Karanlık Prens – İçimdeki Karanlık #35: Acı ve Tatlı [Kısım 2]

Karanlık Prens - İçimdeki Karanlık #35: Acı ve Tatlı [Kısım 2]

GİRİŞ İÇİN TIKLAYIN.

34. BÖLÜM [Kısım 1]

34. BÖLÜM [Kısım 2]

35. BÖLÜM [Kısım 1]

Lord Voldemort’un o karanlık gece, Harry Potter‘ı kaçırıp öldüremeyince kendi oğlu gibi büyütmeye karar verdiği alternatif bir hayran hikâyesine ne dersiniz?
Karanlık Prens” serisini, Safina Mazhar‘ın kaleminden ve yazarın gözden geçirdiği yeni versiyon üzerinden taze bir çeviriyle sizlerle buluşturuyoruz. Karşınızda İçimdeki Karanlık cildinin otuz beşinci bölümü!

bölüm 35

Acı ve Tatlı

[Kısım 2]


Harry’nin tuvaletten çıktığı esnada Damien, Ron, Hermione ve Ginny de Büyük Salon’dan çıkmış, birbirleriyle merdivenlerde karşılaşmışlardı. Bir şey söylemeseler de, birlikte merdivenleri çıkmaya koyuldular. Harry’nin beyni uğulduyordu. Bir hafta, yalnızca bir hafta sonra evine dönecek, yeniden babası ve Bella ile birlikte olacaktı. Gülümsememek için kendini zar zor tuttu. Bu kâbusun bir an önce bitmesini ve artık evine dönebilmeyi sabırsızlıkla bekliyordu.

Harry düşünceleri içinde kayboladursun, Slytherin’lerden oluşan bir grubun koridorun karşıdan onlara yaklaşmakta olduğunu fark etmedi bile. Merdivenleri çıkarken, Slytherin’lerden bir tanesi bilerek Harry’ye çarptı. Çocuğun omzunun Harry’nin yaralı omzuna vurmasıyla, aniden gelen yakıcı acı Harry’nin omzundan koluna kadar indi. Harry acıyla inledi. Bir eliyle omzunu tutarken, diğer eliyle de Slytherin’i boğazından yakaladı.

Damien, Ron, Hermione ve Ginny aynı anda asalarına sarılmış, Slytherin’ler de aynı şekilde asalarına davranmışlardı.

Harry, boğazını sıktığı çocuğu şöyle bir süzerken onun kim olduğunu anladı. Soyadı Nott’du. Harry çocuğun babasını tanıyordu; babası yakın çevre Ölüm Yiyen’lerden birisiydi. Yine de, bu, Harry’nin sakinleşmesini sağlamadı; çünkü Nott, Harry’nin fazlasıyla problem yaşadığı bir Ölüm Yiyen’di. Ama Harry, babasının günahlarını oğlundan çıkaracak değildi, üstelik çocuk bunu ne kadar hak ediyor olursa olsun. Nott’a pis bir bakış attıktan sonra çocuğu iterek kendinden uzaklaştırdı. Saldırısına karşılık vermeyecekti, çünkü buna değmezdi.

Gel gelelim, Damien Slytherin’lere bas bas bağırıyordu.

“Sizi aşağılıklar! Sorun çıkarmadan yürüyemez misiniz?”

“Ben kavganın fitilini ateşlemeden önce basıp gitseniz iyi olur!” diye ekledi Ron.

Slytherin’ler tam karşılık veriyorlardı ki, James Potter’ın onlara doğru gelmekte olduğunu gördüler. Oradan hızla uzaklaşmak için dönerlerken, fısıltıyla tehditler savurdular.

“Buraların sahibi senmişsin gibi davranmayı kes, kahraman bozuntusu!” diye tısladılar Harry’ye. “Ya şöhretinle başa çıkmayı becerirsin, ya da biz icabına bakarız.”

Harry, çektiği acıya rağmen, sırıtmadan edemedi.

“Bir şeyleri becermekte gayet iyi olduğum doğru,” diye cevapladı. “Kız arkadaşlarınıza gidip bir sorun isterseniz.”

Slytherin’li çocukların yüzleri kıpkırmızı oldu; gözlerinden alevler çıkıyordu, ama Seherbaz James Potter her an yanlarında bitmek üzere olduğu için bir şey diyemediler. Harry’ye pis bakışlar atarak yürüyüp gittiler.

Harry onların arkasından öfkeyle bakıyordu. Onların icabına sonra bakacaktı. Elini ağrıyan kolundan çekti ve parmaklarında kan lekeleri görünce ise küfretti.

Kanın çok hızlı bir şekilde üstüne başına bulaştığını fark edince, “lanet olsun!” diye fısıldadı.

Gel görelim, kanı Ginny de fark etmişti.

“Ah Tanrım! İyi misin?” diye sordu, Harry’nin kana bulanmış okul cüppesine korkuyla bakarken.

“Evet, iyiyim,” diye cevapladı Harry.

Ron ile Damien da aniden önünde bitmiş, kanayan kolunu inceliyorlardı.

“Artık kanamıyor olması gerekiyordu,” dedi Ron, başını iki yana sallayarak.

“Haketen bir vücutta ne kadar süre kalıyor?” diye sordu Damien.

“Birkaç gün,” diye mırıldandı Harry, omzuna bakarken.

“Bir hafta geçti, zehrin çoktan temizlenmiş olması gerekiyordu,” dedi Damien, endişeyle.

“Evet, öyle,” dedi Harry, sol omzundaki ağrı tüm koluna yayıldığı için yüzünü buruşturarak. “Ama yine de, iyileşmesi zaman alır.”

Damien kanamanın Haketen yüzünden olmadığını anlamıştı; Slytherin’li çocuğun vuruşu, henüz iyileşmemiş yaranın açılmasına ve tekrar kanamasına yol açmıştı. Anında tüm vücudunu yakıcı bir öfke sardı.

“Yemin ederim, o Nott’u elime bir geçireyim, ona…!”

“Hey çocuklar, sorun ne?” James, Damien’ın arkasında belirmişti. Gözleri, önce Damien’da durdu, ardından Harry’nin üzerinde gezindi. Cüppesinin kana bulandığını görünce de hemen, “Harry? Ne oldu?” diye sordu.

Harry onu görmezden gelerek gitmeye yeltendi.

“Harry? Harry?” diye bağırdı James ona.

“Beni rahat bırak, Potter,” dedi Harry, “kendi işine bak.”

James, oğlunun onu hâlâ reddediyor oluşuna kırılmış bir halde, merdivenlerde öylece kalakaldı. Dumbledore ile yaptığı tartışmadan sonra, Harry ile daha fazla ilgilenmesi gerektiğini fark etmişti; ama Harry onun varlığına bir dakika dahi katlanamıyorken, bunu nasıl başaracaktı? Damien’ın elinin onunkini kavradığını ve sımsıkı tuttuğunu hissetti.

“Merak etme,” dedi ona, usulca. “Ben onunlayım, ona göz kulak olurum.”

James, oğlu için yüzüne sahte bir gülümseme yerleştirerek başını tamam dercesine salladı. Damien merdivenlerden çıkarken, diğer üç arkadaşı da sessizce arkasından onu takip etti.

* * *

Damien ve diğerleri ona yetiştiğinde, Harry çoktan odasına varmıştı. Okul cüppesini ve gömleğini çıkarmış, üstsüz bir şekilde yatağında oturuyordu; yanına ihtiyacı olan malzemeleri toplamış, yarasını muayene ediyor ve temizliyordu.

