Karanlık Prens – İçimdeki Karanlık #36: Planlar [Kısım 1]

Karanlık Prens - İçimdeki Karanlık #36: Planlar [Kısım 1]

GİRİŞ İÇİN TIKLAYIN.

34. BÖLÜM [Kısım 2]

35. BÖLÜM [Kısım 1]

35. BÖLÜM [Kısım 2]

Lord Voldemort’un o karanlık gece, Harry Potter‘ı kaçırıp öldüremeyince kendi oğlu gibi büyütmeye karar verdiği alternatif bir hayran hikâyesine ne dersiniz?
Karanlık Prens” serisini, Safina Mazhar‘ın kaleminden ve yazarın gözden geçirdiği yeni versiyon üzerinden taze bir çeviriyle sizlerle buluşturuyoruz. Karşınızda İçimdeki Karanlık cildinin otuz altıncı bölümü!

bölüm 36

Planlar

[Kısım 1]


Harry, bütün gücüyle zincirlere asıldı, ama koparamadı. Zincirlerden kurtulmak için çırpınırken derisi git gide aşınmış, bilekleri yaralanmıştı. Fakat uğraşları bileklerini kanatmak dışında hiçbir sonuç vermeyince, panikten kalbi deli gibi çarpmaya başladı.

Nefes nefese kalmış, halsiz bir şekilde zincirleri bıraktı. Penceresiz ve karanlık hücreye baktığında tüyleri korkudan diken diken oldu. Buraya nasıl gelmişti? Hatırlamıyordu. Her iki kolu da duvara ağır kelepçelerle bağlanmış bir şekilde acı içinde uyanmıştı.

Aniden, karanlığın içinden Moody göründü. Seherbaz’ın yaralı yüzü burnunun dibine kadar gelince, Harry duvara yapıştı. Seherbaz’ın yüzüne pis ve çarpık bir sırıtış yayılmıştı.

“Seni uyarmıştım,” diye homurdandı, aksi sesiyle, “insanları öldürüp bundan sıyrılamazsın.”

“Neredeyim ben?” diye sordu Harry, öfkeyle.

“Daha önce de söylediğim gibi, senden tüm bilgileri söke söke alacağım,” dedi Moody, “ve kim ne yaparsa yapsın, bu yemini yerine getireceğim.”

Harry, kelepçelenmiş ellerini sıkarak yumruk haline getirdi.

“Bırak beni!” diye bağırdı.

Moody bir adım daha yaklaşarak, Harry’nin burnunun dibine geldi.

“Sen bir katilsin,” dedi, usulca. “Bugün sen bir çocuğu babasız bıraktın. Bedelini ödemeden bu işten sıyrılacağını düşünmüyorsun, değil mi?”

Harry kalakaldı; gözlerini Seherbaz’dan ayıramıyordu.

“Aynen öyle,” dedi Moody, ona yan yan bakarak. “Derinlerde bir yerde, bunu hak ettiğini sen de biliyorsun!”

Harry’nin çenesi kenetlenmiş, gözleri öfkeyle parlamıştı; ama yine de, sessizliğini koruyordu.

Moody gülümseyip asasını kaldırdı ve Harry’nin alnına düşen saçlarını yana ayırarak şimşek biçimli yara izini açığa çıkardı. Pis pis sırıtıyordu.

“Teorimi test etmenin zamanı geldi, çocuk!

Asasını hafifçe yara izinin üzerinde gezdirdi ve yara izi bir anda dağlanmaya başlayınca, Harry’nin soluğu kesildi. Zincirlendiği yerde sızlanarak iki büklüm oldu; kafası öne düşmüş, bağırmasını bastırabilmek için gözlerini sımsıkı kapatmıştı. Bir el onu sertçe saçından kavradı ve kafasını yukarı kaldırdı; gözleri, Moody’nin birbirine uymayan gözleriyle buluştu. Moody, Harry’nin saçından tutmaya devam ederek asasını yara izine doğrulttu.

“Hayır!” diye bağırdı Harry, acıdan güç bela nefes alarak. “Ya- yapma!”

“Tam buraya Cruciatus Laneti yapsam,” dedi Moody, asasını Harry’nin yara izine bastırarak, “o da hisseder mi?”

“Hayır!” diye bağırdı Harry, “öyle… öyle işlemiyor!”  Yara izindeki acı git gide artıyor, daha da şiddetleniyordu. Gel gelelim, Moody’nin karşısında böyle çaresiz bir şekilde durmak, acıdan çok daha beterdi. “Hayır…! Yapma…!”

Moody pis pis sırıttı; gözlerinden aklını tümden kaçırdığı dışında hiçbir şey okunmuyordu.

“Crucio!”

Harry, nefes nefese kalmış bir şekilde, yataktan sıçradı. Elini hızla acıdan sızlayan yara izine götürdü. Alnı terle kaplanmıştı ve nefesi hâlâ düzensizdi. Elini yara izinden indirdi ve başını ellerinin içine gömdü.

