Karanlık Prens – İçimdeki Karanlık #74: Bir Kahramanın Acıları

Karanlık Prens - İçimdeki Karanlık #74: Bir Kahramanın Acıları

GİRİŞ İÇİN TIKLAYIN.

71. BÖLÜM

72. BÖLÜM

73. BÖLÜM

Lord Voldemort’un o karanlık gece, Harry Potter‘ı öldürmeyip kendi oğlu gibi büyütmeye karar verdiği alternatif bir hayran hikâyesine ne dersiniz?
ÖNEMLİ BİR NOT: Karanlık Prens serisinin ilk cildi İçimdeki Karanlık hikâyesinin yeniden yazılmış bölümleri 57. bölümle sınırlıydı. Yazar bu maceranın yeni versiyonunu uzun süredir yazmadığı için, kalan bölümlerin yeni versiyonunu eskisiyle bağlayarak yayınlama kararı aldık. Bundan böyle bölümler, Tuba Toraman‘ın düzeltisiyle karşınızda olacaktır. Karşınızda İçimdeki Karanlık cildinin yetmiş dördüncü bölümü!

bölüm 74

Bir Kahramanın Acıları

Potter Malikânesi’ne büyük bir endişe ile korkunç bir kayıp havası hâkimdi. Hiç kimse teselli edici bir şey söyleyemiyordu. Ginny, Riddle Malikânesi’nde başına gelen olayları anlatırken, herkes onu içlerinde git gide büyüyen bir dehşetle pür dikkat dinliyordu. Nigel hâlâ annesinin kucağında kıvrılmış duruyor, annesinden ayrılmaya yanaşmıyordu. Döndüğünden beri ağzından tek bir kelime dahi çıkmamıştı. Küçük çocuk, Ginny onu bıraktığından beri, annesine yapışmış bir halde öylece duruyordu.

Ginny ve Nigel’la ilgilenmesi için Poppy çağırılmıştı. Poppy, Nigel’ın yaşadıkları yüzünden bir travmanın etkisinde olduğunu ve şok geçirdiğini söyledi, ama iyi olacaktı. Güvende olduğunu ve artık tehlikede olmadığını anladığı zaman normale dönecekti. Henüz başına gelenleri anlayamayacak kadar küçüktü. Muhtemelen anladığı tek şey, ailesinden kaçırıldığı olmuştu. Çevresinde atılan çığlıklar ve haykırışlar onu şoka uğratmış olmalıydı.

Poppy şu anda Ginny’nin ellerini tedavi etmekle meşguldü. Yaptığı işe doğru dürüst odaklanamıyordu. Aklından, sürekli, Harry’nin ne durumda olduğuna dair korkutucu düşünceler geçip duruyordu. Ginny, herkese, Harry’nin onu kaçması için nasıl zorladığını anlattıktan sonra, sessizleşmişti. Poppy ellerini sargılarken, gözlerinden yaşlar aka aka kıpırdamadan oturuyordu. Elleri o kadar kötü yaralanmıştı ki, iyileşmesi birkaç günü bulacaktı.

Onun karşısında, Damien da çıt çıkarmadan oturuyordu. Yüzü, hâlâ Harry’nin saldırısından izler taşıyordu. Ela gözleri, tıpkı Ginny’nin yarım saat kadar önce belirdiği gibi, Harry’nin de her an çıkıp belirmesini sessizce beklercesine şömineye kitlenmişti. Harry’nin gitmiş olmasına hâlâ inanamıyordu. Bir elin nazikçe omzunu sıktığını hissetti. Gözlerini şömineden ayırdı ve başını kaldırıp Hermione’nin gözü yaşlı yüzüyle karşılaştı. Hermione, Damien’ın yanına diz çöküp sesini çıkarmadan onu teselli etti. Ona kendini iyi hissetmesi için ne söyleyeceğini bilmiyordu.

Uzun gibi gelen bir aranın ardından, Dumbledore başını kaldırıp odadaki kalabalığa seslendi.

dumbledore portre

“Severus’u beklemeliyiz. Harry’ye ulaşmamızda bize yardımcı olabilecek tek kişi o. Umudunuzu kaybetmeyin. Harry bunu da atlatacaktır.” Son sözleri, kalabalığın tam ortasında oturan gözü yaşlı anne ile babaya söylenmişti.

Ancak, Lily de James de Dumbledore’un sözlerinde teselli bulmamışlardı. Sirius, Dumbledore’a bakarken öfkeli bir iç çekiş yükseltti. ‘Harry’ye ulaşmanın en iyi yolu Snape ise, hiç umudumuz yok demektir,’ diye geçirdi içinden, çaresizce.

* * *

Harry acımasızca taş zemine fırlatıldı. Başı zemine çarpınca ağzından hafif bir inildeme çıktı. Etrafını saran ayak seslerini dinlerken, nefes nefese kalmış bir halde yerde yatıyordu. Yara izindeki acı midesini bulandırıyordu. Ginny ile Nigel Potter Malikânesi’ne güvenle ulaştıktan hemen sonra, Harry Ölüm Yiyen’lerden yağan bir lanet yağmuruyla yere yığılmıştı. Hemen ardından, adamlar ellerini arkasına çekip bağlayarak onu sürükleye sürükleye getirmiş, Efendileri’nin önüne fırlatıp atmışlardı.

Harry, bir çift elin onu kollarından tutup çektiğini hissetti; şimdi onu dizlerinin üzerine oturtmuşlardı. Harry’nin görüşü bulanıktı; hem başı ağrıdan zonkluyor hem de yara izi cayır cayır yanıyor gibiydi. Voldemort’un bakışlarının üzerinde olduğunu, görmekten çok seziyordu. Görüşü, Voldemort’un tam önüne gelip ona kırmızı gözlerinde büyük bir öfkeyle bakmasıyla netleşti.

Harry, dizlerinin üzerinde durmaya devam etti. Ayağa kalkmanın nafile bir çaba olacağını biliyordu; nasılsa, yeniden Voldemort’un önünde diz çökmeye zorlanacaktı. Gözlerini, eskiden baba dediği adamın gözlerine dikmiş, sözünün arkasında durmak ve intikamını almak için ona sessizce meydan okuyordu.

Voldemort asasını tutan elini sıktı ve Harry’nin başında dikilmeye devam edip sakince başını eğdi.

“Senin hakkında yanılmamışım. Bundan daha aptal bir Gryffindor olamazdın!” diye tısladı ona, öfkeyle.

Harry’nin yüzüne bir gülümseme yayıldı; bu aşağılanma ona çok tanıdık gelmişti.

“Ne yaparsın, kanımda var,” diye karşılık verdi, sakince.

Harry, yara izinde patlayan acı yüzünden tıslamamak için kendini zor tutuyordu. Voldemort gözlerini ondan alıp onu tutan Ölüm Yiyen’lere işaret etti. O esnada Harry yukarı çekilerek ayağa kalkmaya zorlandı. Şimdi, Harry Voldemort’la aynı hizaya getirilmiş, onunla yüz yüze bakıyordu. Voldemort, yüzünü ondan uzaklaştırmak için başını yan yatırdı.

“O sahip olduğun Gryffindor kanını son damlasına kadar kuruturum!” diye tısladı; içindeki öfke öyle artmıştı ki, kırmızı gözleri cayır cayır yanıyor gibiydi.

Harry cevap vermedi. Cevap vermek istemediğinden değildi; sadece tek yapabildiği, çektiği acı yüzünden dişlerini sıkmak zorunda kalmasıydı. Yara izi zonkluyor, sızlıyor ve acısı her geçen dakika daha da katlanıyordu.

Voldemort birdenbire Harry’nin yanından uzaklaşıp Ölüm Yiyen’lerinin önüne gelip durdu.

“Hiçbiriniz buradan çıkmıyorsunuz! Ben izin vermedikçe hiç kimse bu odadan arkasını dönüp gitmeyecek!”