“Şimdiye kadar iyileşmiş olmalıydı,” dedi Ron. “Kolundaki ve yan tarafındaki kesikler zaten kapandı ve neredeyse iyileşmek üzereler.” Gazlı bezi kaldırarak ısırıktan oluşan yaraya bir göz attı. “Diyelim ki, bu yaran daha derin, ama yine de, birazcık da olsa kapanmış olması gerekirdi.”

“Öyleydi zaten,” dedi Harry, kesik kesik nefes alırken. “O… o darbe ile yeniden açıldı.” Acıdan inlerken gözlerini sımsıkı kapadı.

Ginny ile Damien aynı anda yüzlerini buruşturarak başka taraflara baktılar. Ron kana bulanmış bezi kaldırdı ve yerine yenisini koyarak kan akışını durdurmak için yaraya baskı uyguladı.

Hermione, biraz tereddütle, Harry’ye doğru yaklaştı.

Episkey yapmayı hiç denedin mi?” diye sordu, usulca.

Harry ona hakaret etmek için ağzını açtı, ama hemen o anda duraksadı; İyileştirme Büyüsü kullanmak hiç aklına gelmemişti. Artık vücudunda Haketen zehri yoktu; ama ‘Episkey’ gibi basit bir büyü, Gündüz Gezen ısırığında etkili olur muydu acaba? Hiç sanmıyordu.

“Hayır,” diye cevapladı, Ron ikinci bezi de kaldırıp yarayı kontrol ederken.

Hermione derin bir nefes aldı ve asasını doğrulttu. Harry aniden gerildi.

“Ne yapıyorsun?” diye sordu Hermione’ye, kuşkulu bir halde.

“Denemediysen, işe yarayıp yaramadığını nereden bileceksin?” diye sordu Hermione. Asasını yaraya doğrulttu. “Episkey!”

Kanama hemen durdu ve Harry’nin omzuna tuhaf bir karıncalanma hissi yayıldı. Harry bakışlarını indirip kanın artık pıhtılaşmaya başladığını fark etti. Başını kaldırdığında, Hermione’ye büyük bir şaşkınlıkla bakıyordu.

“Bu kadar basit bir şeyin işe yarayacağını düşünmemiştim,” diye itiraf etti.

“Bazen ihtiyacımız olan, en basit görünen şeylerdir,” dedi Hermione, usulca. “Yalnızca, bunu kabul etmeye hazır olman gerekir.”

* * *

Lord Voldemort büyük kavisli pencerenin önünde duruyor, gün batımını izliyordu. Aklını dağıtmaya, sakinleşmeye çalışıyordu. Bunca zaman kendi kendini motive etmek için söylediği sözler kafasında sürekli yankılanıyor, öfkesinin Harry’ye vereceği zararı düşünerek kendine hâkim olmaya çalışıyordu. Ancak, bu son zamanlarda başarmakta zorlandığı bir durumdu ve bugün ise imkânsız bir hale gelmişti.

Yerinde dönerek, bakışlarını Bella’ya dikti. Ona başıyla tek bir işaret verdi ve Bella sessizce ona doğru ilerledi.

“Tekrar, Bella,” diye emretti Voldemort.

Bellatrix, Efendisinin gözlerinin içine bakarak, ona zihninin ve hatıralarının her bir köşesine nüfus etmesi için izin verdi. Bu, yalnızca bu gece üçüncü kez oluyordu; Efendisi ona Zihinbend uygulamış, Harry ile karşılaştığı anısını izlemişti. Bellatrix, geçen hafta belleğine kaç kere nüfus edildiğini sayamıyordu bile. Voldemort, Üç Süpürge’nin tuvaletinde olan konuşmayı tekrar tekrar izliyor, böylece oğlunu yeniden görüp onun sesini duyabiliyordu.

Voldemort, Harry’nin gitmeye yeltendiği esnada Bella’yla karşılaştığı sahneyi durdurarak, Harry’yi yakından inceledi. Oğlu bir hayli bitkin ve hatta yorgun görünüyordu. Gözlerinin altında gördüğü siyah halkalara bakılırsa, uyumuyordu. Bu, Dumbledore’un kasti yaptığı bir şey miydi? Bakanlık’ın Harry’den bilgi koparmak için uyguladığı sorgulama tekniklerinden biri olabilir miydi? Yoksa Harry, etrafı düşmanlarla çevrili iken uyuyamıyor muydu? Bu üç senaryo da öfkeden delirmesine sebep oluyordu.

“Gerçekten berbat bir gün geçiriyorum, o yüzden bana bulaşmamanı öneririm.”

Bu kısım, her izlediğinde, Voldemort’u içten içe güldürüyordu. Harry’nin tehditlerine hiçbir zaman direnemezdi. Bella’nın kukuletasını indirdiği an, oğlunun yüzünde beliren tanıma ifadesini izledi. Zümrüt yeşili gözlerindeki rahatlamayı görebiliyordu ve neredeyse aynı zamanda, Bella’nın güvenliğinden endişe ettiğini gösteren öfkeyi ve korkuyu da seçebiliyordu.

“Burada ne yapıyorsun? Yakalanmak mı istiyorsun?”

Voldemort, vârisinin dermansız halini, Bella’nın kolunu sıkan ellerinin hafif titreyişini ve yüzünün solgun rengini izlerken, git gide daha da öfkelendi. Harry her zaman sağlıklı görünürdü; Voldemort bunun olması için ayrı bir çaba sarf etmişti. Masasına her zaman en sağlıklı yemekler koydurmuş, Harry’nin çalışması gereken saatleri çok sıkı tutmamış, geceleri kâbus görmeden ve tedirgin olmadan rahat rahat uyuması için her zaman elinden geleni yapmıştı.

Ama şimdi Harry’de gördüğü değişimi izlerken, sinirlerini kontrol etmekte daha da zorlanıyordu; Harry git gide çok daha tedirgin görünüyordu.

“Bella… Ben… gelemem.”

İşte, tam bu esnada, Harry’nin Bella’yla gitmeyi reddettiği anıda, Voldemort sakin kalma mücadelesini kaybediyordu. Ama buna rağmen kendini daha ilerisini izlemek için zorluyor, Harry’nin kol yenini kaldırıp Bella’ya Bartra Bilekliği’ni gösterdiği yere kadar izliyordu. Voldemort bu anıyı ilk kez izlediğinde, öfkeden deliye dönerek Bella’nın zihninden çıkmıştı. Bartra Bilekliği. Oğluna Bartra Bilekliği takmışlardı. Bunu o kadar pahalıya ödeyeceklerdi ki, bunun için elinden geleni ardına koymayacaktı.

“Canını hiç yaktılar mı?”

“Elbette hayır, öyle bir şey yapmamaları gerektiğini biliyorlar.”

“Harry.”

“Siz sadece… koruma büyülerine çalışın. Beni buradan bir an önce çıkarın.”

Voldemort Bella’nın zihninden çıkarak onu toparlanması için rahat bıraktı. Kadının kendine gelmesini bekledi. Zihinbend’e sıklıkla maruz kalınması, bir bedenin bunu kaldırması için fazlasıydı, ama Bella bu durumdan hiç yakınmamıştı. Zaten hiç yakınmazdı.

“Severus ne demişti? Dumbledore, Bartra’yı ne zaman çıkarmış?” diye sordu Voldemort.

“Ertesi gün,” diyerek ona hatırlattı Bella.