Uzun dakikalar geçti gitti ve sonunda, yara izindeki ağrı hafiflemişti. Harry ellerini yüzünden çekti ve son bir kez daha yara izini ovarak kendini yatağa bıraktı. Yattığı yerde, gözlerini tavana dikmiş bakıyordu. Moody’nin ona Hastane Kanadı’nda yara izine yapmak istediği şeyle ilgili söyledikleri aklından çıkmıyordu. Kanının hâlâ böyle öfkeyle kaynamasının sebebi buydu, ama bunu kâbuslarında görecek kadar etkilenmiş olduğunu fark etmemişti. O gün olanları düşündü ve Moody’nin ona saldırdığını hatırlayınca vücudundaki her bir kasın gerildiğini hissetti. Seherbaz’ın kendisinin bile, Harry’ye kurduğu cümlelerin onu bu kadar derinden etkileyebileceğinden haberi yoktu.

Bu gece uyurken kendinle gurur duy, bir çocuk daha sayende yetim kaldı.’

Harry, içinde birikenleri dışarı vururcasına soluklandı ve yan tarafına dönerek uyumaya çalıştı. Sonunda uykuya dalmayı başarmıştı; ancak, Moody’nin ona hakaretler yağdırdığı kâbusların yanında, yüzü olmayan tuhaf bir kadının Paul Jackson’ın adını sayıklaya sayıklaya inleyip ağladığı kâbuslar görerek huzursuz bir gece geçirmişti.

* * *

Ertesi sabah hazırlanıp giyinen ilk kişi, Harry olmuştu. Huzursuz bir gecenin ardından, oda arkadaşları başta olmak üzere hiç kimseyle konuşacak hali yoktu. Diğer çocuklar hâlâ uykudayken odadan ayrıldı ve sessizce aşağı kata indi. Ortak salona girdiğinde ise, şaşkınlıkla duraksadı.

“Selam,” dedi Damien; Harry’nin birden belirmesiyle, o da şaşkın görünüyordu. “Erkencisin.”

“Sen de öyle,” diye cevapladı Harry.

Damien, her zamanki sinir bozucu ama sevecen gülümsemesiyle sırıttı ve önündeki parşömene işaret etti. “Biçim Değiştirme ödevi. Bugün son günüydü, o yüzden…” Omuzlarını silkti ve tekrar sırıttı.

Harry, Damien’ın oturduğu masaya yaklaştı ve karşısındaki sandalyeye usulca oturdu.

“Neden bir şey söylemedin?” diye sordu aniden.

Damien sorgularcasına kaşlarını çattı.

“Dün gece, Moody benim Slytherin’den birisiyle konuşup konuşmadığımı sorduğunda,” diyerek olanları hatırlattı Harry, “neden hiçbir şey söylemedin? Benim özellikle bir Slytherin ile konuştuğumdan şüphelendiğini biliyorum.”

Damien’ın yüz ifadesi değişti ve oturduğu yerde biraz doğruldu. Tüy kalemiyle parşömenine vuruyor, belli ki nasıl cevap vereceğini düşünüyordu.

“Malfoy’la arkadaş olduğunuzu biliyorum,” dedi sonunda; sırf ses tonundan bile bu konuda ne hissettiği anlaşılıyordu. “Ve Merlin biliyor ya, o soluk benizli mankafanın yaptığı her şeyin bedelini ödemesini çok istiyorum. O yüzden, doğrusunu söylemek gerekirse, Deli-Göz bana sorduğunda Malfoy’un adı dilimin ucuna kadar geldi.” Damien duraksadı, ela gözleri Harry’ye dikilmişti. “Ama ben… yapamadım.”

“Neden?” diye sordu Harry.

Damien hafifçe gülümsedi.

“Senin yüzünden,” diye cevapladı. “Sana baktığımda, gözlerinde endişe gördüm. Malfoy’u bir sır olarak saklamayı, onu korumayı ne kadar çok istediğini görebiliyordum.” Omuzlarını silkti. “Yapamadım işte, Malfoy’un o kalkık götünü yere indirme fırsatını kaçırmış olsam da, bunu sana yapamadım.”

Damien’ın son sözlerinin ardından, Harry’nin gözleri parladı, ama bir şey söylemedi. Boğazını temizlemeden önce, Damien’a dikkatle baktı. Gözle görülür bir zorlukla, yalnız ve yalnızca babası için kullandığı iki kelimeyi mırıldandı.

“Teşekkür ederim,” dedi. “Draco’yu Seherbaz’lardan uzak tutmanın ne kadar önemli olduğunu bilemezsin.”

Damien karşılık olarak gülümsedi.

“Sorun değil,” diye yanıtladı, “kardeşler bunun için vardır…” Gözleri ışıl ışıldı. “…birbirlerinin arkalarını kollamak için.”

Dürüst olmak gerekirse, Harry’nin buna söyleyecek sözü yoktu. Kafasını iki yana sallayarak kendine bir şey söylememesi gerektiğini söyledi. Görünüşe göre, Damien’ın, onunla sağlam bir kavga etmeden, bu kardeş olayından vazgeçmeye hiç niyeti yoktu.

Aynı zamanda, tuhaftır ki, anlamadığı bir sebepten ötürü, kendini çocuğun inadı karşısında gülümserken bulmuştu. Konuyu değiştirmek için öne eğildi ve Damien’ın önündeki parşömene bir göz attı.

“Biçim Değiştirme ödevi, ha?” diye sordu.

“Evet,” dedi Damien, alnını kaşıyarak. “Neredeyse bitirdim, sadece bu son kısmı bir mantığa oturtmam gerek.”