Ölüm Yiyen’ler hep bir ağızdan Efendilerinin buyruğunu kabul ettiklerini belirttiler.

Voldemort bir süre hiç kıpırdamadan durdu. Anlaşılan, ne yapacağına karar vermeye çalışıyordu. Başını çevirip Harry’ye baktı ve öfkesi yine katbekat arttı. Harry’yi tutan Ölüm Yiyen’lere doğru ilerledi.

Harry, odanın ortasına sürüklendiğini fark etti. Aslında mücadele edebilirdi, ama Harry kaderine çoktan boyun eğmişti. Potter Malikânesi’nden ayrılırken, bu savaştan vazgeçip Voldemort’a ondan intikam alması için izin vermeye karar vermişti. Voldemort’la yüzleşmeden kaçmaya çalışarak aptallık etmişti. Harry, daha evden ayrılıp Riddle Malikânesi’nin yolunu tutarken, onu korkunç bir ölümden başka bir şeyin beklemediğini biliyordu. Harry’nin tek yapmak istediği, Ginny ile Nigel’ın zarar görmeden kurtulmasını sağlamaktı. Ve bunu başarmıştı. Gerisi artık hiç de önemli değildi. Voldemort’un onu ölümüne sürüklediğini biliyordu. Voldemort’un bildiği bir şey varsa, o da, bir insana nasıl acı çektireceğini çok iyi bilmesiydi.

Harry, odanın ortasına iki direğin konduğunu fark etti. Onlara doğru sürüklendi ve bağlı olan elleri çözülüp her iki kolundan direklere sıkıca bağlandı. Harry, bağlı olduğu direklerin kollarını çekiştirdiğini hissetti; öyle ki, kasları yırtılacakmışçasına isyan ediyordu. Ama gıkını bile çıkarmıyordu.

Ölüm Yiyen’ler Harry’nin etrafında çember halinde toplandılar. Çoğunun gözlerindeki ışıltıdan sabırsızlandıkları anlaşılıyordu. Efsanevi Karanlık Prens’e ne olacağını görmek istiyorlardı. Gel gelelim, aralarından iki Ölüm Yiyen, Harry’yi bu halde görmenin onlarda yarattığı dehşeti saklamaya çalışıyordu. Snape, korkusunu gizlemek için resmen Zihnebend’in sınırlarını zorluyordu. Evet, çocuk hiçbir zaman umurunda olmamıştı. Ama Seçilmiş Olanı kaybetmeyi de hiç istemezdi. O, Snape’i bu ikiyüzlü hayatından kurtarabilecek tek kişiydi. Harry giderse, Snape, bir casus olarak bu tehlikeli hayatı kim bilir daha ne kadar sürdürebilecekti?

Diğer Ölüm Yiyen’e gelince, o aslında Harry’yi önemsiyordu. Kendi öz oğlunu nasıl önemsemişse, onu da o derece önemsiyordu. Bu çocuğu kendisi büyütmüş, ona birçok yeteneğini o kazandırmıştı ve korkudan titreyen o küçücük çocuğun nasıl korkulan bir savaşçıya dönüştüğüne adım adım şahit olmuştu. Lucius Malfoy, Harry’nin direklere bağlandığını izlerken, gri gözlerini yummuş, nefes almaya çabalıyordu. Aklı, ona, Harry’ye yardım etmesini, onu kurtarmasını bağırıp duruyordu; ama ne onun ne de kimsenin Harry’ye şu durumda yardım edemeyeceğini de biliyordu. Harry’nin çekeceği cezayı görmemeyi umarak gözlerini kapatmıştı. Ama gel gelelim, bugün şans Malfoy’dan yana değildi.

“Maskelerinizi çıkarın,” diye emretti onlara, Voldemort’un soğuk sesi.

Malfoy şak diye gözlerini açıp diğer Ölüm Yiyen’lerin yaptığı gibi maskesini çıkardı.

Harry, öfkesi tüm vücudunu sararken çenesini sıkıyordu. Voldemort, Harry’nin, işkence görürken onu kimlerin izlediğini görmesini istiyordu. İşkencesini mümkün mertebede herkese göstere göstere yapacaktı. Ölüm Yiyen’ler Harry’ye aç gözlerle bakıyorlardı; sabırsızlıkla onun çığlıklarını duymayı bekliyor ve hatta şanslılarsa eğer, Voldemort’un onu çığlık çığlığa bağırtmasını emredecek kişilerden biri olabilmeyi umuyorlardı.

Voldemort, Harry’nin önüne gelip durdu. Harry kendisinden başka kimseye bakamasın diye, yüzünü onun yüzüne yaklaştırdı.

“Şu kısacık ömründe birazdan olacaklardan ve daha sonrasında olacakların hepsinden senin sorumlu olduğunu bilmeni istiyorum! Kendini sen bu duruma getirdin. Senin için planlarım vardı, ama sen beni terk ederek hepsini çöpe attın! Senin için başarı ve refah planlamıştım, ama ömrünün son günlerini acı ve işkence içinde geçirmeyi sen istedin.”

Harry sonunda dişlerini sıkmayı bırakıp içindeki öfkeyi kustu:

“Bana hayatım boyunca acıdan başka bir şey vermedin. Sanki sonum bundan farklı mı olacaktı?”

lord voldemort5

Voldemort, Harry’nin sözleri yüzünden afallamıştı. Geriye doğru çekilip oldukça sert bir şekilde Harry’ye baktı.

“Ben sana bir büyücünün hayal dahi edemeyeceği kadar çok şey verdim! Sana güç verdim! Sana yetenek verdim! Hatta sana Salazar Slytherin’in vârisi unvanını verdim! Seni güçlü bir adam yaptım! Sense karşılığında bana ne yaptın? Sana benim verdiğim gücü ve yeteneği beni yok etmeye kullandın!”

Harry, acıdan haykırmamak için dişini ısırmak zorunda kaldı. Yara izi muhtemelen yeniden yarılıp açılacak gibiydi. Ama Harry yine de, sıkılı dişlerinin arasından Voldemort’a tısladı:

“Beni bugün olduğum şeye dönüştürdün, bir katile!”

Daha fazlasını söylemek istese de, yara izindeki acı, onu içinde bulunduğu hislerden koparıp çıkarmıştı.

Voldemort, Harry’nin bağlı bedenine daha da yaklaştı; parmaklarıyla Harry’yi acıdan inleten yara izinin üzerinden hafifçe geçti.

“Bana ihanet ettin, Harry. Senin için yaptığım onca şeyden sonra bana karşı geldin. Suçlarının cezasını ödeyeceksin,” dedi Voldemort ona, alçak ve neredeyse kibar bir ses tonuyla.

Ansızın Harry’den uzaklaştı. Ölüm Yiyen’lerine dönüp her birinin yüz ifadelerini bir bir taradı. Ölüm Yiyen’lerinden birini çağırdı:

“Macnair!”

Ölüm Yiyen hızla gelerek Voldemort’un önünde eğilip emirlerini bekledi. Voldemort kısa bir süre tereddüt ediyor gibi göründü ve sonra asasını Macnair’in önüne, yere doğrulttu. Malfoy, Voldemort’un yarattığı şeyi görünce nefesini tuttu. Ayaklarının dibinde bir kırbaç duruyordu.

“Al şunu,” diye emretti Macnair’e ve Macnair da emre hemen itaat etti.

Voldemort, Harry ile yüz yüze gelmek için yerinde döndü. Asasını bir kez daha kaldırıp bağlı duran çocuğa yöneltti. Harry, siyah pantolonu dışında cüppesi ile kıyafetlerinin ortadan kaybolduğunu fark edince soluğunu tuttu. Soğuk hava, çıplak vücuduna temas ederken titrememeye çalışıyordu.