Voldemort başıyla onaylayıp ona arkasını döndü.

“Dumbledore’u daha akıllı sanırdım,” dedi. “Görünen o ki, Dumbledore da Bakanlık da bir şeyi yanlış anlıyorlar. Oğluma yaptıklarının bedelini ödemeyeceklerini zannediyorlar.”

Acımasız gözleri, odanın köşesinde kendi kanından oluşan küçük bir havuzun içinde çömelmiş duran şekle doğru kaydı. Parmağını şıklatmasıyla, Ölüm Yiyen’lerinden iki tanesi şekli sertçe tutarak Voldemort’un ayaklarına doğru sürükledi. Fena halde dayak yemiş ve yaralanmış adam dizlerinin üzerine zorla çöktürülürken, Karanlık Lord gülümsedi. Asasını kaldırarak adamın yüzüne doğrulttu ve gözlerini adamın taşlaşmış gözlerine dikti. Tek gözü fena halde şişmişti ve neredeyse kapalıydı; yüzü ise o kadar çok kesilmişti ki, kanla kaplıydı. Adamın sarı saçları kirden ve kurumuş kandan kaskatı kesilmişti. Voldemort gülümsedi.

“Bana yardım edeceksin, değil mi, Paul Jackson? Karanlık Prens’i incitmenin ne demek olduğunu dünyaya göstermemde bana yardım edecek misin?”

Adam boğulur gibi bir ses çıkardı; ağzının kenarından kanlar boşaldı. Konuşamıyordu, çünkü çenesi kırılmıştı.

Voldemort soğuk soğuk gülümsedi. Adamın saçından tuttuğu gibi, kafasını geriye yatırdı; adama tekrar Zihinbend uygularken kırmızı gözleri parlıyordu; bu, yalnızca son birkaç saat içinde, belki de onuncu kez oluyordu. Nurmengard Hapishanesi gardiyanının Harry ile olan anılarını izledi. Tek bir hatıraya bakması, sinirden köpürmesine ve sonunda adamın işini bitirmesine yeterdi. Bu gardiyana kolay bir ölüm bahşetmek istemiyordu.

Harry’nin hapishane görüntülerini hızla geçti, ama adamların Harry’yi metal bir sandalyeye bağladığı sahneye gelince yavaşladı. Jackson’ın Harry’yi Veritaserum altında sorgulamasını izledi; Jackson’ın kontrolü kaybedip yumruğunu kaldırarak Harry’ye iki kez vurduğu bölümü seyrederken kendini zar zor tuttu. İkinci yumruktan sonra, Harry’nin başını yana çevirdiğinde ağzından kanlar aktığını gördü. Voldemort, Harry’den akan kanın damla damla yere vuruşunu kitlenmiş bir halde seyretti. Harry’den akan kanın… Jackson, oğlunun kanını akıtmıştı. Voldemort kendini anıdan çıkarıp kırmızı gözleri öfkeyle parlarken yaralı adama doğru eğildi. Jackson’ın bu yaptığının bedelini ödeme zamanı gelmişti.

* * *

“Anlamıyorum!” diye sızlandı Harry. “Neden yedi sayı atmanızı beklemek zorundayım ki?”

“Çünkü sayı yapmamız gerekiyor,” diye ona açıkladı Angelina. “Kazanmak tek başına yetmez; sen Snitch’i yakalamadan önce biz yedi sayı yapmazsak yine kaybetmiş oluruz.”

“Angie’nin dediğini yap işte,” dedi Ginny ona, karşısından, “daha huzurlu bir hayat için.”

Harry başıyla onayladı, ama diğerleriyle birlikte Quidditch antrenmanından dönerken Damien’a bakmaktan kaçınıyordu. Quidditch’ten bahsedildiği her an, kendini hâlâ tuhaf bir şekilde huzursuz hissediyordu. Neredeyse üç saat antrenman yapmışlardı. Sıradaki Hufflepuff’la oynayacakları maç, Gryffindor’un, Quidditch Kupası’nı kazanma şansını elde etmek için son fırsatıydı. Angelina’nın ona durmak bilmeden söylediği gibi, her şey Harry’nin elindeydi. Snitch’i yakalaması gerekiyordu, ama zamanından önce de yakalayamazdı ve aynı zamanda bu durum, diğer takımın Arayıcısı’na Snitch’i ondan önce yakalama fırsatı verecekti. Neticede, bütün bunlar, Harry’ye koca bir baş ağrısı olarak dönüyordu.

“Yedi sayı yapmak bizim problemimiz,” dedi Ron, Harry’ye, “sen yalnızca Snitch’i zamanında yakalamaya odaklan.”

“Gerçekten, şu aptal oyunu çok abartıyorsun,” diyerek araya girdi Hermione. “Şu heyecanını ve tutkunu birazcık derslerin için de göstersen, hiçbir dersten ‘İ’ almıyor olurdun.”

“Hermione, destek olmayacaksan, antrenmanlara gelme!” diye payladı onu, Ron.

“Arkadaşlar, didişmeyi kesin, tamam mı?” diye araya girdi Damien, her ikisi de o meşhur ağız dalaşlarından birine başlamadan önce.

Gölün yanından geçerek hızla soyunma odalarına doğru ilerlediler. Buz gibi bir Aralık günü, her birinin ellerini ve yüzlerini soğuktan kıpkırmızı hale getirmişti. Daha içeri giremeden, yolları antrenman yapmak için sahaya doğru ilerleyen Hufflepuff takımıyla kesişti.

“Ne mükemmel bir sezon!” diye bağırdı Hufflepuff kaptanı, Angelina’ya doğru.

“Hem de nasıl!” dedi Angelina. “Kolay gelsin.”

“Sağ ol!” dedi kız ve takım hızla yanlarından geçip gitti.

Angelina durup arkalarından baktı.

“Kahpeye bak!” diye mırıldandı.

Harry şaşkınlıkla Angelina’ya baktı. Hermione ile Ginny de şoktan kıkırdamadan edememişlerdi.

“Angie!” diye söylendi Fred, ayıp dercesine.

“Öyle ama,” dedi Angelina. “Tüm o sahte ‘mükemmel sezon’ saçmalıkları! Çok iyi olduklarını zannediyorlar! Onlarla sahayı süpürdüğümüzde kim iyiymiş görecekler!”

“Palavra sıkmayı bırakın da, önce kazanmaya bakalım!” dedi Damien.

“Kazanacağız,” dedi Harry aniden; Damien dönüp ona baktı. “Bundan hiç şüphen olmasın, bu maçı kazanan biz olacağız.”

Damien bir şey söylemedi, ama ağzı kulaklarına varmıştı. Harry’ye ışıldayan gözlerle baktı.

“İşte! İşte, duymak istediğim bu!” dedi Angelina, Harry’nin sırtını pat patlayarak. “Aferin, Harry.” Diğerlerine döndü. “Ne derler bilirsiniz; iyi düşün, iyi olsun! Tüm yapmamız gereken…” birden durdu; gözleri, gökyüzünde gördüğü bir şey yüzünden kısılmıştı. “Bu…? Bu da ne?”

Harry ve diğerleri de, bir gölgenin üzerlerinden geçtiğini ve geldiği gibi de yok olduğunu fark etmişti. Harry başını kaldırıp gökyüzüne baktı, gözüne tuhaf bir şekil çarptı; tepelerinde sallanıp duruyordu. Gözlerini kısarak baktı. Devasa kanatlarını açmış ve pençelerinde bir şey tutan dev bir kuşa benziyordu. Kuş tepelerinde uçarak bahçede duran çocukların dikkatlerini bir bir üzerine çekti; ta ki, her bir göz ona kitlenene kadar.