Harry masanın öteki tarafına uzanıp parşömeni kendine doğru çekti.

“Ben de bir bakayım.”

Damien şaşkınlıkla arkasına yaslandı ve hemen ardından yüzü kocaman bir gülümsemeyle aydınlandı. Öğrencilerin büyük bir kısmı gibi, Damien da fark etmişti ki, Harry çok fazla şey biliyordu. Çoğu öğrenci onun ders notlarını konuşuyor, engin bilgisini ve yeteneklerini, dünyayı gezmiş olmasına ve sürekli okul değiştirmesine bağlıyordu.

Damien içinin tuhaf bir mutlulukla dolduğunu fark etti. Ağabeyi ona ödevinde yardımcı oluyordu; bu, normal ailelerin yaşadığı bir şeydi, değil mi?

* * *

“Gerçekten dedin mi bunu?” diye sordu Sirius, gözleri kocaman açılmış bir halde.

James başıyla onayladı.

“Ve ciddiydim de.”

“Nereye gidecektin ki?” diye sordu Sirius.

James burnuna düşen gözlüğünü geriye iterek iç geçirdi.

“Doğrusunu söylemek gerekirse, bilmiyorum,” diye cevapladı. “Harry’yi alıp gidecek olsam, nereye gideceğim hakkında hiçbir fikrim yok, ama burada kalıp oğlumun Moody’ye ve onun deliliklerine daha fazla maruz kalmasına izin veremezdim.”

Sirius başını iki yana salladı.

“Ciddi ciddi Dumbledore’u tehdit mi ettin?”

“Hayır, tehdit etmedim,” diye karşı çıktı James, başını sallayarak. “Onu uyardım.”

Sirius, arkadaşı adına, hem etkilenmiş hem de endişelenmişti.

“Dumbledore’un Moody’yi gönderdiğine inanamıyorum,” dedi. “Demek ki, tehdidinden çok etkilenmiş. Albus Dumbledore hiç kimsenin karşısında öyle kolay kolay pes edecek birisi değil.”

“Pes etmek zorunda kaldı,” diye cevapladı James. “Ne kadar denerse denesin, Moody’nin davranışlarını meşru kılamadı.” Dün olanlar aklına gelince yumruklarını sıktı. “Moody’yi yakınlarda tutmak güvenli değildi. Harry’ye karşı kan davası güdüyor. Olan biten her şeyden Harry’yi sorumlu tutuyor. Onu suçladığı şeyleri duymalıydın, o kadar gülünçtü ki anlatamam!”

Sirius sessizleşti; söylemek istediği şeyi bastırmaya çalışırken ifadesi donuktu.

“Öyle mi?” diye konuştu, sonunda. James’in ona şokla baktığını görünce de elini kaldırdı. “Önce beni bir dinle, Çatalak. Moody paranoyak, budala ve baştan ayağa boka batmış bir manyak. Ancak, o ne yaptığını da bilen bir manyak.” Sirius omuzlarını silkti. “Söylediği şey, yani, Harry’nin Voldemort’la iletişim kurmanın yolunu bulmuş olması, belki de o kadar ihtimal dışı değildir.”

“Gayet de öyle! İmkânsız ve saçma sapan. Şu an neden Moody’nin tarafını tutuyorsun, anlamıyorum!” diye patladı James.

“Ben kimsenin tarafını tutmuyorum,” diyerek onu sakinleştirmeye çalıştı Sirius. “Demek istediğim şey, Harry’yi daha yakından gözlemle. Yani, ceset arazinin önüne fırlatıldığında, Harry de oradaydı. Belki de, ne olacağını biliyordu.”

“Hayır, bilmiyordu,” dedi James, başını iki yana sallayarak. “Sen orada değildin, Sirius, ama ben oradaydım. Yüzündeki ifadeyi gördüm; o da en az bizim kadar korkmuştu.”

Sirius sessizleşti ve başını aşağı yukarı salladı. Tekrar James’e baktığında, yüzünde çarpık bir gülümseme vardı.

“Tam anlamıyla onun tarafını tutuyorsun,” dedi. “Bu iyi bir şey. Ona bu kadar güvendiğini görmek beni memnun etti. Harry’yi iyi tanımışsın, demek ki.”

James buruk bir ifadeyle hafifçe gülümsedi.

“Tam tersi,” dedi, alçak sesle. “Harry hâlâ… bir şekilde yabancı bana,” diye itiraf etti. “Birlikte olduğumuz şu dört ay boyunca ona yakınlaşmakta başarısız oldum.” Başını öne eğdi. “Ben sadece… Moody onu Jackson’ın ölümüne sebep olmakla suçladığında, Harry’nin onun sözlerinden ne kadar etkilediğini gördüm. Moody Jackson’ın çocuğundan bahsettiğinde, Harry fiziksel olarak saldırıya uğramış gibi görünüyordu, serseme dönmüştü.” Başını iki yana salladı. “Böyle bir şeyin rolünü yapamazsın.”

Sirius başıyla onayladı; arkadaşının bu kederli hali yüreğini sızlatıyordu.

“Zamanla, Çatalak,” diyerek onu teselli etti, “başaracaksın. Harry sana şimdi cevap vermiyor olabilir, ama o senin oğlun, senin kanından,” diyerek sırıttı. “Ne kadar süre kızgın kalabilir ki?”

