onu öldürebileceğini bilmediğini düşünüyorum. Harry, Poppy’ye, Voldemort’un onun etrafında olduğu zamanlarda duygularını kontrol etmeye çalıştığını söylemişti. Harry’nin Hogwarts’ta bu kadar çok acı çekmesinin sebebi, Voldemort’un onun acılarının bu denli şiddetlendiğini bilmemesinden kaynaklanıyor; çünkü Harry, fiziksel olarak artık onun yanında değil.”

James başıyla onayladı. Tüm zamanların bu en korkunç büyücüsünün Harry için sinirlerine hâkim olmaya çalıştığını düşünmek, kulağa fena halde tuhaf geliyordu. ‘Gerçi yine de onu öldürüyor!’ diye acı içinde düşündü James.

İçten içe kendine bir söz verdi; ne yapmak zorunda kalırsa kalsın, Harry’nin hayatını kurtaracaktı. Oğlunun yaşaması Voldemort’un ölümüne bağlıysa, o zaman gereken yapılmalıydı.

Harry Potter

* * *

Draco Harry’ye başka bir not daha bırakmıştı. Akşam yemeğinden sonra onunla aynı tuvalette buluşacaktı. Harry yemeğinden büyük bir parça ağzına tıkıp masadan kalktı. Damien tek kaşını kaldırıp ona baktığı halde bir şey söylemedi. Harry, Damien’ın onun nereye gittiğini ve kiminle buluşacağını bildiğinden şüphelendi. Tabii, bakışlarındaki o sinir bozucu parlamanın başka bir anlamı yoksa eğer. Harry yine de umursamadı. Büyük Salon’dan usulca çıktı ve Kingsley’nin onu dikkatle izleyen bakışları altında, koridorun sonuna doğru ilerleyerek erkekler tuvaletine girdi.

Draco çoktan gelmiş, sırtını duvara yaslamış ve kollarını göğsüne kavuşturmuş bir şekilde onu bekliyordu; gri bakışları ise dalgın görünüyordu.

“Hey,” diye seslendi Harry ve ona doğru yürüdü. Ancak, aniden durarak, “bir sorun mu var?” diye sordu.

Draco başını yana yatırdı ve gözlerini kısarak ona baktı.

“Bu soruyu hiç sormayacaksın sanıyordum!” dedi.

Harry kendini savunur bir şekilde iki elini de kaldırdı.

“Ne oldu? Ne yaptım ki?”

“Gündüz Gezen’ler!” diye tısladı Draco. “Evet, kahrolası Gündüz Gezen’ler! Yaptığın bu!”

“Ha, şu olay!” Harry aldırmaz bir şekilde elini salladı. “Sen hâlâ o olayda mısın?”

“Komik değil, Harry.” Draco yaslandığı duvardan doğrularak ona doğru yaklaştı. “Sana özellikle gitmemeni söylediğim halde, az daha kendini o Gündüz Gezen’lere öldürtüyordun!”

“Pekâlâ,” diyerek elini kaldırdı Harry, “olayı biraz abartıyorsun. Hem benim senin lafını dinlediğim tek bir zamanı dahi hatırlıyor musun?”

Draco öylece durdu; solgun yüzü öfkeden git gide kızarıyordu.

“Hayır, hatırlamıyorum. Hem de hiç. Peki, sen hatırlıyor musun?” diye sordu, bir adım daha yaklaşarak; şimdi Harry’nin tam önünde duruyordu. “Hangi tarafta olman gerektiğini hatırlıyor musun?”

“Cidden, dostum, ne oldu sana böyle?” diye sordu Harry, başını onaylamazcasına sallayarak. “Bir yerlerden Ateşviskisi falan mı aşırdın, ne?”

“Hiç düşünmeden o… o hayvanlarla savaşmaya koştun!” diye çıkıştı Draco. “Peki, bunu bizim için mi yaptın? Hayır! Kim için yaptın, peki? Bir Bulanık için mi? İki kanı bozuk için mi? Ya da lanet-olası-Potter için mi?”

Harry öylece durdu; yüzündeki sırıtış yüzünden silinmişti; gözlerini dikmiş, Draco’nun öfkeden kıpkırmızı olmuş yüzüne bakıyordu.