Aniden pençelerini açtı ve tuttuğu şey her neyse, aşağıya doğru düşmeye başladı. Düşen şey yaklaştıkça, Harry onun ne olduğunu anladı ve görüntü karşısında fena halde midesi bulandı. Tam o esnada, diğer çocuklar da onun ne olduğunu anlamışlardı.

Gökyüzünden düşen parçalanmış bedeni gören bir kız çığlığı bastı. Beden okulun görünmez koruma duvarlarına vurdu ve havayı yararcasına vurduğu yerden sekerek hasta edici bir küt sesiyle Hogwarts’ın giriş kapılarının diğer tarafına doğru devrildi.

Okul kapılarının dışına cansız bir bedenin düştüğünü gören sayısız öğrencinin çığlıkları dört bir yanda yankılanıyordu. Harry, ne yapacağını bilemez bir halde, giriş kapılarına doğru koştu; Quidditch takımının geri kalanı da onunla birlikte geliyordu. Öğrenciler çoktan düşen bedenin etrafında toplanmaya başlamıştı.

Harry kapılara doğru geldiğinde aniden durdu; bir anda, bu kapıların ardına geçerse Ruh Emici’lerin ona neler yapacağını hatırlamıştı. Kanlarla kaplı bedenin etrafa saçılmış parçalarına öylece bakakaldı. Hemen yüzüne baksa da, adamın kim olduğunu anlamanın hiçbir yolu yoktu. Yüzü mosmordu ve her bir yanı kesiklerle doluydu. Cesedin üst kısmı çıplaktı; gövdesinin üst kısımları da morluklar ve kesiklerle doluydu. Harry’nin gözü kesiklere takıldı ve midesi ters takla attı; kesiklerin hangi büyüyle yapıldığını anlamıştı.

“Yoldan çekilin! Geri durun, lütfen! Geri durun! İlerleyin!”

Seherbaz’lar aniden belirmiş, öğrencileri yollarından çekerek kapılara doğru ilerlemeye çalışıyorlardı. Aralarından bazıları cesedin etrafını sarsa da, Harry hâlâ adamı görebiliyordu.

“Geri çekilin! Şatoya geri dönün!”

Seherbaz’lar bağırarak etrafa talimatlar yağdıradursun, kimse onları duymuyordu bile. Bütün öğrenciler şok içindeydiler. Bazı öğrenciler geri gitmeyi başarsa da, dizlerinin üzerine çöküp kusuyorlardı.

“Herkes geri çekilsin! Şatoya girin, hemen!”

Öğrenciler şimdi şatonun içine doğru koşturuyorlardı. Seherbaz’lar şatoya kadar öğrencilere eşlik etmek için harekete geçtiğinde, Harry sonunda cesedi adamakıllı görmeyi başardı. Gördükleri karşısında kanı dondu; adamın göğsüne kazınmış yazıyı gördüğü anda ise gerçek bir anda yüzüne vurdu. Kesiklerin, morlukların ve şişmiş bir gözün olduğu yüze tekrar baktığında, adamın kim olduğunu anladı.

“Jackson,” diye mırıldandı, kendi kendine.

O anda, cesedin etrafını saran Seherbaz’lardan biri olan James, Harry’nin fısıldadığını duydu. Harry’ye yüzünde bir şok ifadesiyle dönerken, Harry de başını kaldırıp ona baktı. James gözlerini Harry’den alıp yerdeki bedene baktı ve o da kanların ve morlukların altındaki yüzün Nurmengard’ın gardiyanına ait olduğunu fark etti. Bu sefer, bakışlarını yüzünden çıplak göğsüne doğru indirdi; adamın derisine kazınan sözlere baktı. Artık ne anlama geldiklerini anlamıştı.

Benim kanımı dökersen, ben de seninkini dökerim!

* * *

Herkese yatakhanelerinde kalmaları söylenmişti. Akşam yemeğine kadar, kimsenin odalarından dışarı çıkmasına izin verilmiyordu. Gryffindor ortak salonu, birinci sınıftan yedinci sınıfa kadar bütün Gryffindor öğrencileriyle ağzına kadar doluydu. Paul Jackson’ın bedeni Hogwarts kapılarına acımasızca bırakıldığında, okul arazisinde aralarından çok az sayıda öğrenci vardı. Onlar da, yalnızca Gryffindor Quidditch takımı ile Hermione Granger’dı. O yüzden, diğer bina öğrencileri etraflarını sarmış, onlardan korkunç olayın detaylarını öğrenmeye çalışıyorlardı.

“Vücut parçalanmış mı?” diye sordu bir kız, korkuyla.

Angelina başıyla onayladı.

“O… o korkunçtu.” İki eliyle de ağzını kapatmış bir halde koltuğun ucunda oturuyordu. “Tekrar kusacağım sanırım” diye mırıldandı, ellerinin arasından.

“Adam bir gardiyanmış,” dedi George, “Seherbaz’lardan biri konuşurken duydum.”

“Karanlık Prens’in tutulduğu hapishaneden olsa gerek!” dedi Colin, nefesi kesilmiş bir halde.

“Kesinlikle!” dedi Lee, gözlerini kocaman açarak. “Bence bu çok açık!”

“Karanlık Prens’in canını yakmış olmalı,” dedi Seamus. “Üzerine kazınmış sözler de onu ima ediyordu, değil mi?”

“Kanımı dökersen, ben de seninkini dökerim,” diye tekrarladı Dean, kafasını tiksindiğini belirtircesine sallarken. “Bu mesajın Kim-Olduğunu-Bilirsen-Sen’den geldiği çok belli, ama neden burası? Neden Hogwarts?”

Damien panikle Harry’ye baktı, ama Harry’nin hiçbir şeyi görecek hali yok gibiydi. Kendi düşüncelerinde kaybolmuş görünüyordu.

“Bedenin… buraya bilerek bırakıldığını sanmıyorum,” dedi Hermione; sözcükler ağzından zar zor çıkmıştı. Beti benzi atmış ve her an kusacak gibi bir hali vardı. Yine de, sözlerine devam etti: “Bence… bence, bedenin Hogsmeade’e bırakılması planlanmıştı. Bir… bir uyarı niteliğinde; tıpkı diğer Bakanlık çalışanlarına yaptığı gibi, hatırladınız mı?”

Etraflarındaki öğrenciler, katıldıklarını belirten bir şeyler mırıldanarak, onaylarcasına başlarını salladılar.

“Buraya yanlışlıkla düşmüş olmalı,” dedi Angelina.

Portre kapısı açıldı ve Bina Başkanı Profesör McGonagall içeriye girdi. Ortak salon bir anda sessizliğe gömüldü.

“Akşam yemeği için Büyük Salon’a kadar lütfen beni takip edin. Yemekten sonra, hepiniz derhâl yeniden yatakhanelerinize döneceksiniz.”

Kimse karşı çıkmadı. Ayaklanarak kapıya doğru ilerlemeye başladılar. Profesör McGonagall kapının yanında durarak öğrencileri gözlüyordu.

“Geliyor musunuz?” diye sordu Angelina; o ayağa kalkarken, Ron ile Ginny yerlerinden kımıldamamışlardı.

“Bir şey yiyebileceğimi sanmıyorum,” dedi Ginny, yüzünü buruşturarak; parçalanmış bedenin görüntüsü gözünün önünden gitmiyordu.