* * *

Kahvaltı, her zamanki gibi gürültülü ve kalabalıktı. Farklı olan şey ise tartışılan konuydu; dün Hogwarts’ın kapılarına bırakılan ceset, Paul Jackson. Birinci sınıftan yedinci sınıfa kadar, dört binadan da tüm öğrenciler sadece bu konuyu tartışıyorlardı. Görünüşe göre, herkesin de kendince bir fikri ve teorisi vardı.

“Amaç, kesinlikle cesedin Hogsmeade’e bırakılmasıydı, buraya sadece yanlışlıkla düştü,” dedi, birisi.

“Belki de, daha büyük bir skandala sebep olsun diye, buraya bilerek gönderilmiştir,” dedi, bir başkası.

“Aşağı bırakıldığında, hâlâ hayatta olduğunu duydum. Ölümüne sebep olan şey, düşüşüymüş,” diye iddia etti, birisi.

“Saatler öncesinden ölmüştü,” diye öne sürdü, diğeri.

Tüm bunların arasında, Harry Gryffindor masasında sessizce oturuyor, ona kadar ulaşan konuşmaları dinliyordu. Damien ve Hermione karşısında, Ron ve Ginny ise iki yanında oturuyordu; hepsi de tartışma konusundan oldukça rahatsızdı.

“Düşünsenize,” dedi Eric, “o gardiyan, Karanlık Prens’e böyle öldürülmesine sebep olacak ne yapmış olabilir?”

“Herhalde işkence etmiştir,” dedi Lee. “Kendisinin ne kadar acı çektiğine bakılırsa, Karanlık Prens’e ciddi bir zarar vermiş olsa gerek.”

Damien Harry’ye baktı, ama hiç tepki vermedi. Harry kafasını öne eğmiş, dalgın bir şekilde önündeki yulaf lapasıyla oynuyordu.

“Bu… bu yanlış bir şey,” dedi Angelina, kafasını onaylamazcasına sallarken. “Karanlık Prens’i yakaladılar zaten, ona işkence etmemeleri gerekir. Bu… bu doğru değil.”

“Doğru değil mi?” Seamus’un yüzü asıldı. “Angie, gardiyanın halini görmedin mi? Doğranmış resmen! Peki, bu doğru bir şey mi?”

“Hayır, tabii ki.” Angelina kafasını iki yana salladı. “Ama hücreye hapsedilmiş bir insana zarar vermek de etik açıdan doğru değil.”

“Karanlık Prens’in insan olduğunu kim söyledi?” diye homurdandı Lavender.

“Aynen öyle. Merlin bilir, kaç kişiyi öldürmüştür. Maruz kaldığı o sert davranışları hak ediyor,” diye ekledi Parvati.

“Yok, ben Angie’ye katılıyorum,” dedi Dean. “Onu zaten yakalayıp hapse tıktık. Bu yeterli olmalı. Herhangi bir sebepten ötürü ona zarar vermek, bizi Ölüm Yiyen’lerden farklı kılmaz.”

“Onu öldürmeliydiler,” dedi Lee, omuz silkerek. “Başımıza daha az bela açardı.”

Damien, tartışmanın özellikle bu kısmına son vermek istercesine gürültülü bir şekilde boğazını temizledi.

“Hey, millet,” diye seslendi, Angelina ve diğerlerine. “Baykuş postası bugün geç kalmadı mı? Şimdiye kadar gelmiş olması gerekirdi, değil mi?

İşe yaramıştı; çoğu gözlerini tavana dikti ve baykuşların yokluğunu görünce suratlarını ekşittiler.

“Çok tuhaf,” diye mırıldandı Lavender. “Genellikle sekiz buçuğa kadar gelirlerdi.”

“Gelecek Postası’nda neler yazdığını merak ediyorum!” diye ekledi Parvati. “Bu haberle resmen bayram etmişlerdir!”

Harry tavana bakmak için gözlerini yukarı kaldırdı ve içeri doluşan, mektup ve gazete taşıyan baykuşların yokluğunu fark edince kaşlarını çattı. Lavender haklıydı; dağıtım genelde sabah sekize kadar bitmiş olurdu, ama şimdi saat neredeyse dokuza geliyordu.

Öğretmenler masasından gelen bir el çırpma sesi, Harry’nin bakışlarının tavandan çekilmesine sebep oldu. Dumbledore herkesin dikkatini üzerine çekerek ayağa kalkmıştı. Büyük Salon anında sessizliğe büründü.

“Teşekkür ederim,” diyerek gülümsedi Dumbledore. “Çoğunuzun fark ettiği üzere, bu sabah baykuş postası gelmedi,” diyerek lafa başladı. “Ne yazık ki, dünkü talihsiz olaydan sonra Hogwarts’a yapılan bütün uçuşlar yasaklandı.”

Anında fısıltılar başlamıştı, fakat Dumbledore’un sesi onları bastırdı.

“Bir sonraki duyuruya kadar, Hogwarts’a ne mektup gelebilecek, ne de Hogwarts’tan mektup gönderilebilecek,” diyerek sözüne devam etti. “Eğer evinizle irtibat kurmanızı gerektirecek acil bir durum olursa, lütfen Bina Başkanlarınızla görüşün.”