Harry’nin yüzünde korkunun emaresi okunmuyordu, ama Voldemort onun içten içe nasıl korktuğunu biliyordu. Harry çocukken, geceleri onu kırbaçlayan ‘James’in tekrar tekrar belirdiği kâbuslarından ağlayarak, titreyerek, hatta bazen de kusarak uyanırdı. Harry’ye en çok acı çektiren anılardan biri buydu.

“Otuz kırbaç! Ne bir eksik ne bir fazla. İşin bitince, onu burada bırakıp çıkın. Hepiniz!” dedi Voldemort ve dönüp bir daha arkasına bakmadan odayı terk etti.

Odanın kapısı gürültüyle kapandı. Harry’nin etrafını saran Ölüm Yiyen’ler, işkence seansı başlarken daha iyi görmek için biraz daha yaklaştı. Harry onların hiçbirine bakmamak için ciddi bir mücadele veriyordu. Özellikle de, gözlerini Lucius’tan kaçırmaya çalışıyordu.

Macnair, Harry’nin önüne gelince ona bakıp pis pis sırıttı. Kırbacı açıp, görebilsin diye onun önünde salladı. Harry gözlerini odadaki insanların başının üzerinde bir yere dikmeye devam etti. Kan revan içinde kalıncaya dek dövülürken, onların o alaycı suratlarına bakmayacaktı. Macnair hareket ederek Harry’nin arkasına geçti. Kırbacı Harry’nin sırtına vurdu. Kırbacın Harry’nin tenine çarpan sesi odada yankılanırken, Ölüm Yiyen’ler neşe içinde tezahürata başlatıp ‘BİR!’ diye bağırdılar. Harry, kırbacın ona çarpmasıyla acıdan irkilse de, gıkını çıkarmamıştı.

Lucius, Harry’nin sırtına vuran kırbacın sesini duymamak için ciddi bir mücadele veriyordu. Ama ne kadar denerse denesin, gözlerini çocuktan bir türlü ayıramıyordu. Harry’nin vücudu her kırbaç darbesiyle sarsılıyor, ama ondan tek bir inleme dahi çıkmıyordu. Daha yalnızca on darbe olmuştu ki, Harry’nin sırtı fena halde kanamaya başlamıştı bile. Kanlar sırtından akarak taş zeminde küçük bir kan gölü oluşturuyordu. Harry’nin ağzından hâlâ tek bir söz dahi çıkmıyordu. Ölüm Yiyen’ler kırbaç darbelerini keyif içinde sayadursun, Snape ile Lucius tiksintilerini gizlemeye çalışıyorlardı. Lucius, darbeler için kendini hazırlarken Harry’nin boynundaki kasların nasıl kasıldığını görebiliyordu. Bağlı elleri yumruk halini almış ve cezasını çekerken hiç ses çıkarmasa da nefes alış verişleri düzensizleşmeye başlamıştı.

On sekizinci darbede, kırbaç, açılmış başka bir kırbaç izinin üzerine gelince, Harry acıdan hafif bir inilti çıkardı. Ölüm Yiyen’ler daha yüksek sesle nidalar koparıp, Macnair’e, Harry’yi bağırtması için tezahürat etmeye başladılar. Malfoy, çocuktan ikinci bir çığlığın çıktığını duyunca, kalbinin paramparça olduğunu hissetti. Sırtı, kırbaç izleriyle kanlar içinde kalmıştı. Macnair, kırbaçlama işine Harry’nin göğsüyle devam etmiyor olsaydı, muhtemelen çocuğun sırtı parçalanacaktı. Malfoy, kesik kesik nefes alan ve ayaklarının üzerinde zar zor duran çocuğa çaresizlik içinde bakıyordu. Duygularını bastırmaya çalışırken, durduğu yerde biraz sallanıyordu.

Malfoy, kendisinin ‘Karanlık Prens’ ismini verdiği çocuğa bakarken, yüreğinin tekrar acıyla burkulduğunu hissetti. Harry’nin saçları terden sırılsıklam olmuş, başı bitkinlikten aşağı düşmüş sallanıyordu. Gözleri sımsıkı kapanmış, güç bela nefes alıyordu.

Macnair Harry’nin arkasından çıkıp önüne geldi. Yüzünde başka bir sadist gülümsemeyle, Harry’nin göğsünü ve omuzlarını hedef aldı. O anda Harry’nin zümrüt yeşili gözleri şak diye açıldı ve göğsüne inen darbenin şokuyla acıdan tısladı. Acı dolu gözleri Lucius’un gözleriyle buluşunca, Lucius’un dizlerinin bağı çözüldü. Harry’ye yardım etmek istiyor, ama yapamıyordu. Malfoy bu noktada Voldemort’a karşı gelirse, bu hiç kimse için hayırlı olmazdı.

Malfoy, duygularını içine atmanın verdiği yorgunlukla, çocuğun bedenine inen son on kırbacı da izledi. Vücudu kırbaç darbeleriyle yarılıp açılırken, Harry’den çıkan boğuk çığlıkları duymamak için çaresiz bir çaba sarf ediyordu. Macnair, Harry’nin karın bölgesine vurmaktan kaçınmıştı. Voldemort onu şimdilik canlı istediğini açıkça belirttiği için çocuğu öldürmek istemiyordu. Darbelerini Harry’nin omuzlarına ve göğsünün üst kısımlarına indirmeye devam ediyordu. Darbenin boynuna denk gelmesiyle, Harry çığlık çığlığa bağırdı. Harry’nin çığlığını duyan Ölüm Yiyen’ler zevkten kahkahalar atıp neşeyle kükrediler. Macnair’e tezahüratta bulunuyor, Harry’ye bel altı küfürler savurup duruyorlardı. Voldemort orada olmadığı için, Karanlık Prens’e karşı olan hislerini apaçık söylemekten korkmuyorlardı.

Saatler gibi gelen bir sürenin ardından, otuz kırbaç tamamlandı. Macnair, elinde tuttuğu, artık baştan uca Harry’nin kanına bulanmış olan kırbacı yere fırlattı. Harry ayakta güç bela durabiliyordu. Direklerden sarkıyor, sırtının, vücudunun ve ağrıyan başının verdiği eziyete karşılık inlememeye çalışıyor, kesik kesik nefes alıyordu.

Ölüm Yiyen’ler Harry’nin canını yakmaya devam etmek istiyorlardı, ama Voldemort’un emri olmadan ona zarar verme korkusu yüzünden gönülsüzce de olsa dağılarak odadan çıktılar. Malfoy odadan çıkan ilk kişi olmuştu. Harry’ye daha fazla bakmayı kaldıramayacaktı. Snape ise odada kalan son kişi oldu. Voldemort’un Harry’nin ölümünü uzatmasını umuyordu; böylece Yoldaşlık onu kurtarmak için bir şans elde edebilirdi. Snape, çıkmak için kapıya doğru ilerledi. Böyle giderse, Harry daha fazla hayatta kalamayacaktı.

* * *

Yoldaşlık’ın çoğu gitmişti. Onlara ellerinden geldiğince çok bilgi toplamaları söylenmişti. Ama aslında hiçbiri Harry’yi bulmak için ne yapabileceğini bilmiyordu. Voldemort’u arayışları onlarca yıl sürmüşken, şimdi birkaç günde nasıl olup da onu bulacaklardı? Bir diğer gerçek ise, Harry’nin birkaç güne hayatta kalacağına hiçbirinin inanmıyor oluşuydu, ama bunu dile getirme cesaretini hiçbiri gösterememişti. Muhtemelen Harry çoktan öldürülmüştü bile.

Weasley ailesi, Potter’larla kalıyordu. Longbottom ailesi, Remus, Sirius ve Dumbledore da onlarlaydı. Nigel uykuya dalmış, misafir odalarından birine yatırılmıştı. Ginny, Hermione, Ron ve Damien ise diğerleriyle birlikte oturuyorlardı. Her biri Harry’yi kurtarmanın yollarını aramakla meşguldü. Ama gel gelelim, yaptıkları her planın büyük eksikleri vardı. Riddle Malikânesi çok iyi korunan bir yerdi; koruma büyülerinin neler olduğunu bilmiş olsalar bile, indirmelerine yetecek kadar zaman yoktu.