Angelina anlayışla başını salladı. O da hâlâ kusacak gibi hissediyordu, ama Fred’in uzanan elini tutarak onunla gitmeyi tercih etti. Profesör McGonagall, geride kalan öğrencilere Ron, Ginny, Hermione, Damien ve Harry’ye döndü.

“Hadi, gelin,” dedi, “bir şeyler yemek isteyebilirsiniz, azıcık da olsa.”

“Teşekkürler, Profesör,” dedi Hermione, “ama bu gece midem hiçbir şey kaldırmaz.”

“Benim de,” dedi Ginny, “yine de, teşekkürler.”

Bina Başkanları hafifçe başını sallayarak kabul ettiğini belirtti; keskin gözleri bir yüzden diğerine geçerken, sıra Harry’ye geldiğinde onun üzerinde biraz daha uzun durdu.

“Pekâlâ,” dedi, iç çekerek, “ama şunu bilin ki, gece acıkınca buradan çıkmak yok. Ne kadar acıkırsanız acıkın, akşam yemeğini kaçırırsanız, yarınki kahvaltıyı beklemek zorundasınız.”

“Tamam, Profesör,” dediler hep bir ağızdan, Harry hariç.

McGonagall salondan çıkarak portre kapısını arkasından kapattı. Ortak salona sessizlik çökmüştü; odadaki tek ses, şöminede çıtırdayan alevlerin çıkardığı seslerdi. Dördü de sessizliğini koruyor, yerinde kıpırdamadan duran Harry’ye gözlerini dikmiş, onun bir şey demesini bekliyorlardı.

Nihayet, Damien boğazını temizledi.

“O… o adam,” diye başladı, “onu tanıyor muydun?”

Harry cevap vermedi, en azından direkt olarak. Başını onaylarcasına belli belirsiz salladı.

Damien arkadaşlarıyla bakıştı.

“Doğru mu?” diye sordu. Harry başını yavaşça Damien’a döndürdü. “Üzerinde yazanlar… onun…” Titreyen ellerle kendi göğsünü gösterdi ve yüzünü buruşturarak, “o… o senin canını yaktı mı?” diye ekledi.

Harry gözlerini kaçırdı; çenesi birbirine kenetlenmiş, yumrukları sıkılmıştı.

“Harry?”

Harry çok hafif bir hareketle başını iki yana salladı.

“Diğerleri kadar değil,” diye cevapladı, alçak bir sesle.

Harry o anda başını kaldırıp kardeşine bakmış olsaydı, yüzünde gönlü yaralanmış bir ifadenin belirdiğini görecekti. On üç yaşındaki çocuğun bakışları, onunla birlikte aynı şoku yaşayan diğer arkadaşlarının bakışlarıyla buluştu.

Portre kapısı aniden kayarak açıldı ve bir grup adam içeri fırtına gibi girdi. Harry baktığında, gördüğü ilk kişi Alastor Moody oldu. Seherbaz’ın yaralı yüzü çok öfkeli görünüyordu; asası elinde hazır bir şekilde duruyor, sihirli gözü ise yuvasında deli gibi dönüyordu. Onun arkasında, bazı Yoldaşlık üyeleri ile Seherbaz’ lar da vardı.

Moody, dosdoğru Harry’ye doğru yürüdü; Harry de onu görür görmez ayağa fırlamıştı.

“Seni pislik!” diye bağırdı Moody, Harry’ye doğru ilerleyerek. Çocuğu yakasından yakalayıp sarstı. “Kendini zeki mi zannediyorsun? Bizi korkutabileceğini mi sanıyorsun?”

Harry onunla mücadele ederek ondan kurtulmaya çalıştı.

“Ne saçmalıyorsun be?” diye sordu, kızgınlıkla.

Diğer dört çocuk da ayağa fırladı; Moody’nin Harry’ye yaptıklarını hâlâ unutmuş değillerdi.

“Ne yapıyorsun?” diye bağırdı Ron.

“Ona dokunma!” Damien onlara doğru koştu, ama tıpkı o gün olduğu gibi, Seherbaz’lardan biri tarafından durdurulup Harry ile Moody’ye yaklaşmasına izin verilmedi.

“Sorun yok,” dedi Seherbaz, kibarca, “buraya sadece konuşmaya geldik.”

“Bırak beni!” diye bağırdı Damien, mücadele ederek, ama adam onu sıkı sıkı tutuyordu.

Hermione ile Ginny hızla koşarak Seherbaz’ları geçip ortak salondan çıktılar.

“Bizi korkutabileceğini mi sanıyorsun?” dedi Moody, öfkeyle. “Sen kim olduğunu zannediyorsun?”

“Alastor, dur! Sakin ol!” Sturgis ve diğerleri Moody’yi uzaklaştırmaya çalıştılar, ama Moody onları geri itti. Onların müdahalesiyle, Harry kendini Moody’nin tutuşundan çekip kurtarmayı başarmıştı.

“Senin sorunun ne?” diye sordu Harry, çileden çıkmış bir halde.

“Sorunum mu ne? Benim sorunum?” Moody o kadar öfkeliydi ki, ağzından çıkan her kelimeyle birlikte göğsü kalkıp iniyordu; adım adım sendeleyerek Harry’ye doğru yaklaşıyordu.

“Alastor, hayır! Sadece konuşmak istediğini söylemiştin!” dedi Sturgis, onu uzaklaştırmaya çalışırken; ancak, Moody onu püskürterek, delici bakışlarını Harry’ye, yalnızca Harry’ye odaklamıştı.

“Bundan yakayı kurtaramayacaksın! Öylece birini öldürebileceğini mi zannediyorsun?” diye kükredi Moody.

“Bunu benim yaptığımı mı düşünüyorsun?” diye sordu Harry; zümrüt yeşili gözleri inanamazlıkla kocaman açılmıştı. “Ben buradan hiçbir yere kıpırdayamıyorum, seni gerizekalı!”

Moddy, Harry’yi yeniden yakasından yakaladı.

“Sen yaptın!” diye tısladı; o kadar kızgındı ki, ağzından neredeyse alevler çıkıyor gibiydi. “Sen yaptın!” Harry’yi sarstı. “Ve bunu bir daha kimseye yapmana izin vermeyeceğim! Seninle işim bittiğinde, senden geriye hiçbir parça kalmayacak!”

Harry, tam Moody’nin yüzüne yumruğu patlatmak üzereydi ki, gerek olmadığını fark etti. Ardında Ginny ve Hermione ile birlikte, James gelmişti.

“Alastor!” diye bağırarak içeri koştu James ve Moody’yi yakaladığı gibi, onu Harry’den uzağa savurdu. Harry’nin önünde ona kalkan olarak elinde asasıyla durdu. “Sen ne halt ettiğini zannediyorsun?” diye kükredi.

“Başka bir büyücü daha acımasızca öldürülmesin diye, şu aşağılıkla anlaşma yapıyordum!” diye cevapladı Moody.

“Sen neden bahsediyorsun?” dedi Harry, öfkeden köpürerek.

“Harry’nin bu olanlarla nasıl bir ilgisi olabilir?” diye sordu James.

“Lanet olsun! Biraz düşün, Potter, düşün!” Boğumlu parmağını kaldırıp şakağına dayadı; hepten aklını kaybetmiş görünüyordu. “Jackson parçalanmış ve ölmüş bir şekilde ortaya çıktı! Neden? Çünkü ondan bazı cevaplar almaya çalışmıştı!” Başıyla Harry’yi işaret etti. “Peki, Voldemort, Jackson’ın ona yaptıklarını nasıl öğrendi, dersin?” diye sordu. “Çünkü o söyledi!” diyerek parmağıyla Harry’yi gösterdi. “Voldemort ile iletişim halinde!”