Harry’nin öfke dolu gözleri öğretmenler masasından ayrılıp doğrudan Slytherin masasına, Draco’ya kaydı. Yeşil gözler gri gözlerle buluştu ve Harry’nin yapabildiği tek şey oturduğu yerde öylece kalmak oldu. Yumruklarını sıkarken gözleri öfkeyle parlıyor, kalbi göğsünde delicesine çarpıyordu.

Hogwarts’ta uçuşların yasaklanmış olması demek, hiçbir mektubun gelemeyeceği ya da gönderilemeyeceği anlamına geliyordu.

Yani, Draco Lucius’tan bir şey alamazdı.

Bu da demekti ki, Harry Anahtar’ına kavuşamayacaktı.

* * *

O gün, işkence gibi geçen uzun bir gündü. Harry bir sınıftan ötekine gidiyor; içine düştüğü bu duruma adeta kuduruyordu. Gerçek anlamda mahvolmuş, hapı yutmuştu. Babasının uyarısı olağanüstü bir şekilde geri tepmiş, kaçış planı suya düşmüştü. Kim bilir, ne kadar süre daha Anahtar’a ulaşamayacak ve burada esir kalacaktı; üstelik bundan sonra, Seherbaz’ların daha da sıkı gözetimi altında olacaktı. Kendini, ‘en azından gün boyunca Moody’yi görmedim, bu da bir şeydir!’ diyerek avuttu.

Harry, Draco’yla konuşmak için can atıyordu; öfkesini ona kusacak, ona bağırıp çağıracak ve tüm bu olanlar yüzünden onu suçlayacaktı. Ama bunu bile yapamıyordu. Draco’nun uzak durmasını kendisi tembihlemişti. Beklediği gibi, Seherbaz’lar her hareketini normalden daha da yakın gözetliyorlardı. James ise tekrar yanında bitmiş, birkaç adım arkasındansa yanında yürümeye yeniden başlamıştı. Sadece bu bile Harry’yi çileden çıkarmaya yetiyordu.

Öğle yemeği zamanı geldiğinde, Harry’nin canı öyle sıkkındı ki, hiçbir şey yiyemedi. Damien ve diğerlerini Gryffindor masasında bırakarak Büyük Salon’dan çıktı. Önce merdivenlerde bekleyen meraklı Seherbaz’ların, ardından koridorların sonuna konuşlanmış olanların ve sonra da nereye gitse arkasında beliren Seherbaz’ların yanından geçip gitti. Harry, kendisini rahat bırakacaklarını umduğu tek yer olan ve şuanda boş olduğunu düşündüğü Ortak Salon’a doğru yöneldi. Haklıydı, ama bu durum da çok uzun sürmedi.

Kendini içinde bulunduğu bu çıkmazdan biraz olsun uzaklaştırmak için Sihir Tarihi ödevini tam çıkarmıştı ki, portre kapısı açılmış ve siyah saçlı bir Seherbaz içeri tırmanmıştı. Harry kafasını kaldırıp ona baktığında, tüm vücudunun gerildiğini hissetti.

Sirius uzun saçlarını gözlerinin önünden çekerek ona kocaman gülümsedi.

“İşte buradasın!” diye selamladı Harry’yi ve onun oturduğu masaya doğru yürüdü. “Her yerde seni arıyordum,” dedi, gözleriyle onu süzerek. “Aç değil misin?”

Harry cevap vermedi.

“Ben de, kahvaltıda bayağı yedim,” diyerek sırıttı, karnını sıvazlayarak.

Harry bakışlarını çevirip tüy kalemini aldı ve parşömenine eğilerek ödevini yapmaya başladı; Sirius’u görmezden gelmeyi yeğlemişti.

Sirius kısa bir süre ona baktıktan sonra sandalyeyi çekerek karşısına oturdu.

“Neye çalışıyorsun?” diye sordu.

Sirius karşısına oturduğunda, Harry gerilmişti, ama gözlerini parşömeninden ayırmayıp yazmaya devam etti.

Sirius uzanıp parşömene göz attı.

“Cincüce Savaşı mı?” diyerek kafasını salladı. “Sihir Tarihi’nden nefret ederim, Quidditch oynamak varken tam bir zaman kaybı, değil mi?” Elini kaldırıp Harry’nin ona bir beşlik çakmasını bekledi, ama Harry onu görmezden geldi. “Aa, hadi ama, elimi havada bırakma.”

Harry homurdandı.

“Müthiş fikir,” diye mırıldandı, yüzünü kaldırıp ona ters bir bakış atarak.

Sirius başını eğdi, ancak yüzündeki muzip gülümseme kaybolmamıştı.

“Bilirsin, Quidditch’te harikayımdır,” diye devam etti, Harry’yi duymamış gibi yaparak. “Baban da iyidir ama ben muhteşemim!” diyerek kocaman sırıttı. “Senin de nerdeyse benim kadar iyi olduğunu duydum.” Başını yana eğdi. “Teke tek maça ne dersin? Hava da bunun için yeterince açık. Ne diyorsun?”

Harry çalışmaya devam ediyor, parşömene bir şeyler karalıyordu.