“Draco…”

“Sanma ki, anlamıyorum,” diyerek onun sözünü kesti Draco. “O çocuğu koruyorsun. Onu maçtayken de korudun. Yakalayıcı’ların her birini indirmeyi planlamamış mıydık? Sıra Damien Potter’a gelince neden fikrini değiştirdin?”

Harry cevap vermedi.

“Hogsmeade’e geri gidip altı Gündüz Gezen’le birden baş etmeye kalktın; kim için?” diyerek başını öfkeyle iki yana salladı. “Damien Potter için mi?”

“O bir çocuk,” diye tısladı Harry, dişlerinin arasından. “Onun yerinde başka bir çocuk olsaydı bile, aynısını yapacağımı biliyorsun.”

Draco güldü; bu, oldukça karanlık ve sinirli bir gülüştü.

“Hayır, yapmazdın,” dedi, “onun için yaptıklarınla aynı değil, bunu sen de biliyorsun!”

“Pekâlâ,” diye tısladı Harry, ona bir adım daha yaklaşarak; Slytherin’den çok az bir farkla uzundu. “O zaman, aydınlat beni, Draco. Ben neden Damien’ı koruyorum? Anlat bana, çünkü sebebini sen benden daha iyi biliyor gibisin!”

Draco kısa bir süre tereddüt etti ve ardından, omuzlarını dikleştirerek konuştu.

“Çünkü o senin kardeşin,” dedi, alçak bir sesle. “O senin kanından ve belli ki, bunun senin için bir anlamı var.”

“Bunun benim için hiçbir anlamı yok!” diye hırladı Harry.

“Sürekli aynı şeyi tekrarlayıp duruyorsun, ama hareketlerin tersini söylüyor.”

Harry tıslar gibi bir ses çıkardı ve başka tarafa dönüp yumruklarını sıktı.

“Draco, iyi bir dayağı hak edip etmediğin konusunda şuan ciddi bir mücadele veriyorum! Elime sebep verme!”

Draco bocaladı. Öfkesi ona devam edecek gücü veriyordu, ama Harry’nin gözlerinde gördüğü öfke, daha fazla dayılanma isteğini tuzla buz etmeye yetmişti bile.

“Ben… sadece anlamaya çalışıyorum,” dedi, başını kaldırıp Harry’ye bakarak. “Sen Potter’lardan nefret edersin.”

“Evet, ediyorum,” diyerek onu onayladı Harry.

“O zaman, neden Damien’a bu kadar katlanıyorsun? Onu neden koruyorsun?”

“Sana söyledim, çünkü o daha bir çocuk.”

Draco gözlerini kaçırdı, cevaptan tatmin olmamıştı; ancak, daha fazla tartışacak gücü de kalmamıştı. Dönüp tekrar Harry’ye baktı.

“Babamdan bir mektup geldi,” diyerek konuyu değiştirip asıl onu çağırma sebebini söyledi. “Her şey tamam. Koruma duvarlarını çözmüşler.”

Harry’nin modu aniden değişti. Gözleri kocaman açılmış, tüm öfkesi ve can sıkkınlığı eriyip gitmişti. Bir adım daha yaklaştı.

“Üç halkanın da mı?”

Draco hayır dercesine başını salladı.

“Yalnızca ikinci ve üçüncü halkalar,” diye cevapladı. “Babam sana iletmemi söyledi. Koruma duvarları çözülmüş. Şimdi ise yapmaları gereken tek şey, onları alarmları çalıştırmadan zayıflatmanın yollarını bulmak. Birkaç gün sonra, bana bir Anahtar göndereceğini söyledi. Onu sana vereceğim ve sen de sinyali aldığın anda onu kullanacaksın; sinyali almanın da bir haftadan daha uzun sürmeyeceğini söyledi.”

Harry rahatlayarak derin bir iç çekti. Sonunda, bir hafta içinde, evine geri dönmüş olacaktı. Yüzünde kocaman bir sırıtışla, başını kaldırıp Draco’ya baktı.

“O kadar saçmalayacağına, direkt iyi haberi versen olmaz mıydı?” diye söylendi.

Draco omuz silkti.

“Acı ve tatlı art arda daha iyi gitmez mi?” diye sordu.

Harry sırıttı.

Kesinlikle öyleydi.

* * *

35. BÖLÜM [Kısım 2] 30 Aralık 2019’da FANTASTİK CANAVARLAR’da!

Çeviren: Tuba Toraman