“Saçmalık!” diyerek araya girdi Harry, öfkeyle.

“Jackson’ı nasıl öğrendi, öyleyse?” diye bağırdı Moody.

“Orada başka gardiyanlar da vardı,” dedi James. “Harry, Jackson yüzünden boğulmak üzereyken, orada en az iki gardiyan daha vardı.” James öfkeden deliriyordu; gardiyanın Harry’yi –kasti olsun olmasın– neredeyse öldürmek üzere olduğu o anları hâlâ unutamıyordu. “Aralarından biri, Jackson’ın Harry’ye yaptıklarını ağzından kaçırmış olabilir. Voldemort’un bilgi almak için binlerce yöntemi var, ama bunu Harry’den öğrenmedi.”

“Gardiyanlar gizlilik yemini ediyorlar!” diye çıkıştı Moody “Hiçbiri hapishane duvarlarının arasında neler olduğunu kimseye söyleyemez.” Tekrar gözlerini Harry’ye çevirdi. “Jackson’ın yaptıklarını Voldemort’a yetiştiren o! Adamın ölümüne o sebep oldu!”

“İnan bana, babamla iletişim kurabiliyor olsaydım, ölü bulunacak kişi Jackson olmazdı!” diye patladı Harry.

“Öyle mi?” Moody ona doğru atıldı, ama James onu uzaklaştırmak için hızlı davranmıştı; asasını elinde hâlâ sımsıkı tutuyordu.

“Sen aklını yitirmişsin, Moody,” dedi James, ona. “Paranoyaların sonunda sana kafayı yedirtti.”

“Aklını yitiren ben değilim,” diye tısladı Moody. “Gözlerini açmayan sensin. Ama ben artık seninle uğraşmaktan bıktım. Kör kalmak mı istiyorsun? İyi, öyle olsun!” Harry’ye nefret dolu bir bakış attı. “Ama şunu bil ki, bu katil bir kişinin daha hayatını alırsa, geri durduğum için ben lanetleneceğim!”

“Defol git buradan!” diye bağırdı Harry. “Jackson’ın ölümünden ben sorumlu değilim!”

Moody aniden saldırarak Harry’yi sertçe itti; Harry de, üzeri ödevlerle kaplı masalardan birinin üzerine yanlamasına düştü. Artık tak etmişti. Öfkeyle yumruklarını sıktı. Vurmanın etkisiyle masadan fırlayan bir tüy kalem gördü ve onu aldı. Tekrar ayağa kalktığında, elinde Biçimi Değiştirilmiş keskin bir bıçak tutuyordu. Harry Moody’ye doğru ilerlerken, ardından olacakları umursamıyordu.

“Hayır!” diye bağırdı James, Harry’yi yakalayarak; bir eliyle silahı tutan elini, diğeriyle de diğer bileğini tutuyordu. James Harry’yi zapt etmeye çalışırken, Moody’yi tutan Sturgis de onun yardımına koştu; Harry’ye saldırdığı için Moody’nin çevresi zaten Seherbaz’larla çevriliydi.

“Bana bir daha dokunacak olursan…!” diye kükredi Harry.

“Ne yaparsın? Ha? Ne?” diye hırladı Moody, karşılığında.

Sturgis Harry’yi dizginlemeye uğraşırken, James de elindeki bıçağı almaya çalışıyordu.

“Sakin ol! Hepiniz sakin olun!” dedi James, Harry’ye doğru elini kaldırarak.

Sturgis Harry’yi tutmaya devam ediyor, Harry ise kesik kesik nefes alıyordu. Kendini silkeleyerek ondan kurtuldu, ama bakışlarını Moody’den bir an olsun ayırmıyordu. Harry’nin Moody’ye tekrar saldırmayacağı konusunda hepsinin endişeleri vardı. James dönüp öfkeli gözlerle Moody’ye baktı.

“Sen!” diyerek Seherbaz’a parmağını doğrulttu, “çık dışarı!” diye emretti.

“Cevapları almadan olmaz!” dedi Moody; o da kurtulmak için kendini silkeledi.

“Hangi cevaplar?” diye sordu James, kuşku içinde. “İyice aklını kaybettin, doğru düzgün düşünemiyorsun! Harry’yi Voldemort’la iletişim kurmakla mı suçluyorsun? İyi ama nasıl? Hiçbir yere baykuş postası yollamıyor, haberleşmek için şömineleri de kullanamıyor; o zaman, ne akla hizmet, Voldemort’la konuştuğunu söylüyorsun?”

“İletişim kurmanın tek yolu, baykuş postası ile şömineler değil!” diye öfkeyle konuştu Moody. Bakışları yine Harry’nin üzerindeydi. “Birini kullanıyor; muhtemelen babası Ölüm Yiyen olan Slytherin’lerden birini, Voldemort’a mesaj göndermek için onu kullanıyor.”

“Sana daha kaç kez söylemem gerek?” diye tısladı Harry, “Slytherin’lerden hiç kimseyi tanımıyorum!”

“Senin sözüne neden inanayım?” dedi Moody.

“Biz onu hiçbir Slytherin’le konuşurken görmedik,” dedi Sturgis, Moody’ye açıklamaya çalışarak, “ve onu her an her dakika gözlüyoruz.”

Moody ona doğru döndü.

“Her dakika değil!” diye tısladı. Aniden şoktan kaskatı kesilmiş görünen dört öğrenciye doğru döndü. “Siz dördünüz sürekli onun etrafındasınız,” dedi, “onu Slytherin’lerden biriyle konuşurken gördüğünüz oldu mu?”

Harry yavaşça yutkundu; zümrüt yeşili gözleri kaygıyla Damien’a döndü. Çocuk, Moody’ye bakarak orada öylece dikiliyordu; soruyu anlamamış gibi bir hali vardı. Ela gözleri yavaşça Harry’e döndü. Harry bakışlarını kaçırmadan, olacaklara kendini hazırladı. Damien, Draco’yu söyleyecekti. Damien bir süre kendini hazırlıyor gibi göründükten sonra, Moody’ye döndü.

“Hayır,” dedi. “Onu hiçbir Slytherin’le konuşurken görmedim.”

Onun arkasında, Ron şaşkınlıkla başını kaldırdı. Kardeşi ve Hermione ile bakıştı, ama bir şey söylemedi.

“Hiç mi?” diye sordu Moody, ona doğru ilerleyerek. “Onun Slyhterin’lerden teki ile bile konuştuğunu hiçbir zaman görmedin?”

“Yazmamı mı istiyorsun?” diye çıkıştı Damien. “Sana ‘hayır’ dedim!”

Moody bir süre öylece Damien’a baktı, ardından ise bakışlarını Hermione’ye çevirdi.

“Ya sen?” diye sordu, “onu hiçbir Slytherin’le konuşurken gördün mü?”

“Ne yapacaksın? Tüm Gryffindor’ları sorguya mı çekeceksin?” diye sordu James.

“Sana bir şey sordum, çocuk!” diye kükredi Moody, James’i duymazdan gelerek. “Cevap ver!”

Moody’nin keskin ve sert bakışlarının altında, Hermione dikleşti.

“Hayır,” diye cevapladı, “rahatlıkla söyleyebilirim ki, Harry’yi hiçbir Slytherin ile konuşurken görmedim.”