“Hadi, Harry,” dedi Sirius, sandalyesine geri oturarak. “Benimle konuşmayacak mısın yani? “Harry karşılık vermedi. “Sırf senin için geldim,” diye çabalamaya devam etti Sirius. “Vaftiz oğlumla vakit geçirebilmek için işten izin aldım.”

Harry duraksadı, tüy kalemi de durdu ve sonra tekrar kendini yazmaya zorladı. Sirius gözlerini inatçı çocuktan ayırmadan bekledi. Bir iç çekip arkasına yaslandı ve ellerini başının arkasına koyarak sırıttı.

“Konuşup konuşmaman önemli değil,” dedi. “Ben ikimizin yerine de konuşabilirim. Hatta dünyadaki herkese yetecek kadar bile konuşabilirim!” diyerek tekrar sırıttı. “Vay be, öyle bir işim olsa ne harika olurdu!” diyerek güldü; havlar gibi çıkan kahkahası tüm salonda yankılanmıştı. “Senin de söyleyecek bir şeylerin olsa ne güzel olurdu, ama sorun değil, ben ikimizin de yerine konuşurum.” Ellerini indirdi ve masaya parmaklarıyla hafifçe vurmaya başladı. “Neyden bahsetsem?” dedi, düşünerek. “Ah, keçi sütlerinde çıkan ikileme ne dersin? Bunu duymuş muydun? Berbat, değil mi?” diyerek kafasını iki yana salladı Sirius. “Yani, pembe sütlü keçi mi? Seni bilmem ama ben pembe süt içerken yakalanmak istemem. Tam bir rezillik! Yani, sarı olsa, eh idare edebilirim, yeşil bile kabul edilebilir, ama pembe? Hayatta olmaz, pembe süt içerken yakalanmam, hele ki…”

“Aslında, söyleyecek bir şeyim var,” diyerek araya girdi Harry. “Kapa çeneni!”

Sirius duraksadı; mavi gözleri Harry’ye bakarken parıldıyordu.

“Ha! Seni konuşturdum,” diyerek gülümsedi.

Harry’nin canına yetmişti. Ayağa kalkıp parşömeni, tüy kalemi ve mürekkep şişesini toplayarak çantasına tıkıştırdı.

“Aaa, Harry, yapma,” diye yalvardı Sirius. “Gitme, sadece seni güldürmeye çalışıyordum.”

Harry çantasını omzuna asıp kapıya doğru yürüdü.

“Harry? Harry, bekle,” diyerek arkasından gitti Sirius ve onu geçerek kapının önünde durdu. “Gitme, ben giderim, tamam mı? Senin gitmene gerek yok.” Duraksadı; bakışları yumuşamıştı. “Ben sadece… anlayamıyorum,” dedi. “Neden böylesin? Niye kızgınsın? En azından deneyemez misin? Bizi biraz olsun tanımaya çalışsan? Seni şaşırtabiliriz.” Bir adım daha yaklaştı; bu sefer biraz daha ciddi görünüyordu. “Mücadele etmeyi bırak, Harry,” diye yalvardı, usulca. “Annen ile babana bir şans ver. Başka kimseyle konuşmak istemiyorsan, tamam, ama onlarla konuş. Senin için neler yaptıklarını tahmin bile edemezsin, seni güvende tutmak için kimlerle mücadele ettiklerini. Bir şans ver, tek bir şans, o zaman seni ne kadar sevdiklerini anlayacaksın.”

Harry bir adım daha yaklaştı; gözlerinden öfke fışkırıyordu.

“Onlarla ve bana olan sevgileriyle ilgili bilmem gereken her şeyi zaten biliyorum,” diye tısladı. “Potter her türlü numarayı çekebilir, ama beni asla kandıramaz.”

“Kimse seni kandırmaya çalışmıyor, Harry,” diyerek kafasını iki yana salladı Sirius. “O konuda sen başarılı bir örnek sergiliyorsun zaten.”

Harry pis pis sırıttı.

“Kimin enayi olduğunu göreceğiz,” diye meydan okudu Harry. “İçgüdülerime güvendiğim için ben mi,” Sirius’a bakarken bakışları daha da soğuk bir hâl aldı, “yoksa beni küçümsediğiniz için siz mi?”

Seherbaz’ın etrafından dolanıp kapıdan çıkarak, onu morali bozuk bir şekilde gerisinde bıraktı.

* * *

Gün Harry için git gide daha da kötüye gidiyordu. Öğleden sonraki stresli derslerinden sonra, paydos etmeye hazırlanıyordu. Ama midesinden gelen gurultu sesleri ve Damien’ın bir şeyler yesin diye bitmek bilmeyen ısrarları üzerine, Harry yorgun argın ve keyifsiz bir halde Büyük Salon’un yolunu tuttu. Akşam yemeğini yarılamıştı ki, sabahki baykuş postası yasağını ona rahatlıkla unutturacak başka bir haber aldı.

Profesör McGonagall’ın masaların yanından yavaş yavaş geçtiğini ve her öğrenciye birer parşömen dağıttığını gördü. Diğer masalara baktığında, diğer Bina Başkanlarının da aynı şeyi yaptığını fark etti. Profesör yanına gelip ona da ince bir parşömen verene kadar bekledi. Harry parşömeni alıp hızlıca göz gezdirdi. Anlayamamıştı. Kitap, kompozisyon ve okuma parçalarından oluşan bir listeydi… Ödev verilmişti, ama burada iki hafta boyunca yapmaya yetecek kadar ödev vardı.