James, beyni ortadan ikiye ayrılacakmış gibi hissediyordu. Harry’yi kurtarmanın ufacık bir yolu olsa da, o bu küçük umuda sarılmaya çalışıyordu. Ancak, yaptıkları tüm planlar birer birer suya düşünce, oğlunu bir daha göremeyebilecek olduğu gerçeğini idrak etmeye başlamıştı. Diğer dört çocuk da yardım etmek için ellerinden geleni yapıyor, ama akıllarına işlerine yarayacak hiçbir bilgi gelmiyordu. Şu anda tek yapabildikleri, oturup Harry’nin arkasından ağlamaktansa, ona yardım edecek bir şey bulmaya çalışmaktı.

Kapının yakınlarından boğuk bir ses geldi ve oturma odasındaki herkes dönüp baktığında, eşikte, yüzünde huzursuz bir ifadeyle duran Neville’i gördüler.

James gözlerini kaçırdı. Suçlu aramanın nafile olduğunu biliyordu, ama Harry’nin bu intihar denebilecek adımı atmasında Neville’in katkısı olduğunu da biliyordu.

“Neville?” dedi Frank.

Neville, rahatsız tavırlarla odanın içine doğru ufak bir adım attı.

“Nigel mı uyandı?” diye sordu Alice, Neville kardeşinin yanından geldiği için.

“Hayır, hâlâ uyuyor,” diye cevapladı Neville, alçak bir sesle.

Neville, gözlerini Potter’lardan itinayla kaçırıp gergin bir şekilde grubun yanına doğru yürüdü.

“Ben… Ben şey… hmm… yardım… etmek istedim,” diye kekeledi, sesi git gide zayıflayarak.

“Yardım mı?” diye sordu Damien.

Neville, bakışlarını yerden kaldırıp eski dostuna baktı.

“Benim nasıl bir yardımım dokunabilir, bilmiyorum, ama ben de bunun bir parçası olmak istiyorum. Harry’yi… Harry’yi… geri getirmek istiyorum,” dedi, alçak sesle.

“Sözlerinle daha fazla işkence edesin diye mi?” diye bağırdı Damien, birdenbire.

“Damy.” Lily, Damien’ı bitkin bir halde susturmaya çalıştı, ama çocuk üzüntüsünden onu duymadı bile.

“Bugün olanları biliyorum, hepsi benim suçum. Ona neden öyle şeyler söylediğimi bilmiyorum. Ben sadece Nigel’ın durumunun ve tüm o olanların şokundaydım. Harry’nin gerçekten Voldemort’a gitmesini istememiştim. Harry’nin benim sözlerimi ciddiye alacağını hiç düşünmedim. Sadece çok üzgündüm,” diye açıkladı Neville.

Damien ona dik dik bakmaya devam etti, ama daha fazla bir şey söylemedi. Neville masaya oturdu ve doğrudan James’e baktı.

“Onu bulup geri getirmek için ne gerekirse yaparım. Ona borçluyum,” derken son kısmı oldukça sessiz söylemiş, ama James onu duymuştu. James başını kaldırıp acınası görünen çocuğa baktı ve onu başıyla hafifçe onayladı.

Birkaç dakika sonra, şöminenin alevleri yeşile döndü ve şömineden biri çıktı. Odadaki herkes anında ayağa fırlamıştı; James ile Dumbledore en öndeydiler. Snape, her zaman yaptığı gibi, önce cüppesindeki külleri temizledi. Başını kaldırıp baktığında, bir oda dolusu insanın ona baktığını fark etti. Odanın ortasına doğru yürüdü ve doğrudan James’in solgun yüzüne döndü. Hogwarts’taki geçmişlerinden dolayı ikisi de birbirlerini hiçbir zaman affetmemişti, ama zamanla, birbirlerinin varlığına katlanmak zorunda olduklarında anlaşmışlardı. Gel gelelim, bugün Snape, eski rakibi olan James’in yüzünde gördüğü çaresizlik yüzünden ona neredeyse acıyacaktı.

“Severus.” Dumbledore’un sesi, Snape’in bakışlarını James’in üzerinden çekti ve Snape yaşlı büyücüye döndü.

Snape, önce derin bir nefes alıp, sonra odadaki kalabalığa döndü.

“Hâlâ hayatta,” dedi.

Şu basit iki cümlenin hepsinde yarattığı rahatlama, görülmeye değerdi.

“Ama daha ne kadar dayanır, ona bir şey söyleyemem,” diye devam etti Snape.

“Onu istiyorsanız, elinizi çabuk tutsanız iyi olur, çünkü Voldemort’un işkencelerine daha fazla dayanabileceğini sanmıyorum,” diye ekledi Snape.

Harry’nin Riddle Malikânesi’ne ulaştıktan sonra yaşadıklarını hızlı bir şekilde özetledi. Gerçi, gördüğü işkencenin detaylarına pek girmemişti. Bunun asıl sebebi, her birinin tepkisini kaldıramayacak olmasındandı. Üstelik Sirius gibileri Harry’ye yardım etmediği için onu suçlayacaktı; her ne kadar yardım edemeyeceği ayan beyan ortada olsa bile.

“Severus, Harry’yi oradan çıkarabileceğimiz bir yol var mı?” diye sordu Lily.

Snape başını iki yana salladı.

“Hayır, şuan Voldemort’un odasında ve orada kalacak. Sürekli Voldemort’un gözünün önünde tutulacak. Ona ulaşmak imkânsız.”

“Ona ulaşmanın hiç mi yolu yok, yani? Hiç mi?” diye sordu Damien, cılız bir sesle.

“Bence, Karanlık Lord’a nazikçe bir sormayı deneyebilirsin. Belki bırakır,” diye cevapladı Snape, dudaklarını bükerek.

“Aklını kullan, çocuk! Bir yolu olsaydı, şimdiye yolu yarılamıştık bile!” diye hırladı Snape, ona.

James normalde oğluna bağırdığı için Snape’i azarlardı, ama onu yapacak enerjiyi bile bulamayacak durumdaydı. Başı dönüyordu ve gözlerini her kapadığında, gözünün önüne karanlıklar içinde beliren o siyah mermer mezarın görüntüsü geliyordu.

“Ama burada öylece oturamayız! Harry’nin kaçmasına yardım edemeyeceksen, casus olmanın kime ne faydası var?” diye bağırdı Damien ona, sandalyesinden fırlayarak.

“Benim casus olmamdaki amaç, senin kavrayışının çok ötesinde. Şimdi yerine otur ve çeneni kapat!” diye bağırdı Snape de, ona.

“Hayır! Susmayacağım! Buraya öylece gelip Voldemort’un Harry’ye işkence ettiğini, ama bizim yapabileceğimiz hiçbir şeyin olmadığını söyleyemezsin! Bu yaptığın bize yardım falan değil, düpedüz işkence! Bizim tarafımızda olduğunu söylüyorsun, ama hiç de yardım etmek istiyor gibi bir halin yok!” Damien, tüm bunları, onu daima ürküten eski Karanlık Sanatlara Karşı Savunma öğretmenine böğürerek söylemişti. Ama bugün ondan korkmuyordu. Damien’ın hissettiği tek bir şey vardı; o da, Harry’nin durumunu dinlerken, diğer herkesin işe yaramaz planlar yaparak yerlerinde rahat rahat oturmasına duyduğu öfkeydi.