Moody ona bakarken hayal kırıklığına uğramış görünüyordu.

“Sen sormadan ben söyleyeyim,” diye konuştu Ginny. “Biz de bir şey görmedik,” diyerek Ron ile kendisini işaret etti. “Diğer binadan öğrenciler bir yana, Harry Gryffindor’larla bile zar zor konuşuyor.”

Harry afallamıştı. Bu dörtlünün ona arka çıkacağını asla düşünmezdi. Moody ona doğru dönerken, şaşkınlığını gizleyip soğuk bakışlarını Moody’ye dikti.

“Mutlu oldun mu?” diye sordu James; o kadar öfkeliydi ki, elleri titriyordu. “Şimdi,” dedi, sakince, “çık dışarı!”

Moody Harry’ye bakıyor, yüzündeki her bir çizgi ona olan nefretini gösteriyordu.

“Umarım, kendinle gurur duyuyorsundur, çocuk,” diye hırladı. “Jackson’ın bir ailesi vardı; bir eş ve bir çocuk.”

Harry hiçbir şey söylemedi; ancak, ne kadar saklamak isterse istesin, hüznü yüzünden okunuyordu.

“Gerçi, baban ile senin yaptığınız da bu, değil mi?” diye sordu. “Aileleri yok etmek ve sonra da yapmadığınızı iddia etmek.” Başını iki yana salladı. “Geri dönecek; döktüğünüz her gözyaşı, her kan bir gün size geri dönecek ve siz onun içinde boğulacaksınız.”

“Alastor, bu kadarı yeter!” dedi Sturgis, ona doğru ilerleyerek; onu dışarı çıkarmaya zorlasa da, Moody elini kaldırarak kendi çıkabileceğini ima etti. Harry’ye son bir bakış daha attı.

“Bu gece uyurken kendinle gurur duy,” dedi, “bir çocuk daha sayende yetim kaldı.”

Bunları da söyleyerek Moody dönüp, arkasına bakmadan uzaklaştı. Onunla birlikte gelen Seherbaz’lar ile Yoldaşlık üyeleri de, James’e özür dilercesine bakışlar atıp arkasından onu takip ettiler. Ancak, James’in gözleri yalnızca oğlunu görüyordu. Dönüp baktığında, onun Moody’nin son sözlerinin etkisinde kalmış bir halde öylece kaskatı durduğunu fark etti.

“Harry…”

Ama Harry daha fazlasını duymak istemiyordu. Koşarak kendini portre deliğinden dışarı attı.

* * *

Severus Snape öğrencilerini yemekten sonra yatakhaneye götürdü ve onlara yatağa gitmeleri konusunda sert talimatlar verdi. Öğrencilerin bazıları, Voldemort’un mesajının korkunç görüntüsünü görme talihsizliğinde bulunduğu için, Dumbledore bütün Bina Başkanları’ndan öğrencilere yatakhanelerine kadar eşlik etmelerini istemişti. Öğrencilerin bir kısmı, olanları yalnızca duymuş olsalar da, bu bile tek başına bir travmaya yol açabilirdi. Snape, Dumbledore’un anlayacağı şekilde hafifçe başını sallamıştı; aralarında Ölüm Yiyen çocukları olanlar, zaten Voldemort’un verdiği dersleri ve mesajları yeterince duyarak ve hatta görerek büyüyecek kadar şanssızlardı. Ama yine de, okul kapılarının dışına düşen parçalanmış ceset, güvenli olduğunu düşündükleri bu sığınağa dair umutlarını zedelemiş, çoğunun keyfini fena halde kaçırmıştı. Her şey bir yana, Hogwarts onların yuvasıydı ve bu yuva, Voldemort’un kapılarını çalamayacağı tek yuvaydı.

Severus Snape, gece odasına çekilmeden önce, öğrencilerin geriye kalan son birkaç ödevini de gözden geçirmek için ofisine doğru yürüdü. Odaya girdiğinde aniden durdu; karşısında siyah saçlı bir çocuk onu bekliyordu.

“Potter?” Snape arkasından kapıyı kapatarak ona kaşlarını çatarak baktı. “Odama nasıl girdin?”

“Onu boşver şimdi,” dedi Harry, öfkeli bir halde, “Draco ile konuşmam gerek. Gidip onu getir.”

Çocuğun ses tonu üzerine, Snape gözlerini kıstı.

“Anlamadım?” diye tısladı.

Bugün yeterince sabrı sınanmış olan Harry, Snape’in üzerine yürüdü.

“Git. Ve. Draco’yu. Getir,” diyerek sözlerini tekrarladı, soğuk soğuk. “Yoksa benden aldığın emre neden karşı geldiğini babama açıklarsın.”

Snape’in solgun yüzünde şimdi öfke okunuyordu. On altı yaşında bir çocuktan emir alması bir yana, bir de onun bir Potter olması sabrını fazlasıyla zorluyordu.

“Senin emirlerini yerine getirme gibi bir zorunluluğum yok benim,” diye tısladı, “en azından, şimdilik.”

Harry, gözlerinden alevler çıkarcasına bakıyordu; çenesi de kenetlenmişti.

“İnan bana, direkt talimat almamış olduğuna dua et, yoksa bundan sağ çıkamazdın.”

Snape sessizleşti. Bir süre daha Harry’ye öylece baktıktan sonra, ne kadar istemeden de olsa başıyla onayladı.

“Nasıl istersen,” diye tısladı. Bedenini dikleştirerek, “Draco’yu çağırayım,” dedi.

Kapıdan kayarcasına uzaklaşıp birkaç dakika sonra, yanında Draco ile geri döndü. Sarışın çocuk, şaşkın ve biraz da sersemlemiş görünüyordu.

Harry onunla konuşmadı. Snape’e döndü.

“Çık,” diye emretti.

Snape, Harry’nin sözleri onu fiziksel olarak yakmış gibi, dikleşti. Yine de, dönüp odadan çıkarak arkasından kapıyı kapattı.

“Harry, ne…?” diye başladı Draco, ama Harry parmağıyla sus işareti yaptı.

Draco’nun asasını işaret etti. Sarışın çocuk asayı cebinden çıkararak Harry’ye teslim etti; Harry de asayı alıp kapıya Sessizlik Büyüsü uyguladı. Asayı geri verirken, Draco onun tavırlarında hiç hissetmediği bir soğukluk olduğunu fark etti; en azından onunla iken hiç böyle hissetmemişti.

“Neler oluyor?” diye sordu.

Harry, onun üzerine doğru yürüdü; gözlerinden alevler çıkıyor, elleri yumruk halini alıyordu.

“Babama Jackson’ı sen mi söyledin?” diye sordu.

Draco durdu; görünen o ki, soruyu nasıl cevaplaması gerektiğini bulmaya çalışıyordu. Sessizliği, Harry’ye cevabı vermişti.

“Lanet olsun, Draco!” diye tısladı; ona saldırmamak için arkasını döndü.

“Anlamıyorum,” dedi Draco. “Neyi yanlış yaptım?”

“Lucius’a anlattın!” dedi Harry, tekrar ona dönerek, “o da gidip babama yetiştirdi!” Parmağını kapıya doğrultarak, “o kahrolası gökyüzünden düşen beden, Jackson’a aitti!”

Draco’nun gözleri aniden kocaman olmuş, yüzü hafiften solmuştu.