Harry ayağa kalkıp elinde parşömenle o anda son Gryffindor’a da ödevini uzatmakta olan McGonagall’a doğru koştu.

“Bu nedir?” diye sordu, listeyi uzatarak.

“Neye benziyor, Mr Potter?” diye cevap verdi Profesör. “Tatil ödeviniz; tüm bu ödevleri tamamlayıp döndüğünüz ilk gün teslim etmeniz gerekiyor.”

“Döndüğümüz ilk gün mü?” diye sordu Harry, şaşkınlıktan gözlerini kırpıştırarak. “Nereden döndüğümüz gün?”

“Noel tatilinden,” diye cevap verdi McGonagall. Harry’nin boş boş baktığını görünce de, açıklamaya devam etti. “Noel tatili evde aileyle geçirilir.” Harry’nin yeşil gözleri hayretle açılınca ise gülümsedi.

“Eve gidiyorsunuz, Mr Potter, Godric’s Hollow’a.”

* * *

Ortak salon ağzına kadar öğrenciyle doluydu. Şömine gürültüyle çıtırdıyor, içindeki alevler her zaman olduğundan daha yüksek ve güçlü yanıyordu. Parvati ile Lavender şöminenin önünde oturmuş, birbirlerine dedikodular anlatıp laflıyorlardı. Genelde hep oturduğu sandalyesine çökmüş, kafasından geçen depresif düşüncelere dalmış görünen Harry’ye uzun uzun bakışlar atıp duruyorlardı.

“Buna inanamıyorum!”

Ron’un gürültülü nidası Harry’yi daldığı düşüncelerinden sıyırdı. Harry etrafına baktı ve gözleri kızıl saçlı çocuğu aradı; ev ödevi listesine nefretle bakıyordu.

“Hı? Yine ne oldu?” diye sordu Damien, Harry’nin karşısındaki sandalyede mayışmış bir halde otururken.

“Bu! Bu oldu!” Ron parşömeni Damien’a doğru salladı.

“Ha, evet,” diye mırıldandı Damien ve sandalyesine iyice gömülerek yeniden gözlerini kapattı.

“O kadar da kötü değil, Ronald,” dedi Hermione, Eski Yazılar dersinin ödevini tamamlayıp elindeki tüy kalemi masaya koyarken.

“Senin için olmayabilir,” dedi Ron, “ama herkes için, bu kötü bir şaka! Yani, tatildeyiz, değil mi? Bunun tam sözlük anlamı, çalışmamak olmalı, değil mi? Bizden bunları yapmamızı istemeleri rezalet değil de ne?” Parşömene yeniden bakarken gözleri kısıldı. “Altı kompozisyon, iki proje ve sekiz okuma ödevi! Sekiz! Şaka bu, şaka!”

“Ve hepimiz de çok gülüyoruz,” dedi Ginny, kuru bir şekilde; başını kendi kitabı ile parşömenine gömmüş, üç metrelik parşömen rulosunun üzerine çiziktirip duruyordu.

“Böyle çalışmaya devam edeceksek, yemin ederim, Noel tatiline çıkmayalım daha iyi,” diye homurdandı Ron, “bari burada kalalım.”

Bu sözlerin üzerine, Harry başını kaldırıp baktı; kalbi göğsünde deli gibi atıyordu.

“Şaka yapıyorsun herhalde,” dedi Ginny. “İlk yılında olanları unuttun mu? Herkes Charlie’yi görmeye giderken sen burada kaldın diye ağlamıştın.”

“Ağlamadım!” diye karşı çıktı Ron, kulakları pembeye dönerken. “Kapa çeneni, Gin!”

Ginny kıkırdamakla yetinip Hermione’ye göz kırptı; o da onun gibi sırıtıyordu.

Harry sandalyesinin ucuna gelerek huzursuzca kıpırdandı.

“Yapabiliyor musunuz?” diye sordu, diğer üçünü de şaşırtarak. Genelde onlarla pek konuşmazdı.

“Ee, neyi?” diye sordu Ginny.

“Burada kalmayı,” dedi Harry, “tatil boyunca?”

Ginny ağabeyine ve Hermione’ye bir bakış attı.

“Evet, yani, Noel tatili boyunca.”

“Nasıl?” diye sordu Harry; sesinin tonundaki çaresizlik üçünü de şaşırtmıştı. “Burada nasıl kalabilirim?”

“Bil-bilmiyorum,” dedi Ginny. “Ben hiç tatillerde kalmadım.”

“Ben bir kez kaldım, ailem ayarlamıştı,” dedi Ron.

Harry sessizliğe gömüldü ve arkasına yaslanıp düşüncelere daldı.

“Ne oldu?” diye sordu Ginny. “Tatil boyunca burada mı kalmak istiyorsun?”

“Önemli değil,” diye mırıldandı Harry.

“Noel’de eve gitmek istemiyor musun?” diye sordu Ginny, kendini durduramadan.

Harry bakışlarını ona döndürdü; yeşil gözleri karanlık ve donuktu.

“Evet,” diye usulca cevapladı Harry, “ama kimse bana izin vermez.”