Çocuğun terbiyesizliğine karşılık, Snape onun yakasına yapışmaya yeltendi. Çocuğa zarar vermeyecekti, ama bu küçük veledin sesini kesmesi için onu korkutmak istemişti. Ancak, daha Snape’in parmağı Damien’ın yakasına değdiği anda, bir güç Snape’e vurduğu gibi, onu odanın karşı tarafına uçurdu.

AlectoSnapeAmycus

Snape duvara çarpıp yere yığıldı. Oturma pozisyonuna gelip, öfkeden kudurmuş bir halde ona saldıranın kim olduğuna baktı. Ama odadaki herkes Damien ile ona yüzlerinde şok ifadeleriyle bakakalmıştı. Saldırıyı gerçekleştiren kimse olmamıştı. Hatta Damien’ın ağzından kendini korumak için tek bir lanet bile çıkmamıştı.

Snape, çarpmanın verdiği ağrı yüzünden yüzünü buruşturarak ayağa kalktı. Aniden, Damien’ın yüzünde anladığını belirten bir ifade belirdi ve cüppesinin içine uzanıp gümüş kolyeyi çıkardı. Snape de ışıl ışıl parlayan siyah taşı görüp ona dik dik baktı. Gözlerini taştan ayırıp Damien’ın şaşkınlık dolu yüzüne baktı.

“Bu, Harry’nin sana verdiği taş.”

Damien başıyla onayladı.

“Kimsenin bana dokunmasına izin vermeyen taş,” diye hatırlattı ona Damien, cılız bir sesle.

“Karanlık İşaret’i taşıyan kimselerin,” diyerek onu düzeltti Dumbledore.

Snape bu taşı neredeyse unutmuştu. Aynı şeyi ikinci defa yaşamış olmanın gerginliğini yaşıyordu. Onun canını yakmayı aklından geçirmemiş olsa bile, taş ona dokunmasına izin vermiyordu.

Snape gözlerini dikmiş taşa bakarken, Damien sefil bir halde yerinden kımıldamadan duruyordu. Snape’in gözü bir anda taşa takılıp kalmıştı. Taşa düşünceli düşünceli bakarken bir anda Damien’ın yüzüne baktı. Yüzüne bir sırıtış yayılmıştı. Etrafındaki kimseyi görmüyor gibiydi.

“Pekâlâ, Mr Potter. Sanırım artık Harry’ye ulaşmamızın bir yolu var.”

* * *

Voldemort derin düşüncelerine dalmış bir halde oturuyordu. Bir şeyler hiç de düşündüğü gibi gitmiyordu. Harry’yi onca zaman sonra tekrar görmenin, varlığını reddettiği duygularını geri getireceğini tahmin etmişti, ancak Harry bağlı bir halde önüne fırlatıldığında, hissettiği büyük öfkeyi hesaba katmamıştı. Yalnızca onun emirlerini uygulayan Ölüm Yiyen’lerine oracıkta saldırmamak için kendini çok zor tutmuştu.

Harry… Ona neden böyle ihanet etmek zorundaydı? Eskisi gibi ona sadık ve uslu bir çocuk olarak neden dönememişti?

Ama Voldemort’u en çok rahatsız eden şey, duygu durumlarının istemeden Harry’yi etkiliyor olmasıydı. Aslında, Harry’nin hislerini onun da hissettiğinin en başından beri farkındaydı. Harry’nin Riddle Malikânesi’ne dönmüş olmasından dolayı hissettiği acı ve öfke duygularını o da hissetmişti. Ayrıca, hissettiği korkunun da kokusunu almıştı. Harry, Riddle Malikânesi’nden canlı çıkamayacağının farkındaydı. Ama Karanlık Lord’u asıl düşündüren şey, Harry’nin kendisine olan sadakatini hissetmiş olmasındandı. Bu hiç mantıklı değildi. Harry ona sadık değildi. Ona karşı gelmiş, Hortkuluk’larını bir bir yok ederek ona savaş açmıştı. Bu durumda, Harry nasıl olup da hâlâ ona karşı bir sadakat hissediyor olabilirdi?

Aynı zamanda, onda, ihanete uğramışlık hissi ile bunun derin acısını da sezmişti. Bu, Voldemort’un Harry’yi kaybettiğinden beri hissettiği duyguyla çok benzerdi. Voldemort Harry’yi nasıl ki yaptıklarıyla suçluyorsa, Harry de Voldemort’u ona ihanet etmekle, yıllarca ona yalan söylemiş olmakla suçluyordu.

Karanlık Lord sinirleri bozulmuş bir halde başını iki yana salladı. Kafasındaki düşünceleri uzaklaştırmaya çalışıyordu. Harry’yi Macnair’in ellerine teslim ettiğinden beri, yerinde huzursuz huzursuz oturuyordu. İzlemek için kalsaydı şayet, Macnair’ı, daha Harry’ye ilk darbeyi indirmeden öldüreceğini biliyordu. Her ne kadar ona karşı gelse de, hissettiği koruma güdüsünden kurtulamıyordu.

Harry’ye bu şekilde acı çektirmeyi hiç istemezdi, ama Harry de kendi için durumu hiç kolaylaştırmamıştı. Voldemort onu cezalandırmak zorundaydı. Ölüm Yiyen’lerine ona ihanet edenlerin sonunun ne olduğunu göstermesinin tek yolu buydu. Voldemort, Karanlık Prens’i cezalandırarak, ona ihanet etmenin cezasını hepsine göstermek, onu terk ederlerse işkence edilip acımasızca öldürülebileceklerini onlara fark ettirmek istiyordu.

* * *

Parlak ışık gözlerine vurunca, Harry inledi. Işığın kaynağını görmek için başını kaldırdı, ama gözleri hiçbir şeyi seçemeyecek kadar bulanık görüyordu. Sırtı ve göğsü alevler içinde yanıyor gibiydi. Azıcık hareket etse, hatta bir ayağındaki ağırlığı bir diğerine vermeye kalksa dahi, sırtına kazıklar saplanıyor gibi hissediyor, hareketinin ortasında durmak zorunda kalıyordu.

Harry odanın ortasında direklere bağlı bir halde terk edilmişti. İçinden, çektiği korkunç acıyı biraz olsun duyumsamamak için bilincini kaybetmeyi diliyordu. Ama gel gelelim, aklı onu ayık kalmaya zorluyordu.

Işık daha da yaklaşınca, Harry onun asadan çıkan bir ışık olduğunu fark etti. Işık kapalı göz kapaklarını delercesine geçerken ışığın yolundan çekilmeye çalışsa da, pek hareket edememişti.

“Eğleniyor musun?” dedi bir ses, ışığın ardından.

Harry küfrü basmak için ağzını açtı, ama kuru bir öksürükten başka bir şey çıkaramadı. Boğazı susuzluktan kavrulmuştu.

“Daha yeni başlıyoruz, Prens!” diye ekledi, başka bir ses.

Oda aydınlandı ve Harry önünde duran iki Ölüm Yiyen’i görünce bir inilti kopardı.

“Hadi ama, seni bekleyen onca insan var,” dedi, aralarından biri, asasını Harry’yi bağlayan iplere doğrultup onu serbest bırakarak.

Harry kendi başına ayağının üzerine durmaya çalışsa da, zamanında başaramamıştı. Ölüm Yiyen’ler ipleri çözmeden önce ona hareketsizlik büyüsü uygulamıştı. Harry, kolunu bağlayan ipler de çözülünce, sert bir şekilde yere devrildi. Ölüm Yiyen’ler, Harry’nin düşen görüntüsüne kahkahalarla gülüp onu tekmelediler.

Harry iki adam tarafından sürüklenerek odadan çıkarılırken, Voldemort kendi özel alanındaki aralıktan bakıyor, olanları yüreğinde bir sıkıntıyla izliyordu. Ölüm Yiyen’lere genelde mahkûmlara yaptıklarının aynısını yapmalarını emretmişti. Ama onu öldürmemelerini de sıkı sıkıya tembihlemişti. Sesleri duymamak için kapıyı kapatmaya yeltendi. Harry’nin çığlığını duyarsa, kendini tutamamaktan korkuyordu.