“Jackson mıydı?” Başını iki yana salladı. “Etrafta dolanan söylentilerden onun olabileceğini düşünmüştüm, ama emin de olamadım…”

“Sana bir şey anlatıyor olmam, bunu koşup babana yetiştirebileceğin anlamına gelmiyor!” diye tısladı Harry.

“Harry, bu bilinçli alınmış bir karar değildi,” diye açıklamaya koyuldu Draco. “Babamla Hogsmeade’de buluştum, benden son zamanlarda olan bitenler ile birlikte, Nurmengard’da yaşadıklarını anlatmamı istedi; ben de, ona, senin neredeyse boğulmana sebep olan o gardiyandan bahsettim,” diyerek vurguladı. “Bunda ne sorun var, onu anlamadım.”

Sorun, lanet olası Seherbaz’ların benim Slytherin’den biriyle buluşarak babama haber uçurduğumu düşünmeleri!” diye tısladı Harry; o kadar sinirliydi ki, titriyordu. “Patavatsızlığın neredeyse Lucius ile senin sonunu getirecekti! Eğer seninle buluştuğumu öğrenselerdi, Lucius, tan vaktine kalmaz, doğrudan Azkaban’a gönderilirdi!”

Draco belli belirsiz omuz silkti.

“Anladım… üzgünüm. Özür dilerim.”

“Özrün batsın!” diye hırladı Harry. “Şimdi, beni iyi dinle ve sana söyleyeceklerimi adamakıllı yerine getir!” dedi. “Buradan çıktığımız andan itibaren, benimle konuşmuyor, bana tek bir bakış dahi atmıyorsun. Sen beni tanımıyorsun, ben de seni, anladın mı?”

Draco başıyla onayladı.

“Anladım.”

“Seherbaz’lar bundan sonra beni daha da yakından izleyecekler,  o yüzden beni de, yaptığım her şeyi de görmezden geleceksin. Bana yalnızca Anahtar’ı aldığın gün geleceksin; ayrıca, onu kullanacağım gün ve saat de dâhil,” diye sözlerine devam etti Harry.

Draco başını tekrar salladı.

“Babam Anahtar’ı üç gün içinde göndereceğini söyledi. Konuştuğumuz gibi, harekete geçmişler.”

Harry rahat bir nefes verdi. Nihayet, bu kâbus yakında son bulacaktı.

“Önümüzdeki bu üç gün içerisinde, sen benim yolumdan uzak duracaksın, ben de seninkinden,” dedi Harry.

Draco başıyla tekrar onayladı. Harry’nin kaşları çatık görüntüsüne baktı; anlaşılan, hâlâ gergin ve öfkeliydi.

“Seni yeterince tanımasam, babanın aldığı intikamdan hiç etkilenmediğini düşünürdüm.”

Harry başını çevirip Draco’ya şaşkınlıkla karışık bir ifadeyle baktı.

“Etkilenmek mi?” diye sordu. “Öfkeden deliye döndüm!”

“Neden ki?” diye sordu Draco. “Sana işkence eden, neredeyse senin boğulmana sebep olmuş birine bunu ödetmek istemiyor muydun?”

“Evet, ama ben ödetmek istiyordum,” diye cevapladı Harry, öfkeyle. “Kendi işimi kendim görebilirim, benim işlerime babamın dâhil olmasına gerek yok, ayrıca dâhil olmasını da istemiyorum!”

“Bir hafta sonra,” dedi Draco, yüzünde bir sırıtışla, “bunu ona kendin yüz yüze söyleyebilirsin.”

“Merak etme,” diye homurdandı Harry, “söyleyeceğim.”

* * *

“Gitmesi gerek.”

“James…”

“Hayır.” James, Moody’ye yine bahaneler uyduran Dumbledore’un sözünü kesti. “Bana söz vermiştin, Moody bir daha Harry’nin yoluna çıkmayacaktı,” diyerek ona hatırlattı. “Onu uzak tutacağını söylemiştin.”

“Alastor’u uyaracağım,” dedi Dumbledore. “Sana söz veriyorum.”

James öylece hareketsiz kaldı ve ardından kararlılıkla başını iki yana salladı.

“Yetmez,” dedi. “Onu uyaracaksın, bir iki gün uzak durduktan sonra, yine Harry’ye zorbalık yapmaya devam edecek.” James meydan okurcasına dik duruyordu. “Onun işi bitti,” dedi. “Onu Hogwarts’tan, oğlumdan olabildiğince uzağa göndermek zorundasın.”

“James, sana onu gönderemeyeceğimi daha önce de söyledim. Ona burada ihtiyaç var.”

“Öylece ortak salona dalarak diğer öğrencilerin önünde Harry’ye saldırdı,” dedi James, öfkeyle. “Şansa, orada yalnızca Harry ile ilgili gerçekleri bilen öğrenciler vardı, ama ya başkaları da olsaydı? Moody’nin tavırlarını onlara nasıl açıklayacaktık?”

Dumbledore sessiz kaldı. Moody’yi savunamazdı. Ne kadar savunmaya çalışmak istese de…

“Anlıyorum,” diye başladı, “ama Alastor’un nasıl biri olduğunu sen de biliyorsun.”

“Beni ilgilendirmez!” diye patladı James. “Ciddiyim, Dumbledore,” diye inatla ısrarına devam etti. “Senin emrinle, ona bir şans daha verdim, ama o güvenilmez olduğunu kanıtladı. O artık yok.”

Dumbledore James’i dikkatle izledikten sonra, yorgun bir şekilde iç çekti.

“Üzgünüm, James, cevabım hayır. Alastor hiçbir yere gitmiyor.”

James sessizliğe gömüldü. Birkaç adım daha yaklaştı; şimdi, Dumbledore’un tam önünde duruyordu.

“Ya Moody’yi buradan gönderirsin, ya da ben Harry’yi alır, burdan giderim.”

Dumbledore James’e inanamayarak baktı.

“Pardon?”

“Beni duydun,” dedi James, alçak sesle. “Canıma tak etti. O baş belası, paranoyak pisliğin oğluma işkence edişini yeterince izledim!” Gözlerini, ona şaşkınlıkla bakan mavi gözlerden ayırmıyordu. “Ya Moody’yi Hogwarts’tan temelli gönderirsin, ya da ben, oğullarım ile karımı alıp buradan giderim.”

“James…”

“Ciddiyim,” diyerek onun sözünü kesti James. “Yaparım. Öyle bir giderim ki, ne sen bizi bulabilirsin, ne Bakanlık ne de o lanet olası Voldemort.”

‘Ve o kahrolası savaşı da kendi kendine verirsin!’

Geriye söylenecek bir şey kalmamıştı; Dumbledore dile getirmediği sözleri ile James’in ne kadar ciddi olduğunu anlamış görünüyordu. James, çok kısa bir anlığına, yaşlı büyücünün yüzünden yıldırım gibi bir öfkenin geçtiğini ve mavi, sakin bakışlarının alev aldığını gördü. Yine de, bakışlarını kaçırmadan olduğu yerde öylece durmaya devam etti. Öfke geldiği gibi yok olmuştu; Dumbledore şimdi oldukça yorgun ve –tuhaf bir şekilde– daha yaşlı görünüyordu. Derin bir nefes alarak James’in gözlerinin içine baktı.

“Onu göndereceğim,” dedi. “Gün doğmadan önce, Alastor Hogwarts’tan temelli gitmiş olacak.”

* * *

Karanlık Prens – İçimdeki Karanlık #36: Planlar [Kısım 1] okumak için tıklayın!

Çeviren: Tuba Toraman