O anda belli etmese de, Ginny durumu anlamış, kalbi sıkışır gibi olmuştu. Ne söyleyeceğini bilmiyordu. Harry’den başka tarafa bakarak gözlerini uyuyan Damien’a çevirdi; Damien Harry’yi duymadığı için içten içe Merlin’e şükrediyordu.

Harry ayağa kalktı ve diğer üçünü arkasında bırakarak merdivenlerden çıktı; üçü de, adı kötüye çıkmış Karanlık Prens’e karşı duydukları tuhaf bir empati hissiyle arkasından öylece bakıyorlardı.

* * *

Ertesi sabah, herkes kahvaltıya inmişti; Harry hariç, herkes. Harry’nin dünden beri iştahı kesilmişti. Önce baykuş postasının yasaklandığı haberini almış, ardından ise Godric’s Hollow’a gideceği gerçeğini öğrenmişti. Tüm bunlar, onun tüm enerjisini tüketmeye yetmişti.

Harry yorgun gözlerini ovuşturdu; dün gece doğru düzgün uyuyamamıştı. Yatağında oturmuş ayakkabılarını giyerken, bir anda kapıya vuruldu. Harry oturduğu yerde, derin bir nefes aldı. Bugün Potter’ı kaldıracak durumda değildi. Ama kapı açıldığında, karşısında beliren James Potter olmadı; başka biriydi.

Harry’nin gözleri, gelen ziyaretçiyi görünce kısıldı.

“Ron burada değil,” dedi, ayakkabılarını giymeye devam ederken, “çoktan indi.”

Hermione arkasından kapıyı kapattı. İçeri doğru yürümeden önce, çocuğa temkinli bir şekilde bakıyordu.

“Biliyorum.” Harry’ye oldukça gergin görünmüştü. “Ben… seninle konuşmak istedim.”

Harry yan yan ona baktı.

“Ne konuda?” diye sordu.

Hermione tereddüt etti; parmaklarını çekiştirerek çantasının sapıyla oynuyordu. Bir şey söylemeden, çantasını açıp içinden bir parşömen çıkardı. Harry’ye doğru ilerleyip parşömeni uzattı.

Harry parşömeni ondan alıp hızla göz gezdirdi.

Seçilen Ders:

Mevcut Not:

Profesör’ün İmzası:

Katılımcı’nın İmzası:

Bina Başkanı’nın İmzası:

Başını kaldırıp gür saçlı kıza baktı.

“Bu ne?”

Hermione derin bir nefes aldı.

“YD’ler,” dedi. “Yetenek Dersleri, notları yüksek olan öğrencilerin ya da özellikle bir derste üstün başarı göstermiş öğrencilerin aldığı dersler,” diyerek başını salladı. “Bu hafta içinde imzalarsan, Noel tatilinde Hogwarts’ta kalabilir ve bu dersleri alabilirsin.”

Harry küçük dilini yutmuş gibiydi. Gözlerini yeniden elindeki parşömene indirip ardından Hermione’ye baktı.

“Bana bunu neden veriyorsun?”

Hermione, soru karşısında hazırlıksız yakalanmıştı. Cevap vermeden önce bir süre bekledi ve ardından hafifçe omuzlarını silkti.

Emma Watson

“Fazladan ders almaya ihtiyacın yok, biliyorum. Ben… sadece…” Başını kaldırıp ona baktı ve yüzüne bir gülümseme yayıldı. “Birine zorla bir şey yaptırılmasının doğru olmadığını düşünüyorum,” diye açıkladı. “Evine gidip ailenle birlikte olman gerekse bile, orayı evin olarak görmediğin sürece oraya zorla götürülmemelisin.” Onunla göz göze geldi. “Dönemin başında bunu aldığımı hatırladım birden. Ben de yıllardır burada kalmak istiyorum ama…” diyerek kıkırdadı, “ailem her zaman itiraz ediyor.”

Harry tekrar elindeki parşömene, ardından ise onun gözlerine baktı.

“Bu hafta içinde bunu Profesör McGonagall’a teslim etmeyi unutma. Yoksa kabul etmeyecektir. Derslerin ayarlanması için önceden bildirilmesi gerekiyor.” Kapıya doğru ilerlemeye başladı, ama birden durup arkasına dönerek Harry’ye baktı. “Benim için bir iyilik yapar mısın? Bundan Damy’ye bahsetme. Sana bunu benim verdiğimi bilmesin,” diyerek Harry’nin elindeki parşömeni işaret etti. “Yoksa beni bir daha hiç affetmez.”

Harry’nin dudakları küçük bir gülümsemeyle kıvrıldı. Başıyla onaylayınca Hermione de gülümsedi. Gitmek için arkasını döndü.

“Hey,” diye seslendi Harry, onu durdurarak. Hermione ona doğru döndü ama Harry ne söyleyeceğini bir an için bilemez bir halde öylece durdu. Sonra, “sanırım durumu eşitledik,” dedi, elindeki parşömeni kaldırarak.

Hermione gülümsedi; bakışları yumuşamıştı.

“Ben skor tutmuyordum,” diye cevapladı.

Hermione kapıyı açıp odadan çıkarken Harry onu izledi; en azından problemlerinden biri onun sayesinde çözülmüştü.

* * *

Karanlık Prens – İçimdeki Karanlık #36: Planlar [Kısım 2] okumak için tıklayın!

Çeviren: Tuba Toraman