* * *

“Bir dakika, anlamadım. Bunun bize ne yardımı olacak?” diye sordu Sirius, Snape’e sinir olmuş bir ifadeyle bakarak.

“Dediğim gibi…” diye başladı Snape tekrar, siyah saçlı adama dik dik bakarak.

“…Lahyoo Jisteen’ı alıp Voldemort’a geri götüreceğiz. Kayıp olduğunu öğrendiğinden beri onu arıyor. Bu, Voldemort’un ileride kullanmayı planladığı paha biçilmez bir nesne.”

“İyi de, bu bize Harry’yi geri getirmez ki! Voldemort Harry’yi Lahyoo Jisteen’la değiş tokuş etmeyecek herhalde! Harry’yi hiçbir şeyle değişmez,” diyerek araya girdi Damien.

Snape, öfkesine hâkim olma çabasıyla derin bir nefes aldı.

“Merak ediyorum da, o kuş beynin saçmalıklardan başka şeyler de düşünebiliyor mu acaba?” diye azarladı onu.

“Hey!” diye atladı Sirius, Damien ile onun arasına.

severus snape

“Biz de biliyoruz herhalde, Voldemort’un değiş tokuş yapmayacağını! Harry ile taşı takas etmeye kalkacak değiliz. Bu, öldürülmeyi istemekten farksız olurdu,” dedi Snape onlara, bezmiş bir ses tonuyla.

“O zaman, neden bahsetmeye çalışıyorsun?” diye sordu James. Snape geldiğinden beri, ilk kez konuşuyordu. Snape, kara gözlerini James’e çevirdi.

“Taş, Riddle Malikânesi’ne girmenin anahtarı. Hepinizin bildiği gibi, bu çok güçlü bir taş. Çok güçlü büyüleri içine alacak ve onları kontrol edebilecek kapasitesi var. Bunun gibi güçlü bir taşı istediğimiz gibi kullanabiliriz,” diyerek bitirdi sözlerini Snape, solgun yüzünde bir sırıtışla.

“Nasıl?” diye sordu Damien, aklı büsbütün karışmış bir halde.

“Bir İz Sürücü’yle.”

Snape, yüzünü konuşan kişiye döndürdü. Hermione’nin olayı çözmüş olmasına hiç de şaşırmamıştı. Hayatında ilk defa ona bakıp gülümsedi ve başıyla onayladı.

“Kesinlikle. Bu taş muhtemelen bir İz Sürücü’yü saklayabilecek tek şey. Eğer bu şey içine Mr Potter’ı korumak niyetiyle konmuş büyüleri ve tılsımları çekebiliyorsa, Ölüm Yiyen’lerin giriş kontrolünde, içinde dolaşık bir halde olan büyüler de bir bütün halinde kendini gösterecektir. Onlar büyülerin ne olduğunu bile anlamadan, İz Sürücü Tılsım da diğer büyülerin arasına kolaylıkla gizlenebilir. Lahyoo Jisteen genellikle güçlü büyüleri gizlemek amacıyla kullanıldığı için, yaptığı büyünün ne olduğunu da göstermeyecektir. Eğer bu başka bir nesne olsaydı, Ölüm Yiyen’ler onun ne olduğunu anlamadan nesneyi Malikânenin içine sokmazdı. Ama herkes Karanlık Lord’un biricik taşını deli gibi aradığını biliyor. Taşı görür görmez tanıyacak ve hiç vakit kaybetmeden ona götürecekler. Böylece İz Sürücü içeriye girmiş olacak ve biz de kolaylıkla yerlerini tespit edeceğiz,” diyerek sözlerini bitirdi Snape.

Snape açıklamasını bitirince, herkes sessizliğe gömüldü. Damien siyah taşa bakıp parmaklarını hafifçe üzerinde gezdirdi. Tam elini zincire atıp taşı Snape’e vermek için çıkarmak üzereydi ki, biri onu durdurdu.

“Ne yapıyorsun?” diye sordu Dumbledore, Damien’ın kolyeyi çıkarmak üzere olduğunu fark ettiği anda.

“Bunu Profesör Snape’e veriyorum. Onu alıp üzerine İz Sürücü Tılsım yerleştirebilir,” diye cevapladı Damien.

Dumbledore ona huzursuz bir bakış atıp Snape’e döndü. Snape bir iç çekişin ardından konuştu.

“Ne yazık ki, yapamazsın,” dedi yavaşça, sessizce duran James ile Lily’ye şöyle bir bakış atarak.

Damien’ın soru sorarcasına bakan ifadesine karşılık, Dumbledore konuştu:

“Lahyoo Jisteen, onu çıkarsan bile seni korumaya devam edecek. O sana ve yalnızca sana bağlı. Üzerindeki büyüleri yalnızca Harry kaldırabilir. Onu kimseye veremezsin, özellikle de Severus’a. Karanlık İşaret’ten dolayı taş onun dokunuşuna ters tepki verecektir.”

“O zaman, taşı Voldemort’a nasıl götüreceğiz?” diye sordu Ron.

“Sadece tek bir yol var. Damien’ı Voldemort’a vermek zorundayız,” dedi Snape, bir süre durduktan sonra.

İşte o anda, odadaki hava bir anda yok olmuş gibiydi. Şimdi, herkes ters ters Snape’e bakıyordu.

“Sen deli misin? Büsbütün kafayı mı yedin?” diye bağırdı Sirius, odanın karşısından.

“Tek yolu bu. O, kolyeyi çıkaramaz. Kolyeyi bir başkasına da veremeyiz. Karanlık Lord taşın varlığını hissedeceği için Çok Özlü İksir de bir işe yaramaz. Damien bizimle gelmek zorunda!” diye bağırdı Snape, cevap olarak.

Damien, Snape’in ondan ilk kez ismiyle söz ettiği gerçeğini hayal meyal fark etti. Aklı korku ve endişeyle dolup taşıyordu. Voldemort’la yüz yüze gelebilir miydi?

“Hayır! Başka bir yolu olmalı. Damien’ı riske atamam,” dedi James, tartışmaya noktayı koyarcasına.

“Nasıl istersen, Potter. Küçük oğlunu koruyup büyük oğlundan vazgeçmek istiyorsan ne âlâ, çünkü onu kurtarmanın başka bir yolu yok,” diye karşılık verdi Snape, sert bir dille.

Damien, kaybolduğu düşüncelerinden uyandı ve etrafında bağrışıp duran yetişkinlerin sesini duydu. Profesör Dumbledore herkesi sakinleştirmeye çalışıyordu, ama ortama çok ciddi bir gerginlik hâkimdi. Frank ile Alice de tartışmaya katılmıştı. Hatta Weasley ailesi de. Damien sandalyesinden kalkıp sakince Snape’e doğru yürüdü. Snape o esnada tartışmaktan vazgeçip öfkeden delirmiş bir yüzle kapıya doğru meyletmişti.

“Profesör Snape, sizinle gelmeye hazırım,” dedi Damien, usulca.

Onun bu kısık sesle söylenmiş sözleri tüm odada duyulmuş, herkes tartışmayı bırakmıştı. Hepsi yüzlerinde şok ifadeleriyle on üç yaşındaki çocuğa bakakalmıştı.

“Damy,” diye başladı Lily, ama oğlu onu susturdu.

“Bunu yapacağım, anne. Harry’yi kurtarmanın tek yolu buysa, bir şey yapmadan oturmayacağım.” Ses tonunda tartışmaya açık en ufak bir açık yoktu.

Snape, önünde duran çocuğa cesaretine duyduğu sessiz bir hayretle bakıyordu. James Damien’la göz göze geldi. Damien’ın gözlerinde geri adım atmayacağını açıkça görebiliyordu. Harry’yi kaybetmişti, çünkü Ginny ile Nigel’ı kurtarmak için onun yardımını kabul etmemişti. Kim ne derse desin ya da ne yaparsa yapsın, Damien’ı da Harry’ye gitmekten kimsenin alıkoyamayacağını biliyordu. Damien’ın yardımına izin vermesi daha iyi olacaktı. Bu çok daha güvenliydi.

Hiç kimseden daha fazla itiraz yükselmeyince, Snape önünde gergin duran çocuğa dönüp baktı. Ondan yalnızca yapması gerekeni yapabilmesini diliyordu.

* * *

Lucius Malfoy endişeli bir halde volta atıp duruyordu. Voldemort’un odasından döndüğünden beri sakin sakin oturamıyordu. Orada öylece durmuş, Harry’nin işkence edilişini izlemişti! Nasıl böyle bir şey yapabilmişti? Ya Voldemort? O böyle bir şeyi nasıl emrederdi?

‘Pekâlâ, en azından Harry’yi parçalarına ayırmadı,” diye düşündü Lucius, acı acı.

maxresdefault 1

Voldemort’un Harry’nin canını yakmakta zorlandığı açıktı; o yüzden apar topar odadan çıkmıştı. Ama Lucius aynı zamanda, Voldemort’un Harry’nin gitmesine izin vermeyeceğini de biliyordu. Harry’yi çevreye ibret olsun diye kullanacaktı. Diğerlerinin ona olan korkusunu canlı tutmak için bunu yapmak zorundaydı.

Lucius derin derin iç geçirip oturdu. Harry’nin ölmesini gerçekten istemiyordu. Keşke Harry’yi henüz Hortkuluk’ların peşindeyken yakalayıp Voldemort’a teslim edebilmiş olsaydı. Keşke Hortkuluk’ların hepsini yok etmeden önce onu yakalamış olsaydı. Öyle olsaydı, Voldemort Harry’ye yalnızca bir Hafıza Büyüsü yapar, günün sonunda herkes mutlu olmuş olurdu. Ancak, Voldemort artık bunu yapamazdı. Harry onun bütün Hortkuluk’larını yok etmiş, onu savunmasız bırakmıştı. Ölümsüzlüğü yok edilmişti ve Voldemort ona bunun cezasını fena halde ödetecekti.

Sarışın Ölüm Yiyen alnını ovaladı. O korkunç yaratık Bella’nın ruhunu çekip koparırken, geride durup izlemişti. Gerçi o zaman geride durmayı bir şekilde başarmıştı. Ama şimdi Harry’nin ölümünü izlerken aynı şekilde durabileceğinden hiç de emin değildi.

* * *

Harry, yaralı bedenine inen başka bir hançer darbesiyle acı içinde inledi. Gürültüyle yere kapaklandı. Bu, darbelerin sonuncusuydu. Harry kendini duvara yaslamayı başardı; kesik kesik nefes alıyordu. Bedeninin her bir zerresi korkunç acılarla sarsılıyordu. Aklı odağını yitirmişti. Bacağı kırılmış, köprücük kemiği tıpkı kaburgaları gibi paramparçaydı. Derisini kesen zincirler yüzünden bilekleri kanlar içinde kalmıştı. Sırtı ve göğsü acıdan kavruluyordu ve bu da yetmezmiş gibi, Ölüm Yiyen’lerin yavaş yavaş indirdiği hançer darbeleri yüzünden vücudu çok sayıda yarayla delik deşik olmuştu.

Ölüm Yiyen’ler daha henüz gitmişlerdi. Giderken yanlarında, Harry’nin işini bitirdiği iki Ölüm Yiyen’e ait ölü bedenleri de sürükleyerek götürmüşlerdi. Harry’nin iplerini hareketsizlik büyüsü uygulamadan önce çözmekle büyük bir hata yapmışlardı. Harry onlara saldırmış, diğer adamlar tarafından indirilmeden önce iki tanesinin boynunu kırmıştı. Onun ardından ise Harry’yi zincirlere bağlayıp öyle bırakmışlardı. Şimdi bile elleri birbirine bağlıydı, ama şimdi Harry, Ölüm Yiyen’lerin arkalarında bıraktığı hançerleri almayı başarmak üzereydi.

Harry şiddetli bir şekilde öksürdü ve ağzından daha çok kan geldi. Ağzındaki kanı tükürüp başını arkasındaki duvara yasladı ve biraz dinlendi. Voldemort işini bitirmeden önce daha ne kadar işkenceye maruz kalacağını merak ediyordu.

Hançerlerden birini alıp yakından inceledi. Bunların aslında kendisine ait hançerler olduğunu fark edince gözyaşlarına engel olmak zorunda kaldı. Voldemort bunları ona hediye olarak vermişti. Harry bunları dövüşürken hep kullanırdı. Şimdi ise Ölüm Yiyen’ler onun üzerinde kullanıyorlardı. Hançeri fırlatıp kendine gelmeye çalıştı. Bunun olacağını biliyordu. Bununla yüzleşmeye hazır olduğunu düşünmüştü, ama Riddle Malikânesi’nde olmak ve Voldemort’un emirleriyle işkence görmek, yüreğini paramparça ediyordu. O burada büyümüştü. Burası onun eviydi. Sığınağıydı. Ne zaman göreve gönderilse, bir an önce Riddle Malikânesi’ne dönmek ve babasıyla vakit geçirmek için sabırsızlanırdı.

Harry’nin acısı katlanılmaz bir boyuta gelirken, aklı da bulanıklaşmaya başlamıştı. Kendinden geçmeden hemen önce, aklından acı acı şu sözler geçiyordu:

‘Kendi evinde işkence görmenin ve öldürülmenin nasıl bir his olduğunu hiç düşündün mü? Kendi sığınağında?’

Bu sözler, Longbottom’ların harabeye dönmüş evlerinde, Neville’in ona söylediği sözlerdi.

“Sanırım yakında öğreneceğim,” diye mırıldandı Harry kendi kendine, bilincini tamamen kaybetmeden hemen önce.

* * *

Plan yavaş yavaş yapılmıştı. Zor bir iş olacaktı, ama başarılı olmak için ellerindeki tek şans buydu. Snape, Damien’ı yakalamış gibi davranacak ve onu Voldemort’a Lahyoo Jisteen’ı alsın diye götürecekti. Riddle Malikânesi’nin etrafı koruma büyüleriyle kaplı olduğu için oraya gittikleri anda İz Sürücü Tılsım kırılacaktı, ama yaklaşık yirmi ila otuz dakika içinde Tılsım kendini yenileyecek ve izleri sürülebilecekti. Bu da demekti ki, o süre zarfında Damien taşı Voldemort’a vermeden zaman kazanmalıydı. Böylece hiçbir şey olmadan önce, Yoldaşlık ve Bakanlık Riddle Malikânesi’ne girerek Voldemort’u tuzağa düşüreceklerdi. Damien bunu nasıl olup da yapabileceğini hiç bilmiyordu, ama bunu sonrasında düşünmeye karar vermişti. Herkes planın riskli olduğunu düşünüyordu; birçok şey ters gidebilirdi, ama ellerinde başka hiçbir alternatif yol yoktu.

Birdenbire Ginny ayağa kalkıp endişeyle Snape’e baktı.

“Taş seni ve diğer Ölüm Yiyen’leri onun yanına bile yaklaştıramazken, Voldemort’a onu yakaladığını nasıl açıklayacaksın?” diye sordu.

Herkesin yüzü Snape’e döndü. Bunu nasıl olup da düşünememişlerdi? Snape Dumbledore’a baktı ve her ikisi de sesini bile çıkarmadan bir konuda anlaştılar. James ise, her ikisine de, bağırmanın eşiğine gelmiş bir halde bakıyordu. Neler oluyordu?

“Bize yardım edebilecek birini tanıyorum. Çok riskli, ama bu, Voldemort’a verebileceğimiz tek gerçekçi açıklama olacaktır.” Dumbledore ayağa kalkıp şömineye doğru yürüdü.

Eline bir avuç Uçuç Tozu alıp ateşe fırlattı. Alevler anında yeşile döndü. Başını şömineye sokup daha önce kimsenin duymadığı bir isim fısıldadı. Birkaç saniye sonra, Dumbledore’un Potter Malikânesi’ne birini çağırdığı duyuldu. Dumbledore başını alevlerden çekip doğruldu.

“Bize neler olduğunu söyleyecek misin?” diye sordu James, öfkeyle. O kadar yorgun ve endişeliydi ki, algıları iyi çalışmıyordu ve her iki oğlunun kaderinin de Voldemort’un merhametine kaldığını düşündükçe midesine kramplar giriyordu. Neler olduğunu bilmek istiyordu.

“Sizinle tanıştırmak için birini çağırdım. Aranızdan birçoğu bu kişiyi hiç sevmiyor olabilir, ama unutmayın ki, Harry ona güveniyor. Ve siz de güvenmelisiniz.”

Daha henüz bunları söylemişti ki, şöminede biri belirdi. Yeşil alevlerden çıkıp gelir gelmez, tıpkı Snape’in yaptığı gibi, kara cüppesindeki külleri temizledi. Başını kaldırıp odadaki kalabalığa baktı.

Odadakiler şoktan kaskatı kesilmiş bir halde yeni gelene bakıyorlardı. Onu görmeyi hiç beklemiyorlardı.

“Malfoy!” diye bağırdı Damien, şokla.

“Aslında, Draco kâfi,” diye cevapladı sarışın çocuk, odanın içine doğru yürürken. Gri gözleri kalabalığı tarıyordu. Bakışları Snape’e gelince durdu ve ona sorgulayan bir bakış attı.

“Neler oluyor?” diye sordu, direkt Snape’e doğru.

Snape, o gün olan her şeyi Draco’ya bir bir anlattı. Harry’nin nasıl işkence gördüğü kısmını atlamıştı. Gel gelelim, Draco, Ölüm Yiyen’lerin ortasında büyümüştü. Harry’nin ne gibi eziyetler çektiğini duymaya ihtiyacı yoktu.

Draco’nun her zamanki solgun yüzü iyice rengini kaybetti. Aklı gitmiş bir halde sandalyelerden birine çöktü ve korkmuş bakışlarını Dumbledore’a çevirdi.

“Şimdi ne yapacağız?” diye sordu. Damien onun sesindeki zayıflığı ve kırılganlığı sezince çok şaşırmıştı. Harry ile Draco’nun arkadaş olduklarını biliyor olsa da, Draco’nun Harry’ye bu kadar değer verdiğini hayal dahi etmemişti. Bu, Damien’ın Draco’da görmeyi beklemediği bir duygusallıktı.

“Ona ulaşmak için bir planımız var, ama senin yardımına ihtiyacımız var,” diye yanıtladı Snape, sakin bir şekilde.

Draco’nun yüzü daha da solmuştu; kendini sakinleştirmesi biraz vakit aldı. Dümdüz Snape’e bakıyor, odada bulanan diğer herkesi görmezden geliyordu.

“Varım,” dedi, daha yapması gerekenleri duymadığı halde.

“Bekle!” Bu sefer konuşan Ron’du. Mavi gözleri Slytherin’li çocuğa şüpheyle kısılmış bir halde bakıyordu.

“Sahi senin burada ne işin var? Senin buralardan ayrılmış olman gerekmiyor muydu? Neden gitmedin?” Draco’yu, Harry’ye annesi ile babasının ayrıldıklarını söylerken duyduğu için, onun hâlâ burada olması onu kuşkulandırmıştı.

Draco ona sinirli sinirli baktı ve tam onu duymazdan gelecekti ki, Dumbledore’la göz göze geldi. Draco iç geçirerek cevap verdi:

“Gitmeyi planlıyordum. Aslında Harry benimle buluşacak diye üç saat bekledim. Harry dönmeyince de… ben… başına bir şey gelmiştir diye gidemedim. O gün, Longbottom’ın onu yakaladığı gündü –ki hâlâ buna inanamıyorum!”

Neville ona ters bir bakış atsa da, sarışın Slytherin hiç oralı olmamıştı.

“Şu yaptıklarına bir bak, Longbottom! Sen de en az benim kadar iyi biliyorsun ki, Harry, senin o zavallı kıçını tekmelemek yerine, kendini suçlu hissetmeseydi kesinlikle yakalanmazdı!” dedi Draco, ona kızgın bir şekilde. Neville cevap vermedi.

“Yakalanmasaydı, bugün bunları yaşıyor olmayacaktı! Tüm bunlardan da, Kim-Olduğunu-Bilirsin-Sen’den de uzaklarda olacaktı!” diye devam etti Draco.

draco malfoy hogwarts ekspresi

“Ee niye gitmedin o zaman?” diye sordu Ron, yeniden.

“Gidecektim, ama Harry’ye ne olduğunu öğrenmek için bekledim. Duruşmadan sonra, onu görmek istemiştim. O benim en yakın arkadaşım. Onu kendine getirmek istedim. Benimle gelmesi için onu ikna etmeliydim. Ölüm Yiyen’ler peşindeyken, burada kalmamalıydı. Ama Harry daima inatçının teki olmuştur. Beni dinlemedi bile,” dedi, yüzü düşmüş bir halde.

“Sen… Sen onunla konuştun mu? Bu ne zaman oldu?” diye sordu James, Harry’nin onunla buluşmaya ne zaman gittiğini merak ederek.

Draco, James’e bakıp kederli bir şekilde gülümsedi.

“Bu, Harry. İstediği her şeyi yapar ve etrafındakilerin ruhu bile duymaz. Benimle buluşmak için gizlice dışarı çıkıyordu. Gerçi son iki haftadır onu görmüyordum,” diyerek sözlerini bitirdi.

James, Harry’nin sözünü tuttuğunu fark etmişti. Draco’yla buluşmak için evden gizlice çıkmıştı, ama bu, Potter Malikânesi’nde kalması için ona söz vermeden önceydi. Kalbi büyük oğlunun düşüncesiyle sıkışır gibi oldu. Bu planın işlemesi gerekiyordu. Harry’yi kaybederse yaşayamazdı.

“Ben de gitmemeye karar verdim. Harry’nin de benimle gelmesini istiyordum, ama o fikrini değiştirip kalmaya karar verince ben de kaldım. Aslında bu hafta sonu annemi görmeye gidecektim. Beni alması için birini gönderecekti. Benim burada olduğumu Profesör Dumbledore, Profesör Snape ve Harry dışında bilen yoktu. Ben Profesör Snape’in yanında kalıyordum,” diye açıkladı, soluk benizli adama bakarak.

Ron, Slytherin’i dikkatli dikkatli süzse de daha fazla bir şey söylemedi.

“Pekâlâ, her şey açığa kavuştuğuna göre, artık plana dönebiliriz. Draco’ya bir süredir Zihnebend öğretiyorum. Daha henüz eğitiminin sonuna gelmiş değil, fakat durum etkili bir oyunculuk gerektirdiği için risk almak zorunda kalacak,” dedi Snape, Draco’nun ona fırlattığı ters bakışı görmezden gelerek.

“Peki, benim ne yapmam gerekiyor?” diye sordu Draco, herkes yeniden masanın etrafında toplanırken.

Snape, hem Draco’ya hem de Damien’a baktı ve cevap vermeden önce onlara pis pis sırıttı.

“Sanırım, şimdi her ikinizin de oyunculuk yeteneklerini test etmenin vakti geldi, çocuklar.”

* * *

#75: Her Şeyin Sonu için tıklayın!

Çeviren: Tuba Toraman

10 Yorum

Bir Yorum Ekle